Kitabı oku: «100 büyük düşünür», sayfa 2
6
MENCIUS
M.Ö. 372? – M.Ö. 289?
Çin bilgelerinden Mencius birey haklarına verdiği değerle diğer bazı Uzakdoğu öğretilerinden ayrılmaktadır. Bir kralın sadece “kral olduğu” için saygıyı hak etmediği, bunun için “iyi bir kral” olması gerektiğini söylemesi o dönemin değer yargıları açısından çok dikkat çekicidir.
Mencius’un (Latin harfleriyle böyle yazılmasına rağmen, Çincede “Meng Zi” veya “Meng Tzu” olarak söylenir) doğum tarihinin 372 ila 385 arası, ölüm tarihinin 289 ila 302 arası bir tarih olduğu kabul edilir. Konfüçyus’un izinden gidenler arasında en bilinen düşünürdür. Doğum yeri bile Konfüçyus’un doğum yeri Kufu’nun otuz kilometre güneyinde olan Zoucheng’dir.
Mencius’un Konfüçyus’un torunu Zisi’nin bizzat öğrencisi olduğu söylenir. O da yıllar boyunca Çin’in her köşesini dolaşarak insanlara vaazlar verdi. MÖ 319-312 tarihleri arasında Qi Devleti’ndeki Jixia Akademisi’nde akademisyen olarak çalıştı. Annesinin ölümü üzerine birkaç yıl çalışma hayatından ayrıldı. Sonunda da dünyanın değişmesinden umudunu kaybedince kamu hayatından tamamen çekildi.
Mencius’un annesi Zhang da oğlunun yetişmesi için çabalarından dolayı geleneksel Çin kültüründe “ideal kadın” simgesi olarak kabul edilir. Ondan söz ederken kullanılan “Mencius’un annesi, üç taşınma” deyimi çocuk yetiştirmede annenin özverisine işaret eder. Çünkü Zhang oğlunun yetişmesi için uygun yeri bulana dek üç kez şehir değiştirmiştir ki bu, o zamanlarda son derece zor bir işti.
Mencius’un Konfüçyus felsefesine yaklaşımı biraz radikal olarak görülür. Mencius krallar üzerinde de çok etkili olduğu için Konfüçyus’tan bile daha etkili bir düşünür sayılır. Konuşmalarından derlenen yazmalar da Konfüçyus’unkiler gibi kısa ve özlü değil, uzun konuşmalardan oluşur. Konfüçyus genel anlamda insan doğasının özü hakkında pek konuşmazken Mencius insanın özünde iyi olduğunu, ama olumlu etkileri yeterince göstermeyen toplum yüzünden kötü ahlaklı insanlar ortaya çıkabildiğini savunur.
Mencius’a göre, eğitim insanın özündeki iyiyi uyandırmak amacına hizmet etmelidir. Eğitimde ezbercilikten değil, sorgulamacılıktan yanadır. “Tek kitabı olan insan hiç kitapsız insandan daha tehlikelidir” derken bu sorgulamacılık ön plana çıkar.
Mencius toplumdaki sıradan insanların önemini de vurgulamaktadır. Konfüçyus genel anlamda yönetici sınıflara saygıyla yaklaşırken Mencius halkın taleplerine kulak tıkayan ve zulümle hükmeden iktidarların gerekirse zorla alaşağı edilmeleri gerektiğini söyler. Adaletle hükmetmeyen iktidarın artık gerçek bir iktidar olmadığını kabul eder. Zamanının zalim kralı Zhou’nun devrilip öldürülmesi üzerine “Ben zorba Zhou’nun öldürüldüğünü duydum, kral Zhou’nun öldürüldüğünü duymadım” demesi dikkat çekicidir. Konfüçyus’tan farklı olarak, Mencius krala “sadece kral olduğu” için hürmet edilmesi gerektiğini değil, kralın da o hürmeti hak edecek bir adaletle hüküm sürmesi gerektiğinin savunucusudur. Bu anlamdaki düşünceleriyle Mencius çağlar öncesinden günümüz insanının düşüncelerine yakın sözler söyleyebilmiştir.
Mencius ölümünün ardından Zoucheng’deki, bugün Mencius Mezarlığı denenen yere gömüldü. Mezarında üzerinde mezar taşı taşıyan ve ejderhalarla çevrili tasvir edilmiş dev bir taş kaplumbağa heykeli bulunmaktadır.
7
HSÜN TZU
M.Ö. 312? – M.S. 230?
Klasik Çin felsefesinin üç temel düşünüründen biri olan Hsün Tzu söyledikleriyle o günlerde yavaş yavaş oluşmaya başlayan Antik Yunan felsefesinin gelişini de müjdemelektedir.
Çince yazılışı “Xun Zi” olan Hsün Tzu, Konfüçyus ve Mencius’la birlikte Konfüçyusçu felsefenin üç önemli düşünüründen biridir. Mencius’tan daha karmaşık ve bütüncül bir düşünce yapısı olduğu söylenebilir. Düşünür Çin tarihinde “Savaşan Devletler Dönemi” denen MÖ 453- MÖ 221 yıllarının sonuna doğru yaşamıştır. Bu dönem aynı zamanda klasik Çin felsefesinin bir bütün olarak ortaya konduğu çağdır. Klasik Yunan’a göre daha çeşitli düşünceler içeren bir dönemde yaşadığı için Hsün Tzu da etikten metafiziğe, siyaset kuramlarından dil felsefesine kadar farklı alanlarda düşünceler ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğası içsel olarak bir pusulaya sahip olmadığı ve başıboş bırakılırsa yozlaşmaya eğilimli olduğundan, özünde kötüdür. Bu nedenle ritüeller dengeli bir toplumun önemli bir parçasıdır. Dengeli bir toplum yaratma yolundan insani değerlerin tanrılar ve doğadan çok daha etkin olduğunu savunması yönüyle de döneminin diğer düşünürlerinden ayrılmaktadır. Sonraları Konfüçyus felsefesinden ayrı bir düşünür olarak kabul edilse de her zaman için çok araştırılan bir düşünür olan Hsün Tzu doğaüstü güçlere insan hayatında çok az yer vermesiyle kendinden sonraki düşünürleri etkilemiştir.
İlk kez MÖ 264 yılı civarında Jixia Akademisi’nde hocalık yaparken, ellili yaşlarında tanınan düşünür devlet görevlerinde de çalışarak valiliğe kadar yükselmiştir. Öğrencileri Li Si ve Han Feizi’nin sonraları Konfüçyus karşıtı düşüncelerin sıkı savunucuları olması, hocalarının da Konfüçyusçu düşünceye bağlılığının sorgulanmasına yol açmıştır.
İnsanın özünde hem iyi, hem de kötü olduğunu ve eğitimin de iyinin çoğaltılıp kötülüğün azaltılmasına hizmet ettiğini söyleyen Hsün Tzu insanın nihai amacının da iyiye ulaşmak olduğunu söyler. Bu düşüncesiyle insanın özünde tamamen iyi olduğuna inan diğer düşünürlerden (örneğin Rousseau) ayrılan Çinli bilge insanın kendi doğal ortamında eğitim görmesi durumunda çok daha iyi eğitileceğini de öne sürmektedir. Sınıflara kapatılmış, kitap okuyan çocukların değil dışarıda, hayatın içinde eğitim gören çocukların gelecekteki hayata daha iyi hazırlanacağını söyleyen Hsün Tzu bu tür bir eğitimin insanın özünde var olan kötü eğilimleri de dizginleyeceğini söyler.
8
TAGORE
1861 – 1941
“Sanatçı-düşünür” Tagore, felsefesini yazdığı şiirlerle, bestelediği şarkılarla, yaptığı resimlerle yaymaya çalıştı. Bir yandan barışı yaydı, bir yandan da Nazizimle savaştı…
Geleneksel Hint kültürüyle Batılı modernizmin birleştiren ve bu nedenle “Doğu ile Batı’nın arabulucusu” olarak anılan şair/düşünür Rabindranath Tagore (okunuşu: Rabindranat Tagor) 7 Mayıs 1861’de doğdu. Çiftlik sahibi Hindu dini refomcusu Maharishi Debendranath Tagore ile Sarada Devi’nin 14. oğlu olarak Thakur soyadını taşıyan yazar, İngiliz egemenliğindeki Hindistan’ın başkenti Kalküta’da dünyaya geldi. 17 yaşına bastığında Brighton’da bir okula kaydını yaptırdı. Ancak bir süre sonra eğitimini yarım bırakmak pahasına da olsa Hindistan’a döndü ve ilk müzikli oyununu yazmaya başladı.
1880’li yılların ortasından sonra yazdığı çok sayıda şiir kitabı, öykü ve oyunlarını birkaç gazetede yayımlayan Tagore tüm yapıtlarını Bengal diliyle kaleme almış ve bir bölümünü kendisi İngilizce’ye çevirmiştir. 1901 yılında sahip oldukları Huzurun Evi (Santiniketan) adlı çiftlik eviyle aynı adı taşıyan özel okulu, elli yıl sonra uluslararası devlet üniversitesi olarak kabul edilmiştir. Huzurun Evi Tagore’un yönetimi altında Doğu ve Batı kültürleri arasında bir köprü görevi üstlenmiştir.
Düşünür yüzyılın başlarında Bengal dilindeki ilk gerçekçi psikolojik roman olma özelliği taşıyan Gözündeki Kum’u yazdı. Tagore Gözündeki Kum’da daha sonraki romanı Deniz Kazası’nda olduğu gibi Hindu toplumunun aşka ve duygulara düşman zorlayıcı unsurlarını inceledi. En önemli nesir yapıtı olan Gora’da da ayrı tavrı sergileyen yazar siyasal ve dinsel alanda hoşgörüyü savundu. Kırk dokuz yaşında yayımladığı İlahiler adlı şiirleriyle 1913 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. Bu yapıt Tagore tarafından seslendirilmiş, şarkı biçimine dönüşen çoğunlukla melankolik 115 şiiri kapsamaktadır. Şiirlerinde çoğunlukla Tanrı özlemi, sevgi, aşk ve doğa tasvirlerini tema edinen yazarın eserlerinde sembolizmin etkisi görünmekte ve bu eserler mistik bir bütünlük gözlenmektedir. Lirik ve felsefi yapıtları yirmi sekiz cildi kapsayan Bengal edebiyatının yenileyicisi Tagore, bu eserlerinden dolayı 1915’li yıllardan sonra ülkesinde büyük saygı uyandırmıştır.
İzleyen yıllarda başta Amerika ve Avrupa’nın çeşitli ülkeleri olmak üzere, milliyetçilik ve Batı kültürüyle Asya kültürünün kaynaşmasına yönelik konferanslar vererek hedeflerini anlatan Tagore, 1915’de İngiltere Kralı tarafından “Sir” asalet unvanına değer bulundu. Ancak Sir Tagore, Amritsar Katliamı adıyla tarihe geçen olayı protesto etmek amacıyla bu unvanı dört yıl sonra iade etti. Bundan sonraki romanlarında ana temalarının yanı sıra bütün ırk ve sınıfların dayanışmasına yönelik görüşlerini dile getirirken, yapıtlarında bir taraftan insanın saygınlığını, diğer taraftan ise toplumun giderek teknikleşmesini ve totalitarizmi işledi. İnsana düşman olan bu tür gelişmelere karşı açılan savaşlardan hemen hepsini hümanizm kazanıyordu.
Sanatın hemen her dalıyla ilgili olan Rabindranath Tagore, 1930’lu yıllardan itibaren daha çok resim sanatına yoğunlaştı. Bu yıllarda aynı zamanda bestelerinin bir kısmı da kendisine ait olan şiir ve şarkı derlemelerini çıkardı. 1940 yılına kadar yaptığı, çoğu fantastik masal yaratıklarını içeren yaklaşık iki bin tablosu tıpkı olgunluk dönemi edebi eserlerinde olduğu gibi ekspresyonizme dönmesinin kanıtı sayıldı. Son romanı Dört Bölüm’de bir kez daha aşk konusuna yönelen yazar, giderek yükselen faşizm tehlike oluşturmaya başlamasının ve İkinci Dünya Savaşı’nın çıkma ihtimalinin oluşmasıyla birlikte bir kez daha politik çalışmalara hız verdi. 1941’de yazdığı Uygarlık Buhranı adlı denemesinde belirttiği gibi, Nazi Almanyası’na şiddetle karşı çıktı.
“Bütün insanların ruhlarının tek hakimi sensin” adlı şarkısı 1950 yılında Hindistan’ın ulusal marşı haline getirilen ve aynı zamanda Bangladeş ulusal marşının da bestecisi olan düşünür Rabindranath Tagore 7 Ağustos 1941’de, 80 yıl önce doğduğu kent olan Kalküta’da öldü.
Tagore’un Yapıtları:
Roman: Gözündeki Kum (1903), Deniz Kazası (1906), Ev ve Dünya (1916), Baharın Dönüşü (1916), Kırmızı Zakkum (1924), Dört Bölüm (1934) Şiir: Adak (1901), Karşıya Geçiş (1906), İlahiler (1910), Şarkılar (1914), Şarkılar Dizisi (1914) Oyun: Postane (1912) Anı/Deneme: Yaşamdan Anılar (1912), Uygarlık Buhranı (1941)
9
GANDİ
1869 – 1948
Hayatı savaş içinde geçmesine rağmen, mücadelesini şiddet içermeden sürdüren Gandi modern dünyada “erdemli insan”ın bir temsilcisidir adeta. Sadece kendisi veya ülkesi için değil, tüm insanlık için barış ve huzur isteyen düşünürün bir suikast sonucu ölmesi ise tarihin en çarpıcı çelişkilerinden biri olmuştur.
2 Ekim 1869 tarihinde Hindistan’ın Porhandbar kentinde doğan Mohandas Karamçand Gandi Hindistan’ın ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi ve ruhani lideridir. Kötülüğe karşı aktif, ama şiddet unsuru içermeyen direniş ile ilgili olan “satyagraha” felsefesinin öncüsüdür. Bu felsefe Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştur. Gandi Hindistan’da ve dünyada, kendisine Tagore tarafından verilen ve “yüce ruh” anlamına gelen “mahatma” ve “baba” anlamına gelen “bapu” sanlarıyla anılır. Hindistan’da resmî olarak “Ulus’un Babası” ilan edilmiştir ve doğum günü olan 2 Ekim Gandhi Jayanti adıyla ulusal tatil olarak kutlanır.
Gandi; Mayıs 1883’de, 13 yaşındayken, ailesinin isteğiyle yine 13 yaşındaki Kasturba Makhanji ile evlendi. İlki bebekken ölen beş çocukları oldu. Gandi, 4 Eylül 1888’de 18 yaşında iken hukuk okumak üzere University College London’a girdi ve 1915’te o sırada bulunduğu Güney Afrika’dan Hindistan’a geri döndü. 1920’lerde gözlerden uzakta kaldı. Swaraj Partisi ile Hindistan Ulusal Kongresi arasındaki ayrılıkları çözmeye çalıştı ve paryalık, alkolizm, cehalet ile yoksulluğun yok edilmesi için girişimlerini yaygınlaştırdı. Tekrar öne çıkması 1928 yılında olmuştur. Bir yıl önce İngiliz hükümeti aralarında bir tek Hintli bile barındırmayan, Sir John Simon başkanlığında yeni bir anayasal reform komisyonu atamıştı. Bunun sonucunda Hindistan siyasi partileri komisyonu boykot etmişti. Gandi Aralık 1928’de Kalküta kongresinde, İngiliz hükümetinden Hindistan’a İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı yönetim hakkı verilmesini, yoksa bu sefer amacı tam bağımsızlık olan yeni bir kampanyayla yüz yüze kalacaklarını bildiren bir kararın kabul edilmesini sağladı. Britanyalılar bunu cevapsız bıraktı. 31 Aralık 1929’da Lahore’da Hindistan bayrağı açıldı. 26 Ocak 1930, Lahore’da toplanan Hindistan Ulusal Kongresi tarafından Hindistan’ın Bağımsızlık Günü olarak kutlandı. O gün hemen hemen tüm Hintli örgütler tarafından kutlanmıştır. Sözünde duran Gandi, Mart 1930’da tuz vergisine karşı yeni bir “satyagraha” başlattı. Kendi tuzunu yapmak için Ahmedabad’dan Dandi’ye 12 Mart’tan 6 Nisan’a kadar 400 kilometre yürüdüğü “Tuz Yürüyüşü” bu pasif direnişin en önemli bölümüdür. Denize doğru yapılan bu yürüyüşte Gandi’ye binlerce Hintli eşlik etti. Britanya idaresine karşı en rahatsız edici kampanyası bu olmuştur ve Britanyalılar buna karşılık olarak 60.000’den fazla kişiyi hapse atmıştır.
Nazi Almanyası 1939’da Polonya’yı işgal edince II. Dünya Savaşı başladı. Başlarda Gandi Britanya saflarında “şiddete katılmayan manevi destek” verilmesinden yanaydı ancak Kongre liderleri halkın temsilcilerine danışılmadan Hindistan’ın tek taraflı olarak savaşa sokulmasından rahatsız olmuştu. Bütün kongre üyeleri toplu olarak görevlerinden istifa etti. Üzerinde uzun süre düşündükten sonra Gandi görünüşte demokrasi için verilen bu savaşa, Hindistan’a demokrasi verilmesi reddedilirken katılmayacağını deklare etti. Savaş ilerledikçe Gandi bağımsızlık için isteklerini daha da yoğunlaştırdı ve hazırladığı çağrı ile Britanyalılardan Hindistan’ı terk etmelerini istedi.
Hayatını barışa adayan Gandi 30 Ocak 1948’de, Yeni Delhi’de bulunan Birla Bhavan’ın (Birla Evi) bahçesinde gece yürüyüşünü yaparken vuruldu ve öldü. Suikastçı Nathuram Godse, Hindu bir radikaldi ve Gandi’nin Hindistan’ı zayıflattığını savunan aşırı uç görüşteki Hindu Mahasabha ile bağlantısı vardı. Godse ve yardakçısı Narayan Apte daha sonra çıkarıldıkları mahkemede yargılandılar ve suçlu bulunarak 15 Kasım 1949’da idam edildiler.
Mahatma Gandi’nin felsefesini oluşturan temel ilkeler şunlardır: Doğruluk, pasif direniş, etyemezlik, Brahmaçarya (tinsel ve pratik anlamda saflığı öğütleyen Hindu felsefesi), sadelik ve inanç.
10
KRİŞNAMURTİ
1895 – 1986
Konuşmalarında ortaya koyduğu düşünce yapısıyla 20. yüzyıl düşünürleri arasında önemli bir yere sahip olan Krişnamurti, felsefenin amacının insanı güzelliğe taşımak olduğunu altını çizmiş ve ölümünden sonra kendisine bir peygamber muamelesi yapılmamasını özellikle istemişti.
Fizyolojik evrim, zihnin doğası, meditasyon, insan ilişkileri ve toplumda olumlu yönden değişimler gerçekleştirme konularındaki yazıları ve konferanslarıyla tanınan 20. yüzyıl düşünürlerinden Jiddu Krişnamurti 12 Mayıs 1895 tarihinde Hindistan’ın Madanapalle kentinde doğdu. Ailesi Brahman sınıfından seçkin bir aileydi. Babası İngiliz sömürge hükümetinde çalışan bir memurdu. Babası 1907’de emekli olduktan sonra Teozofi Derneği’nde yazman olarak işe başladı ve Jiddu’nun teozofiyle tanışması bu sıralarda gerçekleşti. Krişnamurti 1909 yılında ünlü teozofist Charles Webster Leadbeater tarafından “keşfedildi” ve 13 yaşındayken Teozofi Derneği tarafından “dünya öğretmeni” olarak seçildi. Derneğin o zamanki yöneticileri Annie Besant ve Leadbeater tarafından yetiştirildi. Krişnamurti bu “dünya öğretmenliği” sıfatını kabul etmediğini ve herhangi bir dinle, ulusla, milletle, felsefeyle ve politikayla bağlantılı olmadığını özellikle belirterek dünyanın çeşitli yerlerinde insanları kendilerini keşfe çağıran konuşmalar yapmaya başladı. Konuşmaları ve yazıları herhangi bir dinle bağlantılı değildi. Kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu kesinlikle reddetmişti. Bütün dünyada geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmış olmasına rağmen çevresindekiler tarafından oluşturulan örgütü kendisi dağıtmıştı. Hiçbir zaman kendisini bir otorite olarak görmedi ve çevresinde müridlerin oluşmasını istemedi. Her zaman bir insanla, başka bir insan olarak konuşmayı tercih etti. Konuşmalarının hemen tamamı kitap olarak basılan Krishnamurti 17 Şubat 1986’da California’da, pankreas kanserinden ölene dek gezilerini ve konuşmalarını sürdürdü. Vasiyeti üzerine, cesedi yakıldı ve külleri hayatını geçirdiği üç ülke olan Hindistan, Britanya ve ABD’de çeşitli yerlere serpildi. Konuşmalarında gerçeğin “yolları olmayan bir ülke” olduğunu ve bireyin ancak sessiz/dingin bir farkındalıkla ve tüm yaşam ile bütünleşerek yaşaması halinde gerçeğin kendiliğinden geleceğini söylemiştir. Ölüm ile yaşamın bir ve tekliği, yaşamın durağan olamayacağı, korku, özgürlük, şiddet, doğa ve çevre gibi konular üzerine konuşmalar yapmıştır.
Krishnamurti insanlığa özgü sorunların çözümünü kelimelerde ya da felsefî kavramlarda aramaz. Tam tersine ona göre, dünyada sorunlarımızı yaratan, kelimeler ve kavramlarla koşullanmış düşüncenin kendisidir. Gelecekte kullanılacak ideal bir çözüm de önermez, çünkü yalnızca “olan” vardır, “olması gereken” yoktur. Bu bölünme çatışmaya neden olmaktadır. Krishnamurti’nin önerisi, “olan”ın imgesiz ve kelimesiz gözleminden başka bir şey değildir. Sokrates’ten sonra (özellikle Aristo ve sonrası) deneyimsel bilgi, sezgi, keşif gibi bilgelik çalışmaları felsefenin dışında bırakılmıştır. Krishnamurti’nin insan sorunlarının nedenleri ve çözümlerine ilişkin yaklaşımı, Aristo sonrası felsefenin tam karşıtıdır. Krishnamurti düşüncenin sorunları oluşturduğunu ve çoğalttığını belirtir. Önerdiği yöntem ise, Sokrates’in sohbetlerindeki gibi, bilgelik yaşantısıyla yaşamın kavranmasıdır. Benzer izler Anadolu sohbet geleneğinde de vardır.
Krishnamurti’nin bilincinin yöneldiği nesneler de; ben, ben merkezi, kendi, benlik, zihin, düşünce, öğrenme, bilgi, bellek, koşullanma, özgürlük, zeka vb.’dir. Krishnamurti’nin imgesiz bakışı, Husserl’in “indirgeme yöntemi”ne benzerlik gösterir. Krishnamurti’de bakışın kendisi geçmişin tortularından arındırılırken, Husserl’de indirgeme yöntemiyle insanın bilincinde nesnenin özü olan düşüncelerden başka her şey paranteze alınır. Diğer yandan Krishnamurti’de nesnelerin özünün insanın bilincinde oluşturulması söz konusu değildir. Aksine bilincin tüm düşüncelerden saflaştığı bir düşüncesiz farkındalık konumundaki bakış söz konusudur.
Krişnamurti’nin konuşmalarından derlenen kitapların çoğu Türkçeye de çevrilmiştir.
İLKÇAĞ DÜŞÜNÜRLERİ
11
THALES
M.Ö. 624? – M.Ö. 546?
Sadece yaşadığı dönemde değil, günümüzde bile değerini yitirmeyen düşünürlerden biri de Thales’tir. Yaşamın kaynağının “su” olduğunu söylemesiyle, modern bilimin bulgularına en yaklaşan filozof olan Thales Eski Yunan’ın “Yedi Bilge”sinden de biridir.
Miletli Thales (okunuşu: Tales) Sokrates öncesi dönemde yaşamış olan Anadolulu bir düşünürdür. Doğum yeri Milet, Menderes nehri deltasında olup bugünkü Aydın ilimiz sınırları içindedir. Adı net olarak bilinen ilk filozof olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Eski Yunan’ın Yedi Bilgesi’nin ilkidir. Ticaretle uğraşmış ve bu nedenle Mısır’da da bulunmuştur. Elimize ulaşmış hiçbir yazılı metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanmaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell’ın “Batı Felsefesi Tarihi” adlı kitabına göre: “felsefe Thales’le başlamıştır.”
Thales’den önce Yunanlılar doğayı ve dünyanın temel maddesini mitoloji, tanrılar ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları, (depremler, rüzgar vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu. Thales hem suyu ana madde olarak düşünmesi, hem de doğayı olguları birleştirerek açıklamaya çalışması bakımından çok önemli olmuştur. Doğa olaylarının nedenlerini insan biçimli tanrılardan çok, doğanın içinde aramıştır. Mitolojik açıklamalar ile akılcı açıklamalar arasında sağlam bir köprü kurmuştur. Thales’den sonra öğrencileri Anaksimandros ve Anaksimenes de aynı çizgide ilerlemiştir.
Thales’e kadar yeryüzünde olup biten her şeyi göksel tanrılarla açıklama alışkanlığı vardı. Thales ise hayatın özünün göklerde değil yerde olduğunu ve hayatın kökünün sulardan geldiğini söylemesi açısından bugün bile çok önemli bir düşünürdür. Tanrısal gücü mıknatıs taşındaki çekme kuvveti gibi bir hayat gücü (ruh) olarak yorumlamıştır. Bazı araştırmacılara göre, ruhun ölümsüz olduğunu söyleyen ilk kişi de odur. Thales maddenin ilk öğesi (arkhe) olarak suyu ileri sürmüştür. İlk öğe olduğundan dolayı toprağın suyun üzerinde bulunduğunu ve dünyanın su tarafından taşındığını söylemiştir.
Herodot’a ve Eudemos’a göre, Thales (28 Mayıs MÖ 585’te gerçekleştiği kabul edilen) güneş tutulmasını önceden hesaplayıp haber vermiştir. Astronomi ile uğraşan ve gündönümlerini önceden hesaplayan biri olarak ilk astronom olmuştur. Ayın son gününe “30. gün” adını ilk o vermiştir. Yılın içindeki mevsimleri de o bulmuş, bir yılı 365 güne bölmüştür. Gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözleyip piramitlerin boyunu gölgelerine bakarak ölçmüştür. Aynı zamanda Nil nehrinin yükselmesinin rüzgara bağlı olduğunu bulmuştur. Bu olayları doğru olarak çözümlemesine rağmen getirdiği açıklamalarda bugünkü bilimsel bulguların değil, o zamanın inançlarının yer alması mantık açısından kabul edilmesi gereken bir durumdur.
Matematik alanında da çığırlar açmış birisidir. Eski Yunan bilginlerinden Kallimakhos’un aktardığı bir düşünceye göre denizcilere kuzey takımyıldızlarından Büyükayı yerine Küçükayı’ya bakarak yön bulmalarını öğütlemiştir. Aynı zamanda Mısırlılardan geometriyi öğrenip Yunanlılara tanıtmıştır. “Thales teoremi” başta olmak üzere geometri alanında önemli teoremler bulmuştur. Kendi adına bir teorem bulunan ilk insan olması açısından matematiğin ve genelde bilimin de babası olarak kabul edilmektedir.