Kitabı oku: «PANDEMİ», sayfa 3
“Yok be yavrum, korkacak bir şey yok.” İkisi de güldü. “Sana söylemem gereken bir şey var,” dedi Deniz. Nereden başlayacağını bilmiyordu.
“Biliyordum, biliyordum işte,” diye oturduğu yerden fırladı Defne. “Benden bir şeyler gizlediğinizi biliyordum. Anlat artık baba.”
Tepesi attığı zaman hep yaptığı gibi ellerini beline dayamıştı yine. Bu duruşu Deniz’e Nermin’i hatırlatmıştı.
“Peki o zaman. Sen istedin. Hazır mısın bu gece uykusuz kalmaya?”
Kocaman gülümsedi Defne. Gülünce bütün yüzü gözlerinden başlayarak aydınlanırdı.
“Hayatımız seni telefonla aradığım o öğleden sonra alt üst olmuştu. Nisan ayının ilk günleriydi hani. Salgının başladığı ilk zamanlardı. O gün öğle yemeği için odamdan çıkmak üzereydim ki annen aradı. Telefonu açtım. Annenin sesini hayatımda ilk defa bu kadar endişeli duyduğumu hatırlıyorum. Sakin olmaya çalıştığı belliydi ama çok hızlı konuşuyordu.
‘Hayatım, sabahtan beri Sağlık Müdürlüğü’nde toplantıdaydık. Ancak şimdi arama fırsatı bulabildim. Söyleyeceklerimi çok dikkatli dinle, tekrar etme fırsatım olmayacak. Hemen eve geç. Bu arada Defne’yi ara, Mert’i okuldan alıp mümkün olduğunca çabuk eve dönsün. Evde buluştuğunuzda hızlıca bir plan yapın. Yakınlardaki birkaç küçük markete çocuklar gitsin. Büyük marketlere de sen git. Uzun zaman, belki aylarca yetecek kadar gıda depolamanızı istiyorum. Anladın mı?’ İyice meraklandım. ‘Peki, ama neden?’ diyecek oldum ama o aynı hızla konuşmaya devam ediyordu, ben de sustum.
‘Açıklama yapacak zaman yok Deniz. Tüm bu alışverişi acele yapmalısınız. Makarna, konserve, kuruyemiş, bisküvi, uzun süre bozulmayacak şeyler, balık, peynir gibi protein ağırlıklı yiyecekler seçin. Sen bilirsin işte. Yanınıza sadece hayati eşyaları alın; para, ilaç, kışlık giysiler. Herkesin yalnızca bir bavulu olacak şekilde hazırlanın. Sonra da hemen Edremit’teki eve doğru yola çıkın.’
Nermin anlatırken ben altüst olmuştum. Ama itiraz kabul etmeyeceği belliydi. O konuşurken ‘Tamam,’ diyebildim birkaç kez. ‘Dağdaki eve mi gidelim? Neden kaçıyoruz?’ diyemedim.
‘Beni beklemeden çıkın siz, oyalanmayın. Bir saat içinde hazırlanın. Sen beni sakın arama. Ben seni ilk fırsatta tekrar ararım. Çocuklar sana emanet. Onları koru. Bu arada bundan sonra kimseye yaklaşmayın. Çocukları sıkı sıkı tembihle. Alışverişte mümkün olduğunca insanlardan uzak durun. Özellikle hasta görünenlerden. Yüzünde sivilce, leke olanlara asla yaklaşmayın. Eve gider gitmez mutlaka ellerinizi yıkayın, üstünüzü değiştirin. Hemen yola çıkın. Sana bu anlattıklarımı kimseye söyleme. Hiç kimseye. Anladın mı? Çocuklarımızı korumalısın. Kapatmak zorundayım. Sizi seviyorum. Çok seviyorum,’ demişti ve bir anda konuşma kesilmişti.
O an uzayan bir sessizliğin içine düştüm.”
Deniz sustu. Bunları anlatırken o günü yeniden yaşadı. Açık pencereden serince bir rüzgâr esiyordu. Usul usul yağan yağmurun sesi duyuluyordu. Pencereyi kapatmak için kalktı. Bir zamanlar bu pencereden dışarıya bakınca köyün sokaklarını ve doğayı hayran hayran seyreden turistleri görür, hallerine gülerdi. Şimdiyse terk edilmiş evler ve kimseye değmeden esen rüzgârın hırçın sesi vardı.
Defne’den ses gelmeyince dönüp baktı, kızı yatağa uzanmış, dizlerini karnına doğru çekmiş, kollarını göğsünde kıvırmış, elleri yastığına yaslanmış öylece uyuyakalmıştı. Kalkıp dolaptan ince bir çarşaf aldı ve “Hava çok sıcak baba,” diyen gece gündüz askılı tişörtler giyen kızının üzerini örttü. O zaman gördü yanağında asılı kalmış gözyaşını.
“Ah benim güzel kızım. Çabalarımız hep sizin ağlamayacağınız bir dünya içindi ama beceremedik,” dedi.
Buraya geldikleri o ilk günden itibaren çocuklar bir sürü soru sorup durmuşlardı. Deniz babalık otoritesiyle hemen hepsini savuşturmuştu. Sonra Defne sormuştu ilk defa o en zor soruyu. Annesinin nerede olduğunu, ne zaman geleceğini. “Bilmiyorum,” demişti Deniz, inandıramamıştı.
Bir süre sonra sormayı bıraktı Defne, her halinden belliydi; hem babasına hem de annesine küsmüştü. Sonra zamanla babasının bu hallerine alışmıştı ama annesine olan kızgınlığı gün geçtikçe artmıştı. Gençti daha. Hayatta bazı soruların cevabının ne kadar zor olduğunu bilmiyordu henüz.
4 Nisan 2024, Can
“Günaydın abicim. Erkencisin yine. Dışarıda güneş doğdu mu bari?” dedi Can, suratında yılışık bir gülümseme vardı.
“Doğdu tabii tembel çömez. Ben erken gelmedim. Benden başka bütün dünya güne geç başlıyor oğlum,” diyordu ki telefonu çaldı Ali’nin. Arka cebinden çıkardığı telefonun ekranında büyük harflerle “TEVFİK ABİ” yazıyordu.
Telefonda birkaç kez “Tamam abi, hemen abi,” dedikten sonra tekrar Can’a döndü.
“Ben çıkıyorum çömez. Buralar sana emanet. Bakanlıktan çağırmışlar beni. Artık siyasete girme zamanı geldi de geçiyor,” dedi. Can ile konuşurken yüzü gülüyordu fakat gelen telefondan sonra bakışları değişmişti. Aklı ne zaman bir yerlere takılsa gözleri aklıyla beraber ayrılır giderdi bu dünyadan. Sorun neyse, onu çözmeden de eski haline gelmezdi. Meraklıydı Can ama başhekimle ne konuştuklarını sormak uygun olmazdı şimdi.
“Abi, yanlış anlama ama siyaset kim sen kim?” diye muhabbete devam etti. En iyi bildiği şey çene çalmaktı çünkü.
“Niye öyle diyorsun? Yakıştıramadın mı beni bakanlık koltuğuna?”
“Ondan değil abicim. Sen doktor olmak için yaratılmışsın bir kere. Senin o işlere kafan basmaz,” dediğinde yapmacık olduğu belli olacak şekilde kaşları çatıldı Ali’nin. Bu sefer de Can toparlama ihtiyacı hissederek “Yani abicim yanlış anlama da siyaset başka bir dünya. Hem sen olmazsan ben ne yaparım?” diye kıvırdı lafı. Ali de güldü ve o kocaman eliyle omuzundan tutup salladı asistanını. Zayıf oğlan mısır dalı gibi sallanıyordu Ali’nin ellerinde.
“Merak etme çömez. Senden iyi bir enfeksiyon hastalıkları uzmanı yapmadan buraları bırakmam. Hem benim ne işim olur siyasetle? Acil toplantı varmış Bakanlıkta. Ona gidiyorum.”
Sözünü bitirip hızlı adımlarla uzaklaştı. Çok gitmemişti ki geri döndü, bir şey diyecekmiş gibi etrafa bakındı. Uzaktan diyemedi, Can’ın yanına geldi, iyice yaklaştı.
“Dün bir ara Tuba uğradı, seni sordu. Can Bey’imiz nöbet çıkışı izinli, diyemedim kıza. Hoş ne diyeceğimi de bilemedim, geveledim bir şeyler. Sen ne işler çeviriyorsun bakayım? Daha geçenlerde bana demedin mi, abi ben bu kızla evlenmeyi düşünüyorum, diye. Kızcağızın senin izinli olduğundan bile haberi yok oğlum…”
“Abi tamam, evleniriz de daha ortada kesin bir şey yok zaten. Ben de çok bunaldım bu aralar, biliyorsun. Sınavlar, nöbetler falan derken gençliğimi yaşayamıyorum. Dün de arkadaşlarla Gölbaşı’na doğru kaçmıştık. Tuba’nın vizeleri var diye ona söylememiştim,” diye açıkladı vaziyeti.
“Sana gezme demiyorum oğlum ama madem bu kızla görüşüyorsun haberleşmeyi ihmal etmeyin. Telefon diye bir icat var.”
“Abicim, ince bir vaziyet vardı, Tuba’ya o yüzden söylemedim. Anlarsın ya,” diye lafı dolaştırdı.
Anladı Ali. Can’ın söylediklerini de söyleyemediklerini de anladı. Durdu ve yüzüne Can’ın daha önce hiç görmediği bir gülüş yerleştirerek “Oğlum, sen eğlenilecek kızların peşindesin ama bil ki kızlar da adam gibi adamlarla diğerlerini ayırmayı iyi bilir. Benden söylemesi. Kapının önüne konduğunda üzülmeyesin sonra,” dedi.
Lafını bitirince başka bir şey demeden arkasını dönüp gitti. Gülüşü öylece asılı kaldı koridorda. “Tamam tamam birazdan ararım Tuba’yı,” dedi içinden Can. İşleri bitmemişti daha. Aklı Tuba’ya takılmıştı.
“İyi de Ali abi dün ona ne dedi acaba? Sorsaydım keşke. Zormuş bu işler. Tek ayak üstünde iş çevirmeler. Kızı üzmeyi de hiç istemiyorum. Bu sene beşinci sınıf zaten, stajları da zor geçiyor. İyi ki burada değil de Hacettepe Tıp’ta okuyor. Yoksa her daim aynı hastanenin içinde dip dibe olmaya ne gerek var? İşin kötüsü onun hayali, uzmanlığını burada, Ankara Tıp’ta benimle birlikte yapmak. Bu kızda ne gereksiz bir romantizm var yahu, anlamadım gitti. Yok efendim evlenince birlikte gider gelirmişiz. Hastanede öğle yemeklerini birlikte yermişiz. Nöbetlerimizi de ona göre ayarlayalım bari. Yalnız yatmamış oluruz dedim, diye bana üç gün küstü.”
Nöbetten kalma bütün işleri bitirmişti ama servisi devredeceği asistan daha gelmemişti. Doktor odasında beş-on dakika uyuklayabileceğini hesap etti. Odaya girerken kapının hemen yanındaki aynaya gözü takıldı. Yeşil forması hâlâ üzerindeydi. Ali gitmişti nasılsa, bir ara çıkartırdı.
Aynayı geçen ay Ali astırmıştı buraya. “Odaya girip çıkarken kılık kıyafetinizi gözden geçirin çocuklar,” demişti. Bir doktorun dış görünüşünün her zaman kusursuz olması gerektiğini söylerdi. En çok da Can’ın gözlerine bakardı bunu söylerken. Serviste en çok sevdiği ve en çok kızdığı adam Can’dı çünkü.
“Bence rahatlık her zaman şıklıktan önce gelir abi,” dediği bir gün “Sen doktorsun, ona göre doğru düzgün giyinmelisin,” demiş ve gün boyunca da surat asmıştı Can’a. Ali her sabah servise ilk gelen kişi olmasına rağmen tıraşlı ve jilet gibi giyinmiş olurdu. Nöbet sonrası sabahlarında bile kimse inanamazdı onun önceki gece nöbetçi olduğuna.
Can o kadar kasamazdı doğrusu. Asistanlığının ilk yılıydı daha. Hayatı boyunca çok çalışmıştı zaten. Lise, üniversite, uzmanlık sınavı, çalışarak her istediğini başarmıştı. En büyük hayalini de gerçekleştirmişti. Uzmanlık sınavında ilk tercihini kazanarak bu hastanede asistanlığa başlamıştı. Şimdi biraz eğlenmeyi hak ettiğini düşünüyordu. Servisi devredeceği asistan gelene kadar azıcık uyumak istedi. Tuba’yı ve Ali’den yediği fırçayı düşünmekten uyuyamadı. Sabah haberlerini açtı.
4 Nisan 2024, Nermin
Ayların en güzeli bu evi de şenlendirmişti. Masadaki lale vazosunda rengârenk laleler vardı. Bu şehirde geçen uzmanlık eğitimi sırasında Nermin’in en büyük zevki nöbet çıkışları Kızılay’da, Sıhhiye’de dolaşmak ve birkaç lale alıp eve dönmekti. Kaç yılı geçmişti bu şehirde. İlk zamanlar hiç sevmiyordu Ankara’yı. Çok gri geliyordu ona; çok soğuk, çok memur şehriydi Ankara.
Belki de kabahat Ankara’da değildi. Bursa’nın yeşilinden sonra Ankara’ya alışması yıllar sürmüştü. Doğma büyüme Bursalıydı. Şehrin bir ucundan diğerine gidene kadar bir dağ, bir ova, bir deniz geçer, ruhu hangisinde konaklamak isterse orada durabilirdi insan. İster yirmi kubbeli camisinde geçirirdi saatlerini isterse çevresindeki çarşıda. Öyle çeşnili bir şehirdi ki her gönlü doldururdu Bursa.
Nermin yirmi yılını Bursa’da yaşamıştı. Şehrin göbeğinde, insanın ve binanın en yoğun olduğu yerde. Fakültedeyken sınıf arkadaşlarıyla birlikte okul çıkışında Heykel’deki meşhur pastanenin önünde otobüsten iner, şehrin caddelerinde yürürlerdi. Beş dakikada Ulu Camii’ne varırlardı. Yorulunca Koza Han’da bir mola verirlerdi. Mevsim yazsa limonata, kışsa sıcacık salep içerlerdi. Nermin içeceğini beklerken başını göğe kaldırıp Bursa’yı onun şehri yapan çınar ağaçlarının arasından gökyüzünü seyrederdi. Mola bitince Kapalıçarşı’nın albenili vitrinleri arasından Reyhan’a doğru inerlerdi. Şehre ilk kez gelenlerin bile kokuları takip ederek kolayca bulabileceği tarihi fırının tahinli pidesini çok severdi Nermin. Oradan aşağıya doğru sallanıp Şehreküstü’den Altıparmak’a uzanırlardı. Sevgililerin buluştuğu Burç Pasajı’nın önünden geçerken yutkunurlardı illa ki. Çekirge’ye kadar yürürlerdi, evleri oradaydı. Böylece Bursa’yı boydan boya gezmiş olurlardı. Şimdi düşününce komik geliyordu ama onların gözünde bu kadarcıktı Bursa.
Nermin o şehrin çocuğuyken bin bir kapılı parkını çok severdi. Annesiyle babası bu kocaman parkta kaybolmadan yollarını nasıl buluyorlar, diye şaşardı. Her seferinde bir kapıdan girer başka kapıdan çıkarlardı. İlk gençlik yıllarında da bozulmadı büyüsü. Hayallerle dolu Nermin, parkın ince uzun, kıvrımlı yollarına sığınırdı tek başına. Çekirge Caddesi’ne bakan taraftaki, kollarını iki yana açmış şehri kucaklıyor gibi heybetli duran asırlık çınar ağacının altında bir rüyalık uyur, bir ömre bedel rüyalar görürdü.
Yukarıdan tıkırtılar gelmeye başlayınca Bursa’dan Ankara’ya döndü. Çocukluğunu ve gençliğini bırakıp çıktığı Bursa’ya bir daha geri dönmemişti. Ömrünün yarısından çoğunu geçirdiği Ankara onun için gurbet değildi artık.
Tıkırtılar artıyordu, ev halkı uyanmıştı, onlar uyandıysa dört duvar uyanırdı birazdan. Sabahları bir hengâme içinde canlanan ev, onlar gidince dinleniyordu mutlaka. Tam da o sırada fırından kokular gelmeye başladı. Nermin’in zamanlaması yine harikaydı. Mert merdivenleri ikişer ikişer inip de sofrada dumanı tüten peynirli ekmekleri görünce yüzü güldü.
“Sen var ya anne, seni yılın annesi ilan ediyorum!” dedi alkışlar içinde şımararak. Annesini üç öpücükle ödüllendirdi. Deniz ve Defne de inince masada ekip tamamlandı. Neşe içinde kahvaltı ediyorlardı. Nermin’e göre kahvaltıda fazlalık bile vardı. Her kahvaltı sofrasında başköşeye kurulan koca bir televizyon. Deniz’in kahvaltı zamanı sabah haberlerini izlemesi en kötü huyuydu. Her sabah ilk iş olarak o televizyonun açılmasına sinir oluyordu Nermin. Aralarında anlaşmışlardı, akşam yemeklerinde televizyon kapalıydı ama kahvaltıda açıktı. Alışmıştı aslında, duymamaya çalışıyordu. Hiçbir şeyin kahvaltı keyfini bozmasına izin vermezdi çünkü.
Bu sabah daha yüksekti televizyonun sesi. Bir anda televizyondan gelen “Acı bir haber var sırada” sözü bütün gülüşleri bastırırdı. Salgın hastalık lafını duyunca iyice dikkatini verdi Nermin. Başını kaldırıp ekranda yüzü gözü şişmiş, kızarmış insan görüntülerini görünce birden havası değişti. Bir onların evinde yaşadığı mutlu ve sağlıklı hayat vardı, bir de uzaklarda bir yerde yaşanan hastalıklar.
Haber uzayınca merak içinde ayağa kalkıp televizyonun başına geçti. “Fransa’da ve İtalya’da yeni tanı alan hastalardan sonra bir açıklama yapan Dünya Sağlık Örgütü yetkilileri, suçiçeğine benzeyen bu hastalığın…” diye devam ediyordu haber spikeri.
Görüntüler o kadar korkunçtu ki ağzında çiğnediği lokmayı yutmakta zorlandı. İnsanların vücutları korkunç lezyonlarla kaplı, bilinçleri kapalıydı. Neredeyse ölmek üzereydiler. Hiç de hayra alamet değildi bu görüntüler.
Bir an önce hastaneye gitmesi gerekiyordu. Yanındaki oğluna bir öpücük verip kalan ev ahalisine de yüksek sesle “Ben çıkıyorum millet,” deyip aceleyle çıktı evden. Hastaneye vardığında başhekimin sabahtan beri dört-beş kez kendisini aradığını öğrendi. Hastaneye geç kalmamıştı, hatta erken bile gelmişti. Bu aramalar sabah kahvesine pek benzemiyordu. Çantasını bırakıp önlüğünü bile giymeden hemen üst kata çıktı. Sağlık Bakanlığı’nın, şehirdeki tüm enfeksiyon hastalıkları uzmanlarını, katılımı zorunlu olan bir toplantıya çağırdığını öğrendi. Konuyu tahmin etmek zor değildi. Arabayı otoparktan çıkaramayınca taksiye atlayıp bakanlık binasına gitti.
Yüzlerce doktor toplantının başlaması için sabırsızlanırken kendi aralarında şu yeni meşhur ve meçhul hastalıktan bahsediyorlardı. Ankara’daki iki hastanede benzer şikâyetleri olan beş vaka görülmüştü. “Bu gece de haberlerde bunu seyrederiz artık,” diye düşündü Nermin can sıkıntısıyla.
Kocaman salonun uzun ara koridorlarında hızlı hızlı dolaşıp duran, yakalarındaki mikrofonlar ve kulaklıklarla sürekli birileriyle iletişim halinde gibi görünen siyah takım elbiseli, gizemli adamlar hiç hoşuna gitmemişti. Nermin ve arkadaşları kendi aralarında konuşup tahmin yürütürken onlar kararmış yüzleriyle ne hakkında konuşuyorlardı, kim bilir. Neyi veya kimi beklediklerini bilmeden bekliyorlardı yarım saattir. “Çevre ilçelerden gelenler var,” denildiğini duydu bir ara. Neyse ki saat onu geçerken salonun bütün kapıları kapandı. Kürsünün etrafında asık yüzle dolaşan ama pek kimseyle konuşmayan bir başka siyah takım elbiseli beyefendinin kürsüye çıkmasıyla toplantı nihayet başladı.
“Sayın meslektaşlarım, değerli katılımcılar. Hepiniz hoş geldiniz. İsmim Cenk Baykara. Sağlık Bakanlığı Bulaşıcı Hastalıklar Birim Başkanlığı’nda görevliyim. Bir süredir televizyonlarda, sosyal medyada ve hepimizin ortak gündeminde olan önemli bir mevzuyu konuşmak için burada toplandık. Bildiğiniz üzere iki haftadır, dünya geneline yayılmış, virüs kaynaklı olduğu düşünülen bir hastalıkla karşı karşıyayız. Dünya Sağlık Örgütü’nün resmi olmayan açıklamalarına göre hastalığın etkeni Variola virüsü.”
Variola adını duyar duymaz salondan sesler yükselmeye başladı. Konuşmacı bunları duymazdan gelerek sözlerine devam etti.
“Şu an elimizde başka bir etken olduğuna dair kanıt olmadığından, toplantının bundan sonrası tüm dünyayı etkileyen, yaşadığımız bu salgının Variola virüs kaynaklı Çiçek Hastalığı olduğu varsayımına göre planlanmıştır.”
Bir anda salonun her yerinde söz almak için el kaldıran ve ayağa kalkan birçok dinleyici oldu. “Ama… Mümkün değil… Facia…” kelimelerinin seçildiği bir sürü cümle dolanıyordu salonda. Nermin’in tek düşündüğü bu sabah televizyonda gördüğü görüntülerin, kitaplarda anlatılan Çiçek Hastalığı’yla birebir uyuştuğuydu. Yıllardır görülmeyen ama bir zamanlar insanlığın başına bela olmuş eski düşmandı bu. Nefesini tutmuş, konuşmacıyı dinlemeye çalışıyordu. Hoparlörlerden gelen ses birkaç perde daha yükselip salondaki uğultuyu bastırdı.
Konuşmacının “Heyecanınızı anlıyorum arkadaşlar ama salondaki sessizliği sağlayabilirsek konuşmama devam edebilirim. Şu an kimseye söz hakkı veremeyeceğim. Beni dinlerseniz sorularınızın cevabını alacaksınız zaten,” demesiyle salon kısmen sessizleşti.
“Ülkemizdeki verilere gelirsek, düne kadar Ankara’da bize bildirilen iki ayrı merkezde toplam beş vaka olduğunu biliyorduk. Bu sabah yeni bildirimler geldi. Hastalarla yakın temasta bulunan on yedi kişide yüksek ateş ve halsizlik gibi hastalığın başlangıç semptomları görülmüş ve Çiçek Hastalığı ön tanısı almıştır. İstanbul’daki vakaların sayısı Ankara’dan çok daha fazla, maalesef. Ankara’da tanı alan toplam yirmi iki vakanın yanında ülkemiz genelinde, İstanbul ağırlıklı olmak üzere hasta sayısı yüz yirmi dörde ulaştı. Ülkemizde tespit edilen bu vakalardan dolayı henüz ölüm bildirilmemiştir. Ancak hasta sayısının hızla artmasından endişe ediliyor.
Hastanenizde çalışan tüm hekimler ve yardımcı sağlık personelinin konu hakkında hızla eğitilmesi şarttır. Birazdan size dağıtacağım planlara göre şüpheli her vaka sahibi karantinaya alınacak ve tedavisine başlanacaktır. Viral kaynaklı olduğu için destek tedavisinin yanında antiviral tedavi başlanacak ve ateşe yönelik tedavi yapılacaktır. Sizlerin de bildiği üzere Çiçek Hastalığı’nın özel bir tedavisi yoktur. İlave bakteriyel enfeksiyonları engellemek amacıyla antibiyotik tedavisi başlanabilir. Ayrıntılı tedavi şeması yine elinizdeki formlarda mevcuttur.
Üzülerek belirtmeliyim ki Dünya Sağlık Örgütü’nden Sağlık Bakanlığımıza gelen son bilgilere göre şimdiye kadar Çiçek Hastalığı tanısı alan ve antiviral tedavi uygulanan hastaların hiçbirinin kliniğinde düzelme gözlenmemiş ve ölümle son bulmuştur. Kısacası şu an için virüsün bilinen hiçbir tedaviye cevap vermediği ve dün itibarıyla dünya genelinde beş yüz kırk iki hastanın bu virüs nedeniyle öldüğü bilinmektedir.”
Bir anda salondan daha büyük bir uğultu yükseldi. Konuşmacı sözlerine devam etmek istedi ama salondaki hemen hiç kimse onu dinlemiyordu artık. İnsanlar gözleri büyümüş, korku ve hayret içinde yanındakiyle, arkasındakiyle konuşmaya başlamıştı. Önde oturanlardan biri ayağa kalkmış ve ısrarla konuşmacıyı taciz ediyordu. En sonunda söz alarak sordu. Kelimeleri, cümleleri bir araya getirmekte zorlanıyor gibi konuşuyordu.
“Toplamda tanı alan kaç olgu var? Siz şimdi beş yüz kırk iki ölü var, diyorsunuz. Bu çok büyük bir rakam. Yani bu hastalıktan ölüm oranı nedir?”
Farklı bir ses tonunun duyulması ve en önemli konuda, çok net bir soru sorulması herkesin ilgisini çektiği için salondakiler biraz sakinleşti. Herkes soluğunu tutmuş verilecek cevabı bekliyordu.
“Dün akşam itibariyle bakanlığımıza toplamda bildirilen ve tedavi altına alınan sekiz yüz kırk dokuz hasta olmuş. Bunların iki yüz kadarı da bir gün öncesine ait, yeni tanı alan hastalar. Kısacası, hemen tüm hastaların tanı aldıktan sonra ortalama dört ila beş gün içinde öldüğü bildirildi. Yani ölüm oranının yüzde yüz olduğunu söyleyebiliriz.”
Bu cümleler uzun süre bütün kulaklarda çınlayacak kadar inanılmazdı. Tüm katılımcılar doktor da olsa söylenenler kolay sindirilebilecek şeyler değildi. Konuşmacı, sözlerine yine mecburi ara vermek zorunda kaldı. Basit bir hesapla, tanı alan hemen tüm hastaların birkaç gün içinde öldüğü anlaşılıyordu. Matematik şimdiye dek hiç bu kadar acımasız olmamıştı.