Kitabı oku: «Raffaello», sayfa 5
“Ben de Papa’nın huzuruna gömleğimle çıkayım öyle mi?” Burun delikleri inanılmaz bir şekilde şişti. “Papa Hazretleri hâlâ burada olduğu için şanslısın.”
Çocukken, ne zaman babamın ibadet resimlerinden birini kopyalayıp sonrasında gururlu görünsem annem kulağımdan tutar, yere çöktürür, dizlerim uyuşana kadar alçakgönüllülük için dua ettirirdi. Ve ben hâlâ ne zaman kendini beğenmiş göründüğümü biliyorum çünkü dizlerim sızlıyor. O gün, Papa’yla buluşmak için Sistine Nehri’ni boydan boya geçerken dizlerim, bacaklarım ve hatta ayaklarım diken diken olmuştu.
Papa II. Julius, Sistine Şapeli’nin ortasında duruyordu. Kırmızı cüppeli kardinallerden oluşan bir maiyetle çevriliydi; uzun, bembeyaz cüppesini, geleneksel beyaz takkesini ve ünlü kırmızı ayakkabılarını giymişti. Ve büyük bir göksel ışık sütunu, yüksek bir pencereden içeri girip onu inci gibi bir parıltıyla örtüyordu! Şaka yapıyorum sì certo, böyle bir ışık yoktu. Duymuş olabileceğinizin aksine, o da herhangi bir adam gibi yaşlanmıştı; beyaz bir şapkanın altından çıkan gri saç tutamları, kırışıklar, solmuş ayçiçekleri gibi sarkık yanaklar… Bir zamanlar ünlü bir Adonis olarak nam saldığını duymuştum; gençliğim gittiğinde ben de mi böyle görünecektim? Efsanevi öfkesi en azından yerli yerindeydi çünkü uzun, altın kaplamalı bastonunu…
Aynı darmadağın siