Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Nisgil»

Yazı tipi:

Bu eser, Aras Türk Cumhuriyeti’nin 100. yıl dönümüne ve Nahçıvanımızın bugünümüze kadar ulaşmasını sağlayan Yüce Ruhlara adanmıştır!


Eser, XX. asrın öncesinden başlayarak yüz yıllık büyük problemler yaşayan, Azerbaycan halkının facialarından söz ediyor. Hadiseler yüksek ahlâki değerlere, terbiye ve bilgiye sahip iki gencin azaplı hayat yolunu aydınlatıyor. Yazar, edebî ustalıkla dünyada meydana gelen siyasî sürecin Azerbaycan’a etkisini, Nahçıvan’ın tarihi sıkıntılarını, büyük devletlerin Orta Doğu ile ilgili acımasız siyasetinin ağır neticelerini, en güçlü istihbarat teşkilatlarının kendi amaçları için uyguladıkları acımasız metotları, XX. asırda yaşadığımız sıkıntıların nedenlerini kaleme almıştır.

I. BÖLÜM

Aralık 1949’un son günlerinde, bir aile daha gecenin karanlığında Kolanı’dan yola çıktı. Meşedi Cevat’ın hanımı, 1930’lu yıllarda Kolhoz1 Tarım Kooperatifi’ni protesto ettikten sonra Nahçıvan’dan kaçan ailelerden birinin kızıydı. Babası 1908’de Güney Azerbaycan’ın Tebriz ve Salmas bölgelerindeki Şah rejimine karşı mücadele eden silahlı grupları örgütlemek suçlamasıyla tutuklanmış, daha sonra hapisten kaçarak Nahçıvan’a sığınmıştı. Şimdi, dumanlı bir gecede bir çift öküzün çektiği bir araba ile yurtlarından ayrılıyorlardı. Küçük kervanın önünde bir kılavuz eşek gidiyordu. Arkadaki arabaya ise kestane renginde bir at bağlanmıştı.

Bolşeviklerin duymaması için kendi eşyalarını katırlarla köyün dışına taşıyıp arabalara yüklemişlerdi. Öndeki arabada Meşedi Cevat, arkadaki arabada ise yaşlı annesi ile hamile karısı oturuyordu. Arabaya, çeşitli halılar, kilimler, giysiler ve yol için yiyecekler konulmuştu. Meşedi, altın ve takılarından bazılarını bahçesine gömmüş, bazılarını da öküz arabasının oturma yerindeki tahtaları oyarak içine saklamıştı. Kendileri ile beraber götürdükleri altın ve takılarla Aras Nehri’nden geçebilselerdi, hayatlarının sonuna kadar rahatça yaşarlardı. Ancak bundan da önemlisi sağ salim yolculuğu tamamlamaktı. Kaybettikleri çok şey vardı: Geçmişlerini burada bırakıp gidiyorlardı, gelecekle ilgili, onlara ait bir şey kalmamıştı. Ama o ümitliydi. Gideceği yerin ışığına değil, gittiği karanlığa boyanmış yurdun aydınlanacağından umutluydu. Bu altınları toprağa gömerken, gözleri yaşarana kadar dua etmişti: Allahım ülkeme dönmem için bana yardım et!

Böylece, gece gündüz yol alarak Arasdeyen Düzü’ne2 vardılar. Meşedi Cevat’ın kendisi bir arabayı, annesiyse diğerini kontrol ediyordu. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Herkes Meşedi Cevat’ın kararlarına tâbi idi. Yolculuğun üçüncü günü Şeril3 Düzü’ne varmak üzereydiler. Aniden Meşedi Cevat:

– Duralım, diyerek öküzlerin üzengilerini çekti.

Arabaların gıcırtısı dursa da hayvanların puflamaları durmadı. Arabadan ilk olarak yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle Reyhan Hanım indi. Etrafı dikkatle süzerek biraz kibirli bir sesle:

– İyi bir yere benziyor ancak kurdu kuşu çok olur böyle yerlerin.

Artık durmuşlardı. Hem de herkes takatten düşmüştü. Meşedi, kılavuz eşeğin üstüne yüklenen ottan bir bağ çıkarıp hayvanların arasında bölüştürdü. Sonra arkadaki arabada bağlı olan atı çözerek terinin soğuması için biraz dolaştırdı. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Hayvanların geviş sesinden başka bir ses duyulmuyordu.

Aras Nehri’ne yakın bir yerde, iri gövdeli bir ağacın altında gecelediler. Sabah erkenden yöre haklına görünmeden yola çıkaçaklardı.

Meşedi Cevat’ın bütün endişesi hamile karısıydı. Kadının doğum vakti yaklaşmıştı. Yolculuğu ertelemek için çok düşünmüşlerdi ama daha fazla gecikemezlerdi. Çünkü Bolşevikler iki kilo altın istemiş, bunun ödenmesi için iki gün süre vermişlerdi. Meşedi onların hilesini iyi biliyordu. Altını verse de vermese de onlara iyi davranmayacaklardı. Belki de bu iki gün zamanı da vermeyeceklerdi. Karısı hamile olduğu için kimsenin aklına geceleyin köyü terk edebileceği gelmezdi.

Meşedi ya silahlı çatışmaya girecek ya da onların istediklerini verecekti. O, üçüncü yolu seçmek zorunda kalmıştı. Onun için zaman kaybetmeden Aras Nehri’ni geçmeliydiler. Bütün ailesinin, çocuklarının hayatı buna bağlıydı.

Üçüncü geceyi Şeril Düzü’nde geçirdiler. Aras’tan tahminen bir kilometre uzakta, ağaç gibi kalınlaşan ılgın çalılarının arasında konakladılar. Yolun yorgunluğunun yanında, eğri büğrü yollarda giden arabaların, insanın içini ürperten sesleri, tahtaların ve tekerleklerin gıcırtısı yolcuların sinirlerini iyice yıpratmıştı. Aras’tan esen serin rüzgâr insanı üşütse de giysileri kalın olduğundan kendilerini koruyorlardı. Aslında yürekleri üşüyordu. Bu nedenle bedenlerindeki üşümeyi hissetmezlerdi.

Meşedi Cevat, elindeki şişle toprağı kazarak küçük bir ocak yaptı. İki tarafa taş koyarak çalı parçalarını içine yığdı. Meşedi, çocukluktan beri ocak yakmayı severdi. Yaşlandıkça içindeki bu sevgi daha da büyümüştü. Nevruz ateşinin yakılmasını iki üç ay önceden heyecanla beklerdi. Ancak gençlik yıllarında vatanın her yerinde yoğunlaşan savaşlar nedeniyle dağda, bağda mecburen yakılmış ocakları gördüğü için, ateşe olan sevgisi azaldı. Şimdi ise o, aynı çocuk yaşlarında gördüğü ateşlerden birini yakıyordu…

Ne annesiyle ne de karısıyla sohbet etmek düşüncesinde değildi. Konuşmak için hevesi kalmamıştı. Endişesi; gidecekleri yer, karşılaşacakları durumla ilgili sorulacak sorulardı. Şimdi o, çıtırdayarak yanan közlerle konuşuyordu:

– Bu kısmetim midir, talihim mi, yoksa uğursuzluk getiren yıldızlar altında mı dünyaya geldim?

Tam o anda ocağın ortasında patlayan bir köz ona cevap verdi. Çukur gibi kazdıkları yerde o köz sanki bir kuyruklu yıldıza dönüştü. Meşedi gerici ve, hurafeci değildi. Her şeye akıl ve mantıkla yaklaşan, inançlı biriydi.

Ellerini önce ateşte, sonra nefesi ile ısıttı.

– Yoksa ben kuyruklu yıldız doğunca mı doğmuşum. Bir insan kaç defa yurt değişir?

Bu sorular kafasından geçince alnını ovuşturdu.

– Hayır olamaz! Diyelim ki benim talihim uğursuz, göç eden biri olarak yazılmış. Peki, bu acıları yaşayan milyonlarca insanın talihine ne demeli?

Haddinden fazla yorulsalar da işleri yoluna girmişti. Bekledikleri tehlike gerçekleşmemişti. Karşılarına ne Bolşevikler çıkmıştı ne haydut çeteleri ne de yırtıcı hayvanlar. Bütün bunlara rağmen yine de tek rahatsızlıkları hamile kadındı. Bu olumsuz vaziyet aklından çıkmıyordu…

Meşedi silahı hazır bir şekilde yanında tutuyordu, kısa bir hençeri ise kuşağına sokmuştu. Hava karardıktan sonra vahşi hayvanların sesi, köpeklerin ürümesi endişe veriyordu. Buralarda en büyük tehlike, vahşi hayvanların ani saldırısıydı. Aç kurtlardan etrafta çok fazla olabilirdi. Onun için ateşin içine kalın ve uzun odunlar koymuşlardı. Böylece ani bir saldırı hâlinde kendilerini savunabilirlerdi. Zaten, ateş olan yere kolay kolay kurtlar yaklaşmazdı.

Meşedi Cevat eğitimsiz olsa da dünya görmüş bir adamdı. Çevresinde olan olaylara duyarlıydı. 15 Mayıs 1945 yılında Ermenistan Komünist Parti Merkez Komitesi 1. Kâtibi Arutinuv, mektupla Stalin’e başvurarak dışarıda yaşayan Ermenilerin, Sovyet Ermenistanı’na getirilmesi hakkındaki kararın kabul edilmesinde etkili rol oynamıştı. Meşedi Cevat, Stalin’in bu kararını Vedibasar’ın aydın insanlarından duymuştu. Söylendiğine göre önce tarafsız kalan Stalin, daha sonra Bolşeviklerin Kafkaslara tam hakim olmasından sonra her zamanki gibi Ermenilerin tarafını tutmuştu.

Bu nedenle de Ermeniler Zengezur’u Stalin’in desteği ile ele geçirmişlerdi. Söylenenlerin bir kısmı yalan olsa da diğer kısmı doğru çıkıyordu.

Meşedi Cevat, duyduklarından sonra Kafkaslarda yeni bir kargaşa sürecinin başladığını anlamıştı. Artık silahlı isyanlar da fayda vermeyecekti. Çünkü, XX. asırda öncekilerden farklı olarak Sovyet Hükümeti’nin düzenli orduları vardı. Nihâyetinde uzun müzakerelerden sonra Stalin, Azerbaycan halkına karşı düşmanlık yapacağını, aldığı kararlarla açıkça gösteriyordu.

Sadece 1946 yılında Filistin, Suriye, Fransa, ABD, Mısır, Yunanistan, Irak ve İran’dan otuz dört bin beş yüz Ermeni göç ettirilerek Revan’a4 yerleştirildi. Bunun ardından Revan’daki Müslüman Türklere baskı yapılmaya başlandı. Bu baskıların altında yatan gerçeği herkes biliyordu. Türkler, Revan civarından uzaklaştırılmak isteniyordu. 23 Aralık 1947’de SSCB Bakanlar Kurulu, Kolhozlarda çalışanların ve diğer Azerbaycanlıların Revan’dan, Azerbaycan’nın Kür-Aras Ovası’na göç ettirilmesi ile ilgili kararı kabul etti. 1948-1950 yılları arasında Ermenistan’dan Azerbaycan’ın diğer bölgelerine yüz bin insanın göç ettirilmesi planlanmıştı. Aynı kararın 1. bendinde 1948 yılında on bin, 1949 yılında kırk bin, 1950 yılında elli bin insanın göç ettirilmesi planlanmıştı.

Revan şehrinin Stalin ve Spandoryan bölgesinde yaşayan Azerbaycanlılar 1949 yılının Kasım ayında yük vagonlarına bindirilerek Saatlı bölgesine gönderileceklerdi. Her iki bölgedeki Azerbaycanlı ailelerin evleri emniyet güçleri tarafından özel olarak ablukaya alınmıştı ki evlerini izinsiz olarak değiştirmesinler. Ev eşyalarını ve altın, gümüş gibi kıymetli mücevherlerini hatta hayvanlarını bile satmasınlar.

Ocağın başında oturarak yaş ılgın kökü ile ateşi karıştıran Meşedi, bütün bu hadiseleri unutamıyordu. Doğru veya yanlış şimdi o, sonu görünmeyen bir yola çıkmıştı. Hem de yalnız değildi. İki canlı karısı ise durumu daha da zorlaştırıyordu. Gecenin karanlığı çok korkunçtu. Meşedi korkak birisi değildi ama şimdi korkuyordu. Her an üzerlerine saldırabilecek vahşi hayvanlar, ansızın ortaya çıkabilecek silahlı Bolşevikler, iki canlı karısının çektiği korku da onun için aynı tehlikeyi taşıyordu.

Korktukları başlarına geldi de; gecenin bir yarısında karısının sancıları başladı. Reyhan Hanım’ın bu işlerde tecrübesi vardı. Aslında gerekli olabilecek malzemeleri de yanına almıştı. Onun sayesinde gelin kolay bir doğum yaptı. İkiz kız çocuklarını doğuran Tovuz, acısını unutmuş, sevincinden gülüyordu. Tam o anda uzaktan bir çakal sesi duyuldu.

Gecenin karanlığında, belenmiş bebeklerin açık kalan suratları ay ışığı gibi parlıyorlardı. İkisi de ses sese vermiş ağlıyorlardı. Çakalların seslerini duyduklarında, sanki anlıyorlarmış gibi sustular. Reyhan Hanım, yeni doğan bebeklerle annelerinin rahatlarını sağladıktan sonra oğlunun yanına giderek yere bağdaş kurdu. Meşedi’ye göz aydınlığı verdi. Gelini duymasın diye yavaş bir sesle:

– Ay parçası gibi güzel iki kızın oldu. Bugün, yılın son günü. Allah’a şükür ki kurtulduk; ancak bu çakal sesleri içimi ürpertiyor. Sanki baykuş sesi gibi, bu belirtiler insana hayırlı haber getirmez!

Annesi, oğlunun düşüncelerini okuyormuş gibi konuşmuştu. Her ikisi de bir dağ adamı olarak aslında hayvanların özelliklerini iyi bildikleri için aynı şeyleri düşünmüşlerdi. Kim bilir, belki gelin de kendileri gibi ürperiyordu. Burada geceleyip uygun bir zamanda ve ay ışığında Aras’ı geçmeliydiler. Lohusa kadının biraz toparlanması için iki gün gecikeceklerdi. Yeterince yemek yemeseler de bebekler sütle besleniyordu. Birkaç saat sonra durum biraz değişti. Çakalların sesleri kesildi ve çocuklar da sakinleştiler.

Meşedi Cevat’ın Batabat’ta5 akrabaları vardı. Öncelikle karısını götürerek akrabalarına emanet etmek istiyordu. Annesiyle konuşarak önce kendisinin Aras Nehri’ni geçip ilerideki köylerin durumunu kontrol etmesine karar verdiler. Öyle de yaptı. Atına binerek sessizce gözden kayboldu. Aradan yarım saat geçmemişti ki Meşedi’nin aynı sessizlikle geri döndüğünü görenler, onun iyi haberlerle gelmediğini anladılar.

