Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar», sayfa 2

Yazı tipi:

Ölümsüzlüğe Kaçış

Hayatının ortasında, yaratıcı yıllarında hayatının amacını keşfeden bir insanın kaderinden daha büyük bir mutluluk olamaz. Núñez de Balboa, kendisi için neyin önemli olduğunu biliyor: Giyotinle korkunç bir ölüm ya da ölümsüzlük! Önce taht ile barışı satın almak, iktidarı darbe ile ele geçirmek şeklindeki suçunu kabul etmek ve bağışlatmak!

Bu yüzden dünkü asi, sadece Reis Comagre’nin kendisine hediye ettiği altınlardan İspanya Kralı’na yasa gereği vermek zorunda olduğu beşte birini çok dürüst bir vatandaş olarak Española’daki haznedar Pasamonte’ye göndermekle yetinmiyor, dünya ile pratiği beceriksiz hukukçu Enciso’dan çok daha iyi olduğundan resmî gönderiminin içinde haznedarın kendisine de yüklüce bir para bağışı koyuyor ve ondan koloninin genel kaptanı olarak yürüttüğü görevini teyit etmesini rica ediyor.

Haznedar Pasamonte’nin bunu yapmak için hiçbir yetkisi yoktur ancak altınların hatırına Núñez de Balboa’ya geçici ve aslında değersiz bir belge yolluyor. Balboa kendisini her taraftan sağlama almak için en güvenilir adamlarından ikisini krala kendisi için kazandıklarını anlatmaları ve kabile reisinden öğrendiği önemli haberi vermeleri için İspanya’ya yolluyor. Vasco Núñez de Balboa, Sevilla’ya “Bana sadece bin adamlık bir ekip lazım.” diye haber gönderiyor; bu bin kişiyle kendisinden önce hiçbir İspanyol’un Kastilya için yapamadığı şeyleri başaracağına söz veriyor. Yeni denizi keşfetmeyi ve Kolomb’un söz verip de bulamadığı ancak kendisinin, Balboa’nın bulacağı Altın Ülkesi’ni de İspanya’ya kazandırmayı görevi biliyor.

Şimdi her şey bu yitik, isyankâr ve soyguncu insan için iyiye gidiyor gibi görünüyor. Ancak İspanya’dan gelen ilk gemi kötü haberler getiriyor. Her şeyini çaldığı Enciso’nun saraya edeceği şikâyetlerin etkisini azaltmak için o günlerde İspanya’ya göndermiş olduğu isyan yardımcılarından birisi durumun onun için tehlikeli olduğunu, hatta hayati tehlike taşıdığını bildiriyor. Kandırılmış “lisanslı” Enciso, gücünü kullanarak şikâyetini İspanyol mahkemesine taşımış ve Balboa’yı kendisine tazminat ödemeye mahkûm ettirmiştir. Buna karşılık, kendisini kurtaracak yakın Güney Denizi’nin yeri hakkındaki haber ise henüz gelmemiştir; kesin olan ise yaptıklarından dolayı Balboa’dan hesap sormak ve hemen orada kararını vermek veya onu zincirleyip İspanya’ya geri götürmek üzere, bir hukuk adamının bir sonraki gemiyle geleceğiydi.

Vasco Núñez de Balboa, mahvolduğunu anlıyor. Yakındaki Güney Denizi ve altın kıyısıyla ilgili haber yerine varmadan hüküm giymişti. Tabii ki kafası kumlarda yuvarlanırken onlar bundan yararlanacaklardı. Herhangi biri onun emelini, rüyalarında gördüğü girişimini tamamlayacaktı; kendisinin artık İspanya’dan ümit edecek bir şeyi kalmamıştı. Kralın resmen atadığı valiyi ölüme sürüklediğini, belediye başkanını kendi elleriyle makamından uzaklaştırdığını biliyorlardı. Sadece hapis cezası verilir de suçlarının cezası olarak başını kesmeleri için masaya yatırılmak zorunda kalmazsa kendisini ucuz kurtulmuş sayacaktı. Güçlü dostlardan yardım da alamaz çünkü artık kendisi de güçlü değildir ve en iyi yardımcısı olabilecek olan altının da bağışlanmasını sağlayacak kadar sesi çıkmamaktadır. Şimdi sadece bir şey cüretkârlığının cezasından onu kurtarabilir: Daha büyük bir cüretkârlık. Eğer hukuk adamları gelip, yardımcıları da onu yakalayıp bağlamadan önce diğer denizi ve yeni Altın Ülkesi’ni keşfedebilirse kendisini kurtarabilir. Meskûn dünyanın sonundaki bu yerde kaçabileceği sadece bir tek şey mümkündür onun için: Muhteşem bir eylem, ölümsüzlüğe kaçış.

Böylece Núñez de Balboa, bilinmeyen okyanusun keşfi için İspanya’dan istediği bin kişinin, bir o kadar da hukuk adamının gelmesini beklememeye karar verir. Kendisiyle aynı fikirde olan az sayıdaki adamla muazzam bir şeyi yapmaya cesaret etmek daha iyidir! Bağlı ellerle, rezil bir durumda giyotine sürüklenmektense, tüm zamanların en cesur maceralarından biri için onurla ölmek daha iyidir. Núñez de Balboa bütün koloniyi topluyor, zorluklarını saklamadan geçitten geçme niyetini onlara anlatıyor ve kimin kendisini takip etmek istediğini soruyor. Onun bu cesareti diğerlerini de cesaretlendiriyor. Yüz doksan asker, neredeyse kolonideki askerliğe elverişlilerin hepsi hazır olduklarını söylüyorlar. Donanım için fazla bir şey alınması gerekmiyor çünkü bu insanlar zaten sürekli savaşta yaşıyorlar. Ve 1 Eylül 1513’te, darağacından ya da zindandan kurtulmak isteyen Núñez de Balboa; bu kahraman ve eşkıya, maceraperest ve asi adam ölümsüzlüğe giden yürüyüşüne başlıyor.

Ölümsüz An

Panama Kıstağı’nı5 geçmeye, Balboa’nın hayat arkadaşı olan, kabile reisinin kızı Careta’nın küçük ülkesi Coyba bölgesinden başlıyorlar; daha sonra anlaşıldığı gibi Núñez de Balboa en dar yeri seçmemiş ve bilgisizliği yüzünden bu tehlikeli geçişi birkaç gün uzatmıştı.

Ancak onun için en önemlisi bilinmeyen bir yere doğru yapılan cüretkâr bir baskının ikmali ve geri çekilme olasılığı için dost bir yerli kabilesinin yardımıydı. On büyük kanoya binen, kargılar, kılıçlar ve yayları ile silahlanmış yüz doksan askerden oluşan ekip, yanlarında büyük bir sürü hâlindeki korkunç av köpekleri ile birlikte Darien’den Coyba’ya geçiyor. Müttefik kabile reisi, yüklerini taşımaları için yerlileri ve yol göstermesi için bir rehber veriyor ve hemen 6 Eylül’de, en cüretkâr ve deneyimli maceraperestlerin bile irade güçlerini oldukça zorlayan kıstak üzerindeki o meşhur yürüyüş başlıyor. İspanyollar önce, yüzyıllar sonra Panama Kanalı’nın inşaatı sırasında bile binlerce kişinin öldüğü bu bataklıklar ve ateşli hastalıklara yol açan mikroplarla dolu çukurlarda, Ekvator’un insanı gevşeten şiddetli sıcağında yol almak zorunda kalıyorlar. İlk andan itibaren, bu daha önce hiç girilmemiş zehirli sarmaşıklarla dolu ormandaki bilinmeyene giden yolun, balta ve kılıçlarla temizlenmesi gerekiyor.

Ekibin önde gidenleri, yeşil renkli dev bir maden ocağındaymış gibi sık orman ve çalılıklarda, peşlerinden gelenlerin arka arkaya tek sıra hâlinde dizilerek geçmesi için bir geçit açıyor. Bu İspanyol askerlerinden oluşan ordu, yerlilerin ani baskınlarına karşı koyabilmek için gece gündüz, her an elleri silahlarında, tüm duyuları dikkatli ve gergin yol alıyor. Güneşin hiç acımadan yaktığı nemli, dev ağaçların arasında oluşan bunaltıcı ve rutubetli karanlıkta insan boğulacak gibi oluyor. Her yerleri ter içinde kalmış, dudakları susuzluktan kurumuş, ağır silahlar taşıyan bu insanlar adım adım yol alıyor; sonra birden çıkan kasırga ile yağmurlar boşanıyor, ufak dereler bir anda sürükleyen nehirlere dönüşüyor ve bunları aşmak için ya sularından yürüyerek ya da yerlilerin ağaç kabuklarından alelacele yaptıkları uyduruk asma köprülerin üzerinden geçmek gerekiyor.

İspanyolların yanında yiyecek olarak bir avuç dolusu mısırdan başka bir şey yok; uykusuz, aç, susuz, etrafları on binlerce sokan ve kan emen böceklerle çevrilmiş olarak, dikenlerden parçalanmış giysileriyle, yara olmuş ayaklarıyla, gözleri kıpkırmızı, yanakları sivrisineklerin sokması yüzünden şişmiş bir hâlde, gündüzleri dinlenmeden, geceleri uyumadan ilerlemeye çalışıyor ve kısa zamanda bitkin düşüyorlar. Yürüyüşün daha ilk haftasının sonunda ekibin büyük bir kısmı artık bu zorluklara dayanamıyor ve asıl tehlikelerin, kendilerini bundan sonra beklediğini bilen Núñez de Balboa, bütün ateşli hastaların ve bitkinlerin geride kalmalarını emrediyor. Bu riskli maceraya sadece ekibin en seçkinleriyle atılmak istiyor.

Arazi nihayet yükselmeye başlıyor. Sadece alçak yerlerdeki bataklıklarda, tüm tropik zenginliğini yayabilen vahşi ormanlar seyreliyor. Ama artık ağaç gölgeleri onları korumadığı için kızgın Ekvator güneşi dimdik, ağır silahlarına vuruyor. Yorgun düşmüş bu insanlar, yavaş yavaş ve sadece kısa mesafelerle iki denizi birbirinden ayıran, taştan oluşmuş bir omurga gibi duran dar bölgeden o sıradağlara adım adım tırmanmaya çalışıyor. Yavaş yavaş görüş alanı açılmaya başlıyor, hava serinliyor. On sekiz gün süren kahramanca mücadeleden sonra zorlukların en zoru aşılmış gibi duruyor; Kızılderili kılavuzun söylediğine göre şimdi tam önlerinde, tepesinden her iki okyanusun da -Atlantik Okyanusu ile o zaman henüz bilinmeyen ve adı verilmemiş olan Pasifik Okyanusu’nun da- görülebildiği o dağların sırtları yükseliyor. Ancak doğanın sert ve kötü direnişi nihayet pes ettiğinde karşılarına yeni bir düşman çıkıyor. O bölgenin kabile reisi, yüzlerce savaşçısı ile yabancıların topraklarından geçişini engellemek istiyor. Núñez de Balboa artık Kızılderililerle savaşmakta oldukça tecrübelidir. Tek bir silahın ateşlenmesi yetiyor ve orada da bu suni şimşek çakması ve gök gürlemesi sesleri, sihirli gücünü yerliler üzerinde gösteriyor. Bundan korkan yerliler bağrışarak kaçarken arkalarından da İspanyollar ve av köpekleri kovalıyor. Ama Balboa bu kolay kazanılmış zafere sevineceğine, bütün İspanyol askerleri gibi adi ve gaddarca davranarak; savunmasız ve bağlanmış esirleri -boğa güreşi ve gladyatör oyunlarındaki gibi- canlı canlı aç av köpeklerinin bulunduğu alana attırıp parçalattırarak bu başarısını lekeliyor. Ölümsüzlük gününden önceki gece yapılan bu olumsuz katliam, Núñez de Balboa’nın adını kirletiyor.

İspanyol askerlerinin karakter ve davranışlarındaki bu durum, garip ve anlaşılamaz bir karışımdı. Hristiyanların arasında hiç olmadığı kadar inançlı ve dindar olan bu insanlar, bir taraftan en içten duygularla Tanrı’ya sesleniyor ve aynı zamanda da onun adına tarihteki en iğrenç canavarlıkları gerçekleştiriyorlardı. Cesaret gerektiren en harika ve kahramanca işleri, fedakârlıkları yapmaya, sıkıntıları çekmeye muktedirken birbirlerini utanç verici bir biçimde aldatıyor ve birbirleriyle mücadele ediyorlardı ancak tüm bu aşağılıklıklarına rağmen müthiş bir onur duygusu ve görevlerinin tarihî büyüklüğüne uygun harika ve gerçekten takdire değer bir düşünce tarzları vardı. Bir akşam önce suçsuz, elleri bağlı, biçare esirleri av köpeklerinin önüne atan ve ağızlarından henüz taze insan kanı damlayan bu hayvanların dudaklarını mutlu mesut okşayan aynı Núñez de Balboa, yaptığı şeyin insanlık tarihi için taşıdığı anlamı da çok iyi biliyor ve en kritik anda tüm zamanlarda unutulmayacak o harika tavırlarını sergiliyor. O, 25 Eylül’ün dünya tarihi için önemli bir gün olacağını biliyor ve bu sert, hiçbir şeyden çekinmeyen maceraperest, zamanı aşacak bu görevinin anlamını harika İspanyol coşkusuyla tamamen anladığını gösteriyor.

Balboa’nın muhteşem tavrı: O akşam, katliamdan hemen sonra yerlilerden biri ona, yakındaki bir tepeyi işaret ederek, o yükseklikten denizin, bilinmeyen deniz Mar del Sur’un görülebileceğini söylüyor. Balboa, hemen talimatlarını veriyor. Yaralılar ile yorgunları yağmaladıkları köyde bırakıyor ve hâlâ yürüyebilecek olanlara -Darien’den beraber yola çıktıklarında sayıları yüz doksan olan adamdan şimdi sadece altmış yedi kişi kalmıştı- o dağa tırmanmalarını emrediyor. Sabah saat ona doğru, tepeye yaklaşıyorlar. Aşmaları gereken sadece küçük ve çıplak bir tepe daha vardı, sonra bakış mesafeleri sonsuzluğa kadar uzayacaktı.

O anda Balboa, ekibe orada kalmasını emrediyor çünkü bu bilinmeyen okyanusa ilk defa bakma anını kimseyle paylaşmak istemiyor. Dünyamızın en büyük okyanusu olan Atlantik Okyanusu’nu geçtikten sonra şimdi diğerini, henüz bilinmeyen Pasifik Okyanusu’nu gören ilk İspanyol, ilk Avrupalı ve ilk Hristiyan olmak, ebediyen öyle kalmak istiyor. Kalbi hızla atarken o anın önemini çok derinden hissederek yavaş yavaş yukarıya doğru çıkmaya başlıyor; sol elinde bayrak, sağ elinde kılıç, müthiş ve yalnız bir siluet. Yavaş yavaş çıkıyor, hiç acele etmeden çünkü gerçek emeline ulaşmıştır. Sadece birkaç adım daha, az kaldı, daha az kaldı ve gerçekten tepeye ulaştığında önüne müthiş bir görüntü çıkıyor. Sarp meyille inen dağların, ormanlık ve yeşil alçalan tepelerin arkasında metal gibi ışıldayan sonsuz, müthiş büyüklükteki bir tepsi gibi deniz; bu yeni, bu bilinmeyen, bu şimdiye kadar sadece hayal edilen ve hiç görülmemiş olan, efsanevi, yıllardan beri Kolomb’un ve arkasından gidenlerin hepsinin boş yere aradıkları, dalgaları Amerika’ya, Hindistan’a ve Çin’e kadar giden deniz. Ve Núñez de Balboa, içinde bu denizin sonsuz maviliğinin yansıdığı gözünün ilk Avrupalı göz olduğunun bilinciyle, gurur ve mutlulukla bakıyor, bakıyor, bakıyor.

Vasco Núñez de Balboa; uzun uzun, kendinden geçerek bakıyor uzaklara. Ancak sonra mutluluğunu ve gururunu paylaşmak için arkadaşlarını çağırıyor. Huzursuz, heyecanlı, soluk soluğa ve bağırarak tepeye tırmanıyor, koşuyor, hayretler içinde bakakalıyor ve coşkulu bakışlarla denizi işaret ediyorlar. Birdenbire onlara eşlik eden Rahip Andres de Vara, Te Deum Laudamus6 ilahisini söylemeye başlıyor ve hemen gürültüler, bağırmalar kesiliyor; bütün askerlerin, maceraperestlerin, eşkıyaların sert ve kaba sesleri bu kutsal ilahiyle birleşiyor. Yerliler, rahibin bir tek sözü üzerine bu adamların, tahtasının üzerine İspanya Kralı’nın adının baş harflerini kazıdıkları bir haç dikmek için bir ağacı nasıl devirdiklerini hayretler içinde seyrediyorlar. Ve sonra da bu haçın, sanki tahtadan iki koluyla Atlantik ile Pasifik Okyanusu’nu en görünmeyen uzaklıklarına kadar kucaklamak istiyormuş gibi oraya dikildiğini.

Núñez de Balboa, bu saygılı sessizliğin ortasında öne çıkıyor ve askerlerine bir konuşma yapıyor: Kendilerine bu onuru ve lütfu sunan yüce Tanrı’nın önünde şükranla eğilmekle ve ondan bu denizi, tüm bu ülkeleri fethedebilmek için yardım etmeye devam etmesini dilemekle doğru yaptıklarını söylüyor. Eğer onlar şimdiye kadar olduğu gibi onu sadakatle takip etmeye devam ederlerse bu yeni Hindistan’dan, İspanya’nın en zenginleri olarak geri döneceklerdir. Merasimle bu rüzgârların estiği bütün toprakları İspanya Krallığı adına ele geçirebilmek için bayrağını dört rüzgâr yönünde sallıyor. Sonra Kâtip Andres de Valderrabano’yu bu muhteşem anı ebedî kılacak bir belge düzenlenmesi için çağırıyor. Andres de Valderrabano, kapalı bir tahta kutuda sakladığı mürekkep hokkası ve tüy kalemi ile birlikte balta girmemiş ormanlardan buraya kadar taşıdığı bir parşömen rulosunu açıyor ve Güney Denizi’nin, Mar del Sur’un, bu toprakların valisi, kutsal ve saygıdeğer kaptan Núñez de Balboa tarafından keşfinde hazır bulunmuş olan bütün soyluları, şövalyeleri ve askerleri, “bu denizi ilk defa Bay Vasco Núñez’in gördüğünü ve kendisinden sonra gelenlere göstermiş olduğunu” onaylamaya çağırıyor.

Sonra bu altmış yedi insan tepeden aşağıya iniyor ve 25 Eylül 1513 tarihinde insanlık, yeryüzünde o zamana kadar bilinmeyen son okyanusu öğrenmiş oluyor.

Altınlar ve İnciler

Artık bilgi kesinleşmiştir. Hepsi denizi görmüştü. Artık aşağıya, sahile inip ıslak dalgaları hissetmeli, onlara dokunmalı, onları tatmalı ve kumsalındaki ganimetleri toplamalılardı! İniş iki gün sürüyor. Núñez de Balboa, dağlardan denize inen en kısa yolu tespit etmek için ekibini gruplara ayırıyor.

Bunlardan Alonzo Martin’in yönetimindeki üçüncü grup kumsala ilk olarak varıyor ve bu maceraperestlerin arasındaki en basit askerler bile şöhretin kendini beğenmişliğine, ölümsüzlük hevesine öyle kapılmışlar ki en sıradan adam olan Alonzo Martin bile hemen kâtibe, ilk defa kendisinin bu henüz isimsiz sularda elini ve ayağını ıslatan olduğunu yazılı olarak onaylattırıyor. Ancak küçük benliğine bir toz tanesi kadar ölümsüzlük kattıktan sonra Balboa’ya denize ulaştığını, dalgalarına kendi eliyle dokunduğunu bildiriyor. Balboa, hemen coşkuyla yeni bir olay yaratıyor. Ertesi gün yani Aziz Michael günü, sadece yirmi iki adamıyla birlikte görkemli bir törenle bu yeni denizi, kendi egemenlikleri altına almak üzere aynı Aziz Michael gibi silahlanmış olarak kumsala iniyor. Hemen denize doğru yürümüyor yüce efendileri ve hükümdarları gibi kibirle bir ağacın altında dinlenerek yükselen denizin dalgalarının ona doğru gelmesini ve uysal bir köpek gibi ayaklarını yalamasını bekliyor. Ancak ondan sonra ayağa kalkıyor, güneşte bir ayna gibi parıldayan kalkanını sırtına atıyor; bir eline kılıcını, diğer eline üzerinde Meryem Ana tasviri bulunan Kastilya bayrağını alıp denizin içine yürüyor. Ancak dalgalar kalçasına kadar çıktığında, bu yabancı, büyük denizi tamamen hissettiğinde, o ana kadar asi ve haydut olan Núñez de Balboa, artık kralın en sadık uşağı ve zafer kazanmış bir komutanı olarak sancağını her yöne doğru sallayıp yüksek sesle sesleniyor:

“Ulu ve güçlü İmparator Ferdinand ve Johanna von Kastilien, Leon ve Aragon adına ve İspanya kraliyet tacı lehine ben; gerçek ile maddi ve ebedî olarak bu denizlere, topraklara, kıyılara, limanlara ve adalara el koyuyorum ve herhangi bir prens ya da bir kaptan, Hristiyanlık ya da dinsiz herhangi bir inanca veya duruma dayanarak bu toprakların ve bu denizlerin üzerinde hak iddia edecek olursa, onların sahibi olan Kastilya Kralı adına şimdi ve her zaman, dünya döndükçe ve mahşer gününe kadar savunacağıma yemin ediyorum.”

Bütün İspanyollar bu yemini tekrarlarken kelimeleri dalgaların uğultulu gürültüsünü bir an için bastırıyor. Her biri dudaklarını deniz suyu ile ıslatıyor ve Kâtip Andres Valderrabano, bu toprakların kral adına sahiplenmesini tekrar kayda alıp belgesini şu sözlerle tamamlıyor: “Bu yirmi iki kişi ile Kâtip Andres de Valderrabano, bu Mar del Sur’a ayaklarını sokan ilk Hristiyanlardandır ve hepsi, bu denizin suyunun da öteki denizin suyu gibi tuzlu olup olmadığını anlamak için ellerini bu suya sokup ağızlarını ıslatmışlar. Ve bunun öyle olduğunu gördüklerinde Tanrı’ya şükretmişlerdir.”

Büyük eylem gerçekleşmiştir. Şimdi sıra artık bu cesur başarıdan bir de dünyevi çıkarlar sağlamaya gelmiştir. İspanyollar bazı yerlilerden, çalarak veya değiş tokuş yoluyla biraz altın ediniyorlar. Ancak bu zaferin ortasında onları yeni bir sürpriz beklemektedir. Çünkü yerliler avuç avuç yakınlardaki adalarda bolca bulunan ve aralarında, Cervantes ve Lope de Vega’nın şarkılar düzdüğü, ismi “Pellegrina” olan, İspanyol ve İngiliz krallarının taçlarını süsleyen, dünyanın en güzel ve paha biçilmez incilerinden getiriyorlar. İspanyollar bütün ceplerini, bütün torbalarını burada değeri istiridye ve kum tanecikleri kadar olan bu değerli şeylerle dolduruyorlar ve açgözlülüklerinden kendileri için yeryüzünde en önemli olan şeyi, altını sorduklarında, kabile reislerinden biri dağ çizgilerinin ufukta yavaş yavaş kaybolduğu güney yönünü gösteriyor. Orada inanılmaz hazineleri olan çok zengin bir ülke olduğunu, hükümdarlarının altın kaplarda yemek yediğini ve büyük, dört ayaklı hayvanların -reisin anlatmak istediği hayvanlar lamalardı- en harika yükleri kralın hazine dairesine taşıdıklarını anlatıyor. Ve denizin güneyinde, dağların arkasında bulunan ülkenin adını da söylüyor: “Biru” gibi melodik ve yabancı bir isim.

Vasco Núñez de Balboa gözlerini, reisin eliyle işaret ettiği uzaklara, dağların renginin gökte solarak kaybolduğu yere dikiyor. Bu yumuşak, cazip “Biru” kelimesi hemen ruhuna yazılmıştı. Kalbi huzursuz atmaya başlamıştı. Hayatında ikinci defa umulmadık bir anda büyük bir müjde almıştı. İlk mesaj, Comagre’nin yakındaki deniz ile ilgili verdiği ilk haber gerçekleşmişti. İncilerin kumsalını ve Mar del Sur’u keşfetmişti. Belki bu ikinci mesajı, İnkaların Krallığı’nı da keşfedip ele geçirecekti; dünyanın Altın Ülkesi’ni.

Tanrılar Nadiren Bağışlar…

Núñez de Balboa hâlâ özlem dolu bakışlarla uzaklara bakıyor. Altın bir çan sesi gibi “Biru”, “Peru” kelimesi içinde salınıyor. Ama -acı veren bir vazgeçiş!– bu defa keşfe devam etmeyi göze alamaz. İki veya üç düzine yorgun adamla ülkeler fethetmek mümkün değildir. Öyleyse önce geri Darien’e ve daha sonra topladığı güçlerle şimdi bulduğu yollardan yeni Altın Ülkesi’ne gitmeliydi. Ancak bu geri dönüş de pek kolay olmayacaktı. İspanyollar bir defa daha vahşi ormandan geçmek için mücadele edecek, yerlilerin baskınlarına yine göğüs germek zorunda kalacaklardı. Ve dört ay süren korkunç sıkıntılı bir yolculuktan sonra 19 Ocak 1514’te tekrar Darien’e varan artık bir savaş birliği değil, ateşli hastalıkları olan ve son güçleriyle sallanarak yürüyen bir gruptu. Balboa’nın kendisi de ölüme yakındı ve yerliler tarafından bir hamakta taşınmaktaydı.

Ancak tarihin en büyük olaylarından biri başarılmıştı. Balboa verdiği sözü tutmuş ve kendisiyle birlikte bilinmezliğe gelme cesaretini gösteren herkes zengin olmuştu; onun askerleri, Kolomb’un ve öteki askerlerin hiçbir zaman yapamadıkları gibi Güney Denizi kıyılarından hazinelerle dönmüşlerdi ve diğer sömürgeciler de bu işten paylarını almışlardı. Ganimetin beşte biri de taht için hazırlandı ve hiç kimse, bu zafer kazanmış komutanın, ganimetin paylaşılması sırasında zavallı yerlilerin etlerini vahşice parçalayan köpeği Leoncico’yu bile unutmayıp savaşçılarından biriymiş gibi beş yüz altın peso ile ödüllendirmesini ayıplamadı ve kızmadı.

Böyle bir başarıdan sonra onun vali gibi otoriter davranmasına kimse karşı çıkmıyor. Maceraperest ve haydut olan bu adam şimdi bir tanrıymış gibi kutlanıyor ve Kolomb’dan beri Kastilya tacı için en büyük olayı gerçekleştirdiği haberini gururla İspanya’ya gönderiyor. Yükselişi sırasında şansının güneşi, o zamana kadar hayatını karartan tüm bulutları dağıtmıştı. Şimdi artık zirvedeydi.

Ancak Balboa’nın mutluluğu kısa sürüyor. Birkaç ay sonra, güneşli bir haziran gününde Darien halkı şaşkın bir hâlde kumsala koşuyor. Ufukta bir yelkenli belirmişti ve bu bile dünyanın bu kaybolmuş köşesinde bir mucizeydi. Ama o da ne, onun yanında bir ikincisi daha beliriyor, bir üçüncüsü, bir dördüncüsü, bir beşincisi ve az sonra on, hayır on beş, hayır yirmi tane, bütün bir filo limana doğru geliyor. Ve kısa bir süre sonra durum anlaşılıyor: Bütün bunların sebebi Balboa’nın krala yazdığı mektuptu ama zaferinin mesajı olan değildi; o henüz İspanya’ya ulaşmamıştı, aksine daha önceki kabile reisinin yakındaki Güney Denizi ve Altın Ülkesi’yle ilgili sözlerini bildirip buraları ele geçirmek için bin kişilik bir ordu istediği bir önceki mektuptu. İspanya tahtı, bu araştırma için çok güçlü bir filo hazırlamakta hiç tereddüt etmiyor. Ancak Sevilla’da ve Barcelona’da hiç kimse bir an için bile olsa böyle önemli bir görevi, Vasco Núñez de Balboa gibi kötü bir şöhreti olan bir macerapereste, bir asiye vermeyi düşünmüyor. Bu filo ile birlikte kralın valisi olarak nihayet kolonide düzeni sağlamak, şimdiye kadar işlenen bütün suçların hukuki sonuçlarını yerine getirmek, bahsedilen Güney Denizi’ni bulmak ve sözü edilen Altın Ülkesi’ni fethetmek için zengin, asil, saygı gören, altmış yaşında, çoğu zaman Pedrarias diye bahsedilen Pedro Arias Davilla’yı gönderiyorlar.

Ama Pedrarias için ortaya nahoş bir durum çıkıyor. Bir taraftan, eski valiyi kovduğu için haydut Núñez de Balboa’dan hesap sormak ve eğer suçu ispatlanırsa onu zincire vurmak veya yargılamak için görevlendirilmişken; diğer taraftan da kendisine Güney Denizi’ni bulma talimatı verilmişti. Ama gemisi karaya yanaştıktan hemen sonra mahkeme önüne çıkartmak için geldiği Núñez de Balboa’nın, bu harika olayı kendi başına yaptığını, bu haydudun kendi zaferini çoktan kutladığını ve İspanya tahtı için Amerika’nın keşfinden beri ilk büyük hizmeti gerçekleştirdiğini öğreniyor.

Tabii ki böyle bir adamı şimdi artık adi bir suçlu gibi giyotine gönderemez, onu saygıyla selamlaması ve içtenlikle kutlaması gerekir. Ancak o andan sonra Núñez de Balboa mahvolmuştur. Pedrarias, yapmak için gönderildiği ve kendisine tüm gelecekte ebediyen ün sağlayacak bu çok büyük işi kendi başına yapmış olan bu rakibi hiçbir zaman bağışlamayacaktır. Gerçi kolonicileri şimdiden kızdırmamak için onların kahramanına duyduğu öfkeyi saklamak zorunda kalıyor, soruşturma erteleniyor ve hatta Pedrarias, İspanya’daki kızını Núñez de Balboa ile nişanlayarak sahte bir barış bile yapıyor. Ancak onun Balboa’ya karşı olan nefreti ve kıskançlığı hiçbir zaman azalmayacak hatta şimdi Balboa’nın yaptıklarının nihayet öğrenildiği İspanya’dan, bir zamanların asisine uygun görülen unvanın verildiğine dair bir kararname çıkmasından, üstelik ona bir de soyluluk unvanı verilmesi ve Pedrarias’ı, her önemli konuda onunla görüşüp tartışmak zorunda bırakan talimat gelmesinden sonra, bu kin ve kıskançlık duygusu daha da artacaktır.

İki vali için bu ülke fazla küçüktü, birinin uzaklaşması, birinin yok olması gerekecekti. Vasco Núñez de Balboa, kılıcın başının üzerinde dolaştığını hissetmektedir zira askerî güç ve yargı Pedrarias’ın elinde bulunmaktadır. Bu yüzden, ilkinde kendisine o harika başarıyı sağlamış olan kaçışı ikinci defa tekrarlamak istiyor; ölümsüzlüğe kaçışını. Pedrarias’tan, Güney Denizi’nin kıyılarını araştırmak ve daha büyük bir çevreyi fethetmek üzere bir araştırma gücü hazırlamak için iznini rica ediyor. Ancak bu eski asinin gizli amacı, denizin öteki kıyısında bağımsız olmak, her tür denetimden uzak, kendisi bir filo kurmak, kendi eyaletinin efendisi olmak ve belki de o efsanevi Biru’yu, Yeni Dünya’nın bu altın ülkesini fethetmekti. Pedrarias, art düşüncelerle onun bu isteğini onaylıyor. Balboa bu girişiminde başarısızlığa uğrarsa iyi olur. İstediğini yapabilirse de bu fazla hırslı adamdan kurtulmak için yine de zamanı olacaktır.

Böylece, Núñez de Balboa’nın ölümsüzlüğe yaptığı bu ikinci yolculuğu başlıyor; hatta bu yeni denemesi, birincisinin başarısının (her zaman en başarılı olanları önemseyen) tarihte ulaştığı şöhrete ulaşmasa da çok daha görkemli geçiyor. Bu defa Balboa, bu kıstağı geçme yürüyüşünü sadece ekibiyle yapmıyor. Birincisinin aksine, dört yelkenli yapmaya yetecek kadar kereste, kalas, halat, yelken, çapa ve bocurgatı binlerce yerliye taşıtıyor. Çünkü orada bir filosu olursa o zaman bütün kıyılarda güç kazanır, inci adalarını ve Peru’yu, efsanevi Peru’yu fethedebilir. Ama bu defa şans bu cesur adamın tarafında değildir ve karşısına sürekli yeni engeller çıkar. Nemli vahşi ormanlardan geçerken tahta kurtları tahtaları yer, uzun kalasları çürütür ve işe yaramaz hâle getirir. Balboa cesaretini kaybetmez, Panama Körfezi’nde yeniden ağaçlar kestirir ve yeni kalaslar yaptırır. Enerjisi gerçek mucizeler yaratır, her şey başarılmış gibidir, Pasifik Okyanusu’nun ilk yelkenlileri hazırlanmıştır.

O sırada, birdenbire çıkan müthiş bir tornado fırtınası, yelkenlilerin olduğu nehirleri çalkalar. Bitmiş vaziyetteki yelkenliler sürüklenir ve denizde parçalanır. Üçüncü bir defa daha baştan başlamaları gerekir ve nihayet sadece iki yelkenli yapabilirler. Sadece iki tane fakat Balboa’nın üç yelkenliye daha ihtiyacı vardır. O zaman yola çıkıp kabile reisinin eliyle güneyi gösterdiği ve ilk defa o cazip “Biru” kelimesini duyduğu andan beri gece gündüz hayal ettiği o Altın Ülkesi’ni fethedebilir. Arkasından birkaç cesur asker daha gelmeli, arkadan iyi bir ekibin daha katılmasını istemeliydi, o zaman kendi devletini kurabilirdi! Sadece birkaç ay daha zamana, biraz da içindeki cesaretin ve şansının sürmesine ihtiyacı vardı. İşte o zaman dünya tarihine, İnkaları yenen ve Peru fatihi olarak anılan Pizarro’nun adı değil, Núñez de Balboa’nın adı geçecekti.

Ancak kader, en sevdiklerine bile her zaman fazla cömert değildir. Tanrılar ölümlülere nadiren tek bir ebedî başarıdan fazlasını verir.

5.Kıstak: Deniz içinde iki adet kara parçasını birbirine bağlayan dar kara parçası. (ç.n.)
6.“Tanrı, seni övüyoruz.” sözleriyle başlayan, ilk bölümde Tanrı’nın ve ikinci bölümde Hz. İsa’nın övgüsünü içeren Tanrı’ya şükür ilahisi. (ç.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6486-50-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu