Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «PANDEMİ», sayfa 4

Yazı tipi:

4 Nisan 2024, Deniz

“Alo,” dedi Deniz kaygıyla ama karşıdan ses gelmedi. Nermin ilk defa suratına telefon kapatmıştı. Söylediği onca şeyden sonra Deniz’in kendine gelmesi uzun sürmedi. Hemen Defne’yi aradı. Kardeşini alıp vakit geçirmeden eve gelmesini söyledi.

Deniz eve vardığında çocuklar henüz gelmemişti. Evin sessizliği ürküttü onu. Sair zamanda eve en geç gelen Deniz olurdu. Kapıyı açıp girdiğinde önce Mert üzerine atlardı. Deniz düşmemek için direnirken Defne gelirdi. Mert’in yıllardır eksilmeden devam eden şebekliklerine yadırgayan gözlerle bakarak “Hoş geldin baba,” derdi. Çocukların arkasından yetişen Nermin, o anki keyfine göre ya gülerek ya da kızarak “Ah be oğlum, in babanın üzerinden, bir gün devireceksin koca adamı,” derdi. Hele de Deniz’in elinde torbalar varsa. “Bak sen şu sıpaya, babasının elindekileri alacağına,” diye söylenirken poşetleri alır mutfağa geçerdi. Bu tafsilatlı karşılama sayesinde Deniz tüm yorgunluğunu kapının önünde bırakır, eve öyle girerdi.

Bu sefer ölüydü ev. Ne çocukları ne eşi ne de onların gülücükleri vardı. Deniz üç büyük bavul çıkardı hemen. Yanına neler alması gerektiğini düşündü önce. Temizlik malzemeleri, ilaçlar… İlaç kutusunu indirdi dolaptan. Her boydan bir sürü ilaç kutusu, dört kişilik bir ailenin yıllardır biriken anı dükkânı gibiydi. Birçoğu Mert’in alerji nöbetlerinden, Defne’nin ağır geçirdiği zatürreden hatıraydı. Yere ilaç kutusunu devirdi, ilaçlar halının üzerine saçıldı. Lazım olanları almalıydı sadece. Onlarca kutu vardı. Bunları okuyup ayırmaya uğraşacak zamanı yoktu. Hem orada ne kadar kalacakları da belli değildi. Ne olur ne olmaz deyip hepsini bir torbaya doldurdu, bavulun yanına koydu. Fakat kendisi için yeterince astım ilacı yoktu evde. Elindekiler en fazla üç hafta yeterdi. Mert’in alerji ilaçları da az kalmıştı, en önemlisi onlardı. Ne çok eksik vardı. Cüzdanı kaptığı gibi eczanede aldı soluğu. Acil gereken ilaçların yanında, lazım olabileceğini düşündüğü ağrı kesici, ateş düşürücü, antiasit, aklına ne gelirse aldı. İlaç sevmeyen bir ailenin paniğiydi bütün bunlar. Nermin ne olup bittiğini söyleseydi, ona göre ilaçlar alırdı. Merakla yüzüne bakan eczacıya tatile gideceklerini söyledi. Allah’tan eczane yakındı, eve dönmesi on dakikasını aldı.

Eve vardığında çocuklar gelmişti. Bir kapının girişindeki bavullara, bir de babalarının yüzüne bakıyorlardı şaşkın şaşkın. Yolda gelirken plan yapmıştı Deniz, hızlıca eşyaları hazırlayacak bavulları alıp alışverişe çıkacaklardı. Hazırlanırken bir yandan da alışveriş planını konuştular. Aynen Nermin’in ona verdiği talimatlar gibi, o da kısa ve net talimatlar vermişti çocuklara.

“Hızlıca evden çıkmamız gerekiyor. Uzun süre eve dönmeyeceğimiz bir tatile çıktığımızı düşünün. Yanınızda olması gereken her şeyi bu bavula koymalısınız,” dedi Deniz.

“Issız adaya düşersen yanına ne almak isterdin, gibi bir oyun mu bu?” dedi Mert gülerek. On üç yaşının verdiği neşeyle her şeyi oyuna çevirme potansiyeli vardı.

