Kitabı oku: «100 büyük düşünür», sayfa 3
12
PYTHAGORAS
M.Ö. 570? – M.Ö. 495?
Düşünür olmanın aynı zamanda bilim insanı olmak anlamına geldiği günlerin filozofu olan Pythagoras matematik derslerinde öğretilen “Pisagor kuramı”nın da isim babasıdır.
Sokrates öncesi filozoflar içinde çok önemli diğer bir isim Mile-tos okulunun en güçlü rakiplerinden biri olarak bilinen Pythagoras’dır (Pisagor). Aslında çok önemli bir biliminsanı olmasına karşın, ruhun ölümsüzlüğü ile insan yaşamını düzenleyen kurallar vb. üzerinde de yoğunlaşarak felsefenin doğuşuna büyük katkıda bulunmuştur. Antik kaynaklara göre, Pythagoras bir düşünür ve biliminsanı olmanın yanında, 48. Olimpiyatlarda yumruk döğüşü dalında madalya alacak kadar güçlü bir bünyeye de sahipti.
Orpheus’dan 200 yıl sonra, (İ.Ö. 570) Samos (Sisam) adasında doğan Pythagoras “Orpheic” doktrini öğrendikten sonra Samos tiranı Polykrates’e karşı olduğu için adadan ayrılarak Mısır’a gitti. Hermes tapınağında yaşayan düşünür burada yirmi iki yıl Osiris rahipleri ile birlikte kalmış ve büyük üstatlığa kadar yükselmiştir. Bu dönemde İran Hükümdarı Gambis, Mısır’ı istila ederek bir çok hermetik rahip ile birlikte Pythagoras’ı da esir ederek Babil’e sürdürmüştü. Güvenini kazandığı Bâbil Kralı sayesinde Fenike, Kalde ve Hindistan’ı gezerek yeni fikir ve görüşler edinen Pythagoras, Sümer medeniyetinin yaşayan tüm eserlerini inceleme olanağı bulmuş, Baal tapınağına girerek on iki yıl geçirmiştir. Sümer rahipleri sürgündeki Mısırlı inisiyeleri kendilerinden kabul ettikleri için “güneş odaklı” inanç sisteminin hakim olduğu öğretilerinin bütün sırlarını ona da açıkladılar.
Pythagoras otuz dört yıl sonra, artık İran hakimiyeti altına girmiş bulunan Sisam’a döndü. Öğretisini Delph tapınağındaki rahiplere vermekte güçlük çektiği için bir yıl sonra güney İtalya’daki müreffeh Yunan kentlerinden biri olan Crotana’ya geçti ve kendi okulunu kurdu. Öğrencilerine ahlâk, siyaset ve din öğretmekte ve bu bilimlerin tümüne “mathematalar” demektedir. Hermes ve Baal tapınaklarında edindiği ezoterik bilgilere dayanan öğretisine Yunanca “ermişler” anlamına gelen “Epifani” (Yunanca: epiphany, tecellî [tanrı ya da tanrıçaların insan biçiminde görünmesi]) adı verildi. Ezoterik anlamda ulaşılabilecek son nokta sayılan “Epifani’lik” (ermişlik) mertebesinin İslâm felsefesindeki karşılığı “evliyalık” olarak düşünülebilir. Pythagoras’ın okuluna giriş (Hermes ve Baal okullarında olduğu gibi) çok titiz araştırmalar ve sınavlardan sonra gelen, gizli ve özel kabul törenlerine bağlamıştı. Zamanla, öğretiye kabul edilmeyenler okula karşı mücadeleye giriştiler. Nihayet bir ayaklanma sonunda tapınak-okul yıkıldı, Pythagoras da yanarak öldü. Bir başka rivayete göre ise düşünür yine güney İtalya’da bir Yunan kenti olan Metapontion’a kaçtı ve orada öldü.
Pythagoras öğretisi “Orpheic” kült’ün büyük ölçüde etkisinde kalmış, ezoterik bir dinî tarikât olarak mütalaa edilir. Böyle olmasına rağmen, bilim ve sanat ile de çok yakından ilgilenmiş, özellikle matematik, astronomi ve müzik alanında önemli tezler ileri sürmüştür.
Felsefe tarihi çerçevesinde, Pythagoras Okulu’nun üç önemli özelliği vardır:
1 – İlkçağ Yunan felsefesinde, İyonya’da kurulmuş olan Doğu geleneği karşıtı olarak, Batı geleneğini temsil eder. 2 – Pythagorasçı Okul felsefeyi doğuran motifi değiştirmiştir. İyonya’da düşünürler salt teorik kaygılarla, anlamak ve bilmek amacıyla felsefe yaparken, Pythagorasçılar felsefeye pratik anlamda yaklaşmışlardır. Amaç anlamak ya da öğrenmekten çok, arınmak ve bilgi yoluyla saflaşarak, Evren’in ruhuyla bütünleşmektir. Başka bir deyişle felsefeyi varlığın nasıl ve neden meydana geldiği hakkında bir açıklama olmaktan çıkarıp, bir yaşam tarzı hâline dönüştürmüşlerdir. 3 – Felsefede “madde” yerine “form”, “nitelik” yerine “nicelik”, “fizik” yerine de “matematik” kavramları Pythagorasçı okul ile birlikte ön plana çıkmıştır. İyonyalıların her şeyin kendisinden doğmuş olduğu maddî neden olarak aldıkları temel tözü Pythagorasçılar matematiksel ilkeler şeklinde tanımlamışlardır.
13
HERAKLEİTOS
M.Ö. 535? – M.Ö. 475?
Efesli Heraklitos, Sokrates öncesi en önemli Anadolu düşünürlerdendir. Materyalist dünya görüşünü net olarak ilk seslendirenlerden biri olması açısından da çok önemli bir filozoftur.
Herakleitos’un hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Yaşamına ilişkin pek çok bilgiyi çağdaşı Diogenes Laertios’tan öğreniyoruz. İyonya’nın sonuncu ve en büyük filozofu olan Herakleitos’un heykeltıraş Bloson’un oğlu olduğu ve İ.Ö. 535 civarında Efes’te doğmuş olduğu söylenmektedir. Apollodoros’a göre, Herakleitos ilk kez 69. Olimpiyat oyunlarında sivrilmiştir. (İ.Ö. 504-501) Efes’te kral-rahipler yetişitiren bir aileden geldiği anlaşılmaktadır. Batı felsefe tarihinde dinamik bir felsefî sistem ortaya koyan ilk kişidir.
Kendisinin çağdaşları ile karşıtlık içinde bulunduğunu görmüş ve toplum içinde yaşamaktan uzaklaşmıştır. Bu büyük düşünürün söylediklerinden döneminin siyasal durumundan hoşlanmadığı ve sert bir dille bu durumu eleştirdiği anlaşılmaktadır. Yalnızca siyasal durumu değil, kendi yurttaşlarını da eleştirirmektedir. Herhangi bir filozofun öğrencisi olmamasına rağmen Ksenophanes’in derslerini dinlediğini söyleyenler vardır. Herakleitos Milet’li filozoflardan da etkilenmiştir. Zıtlıkların çatışması ve birliği ana öğretisinde Anaksimandros ve Pythagoras’dan etkilendiği görülmektedir. Ruh öğretisinde de Anaksimenes’ten etkilenmiştir.
Herakleitos eserlerinden elimizde en fazla sayıda parçanın bulunduğu bir düşünürdür. Eserinin adı: “Doğa üzerine”dir. Diogenes Laertios’tan öğrendiğimize göre, eseri üç bölümdür: birinci evren üzerine, ötekiler politika ve tanrıbilim üzerinedir. Bu eser atasözlerini andırır ifadelerden oluşan şiirsel bir düz yazıdır. Herakletios’un yazdıklarında ve söylediklerinde yığına karşı gösterdiği küçümseme kendini gösterir. Geniş halk yığınları tarafından anlaşılmayı isteyen bir insanın diliyle konuşmaz. Dilinin bu özelliklerinden dolayı kendisine “müphem Heraikleitos” denmiştir.
Herakleitos’a göre, evren zıt unsurlardan meydana gelmiştir. Bu zıtlıklar arkasında ise bir olan, hep durmakta olup “tanrı” adıyla anılır. Bu ayrılıklı birliği filozof çeşitli simgelerde ve şekillerde görür: İnen ve çıkan yolun aynı olduğunu, iyi ile kötünün aynı olduğunu, çemberin çevresinde başlangıç ve sonun ortak olduğunu, yazının yolunun düz ve eğri olduğunu, soğuğun ısınıp, sıcağın soğuduğunu; nemlinin kuruyup, kurunun nemlendiğini söylüyor. Bütün bu zıtlıklar ikiliklerine rağmen aynı şey olup “bir”in ayrı ayrı yanlarıdır.
Herakleitos’a göre her şey akar ve sürekli değişir. Ana madde olarak gördüğü ateş bir an için bile hareketsiz kalmayan bir maddedir. Bu büyük filozofun akış öğretisini ifade eden sözleri şunlardır: “Aynı ırmaklara gireriz ve giremeyiz. Hem varız, hem yokuz.”
“Logos” sözcüğü başka dillere çevrilmesi zor çok anlamlı bir kelimedir. “Söz, düşünce, akıl, anlam” anlamlarına gelebilir. Herakleitos’un ‘logos’u halen tartışılmaktadır. Değişmenin kendisine göre gerçekleştiği yasaya “logos” demiştir. Herakleitos eserine “logos” ile başlar: Logos herkeste ortak olan düşünmedir. Ancak logos her şeyde ortaklaşa olmasına rağmen çoğunluğun sanki kendilerine özgü düşünceleri varmış gibi yaşadığını söyler. Ona göre nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşleşirler, uzaklaştırılınca da sönerlerse ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından giderse logos’tan pay alır, ayrılırsa logos’suzdur.
Herakleitos’ta her şeyin göreceli olduğu görüşü vardır. Ondan kalan yazı parçaları evrensel göreceliği ifade etmektedir. Herakleitos’a göre insan üç şeyden meydana gelmiştir; ateş, su ve toprak. Sürekli bir dönüşüm vardır. Ruhlar için ölümün su olmak olduğunu, su için ölümün toprak olmak olduğunu, topraktan ise su olduğunu, sudan da ruh olduğunu söyler.
Herakleitos’un kendisinden sonra gelenler üzerinde çok büyük etkisi olmuştur. Her şeyin aktığı öğretisi ve göreceliği sofistlerin şüpheciliğinin en büyük dayanaklarından olmuştur. Sokrates gençliğinde Kratylos’un öğrencisi olduğunu ve ondan oluş dünyasının sürekli akış içinde olduğu görüşleri aldığını belirtmektedir. Stoacılar Herakleitos’un felsefesini izlerler. Özellikle Yeniçağ’da Goethe, Hölderlin, Hegel ve Nietzsche Herakleitos’u örnek almıştır.
14
ELEALI ZENON
M.Ö. 490? – M.Ö. 430?
Elealı Zenon, Parmenides’in izleyicisi olan bir antik Yunan düşünürüdür. Bugünkü Güney İtalya’da bulunan “Elea Okulu”nun en önemli filozofları arasında yer alır.
Zenon hocası Parmenides’in “Birci” anlayışını ve yalnızca “Varlık”ın değişmez gerçek olduğunu öne süren görüşünü geliştirmiş, çokluk ve değişimin gerçek olduğunu savunan karşıt görüşlerin tezlerine karşı mantıksal güçlükleri gözler önüne seren dolaylı kanıtlarla değişimin olanaksızlığını göstermeye çalışmış, ileri sürdüğü örneklemeleriyle felsefe tarihinde ün kazanmıştır. MÖ 490 – MÖ 430 yılları arasında yaşadığı rivâyet edilse de doğum ve ölüm tarihi kesin değildir.
Zenon bir mantık ustası ve diyalektik düşüncenin en önemli geliştiricilerinden biridir. İleri sürdüğü önermeler felsefe tarihinin en önemli paradoksları arasında yer almaktadır. Bunlardan en ünlüleri “Aşil paradoksu” ve “ok paradoksu” olarak belirtilebilir. Zenon bu örneklemelerden hareketle değişimi bir yanılsama olarak formüle eden felsefesini temellendirir.
İlk paradoksta, ünlü bir Yunanlı olan Aşil bir kaplumbağayla yarışacaktır. Kaplumbağa koşuya başlarken biraz daha önde olacaktır. Zenon bu koşuda hızlı Aşil’in kaplumbağayı hiç bir zaman geçemeyeceğini, bunun mantıksal olarak mümkün olmadığını öne sürer. Çünkü Aşil ne zaman önden giden kaplumbağa yetişse, kaplumbağa bu arada bir milimetre bile olsa ilerlemiş olacak ve Aşil’in önünde aşması gereken yeni bir yol doğmuş olacaktır.
“Ok paradoksu” da benzer bir dikotomi içerir: attığınız bir okun on metre ötedeki hedefe saplanması için önce ilk beş metreyi geçmesi gerekir, oysa o ilk beş metreyi geçmesi için de önce iki buçuk metrelik ilk yolu (ondan da önce 1,25 metrelik daha önceki yolu vs.) geçmesi gereklidir. Bu nedenle de on metre uzaktaki bir hedefe atılan ok mantıksal olarak asla yerine ulaşamaz, çünkü önünde aşması gereken sonsuz nokta, ama bu noktaları aşmak için sınırlı bir zaman vardır.
Buradaki temel argüman şöyledir: Mesafe sonsuz noktalardan oluşmaktadır ve bunlar sonlu bir süre içinde geçilemez. Böylece Zenon mantıksal ve diyalektik olarak bilinen diyalektikcilerin tam karşıt yönünde hareketin ve değişmenin olanaksız olduğunu, bunların bir yanılsama olduğunu ve temelde varlık’ın değişmez bir halde bulunduğunu öne sürer.
15
DEMOKRİTOS
M.Ö. 460 – M.Ö. 370
Leukippos’un öğrencisi Democritos M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ve Sokrates’den sonra ölmüş olmasına rağmen, “Sokrates öncesi doğa filozofları“ndan sayılır. Hocasının ortaya koyduğu teoriyi büyük ölçüde geliştirerek ünlenmiştir.
Demokritos Parmenides’in temsil ettiği bircilik (monism) ile Empedokles’in çokçuluğu (pluralism) karşısındaki aracılık girişimleri sonucu, “atom veya bölünmeyen öz” teorisi ile ünlenmiştir.
Demokritos’un doğduğu yerin İonia’da, Teos’ta (Urla’nın güneyinde) olduğu tahmin edilir. Kendisine “Abderalı filozof” deniyorsa da, belki de sonradan buraya gelip yerleşmiştir. Uzun yolculuklara çıkmış, bütün Yunanistan’dan başka, Mısır’ı, Anadolu’yu, İran’ı dolaşmıştır. İlkçağın en büyük doğa araştırıcısı sayılır. “Varolan” ona göre, meydana gelmemiştir, yok olmayacaktır, değişmezdir, hep kendi kendisiyle aynı kalır. Ama “varolan”ın dışında bir de “varolmayan”; yani “boşluk”, uzay da vardır. Uzay yüzünden “varolan”, kendileri artık bölünmeyen, görülemeyen kılıklara (ideai) ayrılır. Bunlara da Demokritos “atom” (bölünemeyen) adını verir. Atomlarda olabilen biricik değişiklik harekettir, yani yer değiştirmedir. Atomların birbirlerinden ayrılmaları, sadece nitelik bakımındandır, sadece büyüklük, küçüklük, yer, düzence vb. ayrılıklarıdır. Onun için Demokritos atomlarda (bu gerçek varlıklarda) renk, ses, sıcaklık, soğukluk vb. niteliklerin bulunmadığını söyler. Renkleri görmemiz, sesleri işitmemiz, sıcaklığı hissetmemiz, tatlıyı, acıyı tatmamız, ancak, bir duygu yanılmasıdır, bir “karanlık” bilgidir. Duyular asıl gerçeği, yani nesnelerin artık bölünemeyen son parçalarını (atomları) bilebilecek kadar keskin değildirler.
Demokritos Anaxagoras’ın anlayışı ile savaşarak, onun teleolojik açıklama denemesi karşısına çok kesin bir mekanist görüşü koyar: Evren yalnızca atomların çarpışmaları ve birbirleri üzerindeki basınçları ile oluşmuştur; evrendeki oluşa kesin bir zorunluluk egemendir; bütün olup bitenler, nedenlerden zorunlu olarak meydana gelmişlerdir. Böylece Demokritos, Anaxagoras’ın öğretisinde belirir gibi olan erek (telos) kavramını kabul etmediği gibi, rastlantı kavramını da açık olarak reddeder: Rastlantının sözünü etmemiz yalnız bilgisizliğimizden ileri gelir; bir olayın nedenini bilmedik mi, bunu rastlantıyla açıklamaya kalkışırız. Bu görüşüyle de Demokritos mekanist bir doğa biliminin temellerinin atmış oluyordu. Demokritos “gerçek, atomlar ve atomların hareketleridir” öğretisini ruhu açıklamada da kullanır. Örneğin, algı ile düşünme; bu iki ruh olayı ona göre vücudumuzdaki atomların en incesi, en hafif ve en düzü olan ateş atomlarının (bunlar vücudu sıcak tutarlar, hareketli, dolayısıyla canlı kılarlar) bir hareketidir. Bu da açıkça materyalist bir anlayıştır. Gerçi Demokritos’tan önceki filozoflar da “var olanı”, bu arada ruhu da, cisimsel saymakla materyalisttirler, ama Demokritos’unki çok bilinçli bir materializmdir.
Demokritos’a göre duygular ile istekler bile ateş atomlarının hareketleridir. Bu hareketler durgun, ölçülü iseler insanı mutlu yaparlar, çok kızışmış iseler mutsuzluk yaratırlar. Onun için mutluluk, ruhun dinginliğidir. Mutluluğa erişmek isteyen, yararına olanla olmayanı ayırt etmeyi bilmelidir. Bunun ölçüsünü de insan haz ve acı duygularında bulabilir; ama göreceli olarak iyi olanla, mutlak olarak iyi olanı ayırmayı da bilmelidir. Göreceli olarak iyi olanlar: maddi-duyusal sevinçler, güzellik, şeref ve zenginlik gibi şeylerdir. Mutlak iyi ise, ruhun iyi bir durumda bulunmasıdır. Ruh böyle bir durumda olunca, insan yalnız iyi olandan sevinç duyar, kötüyü yapmak şöyle dursun, duymak bile istemez. İnsanın ahlakça değerinin ölçüsü düşünüşüdür. İnsan dışarıdan bağımsız olarak, sevinçlerini kendisinden devşirebilecek durumda olmalıdır. Mutlu olmak için yapılacak şey ruh dinginliğine erişmek, bunun için de her türlü sarsıcı tutkulardan, duygulanımlardan kaçınmaktır. Demokritos bu duruma en iyi bilgelikte varılacağı kanısındadır.
16
SOKRATES
M.Ö. 470 – M.Ö. 399
Felsefe dünyasının en tanınmış adlarından biri olan Sokrates doğru bilip söylediği sözleri geri almaktansa zehir içip kendini öldürecek derecede değerlerine bağlı biriydi. Kendini anlattığı “Sokrates’in Savunması” günümüzde bile en çok okunan felsefi metinlerden biridir.
Sokrates (doğumu: MÖ 470 Alopeke, Attika – ölümü: MÖ 399 Atina) Antik Yunan felsefesinin kurucularındandır. Heykelci Sofroniskos ile ebe Fenarete’nin oğlu olan Sokrates’in kimliği de başlı başına bir felsefi sorundur. Sokrates üzerine pek çok eski öykü anlatılmıştır. (Platon, Ksenofon, Aristofanes, Aristoteles, Aristoksenos vd.) Sokrates edebi verimin yüksek olduğu bir dönemde hiçbir şey yazmadığı gibi, profesyonel “bilgi hocaları”nın ortaya çıktığı bir dönemde de öğretmenliği resmi bir meslek olarak seçmedi. Hayatı boyunca ancak üç kez Atina’dan ayrıldığı söylenir.
Sokrates genellikle ahlak felsefesinin, yani değer öğretisinin kurucusu olarak bilinirse de, ondan geriye kalan şey, bir öğretiden çok, kişilerin bilincine, özlerinin ne olduğunu göstermeye yönelik bir çabadır. Sokrates önceleri doğa bilimleriyle, özellikle de canlı varlıkların çoğalması ve kaybolup gitmesi olgusuyla ilgilendi. Bu amaçla, matematiği ve doğa filozoflarının dünyayla ilgili öğretilerini incelemesi gerekti.
Yüzeysel bilgiyi aşma ve şeylerin gerçek bilgisine ulaşma isteğiyle, bireylerin davranışlarında ve yaşamlarında temel aldıkları inançları sorgulamaya yöneldi. Sokrates inançlarını ayrım gözetmeksizin yadsımak için toplumun bütün kesimlerine seslendi; bu tutumu da şiddetli tepkilerle karşılaşması ve trajik bir biçimde ölmesi sonucunu doğurdu.
Sokrates her türlü edinilmiş bilgiyi yadsıyan bir düşünceden yola çıkan yöntemiyle, yani diyalog sanatı ya da diyalektikle, insanlara bilgiye sahip olduklarını sandıklarını, oysa sahip olmadıklarını kanıtlıyordu. Bir karara varmak gerektiğinde, çaresiz kalan muhatapları, kendisinden, sorunla ilgili düşüncelerini aktarmasını talep ettiklerinde, filozofça geri çekiliyor, bu da genellikle muhataplarının öfkelenmesine yol açıyordu. Aynı dönem Atina’sının düşünürleri, Sokrates’in halkı toplayıp, belirli zamanlarda ders vermesini çekemediler ve Sokrates’in bilinenlerin aslında yanlış olduğu söylemi üzerine Sokrates’i mahkemeye verdiler. O günlerde Sokrates’in, halk tarafından çok sevilen bir filozof olması sebebiyle, Atina halkı mahkemeyi yakından takip etti. Mahkeme idam cezasını onaylanmadan önce, hakim Sokrates’e söz konusu söylemlerin kendisine ait olmadığını, bu söylemleri inkar ettiğini söylemesi durumunda, idam kararını bozacağını söyledi. Sokrates bu teklifi reddetti ve “Ben söylemedim dersem, düşüncelerimin insanlar için hiçbir önemi kalmaz. Beni idam edin, çünkü idam ederseniz, düşüncelerim sizin sayenizde bütün dünya insanlarına ulaşacak ve bundan binlerce sene sonra bile Sokrates adı biliniyor olacak” dedi. Hakim idamın iptali şartını yineleyince Sokrates “Evet ben bunları söyledim. Sözümün ve düşüncelerimin, hayatım pahasına arkasındayım” demiş ve af teklifini reddetmiştir. Bunun sonucunda da idam cezası baldıran zehiri içirilerek uygulanmıştır.
Sokrates’in bütün düşüncesi, bütün çalışmaları ahlaka yönelmişti. Bu konuda çıkış noktası da “erdem ile bilginin özdeş, aynı oldukları” görüşüdür. Bu görüşün felsefe dışındaki nedeni için şu söylenebilir: Yunan toplumu o arada çok sarsıntılı bir değişim geçirmektedir. Bu yüzden öteden beri bilinen, alışılmış yaşama kurallarına ayak uydurmak çok güçleşmiştir. Bu değer anarşisi içinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyordu. Öbür yandan demokratik gelişme bir savaşmaya, yarışmaya yol açmıştı. İşte Sokrates bu kanıyı ahlaka aktarmakla, bu duruma en keskin anlatımını kazandırmıştır.
Sokrates “Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir” der. Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana erdem olan bilginin (episteme) içinde toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve öğrenildiği gibi, öteki erdemler de elde edilir ve öğretilebilir.
Sokrates’in dinsiz ya da küfre sapmış bir kimse olduğu hiç de söylenemez. Olsa olsa, o da Xenophanes’ten beri gelişen bir din anlayışının içinde yer almıştır; yani halk dininin boş inançlarına bağlı değildi; halk dininin arınmasını, bunun için de Tanrılar için yakışıksız tasavvurların ortadan kalkmasını o da istemektedir.
17
PLATON
M.Ö. 427 – M.Ö. 347
“İdealar dünyasını” anlattığı ünlü “mağara duvarı” benzetmesiyle tanınan Platon, başını Herakleitos’un çektiği materyalist filozofların karşısında yer alarak hayatı onlardan çok farklı biçimde yorumlamıştı.
Soylu bir aileye mensup olan Platon Atina’da doğmuş ve iyi bir eğitim görmüştür. Yirmi yaşında Sokrates’le karşılaşınca felsefeye yönelmiş ve hocasının ölümüne kadar (MÖ 399) sekiz yıl boyunca öğrencisi olmuştur. Hocası ölünce diğer öğrencilerle birlikte Megara’ya gitmiş ama burada uzun süre kalmayarak önce Mısır’a, oradan da Pythagorasçıların etkili oldukları Sicilya ve Güney İtalya’ya geçmiştir. Bir ara korsanların eline düşmüş, fidye vererek kurtulduktan sonra, kırk yaşlarında Atina’ya dönmüştür. Atina’da “Akademi”yi kurarak dersler vermeye başlayan Platon MÖ 347 yılında 81 yaşındayken ölmüştür.
Platon hocası Sokrates gibi sokaklarda ve pazar yerlerinde öğretim yapmak istemiyordu; tam tersine ne yaptığını bilmeyen kuru kalabalıktan uzak bir yerde bir okul kurarak, seçkin öğrenciler yetiştirmeyi düşünüyordu. Atina’nın batısında bulunan ve adını bir Yunan kahramanı Academios’tan alan bölge, bu amaç için çok uygundu. Platon meşhur okulu Akademi’yi burada kurdu. Bu dönemde, Akademi bölgesinde esin perileri “Müz”ler için bir tapınak, öğrenciler ve öğretmenler için odalar, toplantı odaları, konferans salonları ve yemekhaneler yapılmıştı. Ancak öğretimin nasıl yürütüldüğüne ilişkin yeterli bilgiye sahip değiliz. Büyük bir olasılıkla Sokrates’in diyalektik yöntemi uygulanmış, yani öğretim esnasında konferans yöntemi yerine tartışma yöntemi benimsenmiştir. Platon’un amacı, öğrencilerine bilgi aşkını aşılayarak, onları filozof bir yönetici olarak yetiştirmektir; bu yüzden ahlak ve siyasete ağırlık vermiş, ancak bunları mantık ve matematikle temellendirmeyi ihmal etmemiştir.
Platon’un ölümünden sonra Akademi’nin başına kız kardeşinin oğlu geçmiş ve Platon’un düşüncelerinin yerleşmesi ve gelenekselleşmesi için uğraşmıştır. Akademi uzun bir süre seçkin yöneticilerin yönetiminde ve denetiminde, seçkin öğrenciler yetiştirmiş ve 6. yüzyılın başlarında bir Pagan okulu olduğu gerekçesiyle Bizans İmparatoru Justinianus tarafından kapatılmıştır. Hıristiyanların tehditlerinden kaçan öğretmenlerden ve öğrencilerden bazıları Sâsânî Kralı Anuşirvan’ın (MS 531-579) Cundişapur’da kurmuş olduğu tıp okuluna sığınmışlardır. Bu, uygarlık tarihi açısından çok önemli bir gelişmedir; çünkü buraya yerleşen Yunan filozofları ve hekimleri, birkaç yüzyıl sonra İslâm dünyasında yeşerecek olan bilim ağacının tohumlarını atacak ve böylece bilim ve felsefe Atina’dan Bağdat’a taşınacaktır. Batı’nın Rönesans’a kadar yaşadığı Ortaçağ karanlığının en önemli nedenlerinden birinin Akademi’nin Justinianus tarafından kapatılması olduğunu söylemek hiç de abartılı bir saptama olmayacaktır.
Platon “barbar”larla dost olmasa da, onlara karşı Aristoteles kadar katı bir tutum içerisinde de değildir. Mısır’a yapmış olduğu gezi sırasında, Mısırlıların bilimleri, dinleri ve yaşam biçimlerine ilişkin bilgi edinmiş ve Mısır uygarlığının Yunan uygarlığından daha önce geliştiğini ve onun biçimlenmesine yardımcı olduğunu anlamıştır. Platon Mezopotamyalılara ilişkin fazla bir bilgiye sahip olmasa da Asur hükümdarı Ninos’un kanunlarına atıfta bulunması, bu uygarlığa tamamen yabancı olmadığını göstermektedir. Eserlerinde görülen astroloji anlayışı büyük ölçüde Babillilerden gelmiştir. Yunanlıların sürekli düşmanları olan Persleri ise Platon çok iyi tanımaktaydı. Olasılıkla Herodotos ve diğer Yunan tarihçilerinin yapıtlarını okuyarak Achaemenidian İmparatorluğu’na hayranlık duymuştur. Perslerin otokrasisi ona Yunanlıların demokrasisinden daha sempatik görünüyordu.