Kitabı oku: «Bostan», sayfa 2
Zayıflara Merhamet Hakkında
Şerî şerîfin hükmü olmadıkça su içmek caiz olmaz. Fakat fetvayı şerif olunca kan dökmek caizdir. Böyle değil mi?
Bir kimsenin katline şeri şerîf fetva verince, onu katletmekten hiç korkma. Şu kadar var ki, eğer onun çoluğu çocuğu varsa onu öldürme, çoluğuna çocuğuna bağışla. Onlara rahat eriştir; çünkü suç, o haksızlık eden adamındır. Biçare kadınların, çocukların ne günahı var?
Ne kadar kuvvetli olsan, askerin de çok olsa, durup dururken düşman iklimine asker çekme. Çünkü o senin düşmanın olan hükümdar, müstahkem bir kaleye kaçar. Ona mukabil, günahı, kabahati olmayan iklime zarar erişir.
Hapishanede bulunanları sık sık teftiş et. Aralarında suçsuz kimselerin bulunması da mümkündür.
Memleketinde bir tacir öldüğü zaman malına el sürme. Böyle mala el sürmek, alçaklıktır. Hem de ölen tacirin malını zapt edecek olursan memleketimizde akrabası: “Zavallı adam gurbet elde öldü. Bıraktığı malı zalim padişah zapt etti.” diye ağlar, inlerler.
Yetimlerin ağlamasından, dertli gönlün ahından sakın.
Kötülük yapma, iyi adını kötüye çevirme. Nice elli yılda hasıl olan iyi adı, bir çirkin hareket mahveder.
İyilikle ebedî nam bırakan değerli insanlar, halkın malına el uzatmamışlardır.
Dünya padişahı da olsa, bir zenginden para, mal aldı mı, o padişah değil dilencidir.
Hür ve asil insan zaruretten ölür, bir âcizin malına tenezzül ederek onunla karnını doyurmaz.
Ahaliye Şefkat Hakkında Hikâye
İşittim ki, adil bir padişahın bir kaftanı vardı. İki yüzü de astardı. Birisi ona: “Ey bahtiyar padişah, Çin kumaşından bir kaftan diktirsen olmaz mı?” dedi.
Padişah şöyle cevap verdi: “Elbise insanın vücudunu örtmek, insanı rahat ettirmek içindir. Bu kaftan da o işi görüyor. Bundan fazlasını ararsan süs hâlini alır. Ben halktan haracı, kendimi tahtımı süslemek için almıyorum. Eğer kadınlar gibi ipekli süslü elbiseler yaptırır, kadınlaşırsam; erlik yaparak düşmanımı nasıl defedebilirim. Vakıa içimden türlü hırslar, arzular geçmektedir. Fakat unutmayalım ki hazine benim için değildir. Hazineler asker içindir; yoksa eğlence, süs için değildir. Padişahından hoşnut olmayan asker, memleketin hududunu muhafaza etmez.
Düşman (hırsız), köylünün eşeğini alır götürürse padişah ne hakla aşar vergisi alabilir?
Düşman, köylünün eşeğini; padişah da haraç diyerek parasını alırsa, o taht, o taç nasıl yükselir?
Düşkünlere zorbalık etmek, mürüvvete münafidir. Karıncanın elinden taneyi kapan kuş, alçaktır.
Ahali ağaç gibidir. Beslersen, iyi tımar edersen, istediğin kadar meyve alabilirsin. Sakın zalimlik edip de ağacı kökünden çıkarma. Çünkü zararına mucip olur. Kendi zararına iş gören kimse ise ahmaktır.
Hâkimiyeti altında bulunanları incitmeyen insanlardır ki, gençlikten, talihten müstefit olurlar. Zulüm gören ahalinin inleyerek ettiği bedduadan kork. Bir ili, bir memleketi yumuşaklık ile tutmak, almak mümkün ise kimsenin burnunu kanatmamaya çalış. Erlik hakkı için, yeryüzünün baştan başa saltanatı, yere damlayan bir damla kana değmez.”
Hikâye
İşittim ki, güzel huylu Cemşit, bir çeşme başının üstüne şunu yazdırmış: Bizim gibi nice kimseler, bu çeşme başında oturmuş, din lenmiş; sonra gözlerini kapayarak gitmişler. Mertlikle, kuvvetleriyle dünyayı tuttular. Fakat aldıkları yerleri mezara beraber götüremediler. Süleyman Aleyhisselamın tahtı akşam, sabah rüzgârlar tarafından sevk edilmez miydi? Nihayet görmedin mi ki, o taht rüzgâr gibi uçtu gitti. Asıl bahtiyar insan, ilim ve adalet ile şöhret kazanan kimsedir. Her gelen, gider. Ne ekti ise onu biçer. İnsana iyi, kötü addan başka bir şey kalmaz. Düşmana galip geldiğin zaman canına kıyma; ona, mağlubiyet acısı kâfidir. Düşmanının, etrafında minnetle pervane gibi dolaşması, eteğini onun kanına bulaştırmaktan daha iyidir.
Padişahların Dostlarını, Düşmanlarını Tanımaları Hakkında
İşittim ki, asil Dârâ bir av eğlencesi esnasında askerlerinden uzak düşmüş. O sırada bir at çobanı, Dârâ’ya doğru koşarak gelmeye başlamış. Dârâ, tanımadığı bu adamın kendine doğru gelmekte olduğunu görünce içine şüphe girmiş ve kendi kendine: “Bu bir düşman olsa gerektir. Şunu yanıma yaklaştırmayayım, oklayayım, olduğu yerde dikilikalsın.” demiş. Keylere mahsus yayını kurup nişan almış, bir vuruşta o gelen kimseyi yok etmek istemiş…
Dârâ’nın yayını kurduğunu, okunu atmaya hazırlandığını gören çoban: “Ey İran’ın şahı, zamanın fena gözü senden uzak olsun, düşman değilim. Bana kıyma, ben şahımın atlarını besliyorum. Bu iş için şu çayırda bulunuyorum.” diye haykırmış.
Çobanın haykırması üzerine Dârâ müsterih olmuş ve gülerek: “Hey düşüncesiz adam, sana bir mübarek melek yardım etti. Yoksa yayı kurmuştum. Öldüğün gün idi.” demiş.
Çoban gülmüş ve şöyle cevap vermiş: “İnsan iyiliğini gördüğü insanlara, doğru yolu göstermek mecburiyetindedir. Haddim olmayarak nasihat olmak üzere söylüyorum. Bir padişahın dostunu düşmanından ayırt edememesi, o padişah için iyi bir şey değildir. Büyükler öyle yaşamalıdırlar ki her küçüğün kim olduğunu bilmelidirler. Sen beni sarayda kaç kere görmüş, atlardan, otlaklardan sormuştun. Şimdi huzurunuza muhabbet ve hürmetimi arz için geliyorum. Yine de beni düşmandan fark edemediniz. Hâlbuki ben çoban kulunuz, istenilen bir atı yüz bin atın içinden derhâl bulup çıkarırım. Demek ki çobanlığım akıl ve fikir iledir. Sen de benim gibi ol, sürünü, atını muhafaza buyur.”
Dârâ, çobandan bu nasihati dinlemiş ve onu taltif etmiş; kendi kendinden de utanmış ve bu nasihati, insan, kalbine yazmalı, demiş. Bir ülkede padişahın tedbiri çobanlardan aşağı olursa o ülkenin mahvü perişan olmasından korkulur.
Padişahlara Ahalinin Hâllerine Vâkıf Olmanın Lüzumu
Padişahım, sen adalet isteyenlerin iniltisini nasıl duyabilirsin ki, karyolanın cibinliği Zühal yıldızına bitişiktir.
Öyle uyu ki, adalet isteyen birisi kapına gelecek olursa feryadını işitebilesin. Zamanında birisi gelir de bir zalimden şikâyet ederse, bilmiş ol ki o şikâyet, senden sanadır. Çünkü onun zulmü senin zulmün demektir. Köpek, yolcunun eteğini paraladığı zaman; eteği paralayan köpek değil, belki öyle bir köpeği besleyen nadan kimsedir.
Sadi, sen söz söylemede cesursun. Kılıç elinde iken çal. Adalet iklimini aç, adalet etmeyenleri adalete çağır.
Sadi, bildiğini söyle, zira hak söz söylenmelidir. Sen ne rüşvet kabul edersin ne de dalkavuksun.
Sadi, bir kimseden bir şey çekmek fikrinde isen kitabında hikmete, hakikate yer verme; değil isen ne istersen söyle.
Hikâye
Irak’ta cebbar bir padişah, sarayının kemeri altında bir fakirin şöyle dediğini duydu: Padişahım, sen de bir kapıya ümit bağlamışsın. O hâlde kapıda bekleyenlerin muratlarını yerine getir. Gönlünün dertli olmasını istemezsen dertlilerin gönüllerini ıstıraptan kurtar. Adalet isteyen mazlumların gönüllerinin perişan olması; padişahı memleketten attırır, tahtından indirir. Sen öğleye kadar serin sarayında uyu; zavallı garip, güneşin altında, sıcakta kavrulsun. Bu olur mu? Padişahtan adalet istemeye cesaret edemeyen insanın hakkını yarın kıyamet gününde Cenabıhak alacaktır.
Eski Padişahların Ahaliye Şefkatleri
Akıl ve irfan sahibi büyüklerden biri, Ömer bin Abdülaziz’e dair bir hikâye nakletmiştir. Hikâye şudur: Ömer’in parmağında, bir yüzük taşı vardı ki cevahirciler ona kıymet takdirinde âciz kalmışlardır. O dünyayı aydınlatan yıldızı, geceleyin görsen gündüz aydınlığından yapılmış bir inci zannedersin.
Bir sene kuraklık oldu. İnsanların bedir gibi yüzleri hilale döndü. Ömer, insanlarda rahat, kuvvet kalmadığını görünce, kendisinin rahat içinde olmasını, mürüvvete münafi gördü. Evet, halkın ağzında zehir gören bir insanın boğazından nasıl tatlı su geçer?
Ömer gariplere, yetimlere acıdı. O, yüzüğü gümüş para karşılığında sattırdı; parasını fakirlere, muhtaçlara verdiler. O para onları bir hafta idare etti.
Yüzüğün satıldığını duyanlar, Ömer’e: “Böyle bir şey bir daha ele geçmez. Niçin sattırdın?” diye itirazda bulundular.
İşittim ki, Ömer ağlamış ve gözyaşları, balmumu gibi sararmış yanağından aşağı akarken şöyle demiş: “Fakrüzaruret ile bir şehrin gönlü yaralı iken, padişahın süs hevesinde olması çirkin bir şeydir. Ben taşsız bir yüzük taksam olur; fakat halkın gönlünün mağmum, mahzun olması münasip değildir.”
Erlerin, kadınların rahatını kendi rahatına tercih eden kimseye ne mutluluk ne saadet…
Vicdanlı insanlar, başkalarını kederlendirerek elde edilen zevke rağbet etmezler.
Padişah tahtında rahat uyursa fakirin rahat uyuyacağını aklım kesemez. Bilakis, padişah geceleri uyanık kalırsa, halk rahat ile, safa ile uyur.
Cenabıhakk’a hamdolsun, bu dediğim güzel âdet ahlak, Atabek Ebû Bekir Bin Sad’da mevcuttur. Pars ikliminde mehveş civanların boylarından başka, halkı derde uğratan bir fitne yoktur.
Hikâye
Dün gece bir mecliste hanendeler beş beytimi terennüm ediyorlardı. Beyitler şunlardır: Hayatımda bir dün gece rahat ettim. Çünkü ay yüzlü güzelim kucağımda idi. Onu uyku sarhoşu gördüm. Ona: “Ey yakışıklı, boyu servileri utandıran dilber, ey cihan fitnesi (ey güzelliğiyle cihanı altüst eden) dilber; nergislerini bir dakikacık olsun tatlı uykundan yıka, gül gibi gül, bülbül gibi öt, lal renkli şarabı getir.” dedim.
Ben böyle deyince, o canan, uyku mahmuru gözlerini süzerek bana baktı: “Sadi, ne söylüyorsun? Bana hem fitne diyor hem de uyuma diye tembih ediyorsun. Bilirsin ki, parlak fikirli padişahımızın zamanında artık fitneyi kimse uyanık göremez.” dedi.
Hikâye
Eski padişahların menkıbeleri arasında rivayet edilir ki: Kardeşi Sâd Zengî’nin yerine tahta geçen Tikle’nin zamanında kimse kimseden incinmemiş. Bu padişahın başka meziyeti olmayıp da yalnız bu meziyeti olsa kâfidir.
Bir gün Tikle, evliyadan bir zata şöyle demiş: Ömrüm boş yere geçti. Bu saltanat, bu taht hep geçip gider. Asıl saltanatı kazanan fakirlerdir. İstiyorum ki saltanattan vazgeçeyim. Bir tarikata intisap ile bir köşeye çekilip ibadet ile meşgul olayım. Hiç olmazsa şu kalan beş günlük ömrümü boş yere geçirmeyeyim.”
Muhatabı olan parlak fikirli zat, Tikle’den bu sözü işitince kızmış ve şöyle cevap vermiş: “Ey şah, ne diyorsun? Bu fikirden vazgeç. İbadet halka hizmetten başka bir şey değildir. İbadet tespih, seccade, hırka demek değildir. Tahtında otur, padişahlık eyle. Fakat ahlakın, tevazuun fakirler gibi olsun. Sadakatle, sevgi ile hizmet et. Şeyhler gibi atıp tutmaya, benliğe kapılma. Tarikatta kadem, yani vazifeyi ifaya hakkıyla çalışmak, ibadete hasrıvücut etmek lazımdır. Dem (lafügüzaf) lazım değildir. Çünkü fiiliyat olmazsa lafın kıymeti olmaz.”
Kalbin safasına malik büyükler, kaftanların altına böyle hırka giyerlerdi.
Hikâye
İşittim ki, Anadolu sultanı, ilim ehlinden bir iyi zatın huzurunda ağlamış; ona dert yanarak şöyle demiş: “Düşmana karşı kudretim yok. Şu kale ile şu şehirden başka elimde bir şey kalmadı. Çok çalıştım, istedim ki benden sonra oğlum da bu illere sahip olsun. Vaktiyle hükmettiğim yerlere hükmetsin. Ne çare ki soysuz düşman bende kudret bırakmadı. Kolumun kuvvetini, gücünü bitirdi. Ne tedbir yapayım ne çare bulayım? Kederden canım eriyip gidiyor.”
Âlim zat, sözleri dinledikten sonra kızmış ve bu ağlamak, lüzumsuz yere ağlamaktır, demiş. Ağlamak lazım ise senin aklına, gönül bağladığın arzuya ağlamak gerektir. Kardeş, sen kendini düşün. Ömrünün çoğu hem de en iyi kısmı geçip gitmiştir. Kalan ömrün için kalan mülkün sana elverir. Sen öldükten sonra yerine birisi gelir. Bu gelen kim olursa olsun, akıllı olsun, akılsız olsun; ne olursa olsun, kendisini kendi düşünsün.
Mademki ölüm var, mademki her şeyi bırakıp gitmek var; şu cihana kılıç çekip cenk etmek, cenk ile onu elde etmek ve sonra bırakıp gitmek zahmetine değmez. İran şahlarından Feridun’a bak, Dahhak’a bak, Cem’e bak ve gör; İran şahlarından hangisinin tahtına, mülküne zeval ermemiştir. Bâki saltanat; ancak Tanrı’ya mahsustur. Dünyadaki bu beş günlük hayata, ikamete mağrur olma. Ahiret için ne tedbirin varsa onu düşün.
Hangi bir padişahtan arta kalan altın, gümüş, hazine, mal ondan az sonra telef olur? Fakat hangi bir kimseden cari bir hayır kalırsa, herkes daima onun ruhuna Fatiha okur. Büyük, o kimsedir ki iyi adı kala. Böyle kimseye ölmemiş nazarıyla bakılabilir.
Padişahım, kerem ağacı dikip yetiştirmeye bak. Zira ondan meyve almak mümkün olur.
Padişahım, kerem et, lütuf ve ihsanda bulun. Yarın mahşerde divan kurulunca herkesin derecesi ihsanına göre olur.
Padişahım, her kimin ayağı ibadet ve taatte ileri ise Hak dergâhında onun derecesi de ileridir. Nefsine hıyanet eden, ibadet ve taatte bulunmayan kimse mahşer günü mahcup olur; Tanrı’dan bir şey dileyemez. Çünkü bir iş görmeden ücret istenilmek âdet değildir.
Gafil kimseleri kendi hâllerine bırak, yarın pişman olurlar. Çünkü tandır kızgın iken ekmeği pişirmemiştir.
Ekin ekmiş olanlar, harman vakti mahsul kaldırırken; ekmemiş olanlar, ne kadar gevşeklik etmiş olduklarını anlayacaklardır.
Hikâye
Şam vilayetinin içerilik bir yerinde, akıllı bir kimse vardı. Bu zat bir mağara içinde yaşardı. Sabrederek o karanlık yeri yurt edinmiş, kanaat hazinesi içinde yaşıyordu.
O kimsenin adı Hudadost idi. Görünüşte insan, fakat hâl ve harekette melekti.
Büyükler onun kapısına baş koymuşlardı. Çünkü onun başı büyüklerin kapısından içeri girmezdi.
Ârif odur ki, kendi nefsinden hırsı, tamahı bir tarafa atmayı ister. Bir kimseye nefsi; “Haydi bana yiyecek bul.” diye hükmedecek kadar mütehakkim ise o nefis onu köy köy, zelilane dolaştırır.
O akıllı ihtiyarın bulunduğu vilayette zalim bir padişah vardı. Bu padişah, en ziyade zayıflara, âcizlere zulmederdi. Gördüğü zayıfın kolunu bükerdi. Bu zalim, cihanı yakıcı, merhametsiz, zebunküş idi.
O taraf ahalisi onun yüzünden meyus ve mustarip yaşıyordu. Ahalinin bir kısmı da onun zulmünden, öyle bir zalimin hükmü altında bulunmak hacetinden kurtulmak için şuraya buraya dağılmışlar;
gittikleri yerlere onun kötü adını yaymışlardı. Hicret etmeyip kalanlar ise birtakım kalpleri yaralı fukara takımı idi. Ona gece gündüz lanet okurlardı. Zalim denilen melun nereye el uzatırsa orada neşve ve şetaret namına bir şey kalmazdı.
Bu zalim padişah, ara sıra Hudadost’un ziyaretine gelirdi. Fakat Hudadost onun yüzüne bakmazdı.
Bu zalim, bir gün Hudadost’a şöyle dedi: “Ey mübarek adam; beni gördükçe yüzünü ekşiterek benden nefret etme. Bilirsin ki, ben seni severim. Bana karşı düşmanlığının sebebi nedir? Şu vilayetin padişahı olmadığımı farz edeyim. Fakat şerefçe bir fakirden de aşağı değilim. Beni başkalarına tercih et, bana hürmet et, demiyorum. Yalnız, başkalarıyla nasıl görüşüyorsan benimle de öyle görüşmeni isterim.”
Akıllı âbid, bu sözleri işitince kızdı ve şöyle cevap verdi: “Senin yüzünden halk perişan olmuştur. Ben halkı perişan edenleri sevmem. Sen benim sevdiklerime düşmansın. Binaenaleyh, beni sevdiğine ihtimal vermem. Gelip muhabbetle benim elimi öpeceğine; git, benim sevdiklerimi sev. Seni Cenabıhak da sevmez. Seni düşman tutar, o hâlde ben seni sevmediğim hâlde, nasıl sevdim derim?
Hudadost’un derisini yüzseler, Tanrı’nın düşmanıyla dost olmak istemez.
O taş yürekli insanın uyumasına şaşarım ki halk ondan mustarip olarak uyumadığı hâlde, o uyur.”
Fakirlerin Rahatını Gözetmek Hakkında Hikâye
Ey büyük adam; küçüklere karşı zorbalık yapma. Çünkü cihan bir kararda kalmaz. Bu zayıfın kolunu bükme; çünkü kudret bulacak olursa insanı ağlatır. Kimsenin ayağını kaydırma, kimseyi yıkmaya çalışma; çünkü ayağın kayarsa elinden tutup kaldıran bulunmaz.
Ey büyük adam, düşmanı küçük görme; çünkü şu koca dağlar ufacık taşlardan vücuda gelmiştir. Görmez misin, karıncalar birleşince yır tıcı aslanı zebun ederler. Bir saç telinin, bir sap ibrişim kadar metaneti yoktur. Fakat birkaç tel bir araya gelince zincirden daha sağlam olur.
Hazine toplamadan ziyade, dostların gönüllerini topla. İnsanları sıkıntıya sokmaktansa hazinenin boş kalması daha iyidir.
Kimsenin işini ayağa bırakma. Olur ki birkaç kere onun ayağına düşersin. Ey âciz, sen de güçlüğe karşı tahammül göster. Olur ki, bir gün, ondan daha kuvvetli olursun. Cebbar olan kimseden intikam almak için bütün himmetini sarf et. Zira himmet kolu, kuvvet elinden daha kuvvetlidir.
Mazlumun kurumuş dudağına söyleyin, gülsün; çünkü zalimin dişi, nasıl olsa sökülecektir.
Sabahleyin davul sesiyle uyanan büyük adam, bekçinin gecesinin nasıl geçtiğini ne bilir?
Kervan halkı, ancak kendi yüklerini ve denklerini düşünür. Sırtı yağır eşeğe kimsenin içi yanmaz.
Tut ki, düşkünlerden değilsin. Bir düşkün görünce niçin durur, yardım etmezsin?
Buna dair sana başımdan geçen bir hâli anlatmaya mecburum. Çünkü, sırası gelince söz söylememek de kusur sayılır.
Kudret Zamanında Âcize Merhamet Hakkında Hikâyeler
Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki âşıklar aşkı unuttular. Gök, yere öyle bahil oldu ki ekinler, hurma ağaçları dudaklarını ıslatamadılar. Ne kadar eski pınar varsa kaynamaz oldu. Öksüzün gözyaşından başka su kalmadı.
Bir pencereden göğe doğru bir duman yükselecek olsa, bu bir dul kadının ahı idi. Yoksa gökyüzünde duman namına bir şey yoktu; bulut görülmez oldu.
Ağaçların yaprakları kalmamıştı, zavallı ağaçlar çıplak fakirlere dönmüştü. Kolları kuvvetli babayiğitlerde takat kalmamıştı. Dağlarda yeşillik, bahçelerde balçık görünmez oldu. Çekirgeler bostanları, insanlar da çekirgeleri yediler.
Hâl bu minvalde iken bir gün, yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki paralı, zengin, şan ve şeref sahibi; hem de vücutlu bir insandı.
Hâlini görünce şaştım, ona sordum: “Güzel huylu dostum ne oldun, ne felakete uğradın? Gördüğüm hâlin sebebini söyle.” dedim.
Dostum kızdı, bağırdı ve şöyle dedi: “Sebebini bilmiyorsan ne gaflet. Biliyorsan niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki felaket son dereceyi bulmuştur. Ne gökten yere yağmur iniyor ne yerden göğe ah edenlerin feryadı çıkıyor.”
Cevap olarak dedim: “Biliyorum, pekâlâ. Fakat kıtlıktan ne korkun var? Zehir, tiryak olmayan yerde adamı öldürür. Senin her şeyin var. Başkaları açlıktan helak olsa sana ne? Dünyayı tufan kaplasa kaza ne?”
Bir âlim olan dostum, âlimin cahile bakması gibi bana manidar bir bakışla baktı ve şöyle dedi: “Sahilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbi, müsterih olmaz. Benim yüzüm yokluktan sararmamıştır. Beni fakirlerin kederi sarartmıştır. Akıllı insan ne kendi azasında ne de başkasının azasında yara görmek ister. Tanrı’ya hamdolsun yaram yok; fakat başkalarında yara görünce vücudum tir tir titriyor. Hastanın yanında oturan bir insan sıhhatte de olsa keyifli olabilir mi?
Zavallı fakirin bir şey yemediğini görünce yediğim her lokma zehir zıkkım oluyor.
Dostları zindanda bulunan bir kimse, gülistanda nasıl eğlenir?”
Hikâye
İşittim ki, bir gece, halkın yanık yüreğinden çıkan bir ah, bir ateş hâlini alıp Bağdat’ın yarısını yakmış. O sırada birisi: “Çok şükür, bu yangın bizim dükkânımıza zarar vermedi.” demiş.
Cihan görmüş birisi ona şöyle demiş: “Ey idraksiz adam, sen yalnız kendini mi düşünürsün? Koca bir şehir yansın da senin evin kurtulsun, hoşuna gider mi? İnsanların açlıktan karınlarına taş bağladıklarını gören kimse, eğer taş yürekli değilse midesini doldurmaz.
Bir fakirin açlıktan kan yuttuğunu gören bir zengin, ağzına aldığı lokmayı nasıl çiğner? Hastanın sahibi sağlamdır, sıhhattedir deme. Çünkü o da kederinden, o hasta gibi kıvrım kıvrım kıvranmaktadır. Merhametli yolcular konak yerine vardıkları zaman, yolda kalanlar gelip yetişmeyince uyumazlar. Diken taşıyan kimsenin eşeği çamura battığı zaman, padişahların gönlü mustarip olur.
Mesut olmak isteyen ârif için (anlayışlı adam için) Sadi’ nin bir sözü kâfidir: “Anlayana sivrisinek saz.”
Dinlersen, sana bir nasihat vereyim: “Diken ekersen gül biçemezsin.”
Adalet ile Semeresi, Zulüm ile Akıbeti
Eli altındaki ahaliye zulmeden Acem şahlarından haberin var mı? Ne o şevket kaldı ne o şahlık kaldı ne o köylülere yapılan zulüm kaldı. Zalimin yanlış bir iş yaptığını seyret. Zulmeti, zulmü kaldı; fakat kendisi defolup gitti. O, zulüm ile cihanda ebedî kalacağını sanıyordu; hâlbuki iş tersine çıktı; kendi gitti, zulmü kaldı.
Adil insana ne mutlu. Mahşer günü arşıâlânın gölgesinde rahat edecektir.
Hangi bir kavme Cenabıhak lütfedecek olursa; onlara akıllı, fikirli, adaletli padişah verir. Bilakis hangi ülkeyi viran etmek isterse saltanatı bir zalimin eline bırakır.
Zalimden iyiler sakınırlar; çünkü o, Cenabıhakk’ın bir gazabıdır.
Ey padişah, büyüklüğü Cenabıhak’tan bil. Ona şükret. Çünkü şükretmeyenin, nimeti elinden gider. Bu mülke, bu mala şükredersen; zevalsiz mala, zevalsiz mülke erişirsin. Padişah iken zulmedersen, padişahlığın elden gidince, dilencilik edersin.
Bir memlekette zayıf kavim eziyet görüyorsa oranın padişahına uyku haramdır.
Halkı, bir hardal tanesi kadar incitme. Çünkü halk sürü, padişah çobandır. Eğer halk padişahtan zulüm, tecavüz görüyorsa o padişah çoban değil kurttur. Feryat, öyle padişahtan!
Zalim padişah, halka kötülük düşündüğü için kötü ölümle ölür.
Ahaliye zulmeden padişah, fena bir akıbete düçar olur; zira yanlış düşünmüş ve kötü hareket etmiştir.
Ahaliye yapılan zulüm geçer gider; fakat padişahın fena adı ölmez.
Arkandan lanet edildiğini istemezsen iyi ol. Ta ki sana kimse kötü demesin.