“Aynen öyle oğlum ama oyun değil, gerçek maalesef,” cevabını alan Mert’in yüzündeki gülümseme kayboldu bir anda, şaşkın ördek gibi sendeledi olduğu yerde. “Hadi, hadi! Herkes odasına. Giysilerden başlayın. Hem yazlık hem de kışlık almalısınız. Edremit’e gidiyoruz. Orada yazlık kıyafetler var gerçi. Sadece kışlıkları alın siz. Hırka ve paltolar da dahil. Oyalanmayın. On dakika sonra hazırladıklarınızı kapının önündeki bavulların yanında görmek istiyorum. Ben kontrol ettikten sonra bavullara yerleştireceğiz.”

“On dakika mı?”

“Evet, on dakika kızım. Uzun bir inziva hayatı gibi düşünün. Ona göre hazırlanın.”

Bir yandan onlara laf yetiştirirken bir yandan da eline geçeni evin girişinde topluyordu.

Aklına yatmayan şeyi yapmayacak yaşlara gelmiş olan Mert hâlâ olduğu yerde dikiliyor ve “İnziva mı? O da ne? Nereye gidiyoruz ki?” diyordu. Şaşkın sesi duvarlarda yankılanıyordu.

“Hadi oğlum, hadi! Hemen yola çıkıyoruz. Hızlıca eşyalarımızı hazırlıyoruz, sonra da markete gidip yiyecek alıyoruz.

“Peki annem? Annem ne olacak?”

“Daha sonra gelecek sanırım. Meraklı sorular istemiyorum artık. Marş marş.”

Deniz sesini yükseltmişti. Konuşmasındaki kesinlik üzerine çocuklar birbirine meraklı gözlerle bakarak sessizce odalarına yöneldiler. Deniz de yatak odasına girerek otomatik bir şekilde, hiç düşünmeden eşyalarını yatağın üzerine koyarken aklından geçen soruların cevabını bulamamanın sıkıntısı içindeydi. Nermin’in kıyafetlerini de almalı mıydı?

“Beni beklemeyin,” demişti Nermin.

En azından birkaç kazak, pantolon, gecelik ve palto aldı. O gelmese bile Defne giyerdi.

İşi bitince odadan çıktı. Sıra çocukların bavullarına gelmişti. Ne kadar lüzumsuz eşya varsa hepsini almışlardı. Deniz hazırlanan eşyaları eleyip gidecek olanları bavula yerleştirirken her elenen eşyada bir bağırtı yükseliyordu.

“Hayır! Gitarımı bırakamam ki baba,” diyordu Mert, “Ama o benim günlüğüm!” diyordu Defne, ardından yine Mert “Arabam olmadan olmaz! Ben yaptım onu, ne çok uğraştım, biliyorsun baba. O benim hayatım,” diyerek ayak diriyordu.

Babalarının cevap bile vermediğini görünce pes ettiler sonunda. Dört bavulla ancak evden çıkabildiler. Bavulları bagaja yerleştirdiler. Kalan boşlukları gören Mert bir atak daha yaptı.

“Bak baba, buraya iki bavul daha sığabilirdi. Gitarımı evde bıraktık senin yüzünden.”

“Öyle mi?” dedi Deniz alaycı bir gülüşle. “Daha alışveriş yapacağız oğlum. Yoksa her acıktığında gitarını mı kemirmek istersin?”

Arabaya binip en yakındaki marketin önünde durdular. Saate baktı Deniz. “Saat yarım sayılır, birde kapıda hazır olun. Buradan alacağım sizi, bıraktığım yerden. Anlaşıldı mı?” dedi ikisinin yüzüne sırayla bakarak. Sonra Defne’ye çevirdi gözlerini. “Söylediğim gibi kızım. Konserve, makarna gibi uzun süre bozulmayacak yiyeceklerden alacaksınız. Şekerle, çikolatayla işiniz olmasın. Unutmadan; karabuğday, kinoa ve ince bulgur alın bolca,” derken suratını ekşittiğini görmezden geldi ve “Sizin sevip sevmemeniz mühim değil. On paket, yok yok yirmi paket alın. Raflarda ne varsa hepsini alın işte,” dedi.

“Sen yersin o karabuğdayı, ben ağzıma koymam ona göre,” dedi prenses. Hiç aç kalmadığı belli oluyordu. Belki yemek pişirme imkânımız olmaz, o zaman bunları pişirmeden de yiyebiliriz, diyecekken Deniz sustu ve yutkundu.

“Hızlı olun, birbirinizden sakın ayrılmayın. Mert, ablanın sözünü dinliyorsun. Gevezelik yok. Tamam mı?”

Sözleşmiş gibi uzata uzata, bir ağızdan bağırdılar: “Tamam baba!”

Bu tamamın çocuk dilinde “Sen istediğin kadar anlat, ben bildiğimi yaparım,” demek olduğunu bilecek kadar babalığı deneyimlemişti Deniz.

Arkalarından korna çalıp bağırdı: “Defne! Kredi kartını almadan nereye kızım?”

Koştura koştura geri gelen Defne’ye kredi kartını verirken “Kimseye yaklaşmayın sakın, kardeşine dikkat et kızım!” diye bir kez daha gözlerini kocaman açarak tembih etti. Hatta kızını alnından öpmek istedi ama vakit kaybetmemek için vazgeçti.

Kızı markete doğru uzaklaşırken Deniz de az ötedeki büyük markete daldı. Unutmamak için önce baklagiller reyonuna gitti. Karabuğday ve kinoa aldı bol bol. İkisi de yeterince suda bekleyince pişirmeden de yenebiliyordu. Tüm faydalı besinler gibi bunlara da önyargısı olan çocuklara bu konuda güvenemezdi. Raflarda ne varsa aldı. Nermin’in söylediklerini kafasında evirip çevirerek diğer reyonları da boşalttı. Sürekli saatine bakarak alışverişi tamamladı. Ömrünün en fazla ve en hızlı alışverişini yapmıştı.

Aldıklarını bagaja tepeleme istifledi, bazılarını da arka koltuğa koydu. Çocukları aldığında saat biri geçiyordu. Önce Mert’i arka koltuğa oturttu ve Defne’yle birlikte aldıklarını yerleştirdiler. Koltukların üstü, ayaklarının altı, her yer torbalarla doluydu. Kalanları da ön koltuktaki Defne’nin kucağına verip gaza bastı Deniz.

Arkada oturan Mert sesini olduğundan daha da boğuklaştırarak “Baba, ben burada nefes alamıyorum,” dedi.

“Biraz sabret oğlum,” diye cevap verdi Deniz. Sakin bir yerde durup aldıklarımızı düzenleyeceğiz. Öyle kalmayacaksın, merak etme.”

Şehrin dışına çıktıktan sonra ilk tenhada durdu.

“Hadi bakalım. Boşlukları doldurmaca oynayacağız şimdi. Yolda durmak zorunda kalırsak dikkat çekeriz böyle,” dedi.

Mert bir yandan kucağındaki paketleri ayağının altına sokuştururken bir yandan da babasına laf yetiştiriyordu. “Beni düşündüğünden değil yani. Aşkolsun baba.”

Büyük torbaları koyacak yer olmadığından içindekileri çıkarıp öyle yerleştiriyorlardı. Kısa sürede, arabanın içinde ne kadar boşluk varsa hepsine bir şeyler sokuşturdular. Bir paket kelebek makarnanın etrafa saçılması haricinde pek fazla zayiat vermeden yeniden yola koyuldular. Dışarıdan bakıldığında dikkat çekici görünmüyorlardı.

Önde oturan Defne, elindekileri arka koltuğa göndermeye devam ediyordu.

“Ya baba, ablama bir şey söyle. Ne varsa arkaya atıyor,” diye mızıldandı Mert. Daha Deniz bir şey demeden “Arka camlarda filtre var da ondan akıllım,” diye kendini savundu Defne. “Biz önde babamla kabak gibi görünüyoruz, baksana. Bir polis arabasının yanından geçersek dikkat çekeriz. Benim de ayağımın altı poşet dolu, görmüyor musun? Ama böyle de çok komik oldu baba, baksana. İnşallah biri arka kapıyı açmaya kalkmaz. Yoksa Mert’le beraber her şey yere yuvarlanacak.”

Hep beraber arabayı çınlatan koca bir kahkaha attılar. Deniz bulundukları hali hatırlayıp hemen durgunlaştı ama Defne güle oynaya konuşmaya devam ediyordu.

“Aldıklarımızı arabaya doldurmayı ve arabanın kapılarını kapatmayı başardık da eve vardığımızda bunları nasıl boşaltacağız? Bir de bunları mutfağa taşıyacağız, değil mi baba? Bak baştan söyleyeyim, ben eve gidince önce ayaklarımı uzatıp dinlenirim sonra arabayı boşaltırım. Ayaklarımın altı öyle dolu ki bacaklarımı kımıldatmadan nasıl gideceğim o kadar saat, hiç bilmiyorum.”

“Çocuklar işte. Bunu bile eğlenceye çevirdiler,” diye düşündü Deniz. Son saatlerin hızlı temposunda yorulmuştu. Çocuklar neden böyle apar topar yola çıktıklarını merak ediyorlardı. Bugün yaşananlar hakkındaki ısrarlı sorularını “Öyle gerekiyordu,” yanıtını vererek geçiştirdi. Deniz aslında pek de fazla bir şey bilmediği için cevap veremiyordu. Bildiklerini de söyleyemiyordu çünkü Nermin kimseye söyleme, demişti. Yol uzayıp gidiyordu önlerinde. Korkudan pencereleri bile açmıyordu. Çocuklar yola çıktıklarından beri fıkır fıkır kaynıyorlardı. Durup dururken, aklına bir şey gelen basıyordu feryadı.

“Yarın okul korosunun seçmeleri vardı ama!” diye mızırdadı Mert. Ardından “Benim de gelecek hafta piyano konserim var baba. Ona yetişemez miyiz?” diye sordu Defne.

Bu nesile laf anlatmak ne kadar zordu. Deniz, demokratik bir ev ortamında çocuk yetiştirmiş olmanın zorluklarını yaşıyordu. Soruların hiçbirine cevap vermedi. Önceleri çocuklar birbirlerinin sorusuna cevap verdiler ama sonunda onlar da pes etti. Kimsenin sohbet etmeye hevesi kalmamıştı. Arabanın içi sessizdi ve herkesin kaşları çatık bir halde yola devam ediyorlardı. Bir süre sonra sessizlikten sıkılan Deniz radyoyu açtı. Şarkılı türkülü bir şeyler ararken haberlere rastladı. Duydukları hepsini altüst etti.

“… toplum sağlığını koruma amacıyla ateşi olan vatandaşların evlerinden çıkmamaları konusunda kesin bir dille uyardı. Kırk beş yaşın altındaki kişilerin de kendi güvenlikleri açısından evden çıkmamaları tavsiye edilmektedir. Bugün saat on üç otuz itibariyle ilan edilen olağanüstü halin ne kadar süreceği henüz açıklanmadı. Yarından itibaren ilk, orta, lise ve yükseköğrenim olmak üzere tüm okulların tatil edildiği bildirildi. Konu hakkında gereken önlemlerin alındığını ve yeni gelişmeler oldukça vatandaşlara bilgi verileceğini söyledi. Evet sayın dinleyenler, olağanüstü halin sokağa çıkma yasağı olmadığını belirten Sağlık Bakanımız Sayın Atalar, vatandaşlara kalabalık ortamlardan uzak durmaları konusunda uyarıda bulundu.”

Çocukların gürültüsü radyonun sesini bastırıyordu.

“Ne oluyor baba? Ne olağanüstü hali?”

“Ben bir şey anlamadım abla. Baba, ne diyor bu kadın?”

“Çocuklar! Biraz susun da anlayalım ne olduğunu,” diye sert çıkıştı Deniz. Diğer kanalları da gezdi. Tüm radyo kanallarındaki spikerler benzer cümleleri tekrar ediyordu. Sonrasını dinleyemedi, kapattı radyoyu. Neden böyle apar topar evden çıktıklarını anlamıştı nihayet. Olağanüstü halden ve Ankara’dan kaçıyorlardı. Saate baktı, ikiyi geçiyordu. Şu an Ankara’da olduğunu hayal etti, en çok da marketlerin nasıl talan edileceğini. Tam zamanında alışverişi bitirip çıkmışlardı. İki saat, o çok kıymetli iki saat alışveriş yapmaya ve yola çıkmaya, yani hayatlarını kurtarmaya yetmişti. Benzin istasyonundaki kalabalığı görüp yeniden şükretti haline. Yeni doldurduğu depo onları Edremit’e çok rahat götürürdü. Bu arada çocuklar da susmuş radyoyu dinliyordu. Haberleri duyduktan sonra sorularının içeriği de değişmişti. “Annem ne zaman gelecek?” gibi cevabı olmayan soruların yerini “Olağanüstü hal nedir baba?” gibi daha kolay sorular almıştı bile.

4 Nisan 2024, Nermin

Çiçek tanısı konan hemen tüm hastaların birkaç gün içinde öldüğü bilgisini aldıktan sonra salondaki uğultu uzun süre dinmedi. Facianın boyutunu açıkça gören bu kadar doktoru sakinleştirmek çok zordu elbette. Yine de kürsüden gelen uyarılar az da olsa işe yarıyordu.

“Sayın hekim arkadaşlarım. Lütfen sessiz olalım. Sayın hekimler.”

Bu kargaşada Nermin ısrarla konuşmacıyı dinlemeye çalışıyordu. Konuşmacı sözlerine başlayınca sessizlik hâkim oldu yeniden salona.

“Literatür bilgilerine göre Çiçek Hastalığı’nda antiviral ilaçlar kullanılır. Her ne kadar şimdiye kadar edindiğimiz tecrübeler doğrultusunda bu salgında kullanılan antiviral ilaçların başarısız olduğu bilinse de elimizde tedavi edici başka seçenek bulunmamakta. Bu nedenle vakaların tümünde mevcut tedavi yöntemi uygulanacaktır. Erken tanı alınan hastalarda ise tedavinin daha etkili olacağı umulmaktadır.” Nermin midesinin bulandığını hissetti. Konuşmacının da alnı terliyor olmalıydı ki birinin verdiği mendille durup durup alnını siliyordu. Çaresizliğin en görsel haliydi bu.

“Hastaların hastanedeki sağlıklı bireyleri kontamine etmemeleri için belirlenen karantina önlemlerinin hızlı ve etkili biçimde uygulanması elzemdir. Hastanelerimize başvuran ilk hastalar suçiçeği ön tanısıyla hekimler tarafından izolasyon bölümlerine alınmıştı. Bu önlemler, ilk günler alınabilecek tüm tedbirlerin gerektiği şekilde alındığını gösteriyor. Ancak, artan hasta yoğunluğu nedeniyle izolasyon odalarının kısa zamanda yetersiz kalacağı da gerçektir. Bu nedenle sizlerden, bugünden itibaren hastanelerin yoğun bakımlarını çiçek hastalarına ayırmanız istenmektedir. Hasta sayısının daha da artması durumundaysa zamanla şehirlerdeki hastanelerin tamamının sadece bu hastalara tahsis edilmesi planlanmaktadır. Bugün içinde bakanlık genelgesiyle hastanelere yazılı bildirim yapılacaktır. Yine bugün itibariyle tüm illerde konuyla ilgili kriz masaları açılacaktır. Tüm yeni vakaların, İl Sağlık Müdürlüklerine acilen telefonla bildirimi zorunludur.

Yeniden hastalığın kliniğine dönersek, hiçbirinizin çiçek hastası görmediğini biliyoruz. Bu toplantılar aynı anda ülkemizin tüm şehir merkezlerinde düzenlenmekte ve enfeksiyon hastalıkları hekimlerimiz şu an sizler gibi bilgilendirilmektedir. Sizlerle hastalık hakkındaki genel bilgileri ve önceki salgınlardan elde edilen deneyimleri paylaşacağız. Bakanlığımızın genel afet yönetim planının gereği olarak şu andan itibaren tüm sağlık çalışanlarımızın izinleri iptal edilmiştir. İzinde olanlar da yine bugün itibarıyla geri çağırılacaktır.

Çiçek Hastalığı’nın bulaşma yolları ve genel seyri hakkında bilgi vermek gerekirse Variola virüsün başlıca solunum yoluyla ve insandan insana yakın temasla bulaştığı bilinmektedir. Hayvanlarla temas ve sivrisinek ısırması gibi yollarla bulaşma riski yoktur. Bulaştırıcılık özelliği geçmiş yıllardaki salgınlarda görülenlerden çok daha yüksek olan bu virüsün nefes alıp vermeyle, öksürük ve hapşırmayla üç metrelik bir alana yayıldığı düşünülmekte. En kötüsü de virüsün havada asılı kaldığı ve bulaştığı yüzeylerde günlerce canlılığını koruduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle kişisel hijyen kurallarına her zamankinden daha fazla dikkat etmek zorundayız.”

Gerilimin dozu gittikçe artıyordu. Nermin hastaneye son iki günde gelen hastaları düşündü. Çiçeğe benzer bir hasta görmemişti, şükretti haline. Keşke bakanlık olayı abartıyor olsaydı ama tedbirli olmak en iyisiydi elbette.

Virüs üç metre yayılıyor ve günlerce canlı kalabiliyor, diyordu adam. Sonra da dikkat edin, diyordu. Neye dikkat edeceklerdi ki? Nefes almamaya mı?

3 Nisan 2024, Can

Eve giderken alçak duvarın ardından görünen büyük bahçedeki sahibinin üzerine atlayan köpeği seyretti. Şu dünyada Can’ın en sevdiği canlı köpekti. Ne zaman bir şeye canı sıkılsa karşısına bir köpek çıkar, onu severek sakinleşirdi. Şimdi de sahibiyle yerde yuvarlanan köpeği görünce günü unutmuştu. Genç bir çocuk kendinden büyük köpeğiyle boğuşurken kahkaha sesleriyle havlamalar birbirine karışıyordu. Köpeğin sahibini çok sevdiği belliydi, uzun ince kuyruğu hızlı hızlı yeri dövüyordu. Biraz daha ilerleyince sokak köpekleri çıktı karşısına. Beş-altı tanesi birbirine yakın dolaşıyorlardı. Uzun ve soğuk geçen kış boyunca zayıflamışlardı.

Birine ait olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünürken evin önüne gelmişti bile. Anahtarını aradı ceplerinde. Hep sağ cebine koyardı ama bugün boştu sağ cebi. Sol elindeki torbaları sağ eline aldı ve boşta kalan eliyle sol cebini yokladı. Geçen bahardan bu yana giymemişti bu ceketi. İki bozuk paranın parmaklarına değdiğini hissetti. Birbirlerine çarpınca çıkardıkları sese gıcık oldu. Hiç sevmezdi bozuk parayı. Paraların hemen yanındaki kâğıt parçaları değdi eline. Birkaç kâğıt para çıktı cepten. Paraları cebine koymazdı halbuki. Marketten az önce aldığı para üstü olmalıydı. İki gece nöbet tutunca akıl kalmamıştı. Kafası o kadar dağılmıştı işte.

“Daha kaç sene anahtarla açacağım ben bu kapıyı,” diye kendi kendine söylenirken sırt çantasının en önündeki küçük, fermuarlı gözden çıkarttı anahtarı. Kapıyı açar açmaz Ateş ayaklarının dibinde bitti. “Dur kızım, ayakkabılarımı çıkarayım, üstümü değiştireyim sonra severim seni,” dese de dinlemiyordu Ateş. O da haklıydı, özlemişti Can’ı. “Aynı Tuba gibisin sen de. Paşa gönlünüz isteyince sevileceksiniz illa. Can’ın canı çıkmış, kimin umurunda.”

Ateş’in başını okşayıp ağzına bir parmak bal çaldıktan sonra hızlı adımlarla banyoya girdi. Önce üzerindeki pislikten arınması gerekliydi. Yirmi dakika sonra giysileriyle birlikte hekimliğinden de soyunup çıktı banyodan. Kendine kocaman bir “Hoş geldim,” dedi uzata uzata. “Gel bakalım güzel kızım,” diye koca kafasını sevdi köpeğinin. “Öyle yorgunum ki şuracıkta sızalım seninle. Karnım nasıl da aç, biliyor musun?”

Mutfağa girmeden önce Ateş’in mama ve su kaplarının olduğu banyoya geçti. Her nöbet çıkışı eve gelince ilk yaptığı iş mama ve su kaplarını kontrol etmekti. İki büyük su kabının içinde kalan suları lavaboya boşaltırken gece boyu diline doladığı şarkıyı mırıldandı: “Bugün yine gönlümün bahçelerinde gezindim.”

Annesinden öğrenmişti bu şarkıyı. Onun ipek gibi sesinden dinlemeyi tercih ederdi. Kendisinin sesi de fena değildi aslında ama yorgundu şimdi. Çatallanan sesi şarkı söylemesine izin vermiyordu. Kendi sesinden rahatsız olunca sustu. Kapları yalandan yıkayıp yeniden doldurdu. Mama kapları doluydu hâlâ, onların acelesi yoktu.

Gelirken dondurulmuş bir şeyler almıştı. Mikrodalgada ısıttı mı karnını doyurabilirdi ama onlarla uğraşacak hali bile yoktu şimdi. Yatıp uyumak istiyordu sadece. Yatağına uzandı. Çenesini iyice açarak esnedi. Gerinirken bütün ağrılarını hissetti. En çok baldırları ağrımıştı. Kendini bıraktığında bir karınca ordusu geçip gitti vücudundan. Başını yastığa güzelce yerleştirdi.

Ali’yle hastanede konuştukları aklına üşüştü. Yalnız kaldıkları bir ara “Ne şanslı çocuksun oğlum. Senin kız yine eli kolu dolu geldi bu sabah,” demişti Ali.

Tuba bu aralar sık sık hastaneye uğruyordu. Ya yiyecek bir şeyler getiriyordu sevgilisine ya da ne zamandır aradığı kitabı bir yerlerden bulup çıkartmış oluyordu.

“Şu kızın kıymetini bil,” diyordu Ali. “Kız tıp fakültesi okurken bile fırsat bulup sana kek, börek yapıyor ve hastane köşelerine taşıyor. Kadının bu ise şanslısındır oğlum.”

“Aman abi, iyi ki hatırlattın. Ben yarın öğle arası birkaç saat kaybolacağım. Tuba gelirse sen yine bulursun bir şeyler,” dediğinde kızmıştı Ali.

“Ne yapıyorsun oğlum sen? Senin o birkaç saat kaçtığını görür böyle kızlar, sadece söylemezler,” demişti. Her lafa verilecek bir cevabı olan Can, bu sefer ne diyeceğini bilememişti. Fırsattan istifade etti Ali. “Senin gibiler de her söylenmeyeni görülmedi zanneder. Söylemediklerinden ölür böyle kızlar. Görülmedi zannettikleriyle öldürür senin gibi adamlar.”

“Deme abi bak, ölür kız, içimde patlar.”

“Ölmesin oğlum. Öldürme,” diye diklendi Ali ve tek bir kelime daha etmeden dönüp gitti.

Ne istediğini biliyordu Can. Dilinden düşmeyen özgürlük lafını bir bayrak gibi hep en yüksekte tutuyor, kendi özgürlüğünü bir başkasına, hele de bir kadına teslim etmekten ölesiye kaçıyordu. Karşılığı ne olursa olsun özgürlüğünü vermemeye kararlıydı. Sevmeye kendini bırakamaması, sevdiğini sakatlaması hep bundandı. Sık boğaz edilmek istemiyordu. Tuba’yı seviyordu, aşka boynu kıldan inceydi ama gençliğini de yaşamak istiyordu.

Gördüğü köpekler geldi aklına: bahçedeki tasmalı köpek ve özgürce dolaşan sokak köpekleri. Hiçbir kadın ona tasma takamazdı. Arkasını döndü. O zaman gördü başını koyduğu yastığın üzerindeki irili ufaklı lekeleri. Kirli değildi, yıkamak için daha dün çıkarmıştı kılıfını, ya da önceki gün. Şimdi yeni bir yastık kılıfı takmaya uğraşamayacak kadar yorgundu. Tuba’yı düşündü. Burada olsa değiştirmeden yatmasına izin vermezdi. Bir haftadır arayıp sormadığı sevgilisi kaç yıldır her sıkıştığında yanında olmuştu. Hafta sonları evine uğrar, yemeğini pişirir, ortalığı toparlardı. Can rahat rahat ders çalışsın diye sessizce dolaşırdı evde. İnternetten aldığı tariflerle kekler, kurabiyeler yapardı. İlk maaşıyla Tuba’yı hediyelere boğmuştu, o olmasaydı uzmanlık sınavını kazanamazdı. Ders çalıştığı zamanlarda bile bundan daha sık görüşüyorlardı. Can bunaldığı zaman Tuba’yı arardı, gelecek güzel günlerden bahsederlerdi. Uzmanlığı aynı hastanede yapmayı, böylece her fırsatta görüşmeyi hayal ederlerdi. Yastığa baktı. “Bu seferlik de böyle olsun,” diye söylendi ağzının içinden.

Tanıdığı erkeklerden pay biçiyordu şimdi de. Örneğin Akın, iş çıkışı bir yere takılacak olsalar karısına haber vermeden gelemiyordu. Gün bitip de evine kavuşacağı anı bekliyordu. Her akşam hastaneden çıkarken eşini arayıp “Ben çıkıyorum, istediğin bir şey var mı?” diye soruyor, bazen birkaç kez “Tamam canım,” diyerek telefonu kapatıyordu. “Evin en güzel süsü mutlu bir kadındır,” diyen Akın’ın keyfi yerindeydi.

Ali rahattı. Bekârlık sultanlık diyenlerdendi. Karışanı görüşeni yoktu. Her akşam aynı saatte eve gitme mecburiyeti yoktu. İster dışarıda yer isterse aç yatardı.

Birkaç gün önce havadan sudan konuşurken öyle durup dururken “Erkekler ikiye ayrılır,” demişti Tuba. “Kıymet bilenler ve terk edildikten sonra kıymet bilenler.” Can o gün çok gülmüştü bu tespite. Bugün o sözler aklına gelince şüphe düştü içine. Şimdiki mutsuzluğunun adamakıllı bir sebebi de yoktu aslında ama huzursuzdu. Sanki bu gece her şey bitmişti de özgürlüğüne kavuşmuş bir erkek olarak ne yapacağını düşünüyordu.

Boğulmak üzere olduğunu hissediyordu ama kendini gömdüğü o koyu karanlıktan kurtulmak için en ufak bir kıpırdanma ihtiyacı hissetmiyordu. Boğulsa yeriydi artık, bekliyordu. Ali haklı olabilirdi. Tuba’nın onu terk ettiğini düşündü bir an, içi yandı.

Uyku ile uyanıklık arasındaydı. Gözlerini kapatıp içindeki dünyaya aktı. O kovaladıkça Tuba sımsıkı dolanıyordu içine. Yolda yürürken ayağına takılan olmasın diye uçmak istiyordu Can. Tam da özgür bir genç adamken, ayağına kimseyi bağ etmek istemezken, Tuba nereden çıkmıştı? Rüya görüyor olmalıydı. Gençliğin neşe saçan enerjisi, uzun kızıl saçlarla süslenmiş genç kadını ışık saçan bir can parçası haline getirmişti. Onu görmezden gelmeye çalışıyordu, arada bir gözü kayıyordu sadece.

Oradaydı Tuba; Can ısrarla başını çevirip görmemeye çalışsa da birkaç adım ileride, alaycı bir gülüşle onu seyrediyordu. Saçlarının kızılından, yüzünün ışığından sonra gülüşü geldi gözlerinin önüne. Kaynayan suyun fıkırdaması gibi derinden ve usulca başlayan gülüşü büyüdü büyüdü. Ateş gibi, yeni doğan güneş gibiydi şimdi kahkahası. Dalında turunç gibi, turuncu gibiydi. Bedeninden, sesinden kopup gelen kızıllar, turuncular Can’ın içini dolduruyordu. Dans etmeye başlayınca kırmızı elbisesinin uçuşan etekleri dalgalandı. En çok da elbisesinin bir çift yelpaze gibi açılan kollarındaki ve kısacık eteğinin ucundaki siyah dantelalar çarptı Can’ın gözüne. Kendisini gökkuşağı gibi sarmalayan sevgilisine sarıldı bu muhteşem renkler. Beynindeki karanlıkları aydınlatmaya yetti.

Sabahın seherinde, ömrünün en güzel rüyasından tamamen dinlenmiş olarak uyandı. Gözlerini açtı, hızlıca doğruldu yataktan. Acelesi vardı. Kırmızı elbiseli, kızıl saçlı sevdiğini bulmak için dışarıya çıkmalıydı.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Metin, ses formatı mevcut
₺40,05

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
18+
Litres'teki yayın tarihi:
28 temmuz 2023
Hacim:
2 s. 4 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8222-56-2
Telif hakkı:
Hayy Kitap
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre