Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar», sayfa 4

Yazı tipi:

Donanma Dağın Üzerinden Geçiyor

Kuşatma altındakilerin coşkulu sevinçleri gece boyunca sürdü. Zaten gece her zaman insanın hayal gücünü canlandırır ve rüyaların tatlı zehriyle umutları körükler. Kuşatılmışlar bir gece boyunca kendilerinin emniyette olduğunu ve kurtulduklarını zannettiler. Zira bu dört gemideki askerler ve erzak nasıl kendilerine ulaşmayı başarmışsa bundan sonra her hafta yenileri de gelecektir. Avrupa onları unutmamıştı ve şimdiden erken beklentiler içine girip kuşatmanın artık kalkacağını, düşmanın cesaretinin kırıldığını ve yenildiğini hayal ediyorlardı.

Ancak Mehmet de bir hayal adamıydı, hem de nadir bulunanlardan; iradesiyle hayallerini gerçeğe dönüştürmeyi bilenlerdendi. Ve kalyonlar Haliç Limanı’nda kendilerini güven içinde zannederken o, müthiş cesaret isteyen bir plan yapar; dürüst olmak gerekirse, savaş tarihinde Hannibal’ın ve Napolyon’un en cüretkâr eylemlerine eş değerde olan bir plan. Bizans, karşısında altın bir meyve gibi duruyor ancak onu ele geçiremiyordu: Bu eylem ve saldırı için en büyük engel, aynı ortasından derince kesilmiş bir dil balığı gibi şehri ikiye bölen ve apandisite benzeyen, Bizans’ı bir kale gibi koruyan Haliç Körfezi’ydi. Bu körfeze girebilmek pratikte mümkün değildi çünkü girişinde tarafsızlık sözü verdiği Ceneviz kenti Galata vardı ve oradan düşmanın şehrine kadar demir zincir gerilmişti. Bu yüzden donanmasının cepheden saldırarak Haliç’e girmesi mümkün değildi ancak içeriden, Ceneviz topraklarının bittiği yerden girerek Hristiyan filosu ele geçirilebilirdi. Ancak bu iç körfeze girebilmek için gerekli olan donanmayı nereden bulacaktı? Yeni bir donanma yaptırabilirdi, evet. Ancak bu aylar boyu sürerdi ve bu sabırsız insan, o kadar uzun bir süre daha beklemek istemiyordu.

Mehmet o anda dâhiyane bir plan yapar; dışarıdaki denizde hiçbir işe yaramayan donanmasını dil şeklindeki kara uzantısından geçirerek iç denize, Haliç içindeki limana nakletmeye karar verir. Bu yüzlerce gemi ile dağlık bir kara uzantısını geçmek gibi nefes kesici, çılgın fikir önceleri çok saçma, çok imkânsız göründüğünden Bizanslılar ve Galata’daki Cenevizliler aynı bir zamanlar Romalıların ve daha sonraları da Avusturyalıların, Hannibal’ın ve Napolyon’un Alpleri hızla geçebileceklerini tahmin etmedikleri gibi bu fikri savunma açısından stratejik hesaplarına dâhil etmiyorlar. Bütün dünyevi tecrübelere göre gemiler sadece suda gidebilir, hiçbir zaman bir donanma bir dağı aşamaz. Ancak tam da bu, her zaman çok büyük bir iradenin gerçek göstergesidir; mümkün olmayanı mümkün kılan, savaş sırasında savaş kurallarıyla alay eden, gerekli durumlarda denenmiş savaş yöntemlerinin yerine kendi yöntemlerini uygulayan askerî bir deha böyle eylemlerde fark edilir.

Müthiş, tarih kitaplarında benzeri olmayan bir faaliyet başlar. Mehmet gizlice, çok sayıda yuvarlak ağaç gövdeleri getirtir ve işçilere üzerlerine denizden çıkarılacak gemilerin yerleştirileceği, tersanelerdeki kuru havuzlarda kullanılan kızaklara benzeyen ve hareket edebilen kızaklar yaptırtır. Aynı anda binlerce maden işçisi de Pera (şimdiki Beyoğlu) Tepesi’ne önce çıkan sonra tekrar aşağıya inen dar patikayı nakliye için mümkün olduğunca düzeltmeye çalışmaktadır. Ancak bu kadar çok işçinin birdenbire birikmesini düşmandan gizlemek için Sultan, her gün ve her gece tarafsız şehir Galata üzerinden, aslında anlamsız olan ve sadece dikkat dağıtmayı, gemilerinin bir denizden öteki denize yapacağı dağ-ova seyrini düşmandan saklamayı amaçlayan korkunç atışlar yaptırır. Düşmanlar saldırının sadece karadan yapılacağını varsaymakla meşgulken, sayısız yuvarlak tahta rulo iyice yağlanarak harekete geçer ve kızaklara bağlanmış çok sayıdaki mandanın çektiği, denizcilerin arkalarından iterek yardım ettiği bu dev gibi büyük silindirlerin üzerine yerleştirilen gemiler peş peşe dağın tepesine doğru yola koyulur. Gece her tür görüşü kapatmasa da bu mucize yürüyüş başlar. Bütün büyük, önceden düşünülmüş zekice olaylarda olduğu gibi bu mucizeler mucizesi de gerçekleşir: Büyük bir donanma dağları aşar.

Tüm büyük askerî hareketlerde en önemli olan şey sürpriz anlardır. Ve burada Mehmet’in üstün zekâsı kendini ispatlamıştır. Hiç kimse onun yapabileceklerini tahmin etmemişti. “Sakalımın bir teli bile benim düşüncelerimi bilecek olsa onu koparırdım.” demişti bir keresinde, bu dâhi kurnaz kendisinden bahsederken ve topları şehrin surlarında gösterişli bir biçimde patlarken, verdiği emir mükemmel bir biçimde uygulanmıştır. Tek bir gecede, 22 Nisan gecesinde yetmiş gemi, dağı ve vadiyi aşarak; üzüm bağlarından, tarlalardan, ormanlardan geçerek bir denizden diğer denize nakledilmiştir.

Bizans vatandaşları ertesi sabah uyandıklarında rüya gördüklerini zannederler: Hayaletler tarafından taşınmış gibi bir düşman donanması, içi asker dolu, sallanan bayraklarıyla, yelkenlerini açmış, yaklaşılamaz zannettikleri körfezlerinde duruyordur. Hâlâ gözlerini ovuşturuyor ve bu mucizenin nasıl olduğunu anlayamıyorlardı ancak o zamana kadar Haliç’in koruduğu yan surların altında şimdi borazanlar, ziller ve davullar neşeyle çalmaktaydı; Galata’daki o küçük tarafsız bölge dışında Hristiyan donanmasının sıkışıp kaldığı bütün Haliç, bu eşsiz darbe sayesinde, Sultan’a ve ordusuna aitti. Artık Sultan, hiçbir engelle karşılaşmadan birliklerini dubalı köprüsünden geçirip daha zayıf surların yanına götürebilecektir; şehrin en zayıf kanadı tehdit altındadır ve zaten sayıları yetersiz olan savunmacılar daha da azalacaktır. Demir pençe; düşmanının boğazını daha sıkı, çok daha sıkı sıkmaktadır.

Avrupa, İmdat!

Kuşatılmışlar artık kendilerini kandırmıyorlardı. Şimdi artık parçalanmış kanattan da sıkıştırıldıktan sonra, acilen yardım gelmezse bu delik deşik surların arkasındaki sekiz bin kişinin, yüz elli bin kişiye karşı uzun süre direnemeyeceğini biliyorlardı. Venedik Lordu gemi göndereceğine dair söz vermemiş miydi? Batı dünyasının en güzel kilisesi olan Ayasofya, inançsızların camisi olma tehlikesiyle karşı karşıyayken, Papa kayıtsız kalabilir miydi? Dinî kavgalara tutuşmuş, yüzlerce küçük kıskançlık duygusuyla parçalanmış olan Avrupa, Batı dünyasının ve kültürünün tehlike altında olduğunu hâlâ anlamıyor muydu? Belki -kuşatılmışlar kendilerini böyle teselli ediyorlardı- yardım filosu çoktan hazırdı, sadece durumu bilmedikleri için yelkenleri açmaya tereddüt ediyorlardı ve bu ölümle sonuçlanabilecek gecikmenin büyük sorumluluğunu hatırlatarak onları kendilerine getirebilirlerdi.

Ama Venedik donanması nasıl haberdar edilecekti? Marmara Denizi, Türk gemileriyle doluydu. Bütün donanmayla birlikte aralarından geçmek mahvolmalarına sebep olurdu ve tek bir adamın bile büyük önem taşıdığı savunmalarında, birkaç yüz asker yok olabilirdi. Bu yüzden çok az mürettebatlı, çok ufak bir gemiyle kumar oynamaya karar verirler. Tamamı on iki adamdan oluşan mürettebat -insanlık tarihinde adalet olsaydı Argo8 isimli gemiyle meşhur olanlar gibi onların da isimlerini bilmemiz gerekirdi, oysa hiçbirinin ismini bilmiyoruz- bu sefere kahramanca cesaret eder. Bu küçük yelkenlinin direğine düşman bayrağı çekilir. On iki adam dikkat çekmemek için Türkler gibi başlarına sarık ve fes takar. 3 Mayıs’ta, gece yarısı limandaki koruma zinciri sessizce gevşetilir ve cesur adamlar karanlıktan yararlanarak hafif kürek sesleriyle dışarı çıkar. Böylece bir mucize olur ve küçücük gemi hiç kimse görmeden Çanakkale Boğazı’nı geçip Ege Denizi’ne geçer. Düşmanları uyuşturan şey her zaman bunun gibi fazla cesarettir. Mehmet her şeyi düşünmüş, sadece bu akla hayale sığmayan, on iki askerin tek bir gemiyle kendi donanmasının arasından geçerek böyle bir Argonot Seferi’ne başlamaya cesaret edebileceği aklına gelmemişti.

Ancak trajik bir hayal kırıklığı: Ege Denizi’nde tek bir yelkenli bile yoktu. Harekete geçmeye hazır hiçbir donanma da yoktu. Venedik ve Papa, hepsi Bizans’ı unutmuş, hepsi onları ihmal etmiş, küçük kilise politikalarıyla uğraşırken şeref sözlerini ve yeminlerini hatırlamaz olmuşlardı. Bu tür trajik anlar, insanlık tarihinde sık sık tekrarlanmıştır. Avrupa kültürünün korunması için bütün güçlerin bir araya gelmesinin gerekli olduğu durumlarda, kısa süreliğine olsa bile prensler ve hükûmetler, aralarındaki küçük dinî rekabeti unutmak istememişlerdir. Ceneviz için Venedik’i, Venedik için de Ceneviz’i arka plana itmek, birkaç saatliğine birleşerek ortak düşmanla savaşmaktan çok daha önemliydi. Deniz bomboştu. Cesur adamlar, ceviz kabuğu gibi küçük gemileriyle çaresizce bir adadan ötekine kürek çekiyorlardı. Ancak tüm limanlar çoktan düşman tarafından tutulmuştu ve hiçbir dost gemisi bu savaş bölgesine girmeye cesaret edemiyordu.

Şimdi ne yapmalı? Bu on iki adamın birkaçı haklı olarak ümitsizdi. Neden aynı tehlikeli yolu bir daha geçmeli, neden Bizans’a geri dönmeliydiler? Umut da götüremiyorlardı. Belki bu arada şehir de düşmüştü, geri döndüklerinde her koşulda kendilerini bekleyen ya hapis ya da ölümdü. Ancak -tarihte kimsenin tanımadığı bütün kahramanlar gibi- çoğunluk yine de geri dönmeye karar vermişti. Kendilerine bir görev verilmişti ve bu görevi yapmak zorundaydılar. Onları Avrupalı dostlara haber vermeleri için göndermişlerdi ve şimdi ne kadar can sıkıcı olsa da bu haberi geri götürmeleri gerekiyordu. Böylece bu küçücük gemi Çanakkale Boğazı’nı, Marmara Denizi’ni ve düşman donanmasını tek başına aşmayı göze alıyor. 23 Mayıs günü, yola çıktıklarından yirmi gün sonra, Bizans’ta çoktan kayboldukları haberi verilmişken ve artık kimsenin mesajı veya geri döneceklerini düşündüğü yokken, surların üzerindeki birkaç nöbetçi bayrak sallamaya başlıyor. Zira küçük bir gemi sert kürek vuruşlarıyla Haliç’e doğru ilerlemektedir ve kuşatılmış insanların müthiş sevinç çığlıklarını duyan Türkler hayretler içinde kendi sularından geçen, bu küstahça Türk bayrağı çekmiş geminin bir düşman gemisi olduğunu fark edip onları koruyabilecek limana girmelerinden az önce kayıklarıyla her taraftan çarpmaya başlıyorlar.

Bir an Bizans binlerce neşe çığlığıyla dalgalanıyor, Avrupa’nın kendilerini hatırladığını ve bu gemiyi sadece haberci olarak önden gönderdiğini zannedip mutlu oluyorlar. Ancak akşam olduğunda kötü gerçek yayılıyor. Hristiyan birliği, Bizans’ı unutmuştu. Kuşatılmış ve yalnızlardı, kendi kendilerini kurtaramazlarsa yok olacaklardı.

Saldırıdan Önceki Gece

Altı hafta boyunca neredeyse her gün yapılan çatışmalardan sonra Sultan sabırsızlanmaya başlamıştı. Topları, surların pek çok yerini yıkmış ancak buyurduğu büyük saldırılar hep kanlı bir biçimde geri püskürtülmüştü. Bir ordu komutanı için artık sadece iki olasılık vardı: Ya kuşatmadan vazgeçecek ya da defalarca tek tek yapılan hücumlardan sonra büyük ve etkili saldırıyı başlatacaktı. Mehmet, paşalarını savaş meclisine çağırır ve ateşli arzusu tüm endişeleri yener.

Büyük ve kesin saldırının 29 Mayıs’ta yapılmasına karar verilir. Sultan, alışılmış kararlılığıyla hazırlıklara başlar. Önce bir dua günü yapılmasını emreder. Birincisinden sonuncusuna kadar yüz elli bin askerin hepsi İslam’ın emrettiği koşulları yerine getirecekler, yedi kere abdest alacaklar ve üç kere büyük duayı, Fetih suresini okuyacaklardır. Şehre kesin darbeyi vurabilmek için ellerinde kalan barutları ve gülleleri, topçu birliğini güçlendirmek için getirtir; birlikler, hücum için dağıtılır. Mehmet, sabahtan gece yarısına kadar, bir saat bile dinlenmez. Atının üzerinde, Haliç kıyılarından ta Marmara Denizi’ne kadar büyük ordugâhı dolaşır; bir çadırdan diğerine gider, uğradığı her yerde komutanlarını ve askerlerini yüreklendirir.

İyi bir psikolog olarak da bu yüz elli bin insanın savaş isteğini son raddeye nasıl çıkaracağını bilir ve onlara korkunç bir söz verir, bu sözünü onuru ve onursuzluğuyla yerine getirir. Bu sözleri davullar çalıp borular öttürerek her yöne dağılan tellallar duyurur: “Mehmet, Allah’ın, Muhammed’in ve dört bin peygamberin adına, babası Sultan Murat’ın ruhu, çocuklarının başları ve kılıcının üzerine yemin eder ki şehre saldırıdan sonraki üç gün boyunca birliklerine sonsuz yağmalama hakkı verecektir. Bu surların içindeki her şey; evlerde bulunan her türlü eşya ve mal, mücevherler ve değerli taşlar, sikkeler ve hazineler, erkekler, kadınlar ve çocuklar zaferi kazanan askerlerin olacaktır. Kendisi Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu son kalesini fethetmiş olma onuru dışında her türlü ganimet hakkından imtina etmektedir.”

Askerler bu vahşi bildiriyi büyük bir coşkuyla karşılar. Binlerce askerin sevinç çığlıkları ve “Allah Allah” diye haykırışları karşıdaki korku içindeki şehirde bir fırtına gibi eser. “Yağma, yağma!”

Bu sözler savaş alanı çağrısına dönüşür, davullarla gümbürder, zurnalarla ve borularla birlikte öter ve gecenin içinde karargâh şenlikli bir ışık denizine benzer. Kuşatma altındakiler surların üzerinden, ovada ve dağın üzerinde yanan on binlerce ışığı, meşaleyi ve düşmanlarının borazanlarla, düdüklerle, dümbelek ve teflerle zaferi daha kazanmadan kutlamalarını korkudan titreyerek seyrediyorlardı; durum aynı pagan rahiplerinin vahşi ve gürültülü kurban törenlerine benziyordu. Fakat sonra gece yarısı, Mehmet’in emri üzerine birdenbire bütün ışıklar söner ve binlerce sesten oluşan korkunç gürültü kesilir. Ama bu aniden oluşan sessizlik ve sıkıcı karanlık, tehditkâr kararlılığıyla, korkuyla kulak kabartanları gürültü ve ışıklı çılgın sevinç gösterilerinden daha fazla bunaltır.

Ayasofya’daki Son Ayin

Kuşatma altındakilerin, yaklaşan sonlarını anlamaları için ne bir haberciye ne de karşı taraftan kendi taraflarına geçmiş birine ihtiyaçları vardı. Hücumun emredildiğini biliyorlardı; müthiş bir mecburiyetin ve müthiş bir tehlikenin sezgisi, fırtına bulutları gibi bütün şehrin üzerine çökmüştü. Başka zaman görüş ayrılıkları ve dinî tartışmalar içinde olan halk bu son saatlerde birleşir. Her zaman ancak dıştan gelen tehlikeler, dünyevi birleşmelerin müthiş oyunlarını yaratır. İmparator, korumak zorunda oldukları şeyleri; dinlerini, büyük geçmişlerini ve müşterek kültürlerini herkesin anlaması için etkili bir tören yapılmasını emreder. Emri üzerine bütün halk, Ortodokslar ve Katolikler, rahipler ve yardımcıları, çocuklar ve ihtiyarlar bu törene katılır. Hiç kimse evinde kalamaz, zaten hiç kimse de evinde kalmak istemez; en zengininden en yoksuluna kadar herkes sıralar hâlinde, dindar bir tavırla ve ilahiler söyleyerek “Kyrie Eleison”9 duasına katılmak üzere önce iç mahallelerden sonra da dış surların yanından geçen bu tören konvoyuna katılır. Kiliselerden azizlerin tasvirleri ve kutsal emanetler alınır, en önde taşınır; surların neresinde bir gedik varsa oraya dinsizlerin saldırılarına karşı dünyevi silahlardan daha fazla koruyacağına inandıkları bu aziz resimlerinden biri asılır. İmparator Konstantin de aynı anda senatörleri, asil kişileri, komutanları toplar ve son bir konuşmayla onları cesaretlendirmeye çalışır. Mehmet gibi onlara sınırsız ganimet sözü vermesi mümkün değildir. İmparator onlara bu son ve önemli saldırıyı geri püskürtürlerse Hristiyanlık ve bütün Batı dünyası adına kazanacakları onuru ve bu canilere teslim olmaları hâlinde kendilerini bekleyen tehlikeleri anlatır: Mehmet ve Konstantin, her ikisi de o günün, yüzyıllar sürecek bir tarihi belirleyeceğini biliyorlardı.

Sonra son sahne başlar; Avrupa’nın en acıklı, unutulmaz çöküş anlarından biri. Ölüme adanmışlar, o zamanlar dünyanın en muhteşem katedrali olan iki kilisenin barıştığı o tarihî günden beri, hem o inananlar hem de diğerleri tarafından terk edilmiş Ayasofya’da toplanır. Bütün saray halkı, asiller, Yunan ve Romalı rahipler, hepsi tam teçhizatlı ve silahlı Cenevizli, Venedikli askerler ve gemiciler İmparator’un çevresinde toplanır ve onların arkasında saygıyla dizlerinin üzerine çökmüş ve usulca mırıldanan binlerce ve binlerce gölge; başları eğilmiş, korku ve endişeden kafaları karışmış halk durmaktadır. Kubbelerin boşluklarındaki karanlıkla başa çıkmaya çalışan mumların ışığı, eğilerek dua ederken tek bir vücutmuş gibi birleşmiş halkı aydınlatır.

Burada Tanrı’ya dua eden Bizans’ın ruhuydu. Patrik şimdi yüksek ve güçlü sesle çağrı yapar, koro kendisine ilahilerle cevap verir, bu mekânda Batı’nın kutsal ve ebedî sesi olan müzik bir kere daha duyulur. Ardından önce İmparator, arkasından da herkes peş peşe dinin tesellisini kabul etmek için mihrabın önünden geçer; coşkuyla okunan duaların kubbenin en yüksek yerine kadar ulaşan aksiyle, bu müthiş ve büyük yapının her yerinden kulakları tırmalayan sesler gelir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu son ölüler ayini böyle başlar. Zira Justinianus’un katedralinde, Hristiyanlık dini son defa can bulmuştur.

İmparator bu son derece üzücü törenden sonra, hayatı boyunca emrinde olan saraydaki kullarına ve hizmetkârlarına yapmış olabileceği haksızlıklardan dolayı, kendisini bağışlamalarını dilemek için kısa bir süre için sarayına döner. Sonra -tıpkı büyük düşmanı Mehmet’in aynı anda yaptığı gibi- atına atlar ve askerlerini cesaretlendirmek için bir ucundan diğer ucuna kadar bütün surlar boyunca gider. Artık gece olmuştur. Ne bir insan sesi ne de bir silah tıkırtısı duyulur. Ama duvarların arkasındaki binlerce insan, heyecanlı duygularla sabahı ve ölümü bekler.

Unutulan Kapı: Kerkaporta

Sultan, gece yarısından sonra, saat birde hücum işaretini verir. Birden dev gibi sancaklar açılır ve yüz binlerce insan hep bir ağızdan “Allah, Allah, İllallah” diye haykırırken silahları, merdivenleri, urganları ve çapalarıyla surlara saldırır. Aynı anda bütün trampetler gürlemeye, bütün savaş boruları ötmeye, davullar, ziller ve flütler keskin sesler çıkarmaya başlar ve bu sesler; insanların feryatları ve top atış sesleri ile tek ve kasırga sesine benzeyen bir sese dönüşür.

Surlara önce hiç acımadan, başıbozuk denilen acemi birlikleri gönderilir. Yarı çıplak bedenleri, Sultan’ın hücum programına göre, esas birlikler asıl saldırıya geçmeden önce sadece düşmanı yormak ve zayıflatmak için tampon olarak kullanılmıştır. Bu öne sürülenler yüzlerce merdivenle hava daha karanlıkken surlara koşuyor, mazgallara tırmanıyor, düşman tarafından aşağıya atılıyor, tekrar tekrar tırmanıyorlardı. Zira geri dönüş imkânları yoktu, onlar sadece kurban olarak seçilmiş insan malzemesiydi. Arkalarında, onları mutlak ölümle sonuçlanacak hedefe süren asıl birlikler vardı. Savunanlar henüz üstünlüklerini koruyorlardı, üzerlerine yağdırılan ok ve taşlar örgü zırhlarına zarar vermiyordu. Ancak onlar için asıl tehlike -ve Mehmet bunu çok iyi hesaplamıştı- yorulmalarıydı. Ağır teçhizatlarıyla kendilerine devamlı ve tekrar tekrar saldıran öncü birliklerle savaşmaktan, saldırının yapıldığı bir noktadan diğerine koşmaktan kuvvetlerinin büyük bir kısmını bu zor müdafaa sırasında kaybediyorlardı. Ve şimdi -iki saatlik çarpışmadan sonra gün ağarmaya başlamıştı- Anadolulu askerlerden oluşan ikinci kıta hücum ettiğinde durum daha tehlikeli olmaya başlamıştı.

Zira bu Anadolulular disiplinli savaşçılardı, iyi eğitilmiş ve düşmanları gibi onlar da örgü zırhlar giymişlerdi. Üstelik onların sayısı daha fazlaydı ve savunmacıların bir buradaki, bir başka taraftaki duvarı korumak zorunda olmalarına karşı tamamen dinlenmiş durumdalardı. Ama saldıranlar hâlâ her yerde geri püskürtülüyordu ve Sultan son yedeklerini, Osmanlı ordusunun asıl kıtasını oluşturan seçkin muhafızları yani Yeniçerileri savaşa sürmek zorunda kalıyor. Kendisi de Avrupa’nın o zamanlar hiç tanımadığı bu çok iyi yetişmiş, genç ve seçkin on iki bin askerin başına geçiyor ve tek bir çığlıkla yorgun düşmüş düşmanların üzerine saldırıyorlar.

Şimdi artık kalan savaşabilecek insanların surların yanında toplanması için çanları çalma zamanıydı, gemilerdeki denizciler de çağrılmalıydı çünkü şimdi sonucu belirleyecek kesin savaş başlıyordu. O sırada savunanların başına kötü bir şey geliyor; Ceneviz kıtalarının komutanı olan cesur Condottiere Giustiniani’ye isabet eden bir taş onu ağır yaralıyor ve gemiye götürülmek zorunda kalıyor, onun bu durumu savunmacıların enerjisini bir an için azaltıyor. Ancak hemen İmparator’un kendisi bu istila tehlikesinin bulunduğu yere geliyor ve bir kere daha surlara dayanan merdivenleri aşağıya itmeyi başarıyorlar: Kararlılık son kararlılığın karşısında duruyor ve bir an için Bizans kurtulmuş gibi görünüyor, yine en büyük ihtiyaç en vahşi saldırı karşısında zafer kazanılmış oluyor. O sırada, tarihte bazen açıklanamaz yol göstericilerin görüldüğü o gizemli saniyelerden birinde olan trajik bir olay birdenbire Bizans’ın kaderini belirliyor.

Hiç olmayacak, çok tuhaf bir şey olmuştu. Birkaç Türk asıl saldırı yerinin hemen yakınındaki dış surlarda açılan bir gedikten içeriye girmişti. İç surlardan içeriye girmeyi göze alamıyorlardı. Ama birinci ve ikinci surların arasında merakla ve plansız programsız dolaşırken iç şehir duvarındaki küçük kapılardan birinin, Kerkaporta denilen küçük bir kapının, anlaşılmaz bir tedbirsizlikle açık kaldığını fark ediyorlar.

Aslında bu küçük kapı barış zamanlarında, büyük kapıların henüz açılmadığı saatlerde yayalar için düşünülmüş bir kapıydı; tam da askerî bir anlamı olmadığı için varlığı son gecenin genel telaşı içinde unutulmuştu. Yeniçeriler hayretler içinde tamamen kuşatılmış kalenin ortasında kapının kendileri için açılmış gibi durduğunu görüyorlar. Önce bunun bir savaş aldatmacası olabileceğini düşünüyorlar zira açılan her gediğin, her mazgal deliğinin ve her sağlam dış kapının önünde, binlerce cesedin yükseldiği, üzerlerine kızgın yağların döküldüğü, okların yağdığı bir sırada sanki barış zamanlarından bir pazar günüymüş gibi şehrin kalbine açılan bu Kerkaporta Kapısı’nın açık olması anlaşılır gibi değildi.

Her olasılığı düşünerek takviye kuvvet çağırıyorlar ve hiçbir engelle karşılaşmadan bütün bir kıta şehir merkezine giriyor ve her şeyden habersiz dış surları savunanlara sırtlarından saldırıyor. Birkaç savunmacı, kendi saflarının arkasındaki Türkleri fark ediyor ve bütün savaşlarda toplardan çok daha öldürücü olan o yanlış rivayetin acı feryadı yükseliyor: “Şehir ele geçirildi!”

Şimdi de Türkler sevinç içinde, yüksek sesle, daha yüksek sesle haykırmaya başlıyorlar: “Şehir ele geçirildi!” ve bu bağrışma bütün direnci kırıyor. İhanete uğradıklarını zanneden kiralık askerler zaman geçirmeden limana gidip gemilere binerek kurtulmak için siperlerini terk ediyorlar. Konstantin’in, kendisine sadık birkaç adamıyla şehre girenlerin karşısına çıkması da boşunaydı. Kalabalığın arasında tanınmadan öldürülür ve ancak ertesi gün ceset yığınlarının arasında, altın kartallarla işlenmiş erguvan renkli ayakkabılarından fark edilerek Bizans’ın son İmparatoru’nun, Romalılara yakışır biçimde çarpışarak hayatını ve imparatorluğunu kaybettiği anlaşılır.

İşte bir toz zerreciği kadar küçük bir tesadüf, unutulmuş bir kapı Kerkaporta, dünya tarihini değiştirmişti.

8.Argo: Yunan mitolojisinde, İason ile Argonotların Altın Post’u ele geçirmek üzere Iolkos kentinden yola çıktıkları geminin adıdır. Argo gemisi, Argus adında bir tersane işçisi tarafından yapıldı. Geminin koruyucusu, Tanrıça Hera idi. Bu efsanenin asıl kaynağı, Rodoslu Apollonios’un Argonautika adlı yapıtıdır. Altın Post’un peşine düşen mürettebatına da geminin adından dolayı Argonot adı verilir. (ç.n.)
9.Hristiyan ayinlerinin önemli bir duasının ortak adı. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6486-50-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu