Kitabı oku: «Raffaello», sayfa 2

Yazı tipi:

II. Bölüm

Yaz, 1504
Città di Castello

“Raffaello?”

Evet, onu duydum ama duymamış gibi yaptım. Kollarımın ikisini de sıvadım, sağ bileğimi dört kez döndürdüm -uno, due, tre, quattro-14 fırçamı boyaya batırdım, fırçanın her iki tarafını toprak çömleğin kenarına iki kez sildim ve eğildim. Üç Güzeller tuvalime yeni bir yeşile çalan kahve dokunuşu ekledim.

“Raffaello.”

Elimi sinek kovar gibi salladım. Yunan mitolojisinden üç çıplak güzelin bir halka oluşturup dans ettiği resmim, şimdiye kadar yaptıklarım arasında en zarif olandı. Yumuşak çizgiler, parlak cilt, kıvrımlı vücutlar, ama…

Altı yaşlarındaydım; annem ve kız kardeşim evde öğle yemeğini hazırlarken ben de her zaman olduğu gibi atölyede babamla birlikteydim ve babam bana “Biz bir yarışmanın parçasıyız Rafa,” demişti. “Mükemmelliğe ulaşma yarışması.” Eğilip heyecanlı bir fısıltıyla konuşurken, ben de onun boya sıçramış taburesinde oturuyordum. Mesleğinin sırlarını anlatırken ben de eğildim. Benim mesleğimin. “Bütün ressamlar – ister maestro olsun ister çırak-mükemmel bir resim yaratmanın mümkün olduğunu bilir. Ama ne var biliyor musun?” Sesi o kadar aceleci geliyordu ki parlak kırmızı kalbim yerinden çıkacaktı sanki. “Henüz kimse o mükemmel resmi yapmadı. Ve bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Bu, ilk yapanların biz olabileceğimiz anlamına geliyor. Şimdi yapıp yapmadığımızı görelim.” Beni tabureden aldı ve Kutsal Aile’nin son resmine götürdü: Yusuf, Meryem’i kucaklayan bebek İsa’ya tepeden bakıyor. Güzeldi, babamın bütün resimleri güzeldi ama…

“Mükemmel değil,” diye içini çekti babam. “Henüz değil.”

On beş yıl sonra, yine başka bir resmin önünde oturmuştum – bu seferki benim resmimdi – sessizce “Mükemmel değil,” diye tekrarlıyordum. Henüz değil.

“Rafa.”

Sohbet ederken aynı anda sekiz şeyi yapabilen insanlardan mısınız? Resim yapmak, yemek yemek, topuğunuzla böcek ezmek? Hiç Leonardo da Vinci’nin bir eliyle resim yapıp diğer eliyle lavta çalarken dans edip fıkra anlattığını gördünüz mü? Ben hokkabaz değilim. Bir şeye odaklanırsam, sadece ona odaklanırım. Dünyanın geri kalanı gözden kaybolur. Eskiden herkesin benimle aynı olduğunu düşünürdüm ama şimdi öyle olmadığını biliyorum. Bazen keşke hepimiz aynı şekilde çalışsak da kendimizi birbirimize anlatmak zorunda kalmasak diyorum. Hepimiz aynı davransaydık, aynı düşünseydik, aynı olsaydık, o zaman hayat daha basit olurdu. Olması gerektiği gibi; haksız mıyım?

“Rafa!”

Sinirli görüntüsüyle kapının eşiğinde dikilen Tessa’ya döndüm. Bu kadın, Urbino’daki dükün evinden benimle birlikte ayrılarak Castello’daki evimi çekip çevirmeye gelen bir hizmetçiydi. “Bu akşam şiir dinleyeceksin, mia cara,15 ama şimdi…” dedim. Resmime geri döndüm, kollarımı sıvadım, bileğimi döndürdüm – uno, due, tre

“Bugün beni kiliseye götüreceğini söylemiştin,” derken sesi, soru sorar gibi yükseldi.

Boş boş baktım. Sonra, ah! Tepsimi devirdim. “Yüce Persefoni!”16 Tepsiyi bile sabit tutamazken nasıl en büyük ressam olacaktım? Fırçalarımı almak için uğraştım ve en kısadan en uzuna doğru yeniden sıraya dizmeye başladım.

“Rafa, per favore amore,17 gergin olduğunu biliyorum…”

“Gergin değilim.”

certo gergindim. Yirmi bir yaşındaydım ve yıllarca tekrar tekrar Meryem Ana resimleri yaptıktan sonra nihayet dikkatleri üzerine çeken bir resim ortaya çıkarmıştım. Ve bugün eski öğretmenim Perugino o eseri görmeye gelecekti. Bugün öğrenecektim: Sonunda bana maestro diye hitap edecek miydi? Yoksa etmeyecek miydi? Fırçaları düzgünce tepsiye geri yerleştirdim. İlk fırçayı düzelttim, sonra bir tane daha ve bir tane daha…

Tessa içini çekti. “Rafa, bugün daha önemli…”

Son iki fırçayı düzeltip aynanın karşısına geçerken “Bugünün ne kadar önemli olduğunu biliyorum,” dedim. Saçlarımı iki kulağımın arkasına sıkıştırdım, parmaklarımı kaşlarımda gezdirdim, burnumda ve ağzımda yemek artığı var mı diye kontrol ettim. Evet, insanlar beni yakışıklı buluyor (yüksek alın, oval gözler, güçlü çene, tüm o geleneksel görünüm) ama – annemin her zaman dediği gibi – temizlik olmazsa yakışıklılık boşa gider.

Città di Castello kasabası, Urbino ile aynı tepelere, aynı iklime, aynı aksanlara, aynı renklere sahipti. Bana evimi hatırlatan bir yerde yaşamak genellikle rahatlık verirdi ama o gün endişemi gidermeye yetmiyordu. Tessa’yla beraber kasabayı geçerken her adımımı saydım – uno, due, tre, quattro, uno, due, tre, quattro – ama San Francesco kilisesine vardığımızda, daha üçe kadar bile sayamadan en üstteki merdivene vardım. Başka bir adım için yeteri kadar yer yoktu. Ufacık bir tane için bile. Bu kadar önemli bir günde, talihsiz bir sayı olan üçüncü adımda içeri girmeyi ister miydiniz? “Bekle,” dedim ve dönüp kapıdan uzaklaştım.

Tessa içini çekti, “Rafa…”

“Yediler, dörtlerden daha şanslıdır.” Tekrar girişe doğru yürüdüm. “Uno, due, tre, quattro, cinque, sei, sette.”18 Son adımda tekrar Tessa’nın yanına ulaştım. Elini tuttum. “Andiamo.”

Eski San Francesco kilisesinin içinde sabah ışığı sıcak ve parlaktı. İleride, sağda, süslü bir şapelin etrafında toplanmış bir grup adam vardı. Kalbimin güm güm atışını boğazımda hissediyordum. Hocam Perugino da aralarında mıydı acaba?

Nefte hızla ilerlemeye başladığımda Tessa, “Tanrı aşkına, Rafa,” dedi uyaran bir sesle.

Görev bilinciyle geri çekildim, parmağımı kutsal suya daldırdım, istavroz çıkardım, diz çöktüm ve sonrasında da koridorda hızla ilerlemek için ayağa kalktım.

“Yavaş ol.” Tessa, bir tören edasıyla uzun uzun kendisini kutsadı.

Per favore.” Sesimdeki yakarış tonu sonunda onu harekete geçirdi. Elimi tuttu ve onu kiliseye götürmeme izin verdi.

Altarın etrafında toplanmış bir grup adama yaklaştığımızda kıkırdadı. Onu susturdum. “Rafa, müsaade et de heyecanlanayım,” dedi ama ben dinlemiyordum.

Yüzleri tarıyordum. Orada mıydı? Orada mı? Hayır, hayır, nerede… Sonunda bir adam döndü. Al yanaklarını, dalgalı kahverengi saçlarını ve çok iyi tanıdığım bir yüzün kararlı kaşlarını gördüm: Pietro Perugino. Gelmişti. Onu son gördüğümden beri boyum uzamış ve omuzlarım genişlemişti ama “Urbinolu Raffaello Sanzio,” dediğinde hâlâ bir çocuk gibi hissediyordum.

Maestro Perugino.” Tessa’nın elini bırakıp eğildim. “Elde ettiğim başarıların hepsi senin sayendedir.” Yavaşça nefes aldım. Beni över miydi yoksa huzurundan kovar mıydı? Bana usta diyecek miydi? Mesih’in anahtarları Aziz Petrus’a vermesi gibi, bana atölyesinin anahtarlarını verir miydi?

Perugino hükmünü vermeden önce iki hanım öne çıktı. Gözleri donmuş bir göl renginde olanla zaten tanışmıştım – tamam, tanışmaktan daha fazlası söz konusuydu. Eğilerek selam verdi ve “Sinyor Raffaello Sanzio, kız kardeşimi takdim edebilir miyim?” dedi.

Diğeri bana bir parça kâğıt uzattı. “Per favore, bir çizim alabilir miyim?”

Perugino’ya özür dilercesine omuz silktim, öte yandan böyle bir talebe tanık olmak zorunda kaldığı için pek de üzülmemiştim aslında. Cebimden bir parça tebeşir çıkardım ve kâğıdı tutan hanımefendiye, “İşte bana hükmedecek, benden daha güçlü bir ilah,” dedim. (Bir Dante alıntısı her zaman, her duruma uygun düşer, sizce de öyle değil mi?) Gözlerimi hanımefendinin yüzünden ayırmadan – çizmek için elime bakmaya çok uzun zamandır, herhalde on yaşımdan beri ihtiyaç duymuyordum – onu çabucak çizdim. “Gözün köşesinin buradaki kıvrımı epey güzel,” dedim tebeşirimle yüzünü işaret ederek. “Bir sonraki Meryem Ana resmime yakından bakın, yüz hatlarında kendinizden bir dokunuş bulabilirsiniz.”

“Ya…” Genç kadın bir zakkum çiçeği gibi pespembe oldu. Resmi aldı ve ikisi de arkadaşlarının yanına koştular.

Gülümseyerek Perugino’ya döndüm, nefes alıp verirken şişkin burnu genişliyordu. İşte o zaman ağzından tek bir kelime çıktı: “Hırsız.”

Çevresindeki diğer adamlar mırıldandı.

Tessa’nın nefesi kesildi.

Scusi?”19 dedim.

Perugino benden kısaydı ama iri, yuvarlak kafası benimkini gölgede bırakıyordu. “Resmimi çaldın,” dedi.

Boynumdaki alevin soğumasını ve göğsüme geri dönmesini diledim. (Yüz kızarmasını nasıl bastıracağını bilmek, her saray mensubu için paha biçilemez bir beceridir. Krem tonlarındaki bir teni kızarmaktan korumak için nasıl düzgün nefes alacağımı öğreten anneme minnettarım.) “Maestro, benim işim – her zaman olduğu gibi – sana, yeteneğine, nüfuzuna, senin…”

Perugino parmağını salladı. “O altar panosu benimkinin bir kopyasından başka bir şey değil.”

Meryem’in Evliliği resmimi gördünüz mü? Sorun yok; bu resim ta Città di Castello’da, günlük yürüyüşünüzü yaparken denk gelebileceğiniz bir yerde değil yani. Ama kopyalarını gördünüz mü? O zaman suçlamasını reddedemeyeceğimi bilirsiniz. Tam olarak reddedemem. Her iki resim de – onun versiyonu Perugia katedralinde asılıydı – Meryem’in Yusuf’la evliliğini tasvir ediyor, ziyadesiyle yaygın bir konu ama aynı kompozisyonu, aynı ortamı ve – evet – Perugino’nun versiyonundakiyle aynı figürlerin çoğunu kullandım, ama… Ma per carità!20 Perugino’nun figürleri o kadar statik ki ritim yok, ön plandaki figürler tuvale bastırılmış gibi ve arka plandaki tapınak öyle ağır ki kompozisyonu aşağı çekiyor, renkleriyse fena halde zayıf mavi ve pembe tonlarından ibaret. Ne yapmam gerekiyordu, bir resmi nasıl iyileştireceğimi bu kadar net görebildiğim halde öyle kalmasına izin mi verseydim? Bunların hiçbirini yüksek sesle söylemedim elbette. Saraylılar asla kendi düşüncelerini söylemezler, hep başkalarının düşüncelerini söylerler. “Francesco Petrarca, sanatçıların birbirini taklit etme biçimlerinin, arıların bal ve balmumu yapmak için çiçeklerden polen çıkarmasına benzediğini söylemişti. Mesele kopyalama değil. Buradaki mesela, eskiyi alıp daha iyi hale getirmektir.”

“Daha iyi mi? Daha iyi, ha?” Perugino’nun yüzü Paskalya’da yapılan vişne sosunun rengini aldı. “Sana acıyorum Raffaello. Tek istediğin en büyük olmak, ama berbat bir kopyacı asla en büyük olamaz.” Perugino kiliseden çıktı. Diğer adamlar da peşinden gittiler.

Tessa ellerimi tuttu ve ne kadar üzgün olduğunu mırıldandı. “Beni buraya, Meryem ve Yusuf’un sonsuz birleşmelerini gösteren resminin olduğu yere getirmen çok romantik.”

Tessa’ya döndüm. Kahverengi gözleri kocamandı ve parlıyordu. “Che?”21

Kızardı. “Bunu bana söyletmeyeceksin herhalde, değil mi?”

“Neyi?”

“Rafa.” Sesi, Kutsal Perşembe günündeki rahibeler gibi sert çıkmıştı. “Utangaçlık etmene gerek yok. Benim babam yok. Ne erkek kardeşim var ne amcam. Hiç ailem yok. Yani başkasına sormana gerek yok.” Hüzünlü bir ifadeyle parmaklarımı çekiştirdi. “Beni buraya getiren sensin.”

“Seni buraya maestromla tanışman için getirdim. Resmimi beğenip beğenmediğini görmeye…”

Parmakları buz kesti. “Ama bugünün hayatımızı değiştireceğini söyledin. Mükemmelliği yaratacağımızı söyledin. Sonra benden sana San Francesco’ya kadar eşlik etmemi istedin. Sana burasının evlenmek istediğim yer olduğunu söylemiştim.”

“Evlenmek mi?” Ellerini bıraktım.

“Ya da nişanlanmak.”

“Tessa, seninle evleneceğimi nereden çıkardın?”

Göğsünden yukarı bir pembelik yayıldı. Kollarını bağlayıp baktı.

Uffa, 22 atölyemde, ormanda, demircinin dükkânının arkasında yaptıklarımı inkâr edemezdim. “Ben…ben…ben…” Başparmağımdaki yeşil boya lekesini kazımaya başladım. “Bence çok hoşsun.”

Çığlıklara hazırdım ama “Beni kilitli kapılar ve ressamların muşambalarının arkasına saklamayı bırakmanın zamanı geldi, Raffaello Sanzio,” derken sesi sinir bozucu derecede sakindi.

Mia cara, ben bir ressamım, evlilik ve aile için yaratılmamışım.”

“Diğer ressamlar evleniyor. Atölyeleri, yardımcıları, eşleri, çocukları var.”

“Ben diğer ressamlardan değilim.” Cebime uzandım, babamın eski uzun saplı boya fırçasını çıkardım ve parmaklarımın arasında döndürmeye başladım.

“Erkeklerin miraslarını bırakabilecekleri çocuklara ihtiyaçları var.” Fırçayı döndürmemi durdurmak için elimi tuttu.

“Çocuklar ölüyor,” dedim.

Bu sefer cevap verme sırası ondaydı, “Che?”

“Ve çocuklar yaşasa bile…” Fırçayı tekrar döndürmeye başladım. “Giotto’nun anne babasının adlarını biliyor musun? Ya Donatello’nun? Botticelli’nin? Büyük işler yapsam bile babamın adının gelecek nesillerin dilinden düşmemesini sağlayabilecek miyim? Belki onu onurlandırmak için yeterince şey yaparsam, adı bir yerlerde bir kitaba yazılır, ama onu geri getiremem.” Parmaklarım bir ritmi kaçırdı ve boya fırçam yere düştü. “İnsanlar ölür. Evlilik seni kurtaramaz, çocuklar seni kurtaramaz, aşk seni kurtaramaz. Hiçbir şey seni kurtaramaz.”

Eteğini düzeltti. “Hocan seni üzdü. Bunu yarın konuşuruz.”

“Perugino’nun beni üzdüğünü mü düşünüyorsun?”

“Sana hırsız dedi.”

“Bu şimdiye kadar duyduğum en harika şeydi. Bana iyi iş çıkardığımı söylemesini ya da maestro demesini umuyordum ama onu geride bıraktığımı kabul edeceği aklıma bile gelmezdi.”

“Böyle bir şey olmadı.”

“Tam da bu oldu. Kıskançlığı, altar panomun onunkinden daha iyi olduğunun kanıtı. Ve bunu biliyor.” Eğildim, fırçayı alıp cebime koydum.

Tessa bana baktı – yüzündeki ifade de neydi? Sıkıntı mı? Korku mu? Tiksinti mi? “Rafa, dışarıdan insanlara çok mükemmel görünüyorsun ama…” Aniden şüphe götürmez bir şekilde üzgün göründü. “Ondan bu kadar uzaktayken mükemmelliği nasıl yaratacaksın?” Döndü ve çıkışa doğru yürüdü, etekleri taş zeminde hışırdıyordu.

İnsanların bana kızmasından nefret ediyorum. Kalbini kırmak istememiştim; asla kalplerini kırmak istemem ama onun peşinden de gitmedim. Bunun yerine oturdum, eskiz defterimi çıkardım ve kendi altar panomu kopyalamaya başladım. Hâlâ mükemmelleştirilmesi gereken pek çok ayrıntı vardı: Meryem’in kafası çok küçüktü, rahibin ayakları garipti ve – uffa – dizinin altında bir sopayı kıran kırmızı taytlı çocuk iyi olmasına rağmen (Luca Signorelli’nin aynı konudaki bir resminde yer alan bir figürden esinlenmiştim) ağırlığı kalçalarının üzerinden o kadar geriye kaymıştı ki gerçek bir çocuk olsaydı devrilebilirdi. Resmim Perugino’yu yenecek kadar iyi olabilirdi ama mükemmel değildi. Henüz değildi. Perugino’dan bile daha iyi olan ressamların peşinden koşma zamanım gelmişti – dünyanın Botticelli’lerinin, Ghirlandaios’larının, Leonardo’larının… O ressamları bulma, onları inceleme, yaptıklarını alıp en iyi haline getirinceye kadar kopyalama – kopyalama, kopyalama, kopyalama, kopyalama – zamanım gelmişti. Benden üstün herhangi bir ressam kalmayana kadar… Ben hariç.

III. Bölüm

Eylül, 1504
Floransa

Meryem Ana’ya şükürler olsun ki şu heykeltıraş bir ressam değil.

O devi ilk gördüğümde ben de öyle düşünmüştüm. Siz gördünüz mü? Kopyalarını değil, belediye binasının dışında dikilen aslını kastediyorum. İnsanı eziyor gibi, değil mi? Boyundan dolayı mı böyle? Yoksa bakışından mı? Ya da bütün o parıldayan cilalı beyazlığından mı? Daha yakından bakınca küçüleceğini umarak hızla yaklaştım ama sadece daha da büyüdü. Ona ilk baktığımda, çoban çocuk kendi deviyle yüzleştiğinde nasıl hissetmiş olabilirse ben de öyle hissettim; korkmuş, endişeli, şüpheli ve yine de bir şekilde bu yenilmez düşmanı yenmenin bir yolunu bulabileceğime dair inançla yanıp tutuşuyordum. Bir Golyat heykeline değil de Davut heykeline bakarken böyle hissetmem ironik.

Floransa’ya yedi yıldır gelmemiştim – yedi yıl! Floransalılar o deli rahibi kazığa bağlayıp tıpkı onun Botticelli tablolarına yaptığı gibi onu yaktıktan sonra – bu, beni hâlâ sevindiren bir ironi – ve şehirlerini modern bir cumhuriyete dönüştürdükten sonra bile geri dönmekten çok korkmuştum. Ama sonra, hac yolundaki gezginlerden, Floransa’da “sanatı sonsuza dek değiştirecek” yeni bir heykelin açılacağına dair bir söylenti duydum. Genç bir kadın – kulakları o kadar sivriydi ki peri olabilirdi – bana onun Roma’daki Pietà’ya adını kazıyan heykeltıraş tarafından yapıldığını söyledi. Şimdi ne derse desin, o zamanlar adını kimse bilmiyordu, hepimiz onun Pietà’sını, çarmıha gerilmiş İsa’yı kucaklayan Meryem Ana’nın göründüğü o mermer başyapıtı duymuş olsak da… Roma’ya gitmemiştim, dolayısıyla onu henüz görmemiştim ama o heykeltıraş zaten benim kahramanımdı. Söylentilere göre, Meryem’in göğsünden geçen kayışa adını kazımıştı: Bunu Floransalı filanca oymuştur. Hangimiz daha önce böyle bir kibir, böyle bir böbürlenme, böyle bir gösteriş gördük? Che grande!23 Evet, o zaman bile, eserine attığı imzayı duyduğumuz halde adını hatırlayamıyor olmamızdaki, yine de izinden gidip altardaki Meryem’in Evliliği’ne imza atmamdaki ironinin farkındaydım. (Arka plandaki tapınağın kornişinde “Raffaello Urbinas 1503” yazıyor.)

Hikâyenin yine neresinde kalmıştım? Ah evet… Floransa’nın hayaletleri bile beni o heykeltıraşın yeni heykelini görmekten alıkoyamadı.

Şehre yaklaştığımda, önce katedralin kahverengimsi kızıl kubbesi ufukta yükseldi. Günün geç saatleriydi, bu yüzden gökyüzü tatlı bir pembe altın rengine dönüyordu. (Böyle bir renk elde etmek istiyorsanız, Avrasya ağacında yaşayan dişi böceklerin kurumuş gövdelerini öğütün, biraz beyaz kurşun ve biraz sarı ekleyin – parlak sarı üzerine aşıboyası – ve üstüne ince bir altın varak tabakası da koyun.) Arno Nehri pembe-turuncu gökyüzünü ve uzaktaki mor dağları yansıtıyordu. O deli rahibin ölümünden sonra sanatın yeniden büyümesinin bu kadar hızlı olmasına şaşmamalı: Şehir, hayal edebileceğim herhangi bir tablo kadar mükemmel görünüyordu.

Bir zamanlar o ateşin yandığı meydan olan Piazza della Signoria’ya girdiğimde, bir kez daha güçlü bir düşmanla karşılaştım. Adımlarımı sayarak ona yaklaştım. En azından bu sefer düşmanım sadece bir heykeldi. Mermer oymacılığı ve resim farklı şeylerdir, değil mi? Heykeller doğal olarak ağırlığa sahipken – bunlar fiziksel, kıvrımlı şeylerdir – resimlerde böyle bir ağırlık ve gerçekçilik elde etmek için göz oyunlarına güvenilmelidir. Ressamlar ve heykeltıraşlar aynı sanatı icra etmezler. Hayır. Bırakın tarihin en büyük mermer oymacısı o olsun; ben hâlâ en büyük ressam olabilirim. Yüceler yücesi Meryem Ana; o heykelin etrafında dolaşırken bir kişinin, sadece bir sırtı bile nasıl bu kadar canlı gösterebileceğini merak ettim.

Gençken, bitmek bilmeyen saray yemeklerinde saatlerce oturmak zorunda kalırdım. Dük eliyle işaret ederek uykumu getiren zengin yemeklerinden birinin getirilip birinin götürülmesini emrederdi ve Soytarı Dominic bir hikâye anlatırdı ya da dans edilirdi – bense katılamayacak kadar küçüktüm – ve annemin yanına oturup babamın resimlerini çıkarmasını ya da şiirlerini okumasını beklemem gerekirdi. Babama tapıyordum – hâlâ tapıyorum – ama şiirleri uzundu. Annem seğiren parmaklarımı yakalar ve azarlayıcı bir bakışla sabit tutardı. Hissettiğim şey bir kavanoza kapatılmalı ve resimlerimde bile kullanılmamalıydı.

O heykeltıraşa duygularını kibar tavırlarla gizlemenin öğretilip öğretilmediği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bütün enerjisini, tutkusunu, gücünü ve daha başka her ne varsa işte onu, o taşın koyduğunu biliyordum. Floransa’ya yerleşmeye karar verdiğim an buydu işte; böylece ben de dünyayı heykeltıraşın tarafına değil, kendi tarafıma yönlendirmeyi öğrenebilirdim. Ama orada oturmuş o heykeli kopyalarken içimden şunu tekrarlamaktan kendimi alamadım: Meryem Ana’ya şükürler olsun ki şu heykeltıraş bir ressam değil.

IV. Bölüm

Sonbahar, 1504

Davide Ghirlandaio tavernaya girerken, “Böyle önemli bir resmi aşağılık bir taş yontucusuna vermeye nasıl cüret ederler,” diye böğürdü. Ghirlandaio, tüm Floransa’daki en huysuz ressamdı. (Onu suçlamayın. Ağabeyinizin ölümünden on yıl sonra bile hâlâ ondan daha kötü bir ressam sayılsanız siz nasıl davranırdınız?)

Andrea del Sarto (benden üç yaş küçük, yanakları o kadar köşeli ve burnu o kadar uzun ki yüzü şu balolarda takılan maskeler gibi görünüyor) ve ben, Ghirlandaio ve hemen peşinden gelen diğer iki sanatçı için üç sandalye ve üç bira bardağı daha aldık: Andrea della Robbia (Andrea’nın mavi-beyaz pişmiş toprakları kadar tarzına da hayranım; o gün de başında sadece Andrea’nın kahkahalara yol açmadan takabileceği mor tüylü bir şapka vardı) ve Leonardo da Vinci. Leonardo, Floransa’ya geldiğimde arkadaş olduğum ilk sanatçılardan biriydi; yakışıklı genç erkeklere zaafı var, bu yüzden ne zaman istersem kopyalamak için atölyesine gidebileceğimi söyledi. Onunla hiç tanışmadığınız için üzgünüm. Resimleri gibi kendisini de şahsen görmeden kafanızda canlandırmak zor. O zamanlar elli yaşın üzerindeydi ve sakalı ağarmıştı (bir yıla kalmadan saçlarının tamamen beyazlaşacağını tahmin etmiştim). Düşündüğünüzden daha uzun boyluydu; altın rengi gözleri her zaman etrafta geziniyor, tam önünüzde olan beş yüz şeyi kaçırıyormuşsunuz gibi hissettiriyordu. Yanımdaki sandalyeye çökerek “Ben o lanet fresk için üzülmüyorsam Davide, senin de üzülmeye hakkın yok,” dedi.

Saçımı iki kulağımın arkasına sıkıştırıp “Neler oluyor?” diye sordum.

Leonardo’nun içkisinden uzun, yavaş bir yudum almasını beklerken kimse konuşmadı – maestroyu beklerken kimse konuşmazdı. Dilini dişlerinin üzerinde gezdirdi ve sonunda cevap verdi, “Mahalli idare, Büyük Konsey Salonu’nda, benim karşımdaki duvarı boyaması için başka birini tuttu.” Leonardo hemen hemen bir yıldır, Milanolulara karşı bir Floransa askerî zaferinin tasviri olan büyük ölçekli Anghiari Savaşı freski üzerinde çalışıyordu. Tarihin en büyük sanat eserlerinin birçoğuna ev sahipliği yapan bir şehirde bile insanlar, böyle bir ustanın yaratacağı başyapıtın sunduğu vaatlerle fısıldaşıyordu: Buraya çekeceği gezginleri hesaplasanıza! Getireceği şöhreti hayal etsenize! Zaferi düşünsenize! İdarecilerin, aynı odanın karşı duvarında Leonardo’yla rekabet etmesi için farklı bir sanatçı tutacağını hiç düşünmemiştim. Ve Leonardo’nun bundan sonra söyleyeceği şey de aklımın ucundan geçmezdi: “Mahalli idare, o duvarı boyaması için Michelangelo’yu tutmuş.”

Sandalyeme sert bir hareketle yaslandım. Heykeltıraşın adını Floransa’ya yerleştikten kısa bir süre sonra öğrenmiştim; Davut heykelinden sonra herkes ondan bahsediyordu. Michelangelo Buonarroti, zor zamanlar geçiren gururlu bir Floransalı ailenin oğluydu ve artık yoksul babasının, üvey annesinin, büyükannesinin, amcasının, halasının ve dört haylaz erkek kardeşinin geçimini sağlamak Michelangelo’ya kalmıştı. Mahalli idare ona kazançlı bir resim işi teklif etmişse, hiç şüphesiz kabul ederdi. Ne de olsa heykeltıraş, ressam olacaktı. Babamın eski boya fırçasını çıkardım ve elimde döndürmeye başladım.

Andrea della Robbia şapkasını çıkardı ve “Freski Leonardo’nunkiyle aynı boyutta olacak. Aynı odada,” dedi.

“O aşağılık taş yontucusunu Leonardo’yla kıyaslıyorlar.” Ghirlandaio yumruğunu masaya vurarak bardakları tıngırdattı. Kolumu kaldırıp bardağın kulpunu yeniden masanın kenarına bakacak şekilde düzelttim. “Buna üzülmemenin tek nedeni, şehrin bunu yaşayan en büyük iki sanatçı arasındaki bir yarışma olarak lanse etmesi Leonardo.”

Teatral tavırlarıyla bilinen Sarto masaya sıçrayıp haykırdı: “Bir duvarda Leonardo! Diğerinde Michelangelo! Kim galip gelecek?”

Leonardo, şakayla karışık “Bu pazarlama kampanyası umurumda değil,” dedi.

Ghirlandaio başını salladı. “Çalışma alanını o kirli paslı adamla paylaşmaya razı olduğuna inanamıyorum…”

Hep bir ağızdan “Aşağılık taş yontucusu!” dedik ve kadehlerimizi bu hakarete kaldırdık.

Ama Ghirlandaio elini kaldırdı. “Pis taş yontucusu.”

Homurdandık ve bardaklarımızı indirdik.

Sarto tekrar yerine otururken “Michelangelo’nun başarısı sayesinde ağabeyin de övüldüğü için kıskanıyorsun,” dedi.

“Ağabeyi mi?” dedim. “Kim? Domenico mu?”

Ghirlandaio burun kemerini sıktı. “Bir süreliğine Michelangelo’nun ustasıydı.”

Hayretimi gizlemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kendi kuşağında Davide’in ağabeyi Domenico Ghirlandaio’dan daha yetenekli bir freskçi var mıydı? Michelangelo sadece heykel değil aynı zamanda resim eğitimi de mi almıştı?

Ghirlandaio muzır bir hareketle parmaklarını çenesinin altında salladı. “Ağabeyimin alacağı tek övgü, meşhur öğrencisini insan düşmanı bir münzeviye dönüştürmekle ilgili olabilir.”

Sarto başını iki yana salladı. “Sen böyle deyince kulağa biraz görgüsüzmüş gibi geliyor.”

“O zaman müsaade et de söylemek istediğimi açıklayayım: O olağanüstü derecede görgüsüz,” diye yanıtladı Ghirlandaio. “Mahremiyet sağlamak için bir kulübe yaptı, böylece halka gösterilinceye kadar Davut heykelinde ne kadar ilerlediğini kimse bilmeyecekti. Bir keresinde işine göz atarken yakaladığında beni mermer çekiciyle atölyesinden kovaladı. Sonra kafayı sıyırmış bir münzevi gibi kendisini o kıymetli taşıyla birlikte tekrar içeri kilitledi. Agresif türden bir paranoyak.”

Sarto ciddi gözlerle bana bakarak “Hoşunuza gitse de gitmese de etkileyici biri,” dedi. “Michelangelo, Floransa’nın ışığı, şehrimizin gördüğü en büyük hami, yarımadanın en iyi gözü, en eğitimli, en zeki, en anlayışlı adam Lorenzo de’ Medici, yani Il Magnifico’nun24 bizzat davet etmesiyle Medici heykel bahçesinde eğitim gördü.”

“Devam et Sarto, hepimiz Il Magnifico’nun kim olduğunu zaten biliyoruz,” diye homurdandı Ghirlandaio.

“Mesele şu ki Il Magnifico, Michelangelo’nun yeteneğini fark etti ve onu oğullarından biri gibi yaşaması için Medici sarayına aldı.”

Ghirlandaio “Buonarroti’nin anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla,” diye homurdandı.

Sarto, “Yalnızca Michelangelo’nun anlattıklarından değil,” diye itiraz etti. “Il Magnifico’nun oğullarından Kardinal Giovanni de’ Medici’nin bir keresinde Michelangelo’ya ‘birader’ dediğini duydum.”

Andrea “Peki sen Kardinal de’ Medici’yle ne zaman karşılaştın?” dedi.

“Medici umurumda değil.” Ghirlandaio hızlandı. “Taş yontanlar zanaatkârdan başka bir şey değildir. Ağır aletler kullanarak kayalara vururlar. Ressamlarla benzer bir tarafları yoktur. Tarihin tartışmasız en büyük heykeltıraşı olan Donatello, aynı zamanda usta bir ressam olduğunu da iddia etmiyordu. Nanni di Banco, della Quercia, Nicola Pisano, hiçbiri resim yapmadı.”

“Peki ya Verrocchio?” diyerek söze girdim. “Tobias, Melek ve Mesih’in Vaftizi resmi?”

“Bana Michelangelo’nun ikinci Verrocchio olduğunu ima etmediğini söyle,” dedi ve ben de tartışmadan kaçınmak için bakışlarımı yere çevirdim. “Vaftizhane kapılarını ustaca yapılmış tablolara dönüştürecek ölçüde bir zarafetle çalışan Ghiberti bile,” diye devam etti Ghirlandaio, “bahsetmeye değecek bir resim yapmadı. Bu iş asla aşağılık bir taş yontucusuna gitmemeli.”

Bu son sözler üzerine bardakları tokuşturup içtik ama hiçbirimiz gülmüyorduk. Michelangelo silahlarımızı alıp arenamıza doğru ilerliyordu ama yine de onun ne kadar iyi bir ressam olabileceği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu, rahatsız edici olsa da gerçek buydu. Michelangelo’nun başka bir Davut’u sır gibi saklamayı başardığını hayal edin; bu seferki Davut’un bir resim olduğunu hayal edin. Bardağımı bıraktım ve “Peki, Michelangelo’nun arkadaşları kim?” diye sordum.

Diğerleri bakıştılar. “Hiç arkadaşı yok,” cevabı Andrea’dan geldi.

“Çalışmasını kopyalamak için atölyesine nasıl gireceğiz o zaman?”

Hep bir ağızdan “Girmeyeceğiz,” diye yanıtladılar.

“Tasarımlarını görmenin bir yolunu bulmalıyız.” Bardağımı düzelttim. “Öyle değil mi?”

Ghirlandaio koltuğuna yaslandı. “Raffaello doğru söylüyor. Michelangelo’nun bizi yakalama ihtimali olup olmadığını öğrenmemiz lazım.”

Leonardo yarım yamalak, gizemli gülümsemesiyle “Ya da bizim onu yakalama ihtimalimizin olup olmadığını,” diye ekledi.

14.İt. Bir, iki, üç, dört. (ç.n.)
15.İt. Canım. (ç.n.)
16.Yunan mitolojisinde Zeus ve Demeter’in kızı. (ç.n.)
17.İt. Canım, aşkım. (ç.n.)
18.İt. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi. (ç.n.)
19.İt. Affedersin, pardon. (ç.n.)
20.İt. Aman Tanrım. (ç.n.)
21.İt. Ne? (ç.n.)
22.İt. Uf, of. (ç.n.)
23.İt. Ne de büyük. (ç.n.)
24.Lorenzo de’ Medici, Lorenzo Il Magnifico yani Muhteşem Lorenzo olarak anılırdı. (ç.n.)
₺172,48

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
ISBN:
9786258361261
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre