Kitabı oku: «İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar», sayfa 3
Çöküş
Núñez de Balboa, bu büyük girişime demir gibi bir enerji ile hazırlanmıştı. Ancak tam da bu cüretkâr başarısı ona tehlike yaratmaya başladı zira Pedrarias’ın kuşkucu bakışları huzursuzca, emrindeki bu insanın tüm amaçlarını izlemekteydi. Belki de ona Balboa’ya ihanet eden, onun hırslı hükümdarlık hayallerini anlatan birisi vardı ya da belki de sadece kıskançlık yüzünden bu eski asinin ikinci bir başarı kazanmasından korkuyordu. Her ne idiyse Balboa’ya çok samimi bir mektup gönderip, bu büyük fetih seferine başlamadan önce kendisiyle bir toplantı yapması için Darien yakınlarındaki Acla’ya gelmesini istedi. Pedrarias’tan daha fazla asker desteği alacağını ümit eden Balboa, bu davete uydu ve hemen Darien’e döndü. Şehrin kapılarının önünde küçük bir asker kıtası görünürde onu selamlamaya geliyormuş gibi ona doğru yürümeye başlardı; komutanlarına, senelerdir arkadaşı olan, Güney Denizi’nin keşfi sırasında yanından hiç ayırmadığı güvenilir dostu Francisco Pizarro’ya sarılmak için sevinç içinde onlara doğru yürüdü.
Fakat Francisco Pizarro, ağır elini Balboa’nın omuzuna koydu ve onun tutuklandığını söyledi. Pizarro’da da ölümsüzlük arzusu kabarmıştı, o da Altın Ülkesi’ni fethetmek istiyordu ve önden giden bu gözü pek adamı ortadan kaldırmak hiç de fena olmayacaktı. Vali Pedrarias, sözde bir isyan olayı yüzünden dava açar; hızlı ve haksız bir biçimde yargılanır. Birkaç gün sonra Vasco Núñez de Balboa, en sadık arkadaşlarıyla birlikte boyunlarının vurulacağı kütüğe doğru yürür; celladın kılıcı havada parlar ve yere yuvarlanan baştaki gözlerin ışığı, insanlık tarihinde dünyamızın iki okyanusunu da ilk defa görmüş olan gözlerin ışığı, bir saniyede ebediyen söner.
BİZANS’IN FETHİ
29 Mayıs 1453
Tehlikenin Fark Edilişi
5 Şubat 1451’de gizli bir ulak, Sultan Murat’ın Küçük Asya’daki en büyük oğlu yirmi bir yaşındaki Mehmet’e, babasının ölüm haberini getirir. Kurnaz olduğu kadar da enerjik olan bu genç şehzade, vezirlerine ve danışmanlarına tek kelime bile etmeden atlarının içinden en iyisine atlar ve bu harika safkan atı kamçılayarak Boğaz’a kadar olan yüz yirmi mili gider ve hemen Avrupa kıyısındaki Gelibolu’ya geçer. Ancak orada, kendisine en sadık olan adamlarına babasının öldüğünü söyler ve taht üzerinde hak iddia edebilecek herkesi hemen durdurabilmek için seçme askerlerden bir ekip oluşturur; onlarla birlikte, hiçbir itirazla karşılaşmadan Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı olarak kabul gördüğü Edirne’ye gider. İlk yönetim eylemleri, Mehmet’in son derece merhametsiz kararlılığını gösterir. Peşinen aynı kanı taşıyan bütün rakiplerini yok etmek için henüz reşit olmayan erkek kardeşini hamamda boğdurtur ve hemen sonrasında da -bu da onun önceden düşündüğü kurnazlığını ve vahşiliğini gösteriyor- kardeşini öldürmesi için görevlendirdiği katili de öldürtür.
Dikkatli bir devlet adamı olan Murat’ın yerine bu genç, coşkulu ve şöhret düşkünü Mehmet’in, Türklerin Sultanı olduğu haberi Bizans’ı dehşete düşürür. Zira Bizanslılar yüzlerce muhbiri sayesinde bu hırslı adamın bir zamanlar dünyanın başkenti olan şehri egemenliği altına almaya yemin ettiğini ve gençliğine rağmen gecelerini, hayatının bu amacını gerçekleştirmek için stratejik fikirler üretmekle geçirdiğini biliyorlardı; aynı zamanda da tüm raporlar yeni padişahın, olağanüstü askerî ve diplomatik becerilerinden bahsetmekteydi.
Mehmet, her ikisindendi; aynı zamanda hem dindar hem de acımasız, hem hırslı hem de sinsi, bilgili ve sanatsever bir adamdı. Sezar’ın ve Romalıların biyografilerini Latinceden okuyor ama aynı zamanda da su gibi kan akıtıyordu. Zarif ve melankolik gözleri, keskin hatları olan papağan burunlu bu adam; yorgunluk bilmeyen bir işçi, cesur bir asker, acımasız bir diplomattı ve tüm bu tehlikeli güçleri tek bir fikre hizmet ediyordu: Avrupa’ya ilk defa yeni Türk milletinin askerî üstünlüğünü kabul ettirmiş olan büyükbabası Beyazıt’tan ve babası Murat’tan daha büyük işler yapmak. İlk hamlesinin, Konstantin’in ve Justinianus’un ellerinde kalan son değerli taş olan Bizans’a yönelik olacağı biliniyor ve hissediliyordu.
Bu değerli taş, kararlı bir yumruk için gerçekten de korumasız ve çok yakındaydı. Bir zamanlar İran’dan Alp Dağları’na ve Asya çöllerine kadar uzanan, geçilmesi aylar süren bu toprakların tek efendisi olan Bizans, Doğu Roma İmparatorluğu artık yürüyerek üç saatte rahatlıkla geçilebilir duruma gelmiştir; maalesef bugün bu Bizans İmparatorluğu’ndan geriye gövdesiz bir baş, ülkesiz bir başkent kalmıştır: Konstantinopel, Konstantin’in şehri, eski Bizans. Ve bu Bizans’tan, bugünkü İstanbul’dan bile sadece bir bölüm İmparator Basileus’a aittir; Galata şimdi Cenevizlilerin yönetimindedir ve surların dışında kalan bütün topraklar da Türklerin eline geçmiştir. Bu imparatorluğun sadece bir avuç kadarı son imparatorundu: Adı Bizans olan, sadece kocaman surların çevrelediği kiliseler, palaslar ve karmaşık mahallerdeki evlerden başka bir şey değildir. Haçlılar tarafından bir defasında iliğine kadar soyulmuş, veba yüzünden halkı azalmış, göçebelerin sürekli saldırılarına karşı savunmaktan yorgun düşmüş, ulusal ve dinî kavgalar yüzünden parçalanmış bu şehrin, bir ahtapot gibi kollarını her taraftan saran düşmana karşı kendi gücüyle kendisini savunabilmek için ne askeri ne de cesareti vardır. Son Bizans İmparatoru Konstantin Dragas’ın pırıltısı artık sadece rüzgârdan bir palto, tacı da kaderin bir oyunudur.
Fakat şimdi artık Türkler tarafından kuşatılmış olan ve binlerce yıllık ortak kültür bağları nedeniyle bütün Batı’da kutsal sayılan bu Bizans, Avrupa’nın onurunun bir sembolüydü. Birleşik Hristiyan dünyası Doğu’daki artık yıkılmaya yüz tutmuş bu son kaleyi koruyabilirse Ayasofya, Doğu Roma Hristiyanlığı’nın son ve aynı zamanda dünyanın en güzel kilisesi olarak kalmaya devam edebilecektir.
Konstantin hemen tehlikeyi fark eder. Mehmet’in bütün barış konuşmalarına rağmen haklı korkulara kapılıp İtalya’ya ulak üzerine ulak gönderir; Papa’ya ulaklar, Venedik’e ulaklar, Cenova’ya ulaklar gönderir; kadırgalar ve askerler yollamalarını ister. Ancak Roma tereddüt eder, Venedik de. Çünkü Doğu’nun inancı ile Batı’nın inancı arasında hâlâ eski ilahiyat ayrılığı devam etmektedir.
Rum Kilisesi, Roma Kilisesi’nden nefret etmekte ve Patrik’i, Papa’yı en büyük lider olarak tanımamakta direnmektedir. Gerçi Türk tehlikesi nedeniyle Ferrara ve Floransa’da toplanan iki ruhani mecliste iki kilisenin tekrar birleşmesi kararı alınmış ve Türklere karşı savunmasında Bizans’a yardım edileceğine dair güvence verilmiştir ancak Bizans’ı tehdit eden Türk tehlikesinin pek de acil olmadığını zanneden Rum Ruhani Meclisi, antlaşmayı yürürlüğe koymayı reddeder. Ancak Mehmet şimdi Sultan olunca, tehlike Ortodoksların inadından büyük olmuştur: Bizans, Roma’ya acele yardım edilmesini de rica ederek antlaşmayı kabul ettiğini bildirir. Şimdi kadırgalara asker ve mühimmat yüklenir ama Papa’nın özel temsilcisi de Avrupa’nın iki kilisesinin barışını kutlamak ve Bizans’a saldıranın, karşısında birleşmiş bir Hristiyanlık âlemi bulacağını törenle bütün dünyaya ilan etmek üzere gemilerden biriyle gider.
Barış Ayini
O aralık gününün görkemli gösterisi: Bir zamanlar, bugün artık hayal bile edemeyeceğimiz mermer, mozaik ve pırıl pırıl parlayan değerli eserlerin bulunduğu o camide, o eşsiz güzellikteki bazilikada, barışın büyük kutlaması yapılır.
İmparatorluğundaki bütün makam sahiplerini çevresine toplayan Konstantin, krallık tacı ile iki kilise arasında varılan bu ebedî barış antlaşmasına bağlı kalacaklarını göstermek için en yüksek makamdaki tanık ve kefil olarak gelir.
Sayısız mumun aydınlattığı bu dev salon, hıncahınç doludur; Roma Katolik Kilisesi elçisi olarak Isidorus ile Ortodoks Patriği Gregorius, mihrabın önünde kardeşçe dururlar; bu kilisede ilk defa dua ederken yine Papa’nın da adı anılır. Aziz Spiridon’un naaşı, barışmış iki kilisenin görevlileri tarafından törenle taşınırken ilk defa Latince ve Rumca söylenen dinî şarkılar aynı anda bu ebedî katedralin kubbelerine yükselir. Doğu ile Batı, iki ayrı inanç, ebediyen birleşmiş gibi görünür ve nihayet yıllar yıllar süren canice kavgalardan sonra Avrupa’nın düşündüğü gibi bir Batı fikri gerçekleşir.
Ancak tarihte mantık ve barış zamanları geçicidir. Henüz kilisede bu insanların okudukları dua sesleri birbirlerine karışırken dışarıdaki bir manastır hücresinde Bilge Rahip Gennados, Latinlere ve gerçek inanca ihanet edenlere karşı harekete geçer. Daha barış bağları henüz sağlamlaştırılmadan fanatizm onları yine koparmıştır ve Rum papazların gerçek bir boyun eğişi düşünmeyişi gibi Akdeniz’in diğer ucundaki dostları da söz verdikleri yardımı unuturlar. Gerçi birkaç kadırga ile birkaç yüz asker gönderirler ama daha sonra şehir tamamen kendi kaderine terk edilir.
Savaş Başlıyor
Diktatörler savaşa hazırlanırken tamamen hazır olmadan önce sürekli barıştan bahsederler. Mehmet de tahta çıktığında İmparator Konstantin’in gönderdiği temsilcilerini en nazik ve rahatlatıcı sözlerle kabul eder; alenen ve törenle Tanrı’nın, onun peygamberinin, meleklerin ve Kur’an’ın üstüne yemin ederek Basileus ile yaptığı antlaşmalara sadık kalacağını söyler.
Ancak diğer taraftan da Macaristan ve Sırbistan’la üç yıllık bir tarafsızlık antlaşması yapar; şehri rahatça ele geçirmek adına kendisine gerekli olan üç yıl için. Ancak sonra Mehmet, yeterince barış sözü verdikten ve barış yemini ettikten sonra, antlaşmayı bozarak savaşı başlatır.
O zamana kadar İstanbul Boğazı’nın sadece Asya Yakası Türklere aitti ve böylece Bizans gemileri hiçbir engelle karşılaşmadan boğazdan Karadeniz’e geçip hububat ambarlarına gidebiliyorlardı. Mehmet, geçerli bir sebep göstermeye bile gerek görmeden bir zamanlar Pers seferleri sırasında cesur Kral Xerxes’in boğazı geçtiği yere, Avrupa kıyısındaki Rumelihisarı’nın olduğu, Boğaz’ın bu en dar yerine, bir kale yapılmasını emrederek bu geçidi kapatır. Bir gecede binlerce ve on binlerce toprak işçisi, antlaşmalara göre yerleşilmemesi gereken Avrupa kıyısına yerleştirilir (Ancak zorla yapılan anlaşmalar neye yarar?) ve bu insanlar geçinebilmek için çevredeki tarlaları yağmalar, gözetleme kalesinin inşaatına taş sağlamak amacıyla sadece evleri değil, eski meşhur St. Michael Kilisesi’ni de yıkarlar. Sultan, gece gündüz hiç dinlenmeden hisarın yapımını bizzat yönetir ve Bizans, hukuka ve antlaşmalara aykırı olarak Karadeniz’e çıkış özgürlüğünün yok edilişini baygınlıklar geçirerek seyretmek zorunda kalır.
O zamana kadar serbest olan denizi geçmek isteyen gemiler barış anlaşmasına rağmen topa tutulur ve bu başarıyla sonuçlanan ilk güç gösterisinden sonra Mehmet’in artık başka yalanlar söylemesine gerek kalmaz. 1452 Ağustos’unda Mehmet, bütün ağalarını ve paşalarını çağırır; onlara açık açık amacının Bizans’a saldırıp ele geçirmek olduğunu anlatır. Korkunç kararın duyurusu hemen yapılır; bütün Osmanlı İmparatorluğu’na eli silah tutan herkesin cepheye çağrıldığını bildiren haberciler gönderilir ve 5 Nisan 1453’te aniden oluşan bir sel gibi, Bizans’ın önündeki düzlükten neredeyse şehrin surlarına kadar büyük bir Osmanlı ordusu belirir.
Sultan ihtişamlı kıyafetleriyle askerlerinin başında, çadırını Lyka Kapısı’nın önüne kurmak için atını sürer. Ancak ana karargâhının önünde sancağını dalgalandırmadan önce seccadesini yere açmalarını emreder. Çıplak ayaklarıyla, yüzünü Mekke’ye dönüp üç defa alnı yere değene kadar eğilir ve arkasında -harika bir gösteri-on binlerce insan ve bir o kadar da ordusunun askeri aynı şekilde, aynı yöne doğru hareket edip kendilerine güç ve zafer vermesi için Allah’a aynı duayı söyler. Sultan ancak bundan sonra ayağa kalkar. Alçak gönüllü hâlinden yeniden meydan okuyan tavrına, Allah’ın kulu olmaktan komutan ve asker olmaya döner ve o anda “tellalları” davul ve zurna sesleriyle bütün karargâhı dolaşıp duyurur: “Şehrin kuşatılması başlıyor.”
Surlar ve Toplar
Bizans’ın artık tek bir gücü ve kuvveti vardır: Surlar. Bu büyük imparatorluğun geçmişte bütün dünyaya yayılan mutluluğundan miras olarak sadece bu surlar kalmıştır. Şehrin üçgeni üç katlı bir zırh tabakası ile çevrelenmiştir. Alçak ama sağlam taşlardan yapılmış ve hâlâ dayanıklı surlar, şehrin Marmara Denizi’ne ve Haliç’e karşı olan iki kanadını korumaktadır; buna karşı dev bir göğüs siperi olarak Theodosius Surları da şehri açık araziye karşı korur. Konstantin daha önceden olabilecek tehlikelere karşı Bizans’ı zamanında surlarla kuşatmış, Justinianus da bu surların yapımına ve sağlamlaştırmasına devam etmişti ancak ilk olarak yedi kilometrelik uzunluğu olan kaleyi -bugün hâlâ sarmaşıkların kapladığı kalıntıların ispatladığı gibi- asıl sağlamlaştırma işi, Theodosius’un eseridir. Mazgallar ve burçlarla süslenmiş, hendeklerle ve kocaman dikdörtgen kulelerle korunan, çift veya üç paralel sıra olarak inşa edilmiş ve binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş bütün imparatorlar tarafından sürekli eklemeler yapılmış ve yenilenmiş bu surlar, o zamanlar zapt edilemezliğin mükemmel bir sembolüydü.
Bir zamanlar barbarların azgın saldırılarına ve Türklerin savaş birliklerine karşı başarıyla göğüs germiş bu dikdörtgen taşlar şimdi de o zamana kadar bulunmuş tüm savaş silahlarına karşı alay eder gibiydi; koçbaşları kendileri parçalanana kadar vurmakta hatta diğer tüm aletler ve havan topları bile bu surlar karşısında etkisiz kalmaktaydı. Avrupa’nın hiçbir şehri, bu Theodosius Surları sayesinde İstanbul’un korunduğundan daha iyi ve sıkı korunmuyordu.
Mehmet, bu surları ve sağlamlıklarını herhangi birinden daha iyi biliyordu. Geceleri uyumadığı ve rüyalarında, aylardan ve yıllardan beri düşündüğü tek şey vardı: Bu ele geçirilemeyenleri nasıl ele geçirebileceği, bu yıkılamayanları nasıl yıkacağı. Masasının üzerinde surları, çatlaklarını, ölçülerini gösteren çizimler yığılmaktaydı, surların önündeki ve arkasındaki her kabartıyı, her çukurluğu, her su yolunu bilmekte ve mühendisleri ile birlikte her bir ayrıntıyı gözden geçirmekteydi. Sadece hayal kırıklığı: Her şeyi hesapladıktan sonra, o zamana kadar kullanılan silahlarla Theodosius Surları’nın yıkılamayacağını anlamışlardı.
Öyleyse daha güçlü toplar yapılmalıydı! O zamana kadar savaş sanatında bilinenlerden daha uzunları, daha uzağa ulaşanları, daha güçlü ateş edenleri! Şimdiye kadar kullanılanlara göre daha sert taşlardan, daha ağır, daha parçalayıcı, daha yıkıcı güllelere ihtiyaç vardı. Bu aşılamayan surlara karşı yeni bir top keşfedilmeliydi, başka bir çözüm yoktu ve Mehmet, her ne pahasına olursa olsun bu yeni saldırı aracını bulmakta kararlıydı.
Her ne pahasına olursa olsun… Bu tür bir ifade her zaman kendiliğinden yaratıcı ve teşvik edici bir güç uyandırır. Savaş ilanından az sonra Sultan’ın huzuruna, dünyadaki en yaratıcı ve en tecrübeli top dökümcüsü olarak bilinen bir adam gelir. Urbas7 ya da Orbas adında bir Macar. Aslında bir Hristiyan’dır ve hemen öncesinde becerisini İmparator Konstantin’e teklif etmiştir ancak Mehmet’ten daha yüksek bir ücret almak ve sanatı için daha cesur projeler yapabilmek beklentisiyle, istediği her türlü malzeme kendisine sağlandığı takdirde, dünyada şimdiye kadar hiç görülmemiş büyüklükte bir top dökmeye hazır olduğunu bildirir. Tek bir amaç uğruna yanıp tutuşan her insan gibi Sultan için de hiçbir ücret fazla değildir, adama hemen istediği kadar işçi verir ve Edirne’ye binlerce arabayla demir cevheri taşınır; adam pek çok zorlukla karşılaşarak ve gizli sertleşme yöntemleriyle üç ay sonra kızgın maddeyi dökeceği kalıbın kilden örneğini hazırlar. İş başarılmıştır. Dünyanın o zamana kadar hiç görmediği dev boru, kalıptan çıkartılır ve soğumaya bırakılır ancak Mehmet, ilk deneme atışı ateşlenmeden önce hamile kadınları uyarmak için şehrin her yerine tellallarını gönderir. Müthiş bir gürültüyle ve sonra ağzında şimşekler çakarak patlayan topun namlusundan çıkan büyük taş gülle, bu tek deneme atışıyla hedef aldığı duvarı parçalayınca Mehmet hemen bu dev toptan çok miktarda üretilmesini emreder.
Yunan yazarların daha sonraları dehşetle “taş atma makinesi” diye adlandıracakları bu dev top, aslında başarılı bir biçimde yaratılmıştı. Ancak daha zor bir problem vardı: bu canavar, bu demir ejderha nasıl bütün Trakya’dan geçirilip Bizans surlarına kadar gidecekti? Benzersiz bir Odyssee destanı başladı: Zira bütün bir halk, bütün bir ordu, iki ay boyunca bu cansız, uzun boyunlu yaratığı sürükleyerek taşıdı. Önden her türlü saldırıdan korumak için atlılar gidiyor ve sürekli devriye geziyordu; arkalarından gece gündüz yüzlerce, belki de binlerce toprak işçisi, arkasındaki yolları yine harap eden bu çok ağır nakliyenin geçişi için, yollardaki bozuk yerleri düzeltmek amacıyla yürüyordu. Arabaların önüne elli çift öküz koşulmuş, dingillerinin üzerine -bir zamanlar Dikilitaş’ın Mısır’dan Roma’ya taşınmasında olduğu gibi- ağırlığı tam olarak hesaplanarak dağıtılmış dev madenî boru yerleştirilmişti; iki yüz adam kendi ağırlığından dolayı sallanan topu sürekli sağından ve solundan desteklemekteydi.
Aynı anda da elli araba imalatçısı ve marangoz sürekli tahta tekerlekleri değiştirmek ve yağlamak, destekleri sağlamlaştırmak, köprüler kurmak ile meşguldü; bu dev kafilenin mandaların yavaş adımlarıyla dağları ve bozkırları ancak adım adım geçebildiği anlaşılır bir durumdu. Köylerdeki çiftçiler hayretler içinde bir savaş tanrısı gibi uşak ve rahipleri tarafından bir ülkeden diğerine taşınan bu madenî canavara bakıp haç çıkartıyorlardı ancak hemen sonra onu, aynı kilden yapılmış ana rahminden çıkmış gibi, aynı biçimdeki madenî kardeşleri izledi. Yine insani bir irade, mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılmıştı. Şimdiden bu korkunç canavarlardan yirmi veya otuz kadarı siyah yuvarlak ağızlarını Bizans’a çevirmiş, diş gösteriyorlardı; ağır topçu birliği savaş tarihindeki yerini almıştı ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun binlerce yıllık surları ile yeni Sultan’ın yeni topları arasındaki ikili savaş başlamıştı.
Bir Kere Daha Umut
Bu dev toplar yavaş yavaş fakat karşı konulmaz bir biçimde, Bizans’ın surlarını şimşek gibi çakan atışlarla parçalıyor, un ufak ediyordu. Önceleri toplardan her biri günde sadece altı veya yedi atış yapabiliyordu ancak Sultan her gün yenilerini getirtiyor ve her vuruşta yerden yükselen toz toprak bulutlarıyla birlikte yerlere dökülen taşlar surlarda yeni gedikler açıyordu. Kuşatma altındakiler her ne kadar açılan bu delikleri geceleri ellerinde gittikçe azalan tahta kazıklarla destekliyor ve kumaş parçaları ile yamıyorlarsa da yine de bu arkasında çarpıştıkları duvarlar eskiden olduğu gibi yıkılamayan ve geçilemeyen hâllerinde değildi ve duvarların arkasındaki sekiz bin kişi korkuyla, yüz elli bin Mehmet’in şimdiden her yeri delinmiş bu surlara karşı başlatacağı o büyük saldırının saatini beklemekteydi.
Avrupa’nın ve Hristiyan dünyasının, verdiği sözü hatırlamasının zamanı çoktan gelmişti. Çok sayıda kadın, çocukları ile birlikte bütün gün kiliselerdeki kutsal emanetlerin önünde diz çöküyor; askerler, gece gündüz bütün gözetleme kulelerinden, acaba Papa’nın ve Venedik’in göndermesini bekledikleri askerî birlikler nihayet Türk gemilerinin devamlı dolaştığı Marmara Denizi’nde görünecek mi diye etrafı gözetliyorlardı.
Nihayet, 20 Nisan sabahı saat üçte, bir sinyal parladı. Uzaklarda yelkenliler fark edilmişti. Bu hayal edilen görkemli Hristiyan donanması değildi ama hiç olmazsa yavaş yavaş rüzgârın sürüklediği üç büyük Ceneviz gemisi yaklaşıyordu ve ayrıca üç geminin korumak için aralarına aldıkları küçük bir Bizans hububat gemisi vardı. Hemen bütün Bizans halkı yardıma gelenleri selamlamak için deniz kenarındaki surlarda toplandı. Ancak aynı anda Mehmet de atına atlar ve dörtnala mor renkli çadırından Türk donanmasının demir attığı limana gider ve neye mal olursa olsun düşman gemilerinin Bizans Limanı’na, Haliç’e girmelerine engel olmalarını emreder.
Türk donanması, yüz elli tane küçük gemiden oluşmaktadır ve hemen binlerce kürekçi denize koşar; bu yüz elli gemi kancalarla, ateş fırlatıcılarla, sapanlarla dört kalyona yaklaşır ancak kuvvetli rüzgârın etkisiyle hızlı yol alabilen bu dört gemi, silah sesleriyle ve bağrışarak hücum eden Türk kayıklarını geride bırakır ve bazılarını ezer. Görkemli, şişkin, yuvarlak yelkenleri ile kendilerine saldıranları hiç önemsemeden, İstanbul ile Galata arasında kendilerini saldırılara ve baskınlara karşı koruyacak o ünlü zincirin gerili olduğu Haliç Limanı’nda emniyette olmak için yollarına devam ederler. Dört kalyon artık hedeflerine iyice yaklaşmışlardır: Surların üzerindeki binlerce insan artık gelenlerin yüzlerini görebilmektedir, erkekler ve kadınlar hemen dizlerinin üzerine çökerek Tanrı’ya ve azizlere görkemli kurtuluşları için şükretmeye başlarlar. O sırada limandaki zincir, gelen gemileri içeriye almak için indirilmeye başlar.
O anda birdenbire korkunç bir şey olur. Rüzgâr birden duruverir. Dört yelkenli bir mıknatısla tutulmuş, tamamen ölü gibi denizin tam ortasında, kendilerini koruyacak olan limandan birkaç taş atımı ötede öylece kalakalır ve düşman kayıklarındaki bütün insanlar, sevinç çığlıkları atarak denizin ortasında bu felç geçirmiş, kule gibi duran dört geminin üzerine atlar. Küçük kayıklar insanları ısırmaya çalışan köpekler gibi kancalarla büyük gemilerin kasalarına tutunur, onları batırmak için baltalarını güçlü bir biçimde tahtalarına vururlar, arkadan gelen yeni birlikler çapa zincirlerinden yukarı tırmanarak yelkenleri tutuşturmak için meşaleler ve yanan bezler fırlatır. Türk donanmasının kaptanı büyük bir kararlılıkla kendi amiral gemisini çarpmak için nakliye gemisinin üzerine sürer; iki gemi, iki güreşçi gibi birbirlerine kenetlenir. Aslında Cenevizli denizciler yüksek bordaları ve çelik başlıklarıyla kendilerini koruyabiliyor, önceleri yukarı tırmananlara karşı koyabiliyorİ; saldıranları kancalarla, taşlarla ve Rum meşaleleri ile geri püskürtmeyi başarıyorlardı. Ancak güreş yakında bitmek zorunda kalacaktı. Çok fazlaya karşı çok az bulunuyorlardı. Ceneviz gemileri yenilmişti.
Duvarların üzerindeki binlerce kişi için dehşet verici bir gösteri! Halk başka zamanlarda hipodromdaki kanlı savaşları nasıl neşeyle izliyorsa şimdi de bu deniz savaşını çıplak gözle, yakından ve acı içinde izlemektedir zira en fazla iki saat daha sürecek ve sonra dört gemi deniz arenasında düşmanlara yenilecektir. Yardımcılar boşu boşuna gelmişlerdir, boşu boşuna!
İstanbul surlarının üzerinde çaresizce kıvranan Bizanslılar, bir taş atımı uzaklıktaki kardeşlerine yardım edemedikleri için yumruklarını sıkmış, korkunç bir öfkeyle bağrışıyorlar. Bazıları çılgın hareketlerle savaşan dostlarını yüreklendirmeye çalışıyor. Bazıları da ellerini göğe uzatarak İsa’yı, Başmelek Mikail’i, kiliselerini, manastırlarını, yüzlerce yıldan beri Bizans’ı korumuş olan bütün azizlerini bir mucize yaratmaları için çağırıyorlardı. Ancak Galata’nın karşı kıyısındaki Türkler de bekliyor, bağrışıyor, aynı içten duygularla kendilerinin zaferi için dua ediyorlardı: Deniz bir sahneye dönüşmüş, deniz savaşı bir gladyatör dövüşü olmuş gibiydi.
Sultan da dörtnala oraya gelmişti. Atının üzerinde çevresindeki paşaları ile birlikte üzerindeki paltosu ıslanacak kadar denizde ilerliyor ve ellerini boru gibi yaparak kızgın bir sesle askerlerine, ne pahasına olursa olsun Hristiyan gemilerini ele geçirmelerini emrediyordu. Ne zaman kadırgalarından biri geri püskürtülse palasını sallayarak amiraline küfrediyor ve onu tehdit ediyordu: “Yenmezsen, buraya canlı olarak geri gelme.”
Dört Hristiyan gemisi hâlâ direniyordu. Ancak kavga sona yaklaşıyordu, Türk kadırgalarını geri gitmeye zorlamak için kullandıkları mermileri bitmek üzereydi, kendilerinden elli kat daha güçlülere karşı saatlerdir süren kavgadan dolayı denizcilerin kolları yorgun düşmüştü. Gün bitmek üzere, güneş ufukta alçalmaktaydı. Bir saat daha, o zamana kadar Türkler tarafından teslim alınmasalar bile, akıntı yüzünden Türklerin işgalinde olan Galata’nın arkasındaki kıyıya sürükleneceklerdi. Kaybedildi, kaybedildi, kaybedildi!
O anda çaresiz, ağlayan, yakınan Bizanslılara mucize gibi gelen bir şey olur. Birdenbire hafif bir hışırtı ve rüzgâr esmeye başlar. Ve hemen dört geminin gevşek yelkenleri, yuvarlak ve kocaman olana kadar şişmeye başlar. Rüzgâr; özlenen, uğruna dualar edilen rüzgâr yeniden uyanmıştır! Kalyonların başları zafer kazanmış gibi bir eda ile kalktı ve ani bir hareketle çevrelerini saran, onları sıkıştıran gemilere çarparak geçtiler. Artık özgürler, artık kurtuldular. Surların üstündeki binlerce insanın sevinç çığlıkları altında şimdi birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü gemi güvenli limana giriyor, aşağıya indirilmiş zincir korumaya devam etmesi için yine gıcırdayarak yükseliyor ve arkalarındaki denizde dağılmış küçük Türk gemileri biçare, öylece kalıyor; kasvetli ve umutsuz şehrin üzerinde bir kere daha umudun sevinç gösterileri parlak bir bulut gibi yükseliyor.