Kitabı oku: «PANDEMİ», sayfa 2
Armut koltuğun yanına düşen kitabını aldı. Bir süre kitapla oyalandı. Sonra yavaşça alt kata inip babasına bakındı. Salonda ve mutfakta yoktu. Arka bahçede olabilir, diye düşünerek dışarıya çıktı. Bahçe de boştu. Yatak odasındaydı anlaşılan. Oraya şimdi girmek doğru olmazdı, kapı kapalıydı yine. Annesinin gönderdiği zarfta ne olduğunu çok merak ediyordu ama biraz zaman geçsin, diye düşündü. Defne onu nasıl olsa öğrenirdi.
İkisini de bir anda yukarı postalayıvermişti babası. Evin kuralları çok açıktı. Dış kapı açıldığında çocukların alt katta olması kesinlikle yasaktı. Deniz bütün dünyayı baştan başa saran virüsten çocuklarını böyle önlemlerle koruyabileceğini düşünüyordu. Oysa kendisi yiyecek bulmak için dışarı çıkmaya mecburdu. Fi tarihinde olduğu bir aşının kendisini hâlâ koruduğuna inanıyordu. Allah’tan yaşadıkları ev dağ başında bir köydeydi. En yakın komşu ev yüzlerce metre uzaktaydı. Tabii o evde birileri yaşıyorsa ve en önemlisi de hastalıktan veya açlıktan ölmedilerse…
Bu aralar taş devrinde gibi yaşadıkları, kimseyle haberleşemedikleri için dışarıda olup bitenleri hiç bilmiyorlardı. Sonuçta Deniz’in aldığı önlemler şimdiye kadar işe yaramıştı ve hâlâ hayattaydılar. Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerde kimden virüs bulaşacaktı?
Ege sahillerinin yeni dağ köylerinden birindeydi evleri. Şehir hayatından kaçanlar bu modern ama doğallığını korumaya özen gösterilen köyde dinleniyor, babaannelerinin, anneannelerinin yaşadığı huzuru arıyorlardı. Salgın nisan ayında başlamıştı; geçmiş yazlarda bile sakin olan Edremit’in Kavurmacılar Köyü’ne yazlıkçılar henüz gelmemişti. Tüm kıyı sahilleri boştu bu yaz. Meydanlar, sokaklar, şehirler, belki de bütün dünya bomboştu.
Evde dört duvar arasında yaşayanlar ölesiye sıkılıyorlardı. Hele Defne sıkılmak kelimesini diline doladı mı papağan gibi defalarca tekrarlıyordu. Bir tek evin babası halini belli etmiyordu. Issız adaya düşmekten farkı yoktu yaşadıkları hayatın. Adaları bir ev ve bir arka bahçeden ibaretti. Dünya üzerinde sadece üç kişi yaşıyorlardı sanki. Defne, dediğim dedik babası ve gıcık erkek kardeşi… Gerçi her zaman gıcık değildi Mert. Ama dört aydır bu dört duvar arasında herkese bir haller olmuştu.
6 Ağustos 2024, Deniz
Çocukları üst kata yollamıştı Deniz. Yukarıdan gelen şamata seslerine bakılırsa odalarına girmemişlerdi. Kalbi duracaktı heyecandan. Bakanlıktan gelen sarı zarflardan müjdeli haberler çıkmazdı genelde. Bu yüzden aylar sonra gelen sarı zarf Deniz’i önce korkutmuştu ama sonra üzerinde karısının el yazısını görünce mutlu olmuştu. Ondan gelen sayfalarda neler yazdığını çok merak ediyordu. Ortalıkta okursa çocuklar görür ve rahat bırakmazlardı. Yalnız kalmak için odasına çıkmalıydı, yukarıdakiler sakinleşene kadar mutfakta oturup bekledi. Yokluğunda bu koca evin ne kadar sıkıcı olduğunu Nermin’e söylemek isterdi. İkisi de hayatlarını çalışarak geçirdikleri için evlenmeye karar verdikleri ilk günden itibaren hep deniz manzaralı, büyük, sakin bir dağ evi hayali kurmuşlardı. Belki de hayalleri ortak diye evlenmişlerdi. Arkadaşlarının hemen hepsi ilk maaşlarıyla araba almaya niyetlenmişken, onlar evlendikten sonra bu evin hayaliyle para biriktirmeye başlamışlardı. İlk evlilik yıl dönümlerinde, Deniz hediye olarak bu evin projesini yaptırmıştı. Eşine daha güzel bir hediye veremeyeceğini o gün anlamıştı.
Yapımı için iki yıl uğraşmışlardı ama değmişti. En mutlu anılarını saklayan iki katlı bu yapı, yirmi yıldır her fırsatta geldikleri tek adres olmuştu. İlk yerleştiklerinde üst kattaki yatak odası haricinde diğer üç odayı boş bırakmışlardı. Üçünü de çocuk odası yapmak istiyordu Deniz. Nermin ise ikisi çocuk odası, biri misafir odası olacak, diyordu. Yıllar Nermin’i haklı çıkardı.
Evin en sevdikleri yanı, arka bahçeye bakan kocaman bir pencerenin aydınlattığı büyük mutfağın geniş ve yüksek bir kemerle salona bağlanmış olmasıydı. Amerikan mutfak denen bu tarzı Nermin de severdi ama yemek ve bulaşıktan yorgun düştüğü zamanlarda “Şu Amerikan mutfağı kim icat ettiyse… Aynı odadasın güya ama mutfakta yaşıyorsun,” diye söylenmekten geri kalmazdı.
Evden kat kat büyüktü bahçe. İkisinin de hayali biraz para biriktirince bahçeye şirin bir butik otel yaptırmaktı. Bu arsayı aldıklarından beri hayalleri buydu zaten ama gereken para yıllardır birikmiyordu bir türlü. Yavaş yavaş emeklilik hayali olmaya başlamıştı. Hayallerinin kış akşamları anlatılan ışıltılı masallara benzemesinden korkuyorlardı.
Bu koca alanda çocukların koşturmaları bugün bile gözünün önündeydi. İki kardeş birbirini kovalarken mutfaktaki kapıdan terasa, oradan da arka bahçeye çıkarlardı. Evin iki yanındaki minik patikalardan ön tarafa dolaşıp kapıyı çalarlardı. İlk zamanlarda sırayla açılıp kapanan bu kapı, sonraları açık bırakılmıştı; ta ki çocuklar büyüyüp bu oyundan sıkılana kadar. Tüm yıllık izinlerinde, bayramlarda, hatta hafta sonları işten güçten fırsat buldukça hep buraya kaçarlardı. Yıllık izinleri toplasalar otuz gün etmezdi. Hevesleri kursaklarında dönerlerdi her seferinde. İlk defa bu kadar uzun süre kalıyorlardı; fazlasıyla uzun!
Yukarıdan ses gelmiyordu nihayet. Kıvrılarak üst kata çıkan ahşap merdivenlere yöneldi. Bir yandan mektupta ne yazdığını merak ediyor, bir yandan da bu merakın tadını çıkarıyordu. Yıllarca koşa koşa çıktığı merdivenleri, şimdi yavaş yavaş, tırabzanlara tutunarak çıkıyordu. Altmış yaşına gelmişti ve şişmanlamıştı. Bir haftadır merdiven çıkarken sol dizi ağrıyordu.
Yatak odasına girip kapıyı kapattı. Çocuklar birkaç saat yanına sokulmazlardı. Deniz, karısından gelen mektuba baktı uzun uzun. İçi ürperdi, gözleri doldu birden. Belki de daha dün karısının eli değmişti bu kâğıt parçasına. Onun nizami el yazısını nasıl da özlemişti. Su içer gibi, bir çırpıda okudu mektubu. Saçları neredeyse kel denecek kadar seyrelmiş başını tavana kaldırdığında alnı kırışmış, gözleri dumanlanmıştı. Tekrar mektuba eğdi başını. Bu sefer yavaş yavaş okudu.
Kısa ve açıktı Nermin’in yazdıkları. Anlaşılmayacak bir şey yoktu. Defne’yi istiyordu. İstediği hepsi için zor olacaktı ama Nermin kararını çoktan vermiş görünüyordu. Deniz de ona olan sonsuz güveni sayesinde bu kararın arkasında olmalıydı. Kötü de olsa rayına girmiş görünen hayatları bir kez daha alt üst olacaktı.
Şimdi yanında olsa, omuzlarına dökülen kumral kıvırcık saçlarının arasında dolaşsaydı parmakları. Dalıp gitti karısını hayal ederken.
“Ben saçlarını okşadıkça o bana daha da sokulsa. Sevgiyle baktığında gözlerinin içinde yanıp sönen ışıklar ruhumu aydınlatsa. Gülünce kısılıp ince bir çizgi haline gelen, baktıkça güzelleşen gözleri şimdi hüzünlü müdür? Yuvamızı mutlu ve sıcak kılan, sevdiğimin kıpır kıpır, neşe dolu enerjisiymiş meğer. Ona bir kavuşabilsem, bir daha asla bırakmam.”
6 Ağustos 2024, Taner
Direksiyon başına geçene kadar Deniz’in ona verdiği zarfı almakla hata yapıp yapmadığını düşündü. Oturur oturmaz elindeki zarfa baktı; Nermin’in dün ona verdiği zarftı. Tekrar, eğreti bir şekilde kapanmıştı. Kapalı bile sayılmazdı. İstese açardı. Zarfın üzerini eliyle yokladı. İçinde Deniz’in uzaktan gösterdiği kâğıttan başka bir şey olamayacak kadar inceydi. Gizlice merkeze soksa kimseye zararı olmazdı. Zaten onunla beraber karantinada kalacaktı. Gidince zarfı Nermin’e verirdi. O da istemezse imha ederdi.
Kendi kendine konuştuğunu fark edince güldü. Gerçi bir gören de olamazdı bu halini. Buralar da her yer gibi bomboştu. Arabayı çalıştırdı. İlk seferinde çalışmadı, korktu. Bir an durakladı. Depo benzin doluydu. Tekrar denedi. Neyse ki bu kez çalıştı.
Taner buraya gelirken Nermin’in ailesini hayal etmişti. Nedense Deniz’in çok daha genç ve yakışıklı olduğunu düşünmüştü. Öyle anlatmıştı Nermin. “Nermin Hanım eşini çok özlemiş olmalı,” diyerek güldü kendi kendine. Aile fotoğrafına bakarken Deniz’in gözlerinin nemlenmesinden karısını özlediğini hissetmişti. Evde gördüğü o fotoğraf gözünün önüne geldi. Defne on üç-on dört yaşlarında gösterdiğine göre eski bir fotoğraf olmalıydı. Belki üç-beş yıllıktı.
Defne de Deniz de içeriye davet etmemişlerdi onu. Evin girişindeki ufacık holde laflamışlardı ayaküstü. Böyle önemli bir mektup getiren insan içeri davet edilmez miydi? Sonra güldü kendi kendine. “Edilmez tabii ki! Başkası olsa böyle bir durumda kapıyı bile açmazdı.”
Defne’yi düşündü. “Ne güzel bir kızdı öyle. Hani biri sorsa nasıl kızlardan hoşlanırsın, diye tam da onu tarif ederdim. Uzun boylu, narin. Gözleri mavi miydi, yeşil miydi? Durduğu yerde durmuyordu ki hareketli, fıkır fıkırdı. Besbelli annesine çekmiş bu huyu. Nermin Hanım’ın yaşadığı her ortamda neşesini koruyabilmesine şaşardım. Kızının da esir hayatı yaşarken mutlu olabilmesi pek mantıklı gelmedi bana. Neşe dedikleri şey bu olsa gerek, içten geliyor herhalde. Yoksa beni gördüğü için mi mutlu olmuştu? Neden olmasın? İyi ki çıkmadan önce tıraş olmuşum.”
Kara kaşı, kara gözü babadan mirastı ona. Küçüklüğünden beri annesinin göçmen genleri yerine bu topraklarda doğup büyüyen babasına benzediğinden yakınırdı. Erkek kardeşinin yeşil gözlerine özenirdi. Esmer tenine daha bir yakışacağını düşünürdü yeşil gözlerin.
Nermin’in merkezde gösterdiği vesikalık fotoğraftaki halinden çok daha güzel bulmuştu Defne’yi. Saçları daha uzundu. Kendisi aylarca evden çıkmayacak olsa yüzünü bile yıkamaya üşenir, bir süre sonra da aynaya bakamayacak hale gelirdi. Çat kapı gittiği halde Defne’nin saçları gayet düzenli taranmış ve toplanmıştı. Işıl ışıl parlıyordu. Ne dediğini hatırlamıyordu Taner ama bir şeyler söylerken yemyeşil gözleriyle gülmüştü ona. “Yeşildi gözleri evet, yeşilin en güzeliydi.”
Aylin’i de biraz andırıyordu. “Keşke,” diye geçirdi içinden Taner “evlenmeyi kabul etseydi. Çok söyledim ama dinlemedi ki! Alelacele nikâh yapardık. Merkeze birlikte girerdik. Onun da hayatı kurtulurdu.”
Çok sevmişti onu, elinden geleni yapmıştı merkeze getirmek için. Atacağı bir imzaydı Taner’e göre. Sonra yine düşünürdü evliliği istediği kadar. “Neyse, paşa gönlü bilir. Şimdiye kadar çoktan ölmüştür o kafayla,” diye söylendi.
“Belki de Defne’yle?.. Yok yahu. Açıkça söylemedi ki Nermin Hanım. Belki de ben yanlış anladım. Yaşayıp göreceğiz…”
Yol uzun ve sıkıcıydı. Sabahtan beri durmaksızın araba kullanmaktan yorulmuştu ama yine de merkezden dışarı çıkmak için her şeye değerdi. Aylardır dışarı çıkmadığı için birinin İstanbul’a gitmesi gerektiğini söylediklerinde çok sevinmiş, hiç düşünmeden kabul etmişti. Ne kadar zor olabilirdi ki bu iş? Ankara’dan arabayla hiç durmadan İstanbul’a ve aynı gün yine Ankara’ya dönüş. Tabii ki dönerken yolu kayıt dışı biraz uzatıp Balıkesir üzerinden Güre’ye. Bu görev Nermin için fırsata dönüşmüştü.
Merkezde normale yakın bir hayat yaşanıyordu. İçeride güvende oldukları için Taner’in virüsü unuttuğu çok günler oldu. Unutmak ne güzel şeydi. Acıyı azaltıyordu. Taner o salgın dönemlerini pek yaşamamıştı aslında. Hele ondan sonra gelenlerin anlattıklarıyla kıyaslanırsa hiç yaşamamıştı. Merkezdekilerin dışarısı hakkındaki konuşmalarını korkunç bir masal gibi dinlemişti. Sonraki gece de korkudan uyuyamamıştı; cesetler, cinayetler.
Hayatında ilk defa gerçekten korktuğunu hissetmişti. O kâbus ortamında yolculuk yapacağını düşününce çıkmaktan defalarca vazgeçmişti. Gece yarısı olmasa müdürün kapısına dayanacaktı ama her şey planlanmıştı çoktan. Vazgeçemezdi. En iyisi korktuğunu belli etmemekti, o da öyle yaptı.
Yolculuk sabah kötü başlamıştı. Merkezden çıktıktan bir saat sonra yolda ezilip dağılmış ilk cesedi gördüğünde az kalsın arabanın içine kusacaktı. Arabayı durdurdu. İçeri temiz hava girsin diye pencereleri açacaktı. Ne olur ne olmaz diye vazgeçti.
Ankara’dan Edremit’e gelene kadar yollarda tek bir araba yoktu ama cesetler vardı. Korkunçtu. Yol kenarında ölüp kalmış insanları görünce kafasını çeviriyordu Taner. Bazı caddelerde cesetler yüzünden arabanın geçeceği kadar boş yol bile kalmamıştı. Üzerinden geçmemek için defalarca yoldan çıkıp kaldırımdan gitti. Neyse ki hiçbirini ezmek zorunda kalmadı. Zar zor yol alıyordu. Ağaçların altlarında üst üste yığılmış, evlerin açık kapılarından dışarı taşmış, köşe başlarındaki büyük çöp kutularının içine atılmış ölü insan bedenleri vardı. Bazıları öleli günler geçmiş olmalıydı; parçalanıp dağılmışlardı. Bazılarıysa daha tazeydi cesetlerin. Kolları bacakları yerindeydi en azından.
Bursa’ya yaklaşıyordu artık. Bu sefer çevre yolu ayrımını kaçırmamalıydı. Gelirken çevre yolu girişini kaçırıp şehrin içinden geçmek zorunda kalmıştı. O yolda karşılaştığı manzara ömrü boyunca aklından çıkmayacaktı. Bursa’ya kadar etraftaki tek tük cesetler dışında yollar temizdi. Ama şehrin içi faciaydı. Anlaşılan Bursa’da cesetlerin toplanmasında sorun yaşanmıştı.
6 Ağustos 2024, Deniz
Deniz’le yaptığı son telefon konuşmasında “Zamanın milattan önce ve milattan sonra diye ikiye ayrılması gibi, artık her şey salgından önce ve salgından sonra diye anılmaya başladı,” demişti Nermin.
Bir ay kadar önceydi. Bir daha da aramadı zaten. Deniz’in onu araması da olanaksızdı. Karısının nerede olduğunu bile tam olarak bilmiyordu.
Nermin’in gönderdiği mektubu elinden bırakamamıştı hâlâ, tekrar tekrar okuyordu. Belki de iyi olacaktı Defne’nin gitmesi, en azından Defne için iyi olacaktı. Mert, ablası olmayınca daha da sıkılacak ve ona saracaktı ama en azından evde canı sıkılan kişi sayısı azalacaktı. Böyle dört duvar arasında can sıkıntısı kaçınılmazdı ama her gün onları oyalamaya çalışmaktan Deniz de çok yoruluyordu.
“Haklısınız çocuklar, hayat denen şey bazen sıkıcı olabiliyor. Hele sizin gibi kendini sürekli eğlenmek zorunda hissedenler için hayat bayağı sıkıcı,” diyor ve bunları söylerken ister istemez gülüyordu. Çocuklar “Aman baba,” diye mızıldanmadan tekrar başlıyordu nutuk çekmeye.
“Üstelik burada karantinadayken her zamankinden daha sıkıcı kabul ediyorum ama asıl marifet, bu sıkıcı hayatta güzel anlar yaşayabilmek ve bu güzel anların sayısını artırabilmek. Sizi mutlu eden şey her ne ise ona yoğunlaşabilmek. Halinizden şikâyet etmek yerine sahip olduklarınızın kıymetini bilin. Ben böyle söyleyince size nasihat ediyormuşum gibi geliyor. Sizler de tüm bunları zamanla yaşayarak öğreneceksiniz. Ben sadece daha hızlı öğrenmeniz için size yardım etmeye çalışıyorum,” diyordu.
Çocuklarının onu belki bir gün anlaması umuduyla bu sözleri farklı zamanlarda, farklı şekilde tekrarlamaktan bıkmıyordu ya, çocuklar anlamamakta ısrarcıydılar. Belki de anlayabilecek olgunluğa gelmemişlerdi daha. Ya da duvarın sert olduğunu anlamaları için babalarının söylemesi yetmiyor, gerçeklerle karşılaşmak için o duvara toslamaları gerekiyordu.
Ayağa kalktı. Kaç saattir pantolonunun içinde sıkışıp kalmış olan göbeği bir an önce dışarı çıkmak için can atıyordu. Pantolonun üst düğmesini çözer çözmez rahat bir nefes aldı. Evin içinde hareketsiz kalmaktan kilo almıştı. İçine sığabildiği bundan başka da pantolonu kalmamıştı. “İyi de dışarı çıkarken niye pantolon giyiyorum ki? Bundan sonra eşofmanla çıkacağım,” diye geçirdi içinden.
Terlemişti o koca sepeti taşırken, saçları da dağılmıştı. Tarağı aradı odanın içinde, bulamadı. Aynanın yanında olurdu hep. Aynaya baktı, el âlemin karşısına bu halde çıkmıştı. Zaten az saçı vardı, onlar da stresten dökülmüşlerdi burada. Nermin görünce haline gülecekti kesin. O bile kendi kendine gülüyordu zaman zaman.
“Olsun, Nermin’im beni böyle de sever.”
Güzelliğine vurulup evlendiği karısının şefkatiyle teselli buluyordu şimdi. “Yaşlılık maskaralık,” derdi babam, ne kadar haklıymış. Bugün kendimi yaşlı ilan ediyorum. Zaten Nermin de son zamanlarda kilo aldım diye dertleniyordu.
Yirmi sene önceki pantolonlarını hâlâ giyebiliyor olmasıyla övünür mü insan? Benim güzel karım gençliğindeki formunu koruduğunu bu şekilde hatırlatırdı bana. Kızıyla yarışacak utanmasa.
Evet, kilo aldım ve alıyorum. “Ne yapayım, beğenmeyen küçük kızını vermesin.”
Nermin’in gönderdiği sarı zarfı eline ilk aldığında yaşadığı tedirginliği hatırladı. Zarfın üzerinde karısının el yazısını görünce içine su serpilmişti. İçinden bir ses, Taner’i kibarca ve hızlıca gönderip hemen zarfı açmasını söylemişti. Sonra daha iyisi gelmişti aklına, merakını erteleyerek genç adama gülümsemişti.
Haftalar önce, efkârlandığı bir gece dertleşir gibi öylesine yazmıştı karısına. Ümidi olmasa da belki bir gün gönderebilirim veya gelince okur, diye atmamış, çocukların görmeyeceği bir yere saklamıştı. İyi ki de saklamıştı.
Taner’e takıldı kafası. Kaç yaşındaydı bu adam? Gencecik, hatta çocuk bile sayılırdı. Boyu posu yerindeydi. Ne kadar samimiydiler acaba Nermin’le? Yasak olmasına rağmen mektup getirip götürecek kadar yakınlar mıydı? Böyle bir sürü şey geçti o an aklından.
Yazdığı mektup karısının eline ulaşır mıydı bilmiyordu ama akıllı kadındı Nermin. Telefonda konuşurlarsa kimseye çaktırmadan, kocasının anlayabileceği bir şeyler söylerdi mutlaka.
Deniz “Benim gibi inatçı bir adamı bile ustaca idare ediyorsun ya, bravo sana,” deyince Nermin de “Seni idare ettiğimin farkındaysan pek başarılı değilim demektir,” der, gülüşürlerdi.
Odaya, eşyalara baktı. Hepsinde Nermin’in el izleri vardı. Yıllardır her gelişlerinde birkaç parça yeni eşya almak, duvarları boyatmak isterdi Nermin. Bakım yapacak kadar çok kalmadıkları için ihmal etmişlerdi evi. Boyası idare ederdi de eşyaya hakikaten ihtiyaçları vardı. Evdeki hemen tüm eşyalar annelerinin eski evlerinden getirdikleri tarihi eserlerdi. İkisi de hatıralarından dolayı bu eşyaları kullanmaktan memnundu ama en azından yıllanmış karyolayı seneler önce değiştirmeliydiler. Sağdan sola dönerken bile yayları gıcırdıyordu. Deniz çocukluğunda kendini görebilmek için önünde zıpladığı aynalı konsolu ölse de kimselere vermezdi. Çocukluğu dolaşıyordu bu eşyaların arasında. Zaten tüm bunlar için artık çok geçti.
Düşüncelere dalmışken kapı çalındı, hemen ardından da açıldı. Deniz kâğıtları aceleyle sakladı. Kapıdaki Defne’ydi. Öylece ayakta durmuş babasına bakıyordu. Zaten zayıftı, buraya geleli daha da kilo vermişti. Babasının gülümsediğini görünce gelip yanına oturdu. Çocukluğundan beri arada bir babasının yanına oturur, iyice sokulur, başını omzuna dayardı. Öylece sohbet ederlerdi baba kız. Aynen öyle oturdu yine. Uzun zamandır bu şekilde sohbet ettikleri yoktu. Bu aralar Defne ne zaman ağzını açsa sözün dönüp dolaşıp geldiği yer hep aynıydı:
“Canım sıkılıyor baba.” Ama bu sefer Deniz’in de kızıyla konuşmaya çok ihtiyacı vardı. Konuşmadı Defne, Deniz de ne diyeceğini bilemediği için sustu.
“Neden?” dedi Defne sonunda. Öyle durup dururken “Neden böyle oldu baba?”
Bu sorunun cevabı öyle zor, öyle uzun ve öyle bilinmezlerle doluydu ki neresinden başlayacağını bilemiyordu Deniz. Belki bildiği şeylere katlanması daha kolay olurdu insanın, ama bilmedikleri çok şey vardı. Üstelik Deniz bildiği bazı şeyleri bile çocuklarına söylememiş, çocuklar da cevaplarını alamadıkları soruları sormaktan çoktandır vazgeçmişlerdi. Bir süredir yaşamı sorgulamayı bırakmışlardı. Parçalarının yarısı eksik bir yapbozu tamamlamaya uğraşıyorlardı hep birlikte. Sadece onlar değil, tüm dünya aynı bilinmezlikle boğuşuyordu. En ufak bir hatanın hayatlarına mal olacağı bir bilinmezlikle.
Defne’nin bir cevap aramadığını, sadece konuşmak istediğini düşündü Deniz. Dürüstçe yanıtlamaya çalıştı. “Bilmiyorum kızım. İnsanların kendi zaferleri uğruna binlerce insanın hayatıyla oyun oynamaları anlaşılır gibi değil,” dedi.
“Ne binleri baba! Milyonlarca insan öldü diyorlardı radyoda. Hani en son çıkan uzman…” diye hararetli hararetli anlatırken lafını kesti babası.
“O program yarıda kesildi hatırlarsan. Bu kadar moralini bozma. Öyle kesin sayılar söylemek doğru değil. Kimse tam sayıyı bilmiyor,” dedi. Ümit tek teselliydi, kırılırsa yerine yenisi gelmezdi.
“Bu nasıl bir vahşiliktir aklım almıyor. Nasıl bir insan bunun olmasını ister?” derken gözleri dolmuştu Defne’nin. Hayatın acımasızlığını genç yaşta öğrenmişti.
“Bunun adı biyolojik savaş. Savaş hep topla tüfekle olmaz. Birbirine düşman topluluklar yüzyıllarca az veya çok uyguladılar bu yöntemleri. Zarar görmesini istedikleri toplumların hayvanlarını zehirlediler, ekinlerini yaktılar. Ama en kötüsü insanlar üzerinden yürütülen biyolojik savaşlardı tabii ki. Eski çağlarda vebadan, cüzzamdan veya başka bulaşıcı hastalıklardan ölmüş insanların cesetleri düşmanların yaşadığı yerlere gizlice bırakılırmış. Ya da savaşarak alamadıkları düşman kalesine hasta birini gizlice sokarlarmış. Ondan sonra da kenara geçip hepsinin ölmesini beklerlermiş. Bu kadar basit aslında. Tabii bu silahı kullanacak tarafın, kendisine zarar vermeyecek şekilde hareket etmesi gerekir.
Hatta bizim bu meşhur çiçek virüsünün biyolojik savaş malzemesi olarak kullanıldığı bir olay da yaşanmış yüzyıllar önce. Amerika’ya yerleşmiş olan göçmenler, yerel Kızılderililere çiçek hastalarının kullandığı battaniyeleri vererek toplu ölümlere neden olmuşlar. Belki bu kadar büyük faciaya sebep olacaklarını onlar da tahmin edemediler. Savaşta mantık aranmıyor ki.”
“Ne kadar iyimsersin yine baba,” dedi Defne, babasıyla alay eder gibi. “Ortada savaş bile yok ki. Teröristlerde bile hafifletici bir sebep arıyorsun sanki. Doktor değil avukat olmalıymışsın,” diyerek bir konuda daha babasını eleştirmenin rahatlığıyla oturduğu yerden kalktı ve odanın içinde dolaşmaya başladı.
“İyimserlik değil bu yavrum. Basit bir virüsün tüm dünyayı böylesine kasıp kavuracağını kim bilebilirdi? Oysa savaşın bile bir ahlakı olmalıdır. Vicdanlı bir insanın bu kadar ölümcül bir hastalığa bilerek sebep olabileceğine inanamıyorum. Kaldı ki bu hastalık geçmişte de salgınlara neden olmuş ve yüzbinlerce insanın ölümüne yol açmıştı. Ne kadar tehlikeli olabileceği biliniyordu yani. Ama aşılama sayesinde tamamen yok edilmişti. Öylesine kökü kazınmıştı ki artık riskli olmadığı düşünüldüğü için çocukların bu virüse karşı aşılanmasına bile son verilmişti.”
“Eğer bu hastalığın bir aşısı varsa bizlere neden yapmadılar? Tarla fareleri gibi deliklerimizde hapsolduk aylardır,” diye lafa atladı Defne.
“Bundan kırk dört yıl öncesine kadar uygulanıyordu bu aşı. Yıllar içinde dünyada Çiçek Hastalığı hiç görülmeyince uygulamadan kaldırıldı.”
“Varsın görülmesin. Bizi aşılamaya devam etselerdi ya.”
İki elini beline dayamış, söylene söylene, daireler çizerek dolaşıyordu odada. Aşının yapılmamasına karar veren herkese, tüm dünyadaki sağlık yetkililerine bunun hesabını sormak istiyordu.
“Bunun çok geçerli bir sebebi var tatlım,” dedi babası. “Çiçek aşısı diğer aşılar gibi değildi, tehlikeli yan etkileri vardı. Senin anlayacağın çiçek aşısı şimdiki aşılara benzemiyordu. Şimdiki aşıların çoğu ölü aşılar. Yani yan etkileri yok denecek kadar azaltılmış aşılar. Çiçek aşısı ise canlı aşı dediğimiz türden olduğu için sıklıkla felce ve hatta ölüme neden olabiliyordu. Yani ortada risk yokken çiçek aşısı yapmak topluma faydadan çok zarar verirdi. Tıpta bir şeyin faydasını ve zararını karşılaştırırsın. Terazide zararları fazla geliyorsa yapmaktan vazgeçersin.”
“Sonra ne oldu peki? Zombi gibi toprağın altından çıkıp dirilmedi ya bu virüs…”
“Hiç hasta insan olmadığını söyledim, hiç virüs olmadığını değil. Hastalığın kökü kazındıktan sonraki dönemde, Dünya Sağlık Örgütü’nün kararıyla ülkelerin ellerindeki virüsler toplanıp imha edildi. Aşı çalışmaları yapan araştırma laboratuvarlarındaki aşı virüsleri de toplatıldı. O günden bu yana çiçek virüsü, tüm dünyada sadece iki laboratuvarda mevcuttu. Bunlardan biri Amerika’da ikincisi de Rusya’daydı. Bu iki merkez de Dünya Sağlık Örgütü’nün denetimleri altında çalışan, güvenilir laboratuvarlardı.
İlk hastaların tanısını koyarken dünya çapında tüm doktorlar çok zorlanmıştı. Hatta hastalık etkeninin çiçek virüsü olduğu uzun süre açıklanamadı bile. Çünkü şimdi bahsettiğim nedenlerle Variola Virüsü’nün hortlamasının faturası ya Amerika’ya ya da Rusya’ya kesilecekti. Böyle bir salgına bile isteye sebep olmak her iki ülke için kabul edilemez iddialar olduğundan daha dile gelmeden, diplomatik çevreler tarafından hızla yalanlandı. Sonra da bu iki ülkeden birinin laboratuvarındaki virüsü gerektiği gibi koruyamamaları sebebiyle virüsün terörist gruplar tarafından çalındığı düşünüldü. Ama dünya üzerinde hiç kimse, bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edemedi tabii ki.”
“Sonuç ne şimdi? Hangi terörist grup, nerden çalmış bu virüsü?” diye sordu Defne bu sefer.
“Şimdiye kadar suçu üstlenen bir örgüt olmadı. Virüs o kadar güçlü ve yenilmez ki biyolojik savaş ajanı olarak hazırlandığı çok açık. Tabii ki birileri hazırladı bu virüsü, hatta uluslararası yayılımını planladı ve uyguladı.”
“İyi de kim yaptı bunu baba? Kimler yaptı? İlla ki birileri ortaya çıkardı bu virüsü. Uzaylılar göndermedi ya.”
“Bak onu düşünen olmadı sanırım,” diye güldü Deniz. “Bu konuda bir sürü komplo teorisi var tabii ki. Bazıları diyor ki bir grup bilim insanı önce bu virüsün aşısını geliştirip kendilerini aşıladılar sonra da bu virüsü dünyaya saldılar. Küresel ısınma ve çevre kirliliğiyle ilgili uyarıları dikkate alınmayan bir grup çevreci bilim insanının bu virüsü geliştirdiği fikri de başka bir söylenti. İddiaya göre bu bilim insanları virüsün ulaşamayacağı bir yerde birkaç sene saklandıktan sonra meydana çıkacaklar ve insanlardan temizlenmiş olan dünyayı yeni baştan kuracaklar.”
Defne sinirden gülüyordu. “Gülme öyle kızım,” dedi Deniz, “söylenti dedim ya. Benim de hiç aklıma yatmıyor.”
“Ne saçma. Böyle bir şey Nuh’un Gemisi’nin kötü bir taklidi olur ancak. Yeterince yaşayabilirsek neler olacağını görürüz belki. Peki sence bunlardan hangisi doğru baba? Sen ne düşünüyorsun?”
“Benim ne düşündüğümün pek bir önemi yok ki kızım. Sebebin ne olduğunu bilmek sonucu değiştirmiyor çünkü. Tüm iddiaların içinde en kötüsü ve maalesef en gerçekçi olanı biyoterörizm. Dünyada sadece iki merkezde saklandığını zannettiğimiz virüs, başka bir yerde potansiyel biyolojik savaş ajanı olarak bu zaman için bekletilmiş olabilir. Virüsün aşılamalar tamamen bittikten kırk dört yıl gibi kritik bir süre geçtikten sonra çıkmış olmasının, biyoterörizmden başka bir açıklaması olamaz zaten. Sana az önce de söylediğim gibi virüsün etkileri bu kadar geniş çaplı ve korkunç olunca yapan veya yaptıranlar da çıkıp ‘Ben yaptım,’ diyecek cesareti bulamamıştır belki.”
Defne’den itiraz gelmedi bu kez. Anlatılanlar kafasını karıştırmış gibiydi. Biraz dinlenip anlatmaya devam etti Deniz.
“Biyolojik silahların kullanımında en önemli basamak kullanılan silahın kullananı vurmayacağından emin olmaktır. Dünya üzerinde bu virüsten etkilenmeyen bir millet, bir grup bilinmiyor şimdilik. Belki de var ama biz henüz bilmiyoruz.
Sonuçta kimin, ne amaçla böyle bir virüs yarattığı hâlâ açıklanmadı yavrum. Salgından önceki altı ay içinde, birçok viroloji uzmanının ve enfeksiyon hastalıkları uzmanının kaybolduğu haberi çıkmıştı. Medya o zamanlar bu olayın üzerinde çok fazla durmadı ama annen enfeksiyon hastalıkları uzmanı olduğu için durum onun dikkatini çekmişti. İşte o doktorların bu iş için kaçırıldığı düşünülüyor şimdi. Hepsini olmasa da içlerinden birkaçını bir şekilde ikna edebilmişler anlaşılan. Tam olarak bilmiyoruz tabii, dediğim gibi sadece tahmin bunlar. Az önce senin de söylediğin gibi, yeterince uzun yaşayabilirsek gerçekten neler olduğunu öğrenebiliriz.”
“İyi de baba, benim kafama yatmayan da bu. Bilim insanlarının virüsler üzerinde araştırma yapmasının amacı aşı geliştirmek veya hastalığın tedavisi için ilaç üretmek falan olmalı, değil mi? Bir bilim insanı nasıl olur da bu kadar ölümcül bir virüs yaratır? Böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyorum ben.”
“Maalesef kızım. Salgın yapan bu virüs geçmişte böylesine ölümcül değildi. Günümüzde yaşanan bu salgın yüz yıl önceki virüslere oranla daha bulaşıcı ve daha ölümcül. Bu da virüsün biyolojik silah olarak geliştirildiğini, işin uzmanı mikrobiyologlar tarafından, yüksek teknolojiye sahip bir laboratuvarda üretildiğini düşündürüyor. Eski bir silah, imha gücü çok daha yüksek bir silah haline getirilmiş senin anlayacağın. Bunu da ancak bu konuda uzman bir bilim insanı yapabilir. Birinin kafasına silah dayadıklarında ya da sevdikleriyle tehdit ettiklerinde neler yapabileceğini tahmin etmek kolay değildir.”
Defne “Anlıyorum,” dedi yavaşça. Daha on sekiz yaşındaydı. Bu yaşlarda ya doğru vardı ya da yanlış. Bu yüzden ne olursa olsun iyi birinin böyle bir şey yapmaya mecbur kalmasını kabul edemiyordu içten içe.
“Virüsün insandan insana bulaşması damlacık yoluyla oluyordu. Yani tehlike, nefes aldığımız her yerdeydi. Bilinen diğer virüsler dış ortamda genellikle iki-üç saat canlı kalırken bu virüsün çok daha uzun süre canlı kaldığı anlaşıldı. Hatırlarsan, toplu taşıma araçları ülkemizde ilk vakalar görülür görülmez yasaklanmıştı. Okullar da tatil edilmişti. Tüm bu önlemler çok yerindeydi ama maalesef yeterli olmadı. Kısa bir süre sonra sokağa çıkma sınırlaması başladı. Ancak bundan sonra yeni hastaların görülme hızı gözle görülür düzeyde azaldı.”
“Evet, ne korkunç günlerdi baba. Haberlerde kısaca geçilen hastalık, birkaç hafta içinde tüm dünyayı saran salgına dönüşüvermişti. İyi ki bunlar olmaya başladığında biz buradaydık. Burası o kadar ıssız bir yer ki virüsler bile gelmemiş.”
Son sözlerini o kadar safça söylemişti ki Deniz, neden buraya geldiklerini hiç anlatmadığını hatırladı. Kesin talimatı vardı çünkü Nermin’in. Kendisinden hiç beklenmeyen bir tarzda ve kendisinden hiç duyulmamış bir şekilde söylemiş, neredeyse emretmişti. “Seni bugün aradığımı hiç kimseye söyleme!”
Ama şimdi işler değişmişti. Defne’ye her şeyi anlatması gerekiyordu.
Dört ay öncesine kadar monoton bir hayatları vardı. Ev, iş ve okul üçgeninde yaşayan, sıradan bir aileydiler. Deniz ne kadar da özlüyordu şimdi o “monoton” günleri. Eskiden de öyle çok televizyon seyretmezlerdi ama televizyon tamamen hayatlarından çıkalı aylar oldu. Salgın başladığında çoğu kanal “yayınlarımıza geçici süreyle ara veriyoruz” duyurusuyla yayınlarını durdurdu. Bir süre sonra “Ne olursa olsun, habercilik devam etmeli” diyen birkaç kahraman televizyoncu da hastalığa yenik düşünce tamamen sessizliğe gömüldü ekranlar. Son zamanlarda, haftada iki kez verilen radyo yayınlarına şükrediyorlardı. Yoksa Mert’in dediği gibi, evlerinin ıssız adadan farkı kalmayacaktı. Sessizliği yine Defne böldü:
“Daldın yine baba. Ne düşünüyorsun? Bazen kendi kendine konuştuğunu duyuyorum. Beni korkutuyorsun.”