Kitabı oku: «Bostan», sayfa 3
Biri Adil, Öteki Zalim İki Kardeş Hikâyesi ve Sonları
İşittim ki, şark tarafından babaları bir, iki kardeş vardı. Bunlar kılıç kullanmayı, ordu idaresini bilir; kabadayı, fil vücutlu, iyi fikirli âlim kimseler idiler.
Babaları baktı ki bunlar cenkçi yaman yiğitler. Ülkesini ikiye ayırdı. Yarısını birine, yarısını da diğerine verdi. Padişahın böyle yapmaktan maksadı, vefatından sonra oğullarının, ben padişah olacağım, yok sen değil ben olacağım, diye birbirleriyle muharebe etmemelerini temin etmekti.
Padişah, memleketi iki oğluna pay ettikten bir müddet sonra, tatlı canını Allah’a verdi. Ecel onun ümit ipini büzdü, eli işten kaldı.
Şehzadelerden her biri kendi hislerine kanaat ediyordu. Her birinin hazinesi, askeri hesapsızdı.
Bu şehzadelerden her biri, kendi görüşüne göre bir yol tuttu. Birisi, öldükten sonra hayır ile anılmak için adalet yolunu tuttu. Diğeri de zengin olmak için zalimane hareket etti.
Âdil şehzade lütuf ve ihsanı kendisine âdet edindi; fakirlere, muhtaçlara paralar veriyordu. Misafirhaneler, tekkeler, zaviyeler yaptırdı; askere iyi baktı, fakirler için yemekhaneler açtırdı. Hazine boş; fakat askerlerin keseleri dolu idi.
Evet, bir memlekette yaşamak kolay, hoş olunca herkes oraya koşar.
Ebû Bekir Bin Sad’ın zamanında Şiraz’da olduğu gibi, her haneden zevk ve sefa sesleri yükselirdi.
O Ebû Bekir Bin Sad ki akıllı, güzel huylu bir padişahtır. Ümidinin dalı meyveli olsun.
Gelelim hikâyeye: O, ad kazanmak isteyen küçük şehzade, güzel huylu, iyi işli idi. Halkının gönlünü alıyor, sabah akşam Cenabıhakk’a şükrediyordu. Karun gelse o memlekette korkusuz yürür, gezerdi. Çünkü padişah âdil, ahali ise toktu. Onun zamanında kimsenin gönlüne diken değil, bir gül yaprağı bile dokunmamıştı.
Saltanattaki kuvvetiyle diğer padişahlara tefevvuk etti. Etrafındaki büyükler, hep onun fermanına muti oldular.
Gelelim diğer şehzadeye: Bu şehzade, tahtını, tacını yükseltmek için ahali ve köylüden çok vergi aldı. Tüccarların mallarına göz koydu. Âcizleri bin bir belaya uğrattı. Fakat fakirlere değil asıl kendisine düşmanlık etti. Artıracağım diye ne verdi ne de yedi. Fakat akıllı insan bilir ki o iyi bir şey yapmıyordu. Cebir ile altınları topluyor, askerlere bir şey vermiyordu. Bunun neticesinde askerler bizar olup dağılıverdiler. İkliminde zulüm yapıldığını duyan tüccarlar alışverişi kestiler. Ekin ekilmez oldu. Ahali perişanlıkla kıvrandı. İkbal, saadet ondan dostluğu kesince zaruri olarak düşman başkaldırdı, yerine yürüdü, ilini bastı, feleğin darbesi onun kökünü kazıdı. Düşman atlarının tırnakları yurdunun tozunu göğe çıkardı.
Bu hâlde kimden vefa umabilir ki, kendisi hiçbir ahdine vefa etmemişti. Kimden vergi, para isteyebilirdi ki, ahali kaçmıştı.
O kara gönüllü herif kimden iyilik umar ki, beddua onun peşini bırakmıyordu. Ezelde şaki olarak yaratıldığı için iyilerin dediklerini tutmamıştı.
İyiler toplandılar, onun ilini, yurdunu, saltanatını zapt eden düşmana: “Sen bahtiyar ol. Zira, o bedbaht, zalim olduğu için sonu gelmedi. Düşünüşü gevşek, sezişi yanlıştı. Adaletle olacak şeyi, zulümde aradı.” dediler.
Mezkur iki kardeşin birisinden iyi ad, ötekinden kötü ad kaldı. Kötülerin sonları iyi olmayacaktır.
Hikâye
Birisi, bir dalın üzerine binmiş, kökünü kesiyordu. Bahçıvan gördü, şöyle dedi: “Bu herif bana değil, kendisine kötülük ediyor. Dinlersen her nasihat yerindedir.”
Nasihat ziyan vermez. Dinlersen, sana bir nasihat vereyim: “Gücüne dayanıp kuvvetine güvenip zayıfları yıkma. Yarın kıyamet gününde bir arpa değmeyen bir fakir, koca bir padişahı çeker, ulu mahkemeye götürür. O gün büyük kalmak istiyorsan burada küçükleri kendine düşman yapma. Çünkü bu saltanat geçince o dilenci dediğin insan kahır ile eteğine yapışır. Zayıflara zulümden el çek, seni yıkacak olursa utanırsın. Küçüklerin elleriyle yıkılmak, hür ve asil insanlar nazarında insanı utandırır. Doğruların arkasından eğri gitme. Doğru söz istersen Sadi’den dinle.”
Hâllerine Razı Olan Fakirlerin Gönül Hoşluğu
Saltanattan daha yüksek bir mansıp olamaz deme; o rütbe, fakirin derecesinden daha üstün değildir. Yükü hafif insanlar rahat yürürler. Doğru söz budur. Ârifler bu sözü kabul ederler. Eli boş kimse yalnız ekmek kaygısı çeker. Padişah ise sırtında koca bir iklimin kaygısını taşır. Fakir, akşam ekmeğini elde edince Şam padişahı gibi huzur ile uyur.
Kaygı, sevinç her ikisi de geçer. İnsan ölünce ikisi de savuşur gider. Mademki ölüm var, ha birisinin başında taç olmuş ha birisinin boynunda vergi yükü bulunmuş.
Birisi Zühal’e kadar yükselse, birisi de zaruretten zindana girse, ölüm kapısından içeri girince müsavi olurlar. Ecel her ikisinin üzerine saldırınca birbirinden tanınmaz olurlar.
Padişahlık baş belasıdır. Dilencinin adına bakma, asıl padişah odur.
Çürümüş Bir Kafa ile Bir Âbidin Hikâyesi
İşittim ki, bir kere Dicle kenarında bir çürümüş kafa bir âbide şöyle demiş: “Ben, buyruğunu yürütmede ileri gidenlerden biri idim. Başımda büyüklük tacı vardı. Felek bana yardım etmiş, nusret arkadaşım olmuştu.
Devlet gücüyle Irak iklimini zapt ettim, az geldi. Kirman vilayetine de göz diktim. Fakat, Kirman’ı almadan kirmanlar (kurtlar) başımı yediler. Hey akil kişi, kulağından gaflet pamuğunu çıkar ki benim gibi ölmüş, çürümüş bir kafanın nasihati kulağına girsin.”
İyi İş ile Kötü İş ve Bunların Neticeleri
İyi işli kimseye kötülük uğramaz. Kötülük edenin yoluna iyilik gelmez. Kötülük kaynatanın başı, kötülük yolunda gider. Akrep gibi ki, deliğinde az bulunur, deliğine dönmesi az olur. Eğer sende kimseye fayda vermek hissi yoksa, ha sen ha mermer taş, ikiniz birsiniz.
A benim güzel huylu dostum; faydasız kimseyi taşa benzetmekle hata ettim. Çünkü taşın da, demirin de, tuncun da faydası vardır. Böyle kimsenin gebermesi iyidir, gebersin. Zira taşın bile bir meziyeti, bir değeri vardır. Her insan hayvandan iyi ve şerefli değildir. Zira vahşi hayvanlar, kötü bir insana müreccahtır. Fakat kötü insan, hayvandan aşağıdır.
Bir insan yemekten, uyumaktan başka bir şey bilmiyorsa, böyle insan hayvandan nasıl efdal olabilir?
Yol bilen yaya, yol bilmeyen ve kılavuzu olmayan atlıdan evvel menzile varır. İyilik tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder.
Ben ömrümde işitmedim ki, kötü bir adamın uğruna iyilik gelmiş olsun.
Zalim Bir Kâhyanın Hikâyesi
Bir kâhya vardı. Öyle yedi bela idi ki, onun korkusundan erkek aslan, dişi aslan olurdu.
Derken, bu herif kuyuya düştü. İnsanlar hakkında kötülük düşünen daima kötülük görür. Bu kâhya da oraya düşünce âciz ve ıstırap içinde kaldı. Kuyu içinde gece sabaha kadar uyumuyor; “Can kurtaran yok mu?” diye haykırıyordu, inim inim inliyordu.
Kuyunun yanından geçmekte olan birisi onun başına bir taş attı, kafasını yardı ve şöyle dedi:
“Nasılsın? Şimdiye kadar sen bir kimsenin imdadına koştun mu ki şimdi imdatçı arıyorsun. Daima insaniyetsizlik tohumunu ektin; işte şimdi de meyvesini topluyorsun. Senin yaralı canına kim merhem koyacak? Sen dertli gönülleri hiç düşünüyor muydun? Sen daima bizim yolumuza kuyu kazıyordun. Şimdi, kazdığın kuyuya kendin düştün. İnsanlar kuyuyu iki maksatla kazdırırlar; iyi huylu insan susamışlara su temin etmek, kötü adam da halkı o kuyuya yuvarlamak için.
Kötülük ediyorsan iyilik umma. Ilgın ağacı yemiş vermez. Sonbaharda arpa eken, hasat vaktinde buğday alamaz. Zakkum ağacını can ile beslesen ondan meyve yiyeceğini ümit etme. Ağu ağacı hurma vermez. Bir ağacı ektin mi onun meyvesini bekle.”
Doğru Sözlü Birisi ile Haccac-ı Zalim’in Hikâyesi
Naklederler ki, bir ihtiyar adam, Haccac’ı Zalim’e hürmet etmedi, ona karşı mücadele yolunu tuttu. O ne dediyse sözünü delil ile çürüttü. Haccac kızdı, celladına emretti: “Çabuk, siyaset derisini yay, şunun boynunu vur, kanını dök!” dedi. Çünkü âdettir. Zalim kimse söz ile başa çıkamazsa hemen suratını asar, cenge başlar.
Adam evvela güldü, sonra ağladı.
Haccac, adamın hâline şaştı: “Niye güldün, niçin ağladın?” dedi.
Adam şöyle cevap verdi: “Güldüm, çünkü toprağa zalim olarak değil mazlum olarak gireceğim. Ağladım çünkü dört tane küçük çocuğum var.”
Birisi Haccac’a şöyle dedi: “Ya emir, şu ihtiyardan ne istiyorsun? Vazgeç, bakınız, birkaç can ona dayanıyor; onun sayesinde geçiniyorlar. Şimdi bu kadar insanı öldürmek münasip değildir. Büyüklük yap, bağışla, kerem göster. Kendisine acımazsan yavrucaklarına acı. Sen kendi ailene düşmanlık ediyorsun. Çünkü bir aileye böyle bir cezayı reva görüyorsun. Bu kadar gönüle dağ basarak yara açarsan yarın kıyamet gününde ceza görürsün.”
Haccac nasihat dinlemedi, adamcağızın kanını döktü. Cenabıhakk’ın fermanından kim kaçabilir?
Bir büyük zat bu acıklı hadiseden müteessir olup o geceyi ıstırap içinde geçirdi ve o gece, maktulü rüyada gördü. “Nasılsın, nasıl can verdin?” dedi.
Maktul şöyle dedi: “Celladın siyaseti bir dakika için-de bitti. Fakat Haccac kıyamete kadar cezasını çekecektir.”
Mazlum uyumaz. Onun ahından kork. Sabah vakti yana yana ettiği bedduadan çekin. Temiz kalpli mazlumun geceleyin ciğeri yanarak ‘ya Rabbi’ demesinden sakın. Şeytan kötülük etti. İyilik görmedi. Kötü tohumdan iyi meyve gelmez. Biriyle mücadele ederken onu şerefsiz mevkiye düşürecek sözler söyleme. Onun kötülükleri hakkında ifşaatta bulunma. Çünkü senin de ne gizli fenalıkların vardır.
Yumruklaşmada çocuklar ile başa çıkacak kudrette değilsen, aslan yürekli erlerin yanında, nara atıp meydan okuma.
Hikâye
Birisi oğluna şöyle nasihat verdi: “Çocuğum; aziz, muhterem olmak istersen akıllı insanların nasihatlerini tut; küçüklere cefa etme. Bir gün senden daha büyüğü gelir ve başına bela olur. Hey aklı eksik! Bir gün karşına bir kaplan çıkıp seni parça parça edeceğinden korkmaz mısın?”
Hikâye
Çocukluğumda yumruğum kuvvetliydi. Uşakları, kendimden küçükleri incitirdim. Bir gün benden kuvvetli birisinin yumruğunu yedim, bir daha zayıflara eziyet etmedim.
Düşkünleri Okşamak Hakkında
Sakın gafletle uyuma ki, millet reisinin gözüne uyku haramdır. Daima halkı düşün, onlarla meşgul ol. Zamanın sana gelip getireceğinden kork.
Garazdan hâli olan nasihat, derdi gidermede ilaç gibidir.
Hikâye
Nakleder ki, Acem şahlarından biri iplik çıbanı çıkarmış ve bu yüzden iğ gibi incelmişti. O kadar zayıf düşmüş ki, emri altındaki vücutlu insanlara haset edermiş. Satranç tahtasında şah, her ne kadar adlı şanlı ise de zayıflayınca payitahttan aşağı olur.
Padişahın nedimelerinden birisi, padişahın önünde yer öptü: “Padişahımın saltanatı daim olsun.” duasından sonra, şöyle arz etti: “Bu şehirde mübarek nefesli birisi var. Âbidlikte eşi yoktur. Her kim mühim bir iş için yanına giderse onun nefesi sayesinde maksadı hasıl olur. Bu âbid ömründe uğursuz bir iş yapmamıştır. Gönlü nurlu, ağzı kuvvetli, duası makbuldür. Ferman buyurun, gelsin, dua etsin. Belki Tanrı merhamet eder de bu hastalıktan kurtulursunuz.”
Padişah emretti; hademenin büyüklerinden birkaç kişi gittiler; o ayağı uğurlu ihtiyarı davet ettiler.
İhiyar âbid geldi. Fakirane bir libas giyinmişi. Elbisesi değersiz; fakat içindeki insan pek değerliydi.
Âbidin geldiğini şaha arz ettiler.
Padişah ihtiyara şöyle dedi: “Ey akıllı zat, bana dua buyur. Çünkü iğne gibi iplik illetine müptelayım.”
İki büklüm olmuş ihtiyar, padişahın sözünü işitince kızdı ve biraz dikçe bir sesle: “Cenabıhak adalet edenlere merhamet eder.” dedi. “Sen de merhamet et ki Allah’ın merhametine nail olasın. Benim duam sana nasıl fayda eder ki, mazlum esirler zindanda zincirler içindedir. Sen halka acımazsan devlet ve saltanat huzurunu bulamazsın. Evvelce yapmış olduğun hatalardan tövbe etmeli, sonra iyilerden dua istemelisin. Mazlumların bedduası arkadan ayrılmazken, iyilerin duası sana nasıl müessir olur?”
Acem şahı bu sözleri işitince utandı, kızdı, müteessir oldu ve nihayet kendi kendine: “Kızmamalıyım; ihtiyar doğru söyledi.” dedi. Emretti; ne kadar mahpus varsa salıverdiler.
Bundan sonra ihtiyar iki rekât namaz kıldı. Elini kaldırdı, dua etti: “Ey gökleri yücelten Tanrı! Ona gücenmiş, onu derde salmıştın. Şimdi onunla barış, onu kurtar.” dedi.
İhtiyar duayı bitirmeden, daha eli duada iken, düşkün hasta iyi oldu, ayağa kalktı. Ayağında artık ip görünmeyen tavus gibi sevincinden âdeta uçacaktı. Emretti, hazinesinde ne kadar cevahir varsa ihtiyarın ayağına, ne kadar altın varsa başına saçtılar.
İhtiyar o cevahirden eteğini çekti birisini almadı ve padişaha şöyle dedi: “Batıl uğruna hakkı gizlemek yaraşmaz. Ben vazifemi yaptım. Bir daha iplik çıbanı çıkarmamak istersen zulüm ipinin ucuna yapışma. Bir kere nasılsa düştün, bir daha ayağın kaymasın, düşmemeye çalış.”
Ey kitabımı okuyanlar, Sadi’den şu doğru sözü dinleyin: “Düşen kimse her vakit kalkamaz.”
Bekası Olmayan Saltanat ve Devlet Hakkında
Ey oğul, dünya ebedî kalır bir mülk değildir. Dünyadan vefakârlık umulmaz.
Seher vakti, akşam vakti Süleyman’ın tahtı yel üzerinde gezmez miydi? Sonucu ne oldu? Saltanatını yel götürmedi mi?
Şu hâlde ilim ile adalet ile geçen padişahlar bahtiyardırlar. Halkın rahatı için kim çalışırsa devlet topunu o çelmiş olur.
Padişahların toplayıp bıraktıkları değil beraber götürdükleri (hayır için sarf ettikleri) işe yarar.
İnsanların ıstırapları mukabilinde mesut olan insanlar, şu yaşadıkları üç beş gün içinde ne safa sürebilirlerse onunla kalırlar.
İşin Zevali, Mülkün İntikali Hakkında Hikâye
İşittim ki, Mısır’da büyük bir beyin ömrünün gününe ecel asker sürmüş. O parlak yanağındaki güzellik gitmiş, gün sonunda sararan güneşe dönmüş.
Mısır’ın ukala ecele ilaç olmadığını bildirdikleri için “Eyvah! Beyimiz ölecek!..” diye dövünüp duruyorlarmış.
Her taht, saltanat zevale varır. Zeval görmeyen bir saltanat varsa Allah’ın saltanatıdır.
İşittim ki, ömrü gününün geceye yaklaştığını gören bey, kesik kesik, titrek bir sesle şöyle demiş:
“Mısır’da benim gibi aziz birisi yoktu. Fakat netice bu olunca anladım ki ortada bir şey yokmuş.
Cihanı yığdım, meyvesini yiyemedim. Şimdi hepsini bıraktım; âciz fakirler gibi gidiyorum.”
Aklı başında olan insan dünyayı kendisi için toplar. Hem yer hem bağışlar.
Bir işe çalış ki öldükten sonra seninle beraber kala. Çünkü senden geriye kalan senin değildir. Sen yalnız onun hasretini ve ziyan korkusunu çekersin. Zengin adam, hayatını eriten döşekte (ölüm yatağında) bir elini uzatır, birini çeker. O zaman söylemeye kudreti olmadığından fikrini sana eliyle anlatmak ister. Yani: “Bir elini lütuf ve ihsan ile uzat; öteki elini de zulümden, hırstan, tamahtan çek.” demek ister.
Arkadaş! Şimdi elinden gelirken iyilik yap. Yoksa yarın kefeni yırtıp elini çıkaramazsın.
Ay, Ülker, Güneş nice zaman parlayacak; sen ise lahit yastığından başını kaldıramayacaksın.
Kızılarslan’ın Bir Âlim ile Hikâyesi
Kızılarslan, sarp bir kaleyi zapt etti. Öyle kale ki, Elvent Dağı ile boy ölçüşürdü; kimseden korkusu, bir şeye ihtiyacı yoktu. Yoluna gelince, gelin hanımların zülfü gibi, büklüm büklüm idi.
Bu kale, nadir bulunur bir bahçenin üzerinde idi. Sanki lacivert bir tabak içinde bir yumurta idi.
İşittim ki, huzura mübarek bir zat, uzak yoldan, şahın yanına gelmiş, dolaşmış, hünerli gayet fasih, iş bilir, hakim, güzel konuşur, çok bilen birisi imiş.
Kızılarslan, ona sormuş: “Çok yerler gezmişsinizdir. Böyle muhkem bir kaleyi nerede gördünüz?”
O zat gülmüş: “Hoş kaledir.” demiş. “Fakat bence muhkem değildir. Senden evvel birtakım kudretli padişahların ellerine geçmedi mi? Onlar burada bir zaman oturup sonra bırakarak gitmemişler mi? Senden sonra da diğer padişahların ellerine geçmeyecek mi? Senin ümidinin ağacından onlar da yemiş yemeyecekler mi?”
Pederinin zamanını, saltanatını yâd eyle de gönlünü teselli et. Felek pederini bir köşeye öyle oturttu ki bir pula hükmü geçmez oldu. Her şeyden, herkesten ümidini kesince, Cenabıhakk’ın lütfuna bağlandı.
İyi düşünen insanın yanında dünya çer çöp gibi değersizdir. Çünkü her zaman başka kimseye mekân olmuştur.”
Hikâye
Acem ilinde bir meczup, Kisra’ya şöyle demiş: “Ey Cem mülkünün vârisi! Eğer saltanat, taht Cem’e kalsaydı, sana nasıl nasip olurdu?
Karun’un bütün hazinelerini ele geçirsen ancak bağışladığın kısmını götürmüş olursun; kalanı burada kalır.”
Ne zaman ki Alparslan canını, onu vermiş olan Allah’a verdi; şahlık tacını oğlunun başına giydirdiler onu da tahtından alıp toprağa gömdüler.
Evet, dünya felaket oklarına nişangâh olduğu için oturup duracak yer değildir. Buraya gelen kalmaz, gider.
Alparslan’ın oğlu tahta çıktıktan sonra, bir gün, ata binmiş gidiyordu. Bir akıllı divane onu gördü, şöyle dedi “Baş aşağı olası, yıkılası. Bu dünya saltanatı ne tuhaf şeydir. Babası gibi, oğlu da ayağı üzengide (gitmek üzere). Dünya böyledir, çabuk geçer. Zaman vefasız, sebatsızdır. İhtiyar birisi gününü bitirince bir talihli, beşikten başını kaldırır.”
Cihana gönül verme ki, sana yabancıdır. Çalgıcıya benzer. Her gece başka bir evde geceler.
Her gece başka birisinin koynunda yatan kadın, dilber de olsa aşka, gönül vermeye layık değildir.
Bu yıl, köy senin iken iyilik yap; çünkü gelecek yıl köy başkasının olacaktır.
Bir hakim, Keykubad’a: “Saltanatına zeval ermesin.” diye dua etti.
Büyük bir zat bu duaya kusur buldu: “Hakim olan zatın böyle söylemesine şaşarım. Dediği şey muhaldir. Hakime yaraşmaz bir sözdür. Feridun gibi, Dahhak gibi, Cem gibi Acem şahlarından hangisinin saltanatına zeval ermemiştir? Kimse burada ebedî kalmıyor. Kalmayınca bunu istemek manasızdır.” dedi.
Duayı etmiş olan hakim cevap olarak şöyle dedi: “Hakim olanlar akla, fikre, mantığa uymaz söz söylemezler. Ben o duayı ettimse onun için ebedî ömür istemedim; hayra muvaffak olmasını temenni ettim. Eğer padişahımız âbid, salih yaşar; doğru yolu bilir, hak sözü işitirse, bu dünya mülkünden yüz çevirince, otağını öbür mülkte kurar. Şu hâlde padişahımın saltanatı zevale uğramamış, belki bu âlemden öbür âleme intikal etmiş olur.”
Bir padişah, âbid ise ölümle onun bir şeyi eksilmez.
O öbür dünyada da padişahtır.
Hazinesi, fermanı, ordusu, şevketi, şanı olan, her istediğini elde eden, güzel yaşayan bir padişah, eğer iyi huylu ise o her zaman mesut ve bahtiyardır. Eğer fakirlere karşı zalimane hareket ederse süreceği sefa ancak bu yaşadığı üç beş güne münhasır kalır. Firavun, kötülüğü bırakmadığı için mezarının başına kadar saltanat sürebildi.
Gör Padişahının Hikâyesi
İşittim ki, Gör padişahlarından birisi, zor ile köylünün eşeklerini angaryaya tutturdu. Zavallı eşekler yem verilmediğinden, ağır yükler altında bir iki gün içinde telef olurdu.
Kendisini beğenen bir alçağın evinin damı, başkalarının damından yüksek ise aşağı damlara işer. Süprüntü atar.
İşittim ki, o zalim padişah bir kere av için şehirden dışarı çıkmış; bir av görmüş, atını dörtnala sürmüş; bu süratle akşam olmuş; yanındaki insanlardan uzak düşerek yalnız kalmış. Yol iz bilmediği için şaşırmış. Nihayet bir köy görerek oraya inmiş.
Köyde insan tanır, adam sarrafı eski hocalardan bir ihtiyar varmış. Çocuğuna şöyle diyormuş: “Oğlum, yarın şehre gideceksin, ama sakın eşeği beraber götürme. Yayan git. Çünkü taht üzerinde değil, tabut üzerinde görmek istediğim şu uğursuz, bedbaht padişah, şeytana kul olmuş, beline kul kemerini bağlamış; zulmünün elinden halkın feryadı göklere yetişmiştir. O günahkâr, pis, murdar herif gebermedikçe, cenazesinin arkasından lanetler savrularak cehenneme gitmedikçe; şu koca iklimde onun yüzünden kimsenin gözü rahat, huzur, ferah görmeyecektir.” (Senin de eşeğini zapt edeceği muhakkaktır.)
Çocuk şöyle dedi “Muhterem babacığım yol uzak, hem çetin; yayan gidemeyeceğim. Fakat eşeği vermek de istemem. Aklın fikrin fazla, reyin parlaktır. Bir çare bul. Hem eşeği götüreyim hem de almasınlar.”
Baba biraz düşündükten sonra, şöyle dedi: “Buldum oğlum buldum: Eline bir taş al; hayvanın başına, koluna sırtına birkaç kere vur. Başı, kolu kanasın; sırtı yağır olsun. Böyle yapacak olursan padişah böyle eşeği beğenmez. Ben bu çareyi Hızır Aleyhisselam’dan öğrendim. Sana vakasını anlatayım: “Vaktiyle bir zalim padişah vardı. Denizde gördüğü gemileri gasp ederdi. Hızır Aleyhisselam, Musa Aleyhisselam ile arkadaş olarak bir gemiye bindiler. Gemici bunları sevdi. Bunlardan gemi ücreti almadı. Biraz açılınca Hızır Aleyhisselam bir balta buldu. Geminin orasını burasını balta ile kırdı; gemiyi çirkin bir hâle getirdi. Sonra, zalimler o gemiyi çevirdiler; fakat beğenmediler, bıraktılar. Gemi yoluna devam etti. İşte Hızır, zahirde fenalık gibi görünen o işi, geminin selameti için yapmıştır.”
Çocuk, babasının emrine itaat etti. Bir taş aldı. Zavallı eşeği iyice dövdü. Eşeğin kolu, kanadı kırıldı; ayağı topalladı (Bu, birinci vakadır.).
Çocuğun babası eşeği bu hâlde görünce: “Oğlum, işte maksat hasıl oldu. Şimdi istediğin yoldan gidebilirsin.” dedi.
Bunun üzerine çocuk, topal eşekle kervana katıldı. Fakat eşeğe acıyor, padişaha ağzına gelen küfürleri savuruyordu.
Oğlan yola çıktı, babası köyde kaldı. Adamcağız yüzünü göğe tuttu: “İlahi, doğruların seccadesi için olsun, bana şu zalimin kahra uğradığını görecek kadar zaman ver. Eğer, ben onun helak olduğunu görmezsem, mezarımda toprak üzerinde gözüme uyku girmez.” diye yalvardı ve: “Gebe kadın, şeytan kadar habis bir insan doğuracağına, bir yılan doğursa daha hayırlıdır.” dedi.
Zulmeden erden, kadın çok daha hayırlıdır. İnsan inciten kimseden köpek daha hayırlıdır.
Kadın yapılı, kadın kılıklı ahlaksız çocuk, ahlaksızlık ederse kendinedir. O bile kötülük eden insandan daha hayırlıdır.
Bir mal düşmanının elinde sağlam bulunacağına, senin elinde kırık olarak bulunsun, daha iyidir.
O sırada padişah, güçlü kuvvetli, koşan, yol açan, yol çeken bir eşek gördü. Derken birisi geldi, eline bir taş aldı, eşeğe öyle vurdu ki biçare eşeğin kemiğini kırdı (Bu, ikinci vakadır.).
Padişah bu hâli görünce kızdı. Şöyle dedi: “Hey, delikanlı! Bu hayvancağızın ağzı dili yok, niye ona böyle zulmediyorsun? Eğer kuvvetli isen kendini göstermek için âcizlerin üzerinde kuvvetini deneme.”
Padişah sözü levent gencin hoşuna gitmedi, kızdı, padişaha bağırdı: “Sanane… Dövdümse, eşeğimi dövdüm, senin atına bir şey yaptığım yok. Yürü, eşeğime karışma. Ben bu işi nahak yere yapmıyorum. Sen işin aslını bilmiyorsun. Nene lazım, haydi işine git. Nice insanlar var ki sence mazur değildir. Fakat hakikati görecek olsan yapılan işin maslahata muvafık olduğunu öğrenir, ona hak verirsin.”
Delikanlının cevabı, padişahın canını sıktı: “Söyle bakalım. İşin neden doğru imiş, anlat. Aptal olduğun malum. Zira sarhoşsun desem, değilsin. O hâlde divanesin.”
Delikanlı söze başladı, şöyle dedi: “Hey cahil, sus. Sen Hızır Aleyhisselam hikâyesini işitmemiş misin? Ona kimse ne divane ne de sarhoş diyor. Niçin birtakım biçarelerin içinde bulundukları bir gemiyi kırdı?”
Padişah şöyle bir cevap verdi: “Hey zalim insan. Bilir misin Hızır o işi niçin yaptı? Bak sana anlatayım. O denizlere hâkim, zalim bir padişah vardı. Onun korkusundan gönüller keder deryası olmuştu. İnsanlar onun elinden feryat figan ediyorlardı. Cihan onun elinden deniz gibi coşup köpürmekte idi. Binaenaleyh, Hızır Aleyhisselam o yaptığı işi, zalim padişah gemiyi almasın diye, maslahat icabı olarak yaptı. Çünkü bir mal, bir meta sağlam olarak düşman elinde bulunacağına, çatlak, kusurlu olsun da sahibinin elinde bulunsun.”
Açık fikirli köylü güldü ve şöyle cevap verdi: “O hâlde hey bey, ben haklıyım. Ben, boş yere eşeğin ayağını kırmıyorum. Belki bu işi, zalim padişahımızın şerrinden korkarak yapıyorum. Eşeğim obada kalsın, benim olsun. Aksak olsun, topal olsun, topallaya topallaya iş görsün… Tek padişahın eline geçip de angarya yük çekmesin.”
Tuh böyle devlete, tuh böyle saltanata ki kıyamete kadar laneti mucip olmaktadır. Gebe kadın yılan doğursun, böyle şeytan sıfatlı insan doğurmasın!
Zalim şunu bilmelidir ki yaptığı zulmü biçare fakire değil kendi nefsine yapmıştır. Çünkü yarın o iyiliğin, kötülüğün hesabı görülecek günde, fakir o zalimin yakasına, sakalına yapışacaktır. Mazlum, bütün günahlarını o zalimin boynuna yükletecek zalim ise utancından başını kaldıramayacaktır.
Tut ki, bugün onun yükünü çekiyor. Yarın o zalim, eşeklerin yüklerini nasıl çekecektir?
Hakikaten bedbaht kimdir, diye soracak olsan, derim ki rahatını başkasının zahmetinde, meşakkatinde arayan kimsedir.
Sevincini halkın ıstırabında arayan zalim; ancak şu beş günlük dünyadan sürdüğü safa ile kalır.
Zulmü yüzünden insanların ıstırap içinde uykuya daldıkları ölü gönüllü (duygusuz) zalim, bir kere uykuya dalarsa bir daha uyanmasın; bu daha hayırlıdır.
Padişah gerek birinci vakadaki ihtiyarın gerek bu ikinci vakadaki delikanlının sözlerini dinledi, bir şey söylemedi. Atını bağladı. Başını eyer keçesinin üzerine koydu. Uyumak istedi, fakat bir türlü uyuyamadı. Bütün gece yıldızları saydı. Merak, endişe uykusunu kaçırmıştı.
Seher kuşu ötmeye başlayınca gecenin perişanlığını unuttu.
Beri taraftan süvariler bütün gece at koşturdular, iz sürdüler. Nihayet padişahın izini buldular. Geldiler, padişahı o meydanda at üzerinde gördüler. Atlarından indiler, yayan olarak koştular huzura geldiler, yerlere eğildiler. Askerin dalgalanmasından yer deniz gibi oldu.
Büyükler oturdular, sofralar kuruldu, yediler, içtiler, eğlenceli bir âlem geçirdiler. İçlerinde birisi vardı ki padişahın eski dostlarındandı ve gece arkadaşı, gündüz nedimi idi: “Padişahım, dün gece ahali (köylü) zati şahanelerine ne yemek çıkardılar? Çok merak ettik. Bütün geceyi endişe içinde geçirdik.” dedi.
Padişah, başına gelen türlü serzenişleri, bedduaları açıktan söylemedi. Başını o nedimin kulağına doğru götürdü, yavaşçacık kulağına şöyle dedi: “Dün gece kimse önüme bir tavuk ayağı getirmedi; fakat eşek ayağı endazeyi geçti.” (Eşek ayağına çok cefalar yapıldı.)
Padişah içmeye başladı, sarhoş oldu. Dün geceki köylü aklına geldi. Emretti köylüyü aradılar, buldular. Elini kolunu bağlayıp getirdiler, tahtının dibine attılar.
Kara gönüllü padişah, keskin kılıcını çekti. Zavallı köylü, kaçma imkânını bulamadı. Anladı ki hayatının son dakikasıdır, hayattan ümidini kesti; aklına geleni söylemeye başladı.
Hayattan meyus olanlar güzel sözler söyler. Görmez misin ki kalemin ucu kalemtıraş ile kesilince kalemin dili daha çevik olur.
Köylü baktı ki hasmından kaçmak mümkün değil; başını kaldırdı. Tirkeşini boşaltmaya başladı: “Padişahım, kabirde yatılacak gece, köyde yatılmaz!” dedi. “Sana bedbaht, kötü diyen, senin zulmünün elinden feryat eden yalnız ben değilim. Binlerce insan hep benim gibi diyor. Şimdi beni öldürürsen bir tek insanı öldürmüş olursun. Senin zamanın merhametsizlikle dolmuş, zulmün cihanı tutmuştur. Niçin bana kızıyorsun? Söylüyorlar. Sana yalnız benim sözüm mü ağır geldi? Elinden gelirse bütün insanları öldür. Seni zemmetmem ağırına gittiyse insaf et de zemme sebep olan şeylerin kökünü kazı. Mademki zulmediyorsun, adının ileride iyilikle anılacağını umma.
Sözüm gücüne gidiyorsa böyle sözleri icap ettirecek işler yapma. Senin için bir çare var: Zulümden çekil. Yoksa, biçare insanı öldürmek, çare sayılmaz. Hayatımdan beş gün kalmış. Bunun da ancak bir iki günü belki rahat geçecek. Farz et, şimdi beni öldürdün, ben büyük bir şey kaybetmiş olmam. Fakat sen kaybedersin. Çünkü kanıma girmiş olursun. Zamanı kötülükle geçen zalim kalmaz ölür gider; fakat üzerindeki lanet ebedî olarak kalır. Mazlumlar senin zulmünden uyumuyorlar. Bilmem ki senin gözün nasıl uyuyor? Dinlersen sana iyi bir nasihat vereyim; dinlemezsen muhakkak pişman olursun.
Bilmiş ol ki, bir padişah ne zaman makul olur; huzuruna çıktığı halk takımı onu divanhanesinde överlerse o zaman makul olur. Çıkrık çeviren anneler, nineler bir padişaha lanet okurken, resmî meclistekilerin padişahı övmelerinin faydası yoktur.”
Köylü, başı üzerinde kılıç olduğu hâlde, canını kader okuna nişan ederek yukarıdaki sözleri söyledi, bitirdi.
Bu söz üzerine padişah, gaflet sarhoşluğundan ayıldı; mübarek melek onun kulağına yavaşçacık seslendi: “Bu ihtiyardan siyaset elini çek. Hoş, öldürsen ne olur? Binlerce kişiden bir tanesini öldürmüş olursun.”
Padişah bir zaman başını yakasına çekti, başını göğsüne doğru eğdi. Sonra, elini salladı: “Affettim!” diye haykırdı, yerinden kalktı. Kendi elleriyle onun bağlarını çözdü, başını öptü, onu kucakladı ve büyük bir memuriyete tayin etti.
İhtiyarın ümit dalı meyve verdi. Padişah ile köylünün hâli dillerde destan oldu. Tabi, iyi olan kimse, doğruların izinden gider. Sakın, ayıp arayan cahilin arkasından gitme. Akıllı insanlardan güzel ahlak öğren.
Hâlini, etvarını, gidişini düşmandan dinle; çünkü fenalığın, dostun gözünde iyi görünür. Seni methedenler, dostun değildirler; seni kınayanlar senin dostlarındırlar. Hastaya şeker vermek günahtır; onun için acı ilaç faydalıdır. Serzenişi hoş tabiatlı dostlar değil, ekşi suratlı insanlar daha iyi yaparlar. Bundan daha iyi nasihati sana kimse söylemez. Aklın sana yâr ise bir işaret kâfidir.