Meşedi atından inerken etrafta silahlı Bolşeviklerin olduğunu söylüyordu. Moralleri bozulmuştu. Burada kalmaları artık tehlikeliydi. Onun için güneş doğar doğmaz yola çıktılar. Lohusayı arabanın birine bindirdiler. Lohusanın rahat etmesi için arabanın içini minderler ve eski elbise parçalarıyla doldurmuşlardı. Öğlene kadar yol aldılar. İyice yorulmuş ve acıkmışlardı. Gece olmadan güvenli bir yer bulmak için arabaları hiç durmadan sürüyorlardı.

Arazi, çöl gibi çıplaktı. Nihayet uzaktan bir ağaç göründü. Hem dinlenmek hem de su bulmak için demir yolunun soluna doğru yöneldiler. Meşedi yanılmamıştı. Tarlalardan epeyce uzakta küçük tepelerin yamacında tek bir meşe ağaçı vardı. Biraz yaklaşınca meşe ağacının altında gürül gürül akan bir çeşme olduğunu fark ettiler. Burası Şeril Gölü’nün sahiliydi. Aras Nehri buradan 300-400 metre uzaktaydı.

Gözlerden ırak bu alan, gizlenmek için uygundu. Arabalar durunca Meşedi atından inip diğer arabadaki karısının yanına gitti. Tovuz’un rengi kaçmıştı. Meşedi elini onun alnına koyarak:

– Nasılsın, diye sordu.

Tovuz, zoraki gülümseyerek kocasının yüzüne baktı. İyice hâlsizleşmişti. Annesiyle yardımlaşarak Tovuz’u arabadan indirdiler. Meşedi onlara moral vermek için gülümsüyordu. Aslında perişan bir durumdaydı. Kafasındaki cevapsız sorular onun dengesini bozmuştu. Pehleviler rejiminin vatandaşı olmak için nereden ve nasıl başlayacağını düşünüyordu.

1925 yılında askerî bir darbe ile iktidarı ele geçiren Muhammed Rıza Şah rejimi ülkede Türklere karşı geniş çaplı manevi bir soykırım başlatmıştı. Zerdüştlüğün ülkede genişçe yayılması için çaba gösteren rejim, kökenleri çok eski tarihlere dayanan Azerbaycanlı Türklerin yaşadıkları bölgelerde dinî ve millî ideolojilerin yok edilmesine kasıtlı olarak izin vermişti. Ülkedeki Ermeni toplumuna özel bir ilgi gösteriyordu.

Devlet dairelerinde, sosyal alanlarda, hatta toplantılarda Türkçe konuşmayı yasaklamıştı. Günlük yaşamında bile ana dilinde konuşan Türklere devlet dairelerinde iş vermiyorlardı.

Yine küçük taşlardan kurdukları ocakta ateş yaktılar. Uzaktan alevler görünmesin diye arabalardan birini ocağın bir tarafına, diğerini ise öbür tarafa koydular. Havada kış belirtisi yoktu. Sanki sonbahar bu taraflara yeni ayak basmak istiyordu. Meşedi, arabanın altına gizlediği tüfeğini alarak etrafı keşfe çıktı. Şanslarına Aras’ın su seviyesi düşüktü. Geceyi burada geçirip sabahleyin tan yeri ağarmadan nehirden geçeceklerdi. Fakir sofra örtüsünün etrafında daire biçiminde oturan aile, bu ağır yolculukta ilk defa rahat nefes alıyordu.

Bebeklerin sesi çıkmıyordu. Sanki yol yorgunu bu insanların durumuna acıyarak susmuşlardı. Meşedi, hazırladığı ocakta biraz çay yapmaya çalıştı. Az sonra ateşin üzerinde kaynayan çay ve lavaş ekmekle dürüm yapılmış peyniri, iştahla yediler. Ocağın is ve duman kokusu çayın içine sinmişti. Tam o anda sürüsünü çeşmeye doğru getiren bir çoban gördüler. Çoban, yemek bohçasını omzunda taşıdığı bir değneğe takmış, sağa sola sallayarak çeşmenin başına geldi. Kadınlar yaşmaklarını tutarak yabancı adama sırtlarını döndüler.

Çoban selamlaştıktan sonra kadınların rahatsız olduğunu görerek aceleyle elini yüzünü yıkayıp, bir avuç su içtikten sonra çeşmenin başından uzaklaştı. Birkaç dakika sonra elinde bir çaydanlıkla geri döndü. Süt getirmişti. Meşedi, minnet duygularını bildirerek sütü boş bir çaydanlığa boşaltıp teşekkür etti. Ateş sönmeden sütü de ateşin üzerine koyarak kaynattılar. Herkes doymuştu. Özellikle süt herkesi kendine getirmişti.

Yemekten sonra Reyhan Hanım bebekleri getirmek için arabaya doğru yürüdü. Bebeklerden birini annesine vererek öbür bebeği almak için yeniden arabaya doğru yöneldi. Tam arabanın yanında ikinci bebeğin arabada olmadığını görünce şaşkınlıkla durakladı. Bir an arabanın içinde bir yerde olduğunu düşünerek gözleriyle arabanın içini taradı. Aklına gelen şey Reyhan Hanım’ın boğazını kurutmuştu.

Meşedi, hiç kımıldamadan duran annesine anlamsızca bakarken yerde annesine doğru hızla giden yarım metre boyundaki boz renkli yılanı gördü. Her ikisi de aynı anda çığlık attılar. Yılan, Reyhan Hanım’ın ayağından sokarak hızla uzaklaştı.

Meşedi, bir hamlede yerde çığlık atan annesinin yanına gitti. Çorabını çıkararak ısırılan yerin biraz üstünden sıkıca bağladı. Sonra ısırılan yerdeki zehri emerek yere tükürdü. Kadının dili tutulmuştu. Meşedi, yılan soktuğu için dili tutulan birini hiç duymamıştı. Annesinin hâlinden yılanın çok zehirli olduğu sonucuna vardı.

Annesini çeşmenin başına uzatarak yarayı emmeye devam etti. Annesi ise eli ile arabayı işaret ederek anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Ne oğlu ne de gelini kadının ne demek istediğini anlamıyordu. Başlarına gelen ikinci felaketten henüz haberleri yoktu.

Reyhan Hanım’ın ayağı bir saat içinde şişerek simsiyah oldu. Şişlik gittikçe bütün bedenine yayıldı. Yavaş yavaş tüm hareketleri yavaşladı ve sonunda bedeni cansız bir şekilde Meşedi’nin elinde kaldı. Meşedi’nin bütün çabalarına rağmen annesi kurtulamamıştı.

Lohusa Tovuz, çaresizlik içinde çırpınıyordu. Bu ıssız yerde ne yapacağını şaşırmıştı. Şiddetli ağrılarını bir yana bırakarak eşine teselli vermeye, diğer yandan da ağlayan bebeği susturmaya çalışıyordu.

Bağırışları duyan çaban koşarak çeşmenin başına geldi. Gördüğü manzaradan etkilenmişti ama mantıklı karar verecek sadece kendisi vardı. Elini Meşedi’nin omuzuna koyarak:

– Oğlum, ölüme çare yoktur. Başın sağ olsun. Cenazeyi defnetmek lazım. Bu kır yılanlarının büyük bir bölümü engerektir. Bu mevsimde bunları topraktan seçmek zordur. Havalar tam soğumadı. Onun için kış uykusuna yatmadılar. Bu mevsimde hem saldırgan oluyorlar hem de zehirleri çok keskindir.

Durdu, derin bir nefes alarak devam etti:

– Cenazeyi bir saat içinde gömmemiz gerek, yoksa şişerek patlar. Sakıncası yoksa soracağım, nereden geliyorsunuz?

Meşedi susuyordu. Çoban önce Meşedi’nin yaşadığı facia yüzünden kendinde olmadığını düşündü. Sonra ihtiyatlı davrandığı aklına gelerek sözlerine devam etti:

– Benim adım Amid. Çobanım. Sanırım bu rahmetli anneniz. Kimlik kartınızı verin, merhumeyi köyün mezarlığında defnetmek için gerekli işlemleri yaptırayım. Benden çekinmeyin. Bizim buralarda kimseye zarar vermezler.

Meşedi susuyordu. Nihayet boğuk bir sesle:

– Kimlik kartı olmadan defnedemez miyiz?

– Revan’dan mı geldiniz? Şimdi anladım. Eğer NKVD6 bu durumu öğrenirse seni de beni de sürgün ederler.

Çoban ellerini ağzının iki yanına dayayarak sürünün olduğu tarafa doğru bağırdı. Bir iki dakika sonra on on iki yaşlarında bir çocuk dörtnala sürdüğü atıyla çeşmenin başına geldi.

Çoban:

– Samil, hemen eve git, Zehra Nine’ni, Sümbül’ü ve Amil’i alarak buraya getir. Ninene de ki cenaze defni ve mezar kazmak için gerekli malzemeleri yanına alsın. Ha, bir de ağzınızı sıkı tutun. Hiç kimse bir şey bilmemeli. Anladın mı?

Çocuk, başı ile söyleneni anladığını onayladı. Atını köye doğru döndürüp dörtnala sürdü. Yaklaşık kırk beş dakika sonra uzaktan eski bir at arabası göründü. Arabada on sekiz yirmi yaşlarında, yaşına göre iri gövdeli bir kız, çarşaflı bir kadın ve iki delikanlı vardı.

Arabadan bir sıçrayışla atlayan genç kız cenazeye doğru yaklaştı. Yüzünü kıbleye doğru dönerek dua okudu. Cenazenin baş tarafına doğru geçip babasına ve kardeşlerine işaret ederek yardım etmelerini istedi. Yardımlaşarak cenazeyi eski at arabasına taşıdılar.

Çoban eğilerek kızının kulağına fısıltı ile:

– Köyün şu an kullanılan mezarlığına götüremeyiz. Buralarda bir yere defnetmek de doğru olmaz. Hava kararınca eski mezarlığa gömeriz. Revan’dan kaçmışlar. NKVD’nin haberi olursa vay hâlimize, dedi.

Kız, öteki arabadan eski elbise parçalarını ve çarşafı alarak örtü olarak kullandı. Cenazeyi tek başına yıkayarak evden getirdikleri malzemelerle kefenlemeye başladı.

Arabanın yanına gitmek isteyen Tovuz’u gören çobanın karısı:

– Sen gelme ay kızım, cenazeyi görüp de korkarsan sütün kaçar. Biz hallederiz, diyerek Tovuz’u engelledi.

Tovuz, ağlamaya başlayan bebeği emzirerek yapılanları incelemeye başladı. Bir iki saat içinde cenazenin tüm işi bitmişti. Hepsi çeşmenin etrafında toplandılar. Çobanın çocukları ve torunları mezar kazmaya gitmişlerdi. Havanın kararması ile birlikte onlar da mezarlığa gideceklerdi.

Meşedi, köyün adını ve civarı öğrenmeye çalışıyordu. İmkânı olduğu zaman onu aramaya gelecekti. En azından mezarlığı ziyaret ederdi. Çoban Amid eliyle yamacın eteğinde kurulan köyü göstererek:

– Oğlum, dünya fanidir. Ömür namerttir, ona güvenilmez. Nerede biteceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Bak, eski mezarlık bu gördüğün tepededir. Tam etekteki karaltı, görüyor musun? Mezarı orada kazıyorlar. Mezarlık, Seyitler Mahallesi’yle karşı karşıya.

Yakınlardaki siyah bir karganın sesi herkesin içini ürpertti. Kafaları öylesine karışmıştı ki ikinci bebeği unutmuşlardı. Saatler sonra ikinci çocuğun arabada kaldığı Tovuz’un aklına geldi. Kucağındaki bebeği yere bırakıp, hızla arabaya doğru gitti. İçini garip bir korku sarmıştı. Ayakları titremeye başladı. Tam da az önce ölen kaynanasının durduğu yerde durup arabaya bakarken, içindeki korku çığlığa dönüştü. Korkunç bir çığlık attı. Çığlığın yankısıyla etraftaki kargalar uçuşmaya başladılar. Tovuz’un çığlığı ile birlikte Meşedi Cevat hemen ayağa fırladı. Tovuz’un yanına gelinceye kadar kadın bayılıp yere düşmüştü.

Az sonra kendine gelip yeniden bağırmaya başladı. Meşedi Cevat, korkunç gerçeği anlamıştı. İkinci bebek kaybolmuştu. Az önceki ağlama sesleri ve haykırışlar bu defa yerini daha şiddetli çığlıklara bırakmıştı. Cenaze ortada kalmıştı. Meşedi Cevat, şaşkınlıkla arabanın sağında solunda bebeği ağrıyordu. Koşarak arabanın etrafını dolaştı. Daire şeklinde koşarak, her defasında daha geniş bir alanı arıyordu ama çabaları nafileydi. Koşmaktan nefesi kesilmişti. Çaresizlik içerisinde arabanın yanına döndü. Çoban ve ailesi ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bitkin bir hâlde gelen Meşedi Cevat’ın:

– Diğer bebek yok, demesiyle başka bir bebeğin daha olduğunu anladılar. Onlar da etrafa bakıyordu ama ortalıkta bebek falan yoktu. Meşedi Cevat’ı ve gelini sakinleştirmek çobana düştü.

Hava kararmaya başlamıştı. Bir an önce cenazeyi defnetmeleri gerekiyordu. Arabayı yavaş yavaş köyün eteğine doğru sürdüler. Kazılan mezara koydukları cenaze için Çoban Amid dualar okudu. Tovuz şoka girmişti. Bebeği kucağına almış, sessizce arabada oturuyordu. Sanki ikinci bebeği zorla elinden alacaklardı…

Tekrar çeşmenin başına döndüler. Amid’in kızı Sümbül, annesinin kucağındaki bebeği sevmek isteyince Tovuz bir çığlık atarak bebeği kucağına bastı. Ağlıyordu. Sonra Sümbül’ün de ağladığını görünce bebeği ona doğru uzattı. Bebeğin sağ eli beleğinden dışarı çıkmıştı. Bileğinin üstünde sedef büyüklüğünde siyah bir ben vardı. Sümbül, o benden birkaç defa öptü. Çocuğun masum yüzüne bakarak başını salladı. İki günlük bebek ağzını sağa sola gezdirerek annesinin memesini arıyordu. Elindeki bene tekrar bakarak “Nisgilli7 günleri burada bırakıp gidin!” diyerek bebeğin kulağına eğildi. Üç defa “Nisgil!” diye fısıldayarak Meşedi Cevat’a doğru döndü:

– Nedense bu isim kaç gündür dilime dolanmış. Bu gece rüyamda da tenha bir mezarlık görmüştüm. Birisiyle mezarı ziyaret ediyordum. Baktım ki mezar taşının etrafı kıpkırmızı kandır. Yanımdaki adam bu kırmızı rengin mezarın gözyaşları olduğunu söyledi.

Sümbül ağlamaya başlamıştı. Bir türlü susmuyordu. Az sonra hepsi toparlandılar. Sümbül kucağındaki çocuğu annesine verdi. tekrar Meşedi Cevat’a dönerek:

– Gördüğüm rüya buymuş meğerse. Hayırlısı olsun. Zorluklar daha sizi bekliyor. Hanımın iyice sarsıldı ona iyi bak. Ben sağ olduğum müddetçe annesinin mezarını sahipsiz bırakmayacağım, rahat ol.

Cenazenin defin işlemi bittikten sonra yeniden çeşmenin başına döndüler. İki günde ailenin iki üyesini kaybetmişlerdi. Küçük bebeğini kaybeden Tovuz, sanki bir şey duymuyor, bir şey görmüyordu. Uzun tartışmalardan sonra bebeğin arabadan düştüğü kanısına vardılar. Çoban Amid’in torunları, arabadan düşen bebeği bulmak için arabanın geldiği yolu takip ettiler ancak bebeği bulamadılar. Meşedi Cevat, sabırlı birisiydi. O, karısının ve öbür kızının sağ kalmasına şükrediyordu. Hava karardıktan sonra arabalarını yıkık, eski köprüden epeyce uzakta Aras kıyısına doğru sürdüler. Önce köprünün aşağısından gitmek istediler ancak Amid: “Hükümetin silahlı adamları buralarda devriye geziyor!” diyerek başka bir yeri teklif etti. Biraz daha aşağılarda ise su çok derindi ve güçlü akıyordu. Biraz daha aradıktan sonra uygun bir yer buldular. Vedalaşmak vakti gelince Meşedi, annesinin kimliğini Amid’e verdi. Bunun sebebini kendisi de anlamamıştı.

***

Çoban Amid (Gaçak Gaçay), 1918 yılının yaz aylarında Kâzım Karabekir komutasında bulunan Iğdır’daki Osmanlı Şark Ordusu’na yazılmıştı. İlk defa babası ile ava giderken, on yaşında silahla tanışmıştı. Vatan müdafaası için eline silah aldığında, iri yarı, pehlivan gibi, bıyıkları yeni çıkan genç bir delikanlıydı. Nahçıvan’ın müdafaasına, sonra ise Ermeni işgalinden kurtarılmasına katılan ve bu zamana kadar yaşayan sayılı insanlardan biriydi.

Ocak 1919’da Nahçıvan’a vali olarak atanan Yarbay Frederik Eastfield Laughton ve daha sonra onun yerine atanan Yarbay John Chalmers Simpson8 ile şahsen iletişim kurmuştu. O devirde, Nahçıvan’daki İngiliz silahlı kuvvetlerinin asıl amacı yerli toprak ağalarından Ermeni silahlı güçleri için gıda temin etmekti. Özellikle de yerli toprak ağalarını, Ermeilere tahıl satmaları için zorluyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın acılarına, Avrupa’nın yarısının aç olmasına bakılmadan, Avrupalı komutanların kendi altın paraları ile Ermenilere buğday aramaları yerli halkı tedirgin ediyordu.

Aynı yılın ağustos ayında Yarbay Plovden, Yüzbaşı Poidebard, ABD İnsanî Yardım Teşkilatı’ndan Binbaşı Stevart Forbes ve Clerance D. Ushher’den ibaret heyet, Nahçıvan’daki Müslüman Şûrası’nın lideri ile görüştüler. Bu heyet, Yüzbaşı Piodebard’ın Nahçıvan’a vali tayin edilmesi ve en az beş yüz kişilik silahlı gücün bölgede kalmasında ısrar ediyordu. Onların niyetinin İngilizlerden daha kötü olduğu belliydi.

Halil Bey, bu heyetle sert bir şekilde konuşarak bölgenin terk edilmesini istiyordu.

Fransa ve İngiltere silahlı kuvvetlerinin raporlarında, yerli beylerin Nahçıvan’ın savunması için hızla teşkilatlandıkları yer alıyordu. Bu raporları General Thomson’a götüren atlı ulağı yakalayan Amid ve onun iki arkadaşı raporları Halil Paşa’ya götürdüler. Halil Paşa da durumu derhâl Kazım Karabekir’e bildirdi. Böylece durumdan haberdar olan Mustafa Kemal Paşa, bu raporlar sayesinde İngiltere, ABD ve Fransa’nın Nahçıvan ile ilgili planlarını bozdu. Sonraki yıllarda ise bu yurdu düşmandan korumak için bölgedeki tüm Türk ve Müslümanları “Nahçıvan Türk’ün kapısıdır!” diyerek seferberliğe davet etti.

Bundan hayli bir zaman sonra Hacı Cabbar Şeyhzade9 Osmanlı’nın Doğu Ordusu vasıtasıyla Atatürk’e bir mektup gönderdi. Bu mektupta Nahçıvan için yardım talep ediyordu. Daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde okunan Bu mektupta: “Savaşın son yıllarında Türk ordusunu karşıladık, bağrımıza bastık ancak onlarla beraber olmayı felek bize çok gördü! Ermenilerin zulmü, gereksiz yere ağlamanın faydasız olduğunu bizlere ispat etti. Onun için mücadele ettik ve istiklalimizi kazandık. Mülteci olduk, aç kaldık, şükürler olsun ki Ermeni olmadık. Rus ve Azerbaycan Sovyet Hükümeti hayvanî düşüncelerle topraklarımızı acımasız düşmanımız olan Ermenilere peşkeş çektiler. Nahçıvan, Şerur, Ordubat ve Vedibasar’ın gözyaşı döken halkını unutmayın lütfen. Bize yardım edin.

Bu zamanda Nahçıvan Devrim Komitesinin başkanı Behbud Ağa Şahtahtinski, Nahçıvan’ın savunması için çalışmalara başlamıştı. O, bölgenin siyasî kaderi ile ilgili olarak Lenin10 ve Mustafa Kemal Paşa ile sık sık görüşüyordu.

Hacı Cabbar’ın talebi ile o devirde ilk duygusal adımlarını atarak Türk Parlamentosu’nun dış siyasetle ve Azerbaycan’la ilgili olarak ilk kararı alındı. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Hükümeti ve Parlamentosu Nahçıvan ile ilgili sorunları dikkatle inceliyor, hükümetin Revan ve Tiflis’teki diplomatik misyonu bunlarla ilgili faaliyet gösteriyorlardı. Ancak bütün bunlar yeterli değildi. Bölgenin güvenliği için ilk fırsatta askerî bir gücün oluşturulmasına ihtiyaç vardı. Mevcut siyasî ve uluslararası durum, Nahçıvan halkının Azerbaycan ile birleşme arzusunun gerçekleşmesine imkân vermiyordu. Büyük devletler eski Azerbaycan toprağı olan Revan’da Ermenistan adında bir devletin kurulması ile yetinmiyorlardı. Kurulan bu devletin güçlenmesi ve topraklarının genişlemesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Böyle bir zamanda hele Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmadan çok önce, 1918 yılının Kasım ayında Nahçıvan’da kurulan Aras Türk Cumhuriyeti, Nahçıvan’ın Ermenistan Taşnak Hükümeti tarafından işgal edilmesini önledi. Tarihî Azerbaycan topraklarını koruyup kolladı. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Hükümeti’nin Nahçıvan meselesinde gösterdiği kararlılık, arazinin korunması ile ilgili yaptığı çalışmalar ve siyasî iradesi, Nahçıvan halkının kararlı duruşu, Azerbaycan’ın kuruluş aşamasında Nahçıvan’ın özerk statü kazanmasında önemli rol oynadı. Daha sonra yapılan bir hamleyle Ermeniler Zengezur’u işgal ettiler. Buradaki amaç Ermenistan arazisini büyütmek ve uygun bir zamanda da Nahçıvan’ı işgal etmek için ortam yaratmaktı. En tehlikelisi ise Orta Asya’nın uzaklarından başlayarak ta ki Avrupa’nın eteklerine kadar büyük bir bölgede yerleşmiş olan Türk halklarını coğrafi bakımdan birbirinden ayırmayı başardılar.

1.Kolhoz: Eski Sovyetler Birliği’nde tarım üretim kooperatifi.
2.Nahçıvan’da bir yer ismi.
3.Nahçıvan’da bir ilçe olan Şerur: Halk arasında bu bölge “Şeril” diye bilinir.
4.Şimdiki Erivan
5.Batabat: Nahçıvan’da çok meşhur bir göl. Gölde yüzen adalar bulunur.
6.NKVD: Halk Dâhilî İşler Komiserliği (Kısaltma Rusça’dır). Olay tarihinden 3 yıl önce ismi değişse de halk arasında aynı adla tanınıyordu.
7.Nisgilli: Dertli, gamlı, kederli.
8.“Tarihi ve Çağdaş Nahçıvan” İstanbul, 2016, s.206
9.Hacı Cabbar Şeyhzade: Nahçıvan’da Sovyet hakimiyeti kurulduktan sonra Türkiye’yi ümit olarak gören Hacı Cabbar Şeyhzade, Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı olmuştu. Yeni Türk Cumhuriyeti’ne epeyce maddi yardımda bulunmuştu. Bu yardımlarından dolayı Atatürk ona “Kömek” adını vermişti. Ömrünün son yıllarında Atatürk ona nerede yaşamak istediğini sorunca, “Iğdır’da kalmak isterim, böylece Nahçıvan’ın havasını teneffüs edebilirim!” diye cevap vermişti.
10.Vladimir İlyiç Ulyanov (bilinen adıyla Lenin 22 Nisan 1870, Simbirsk – 21 Ocak 1924, Moskova): Rus sosyalist devrimci ve politikacı. Marksist Leninist ideolojinin fikirsel önderi, Ekim Devrimi’nin lideri ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu.
₺28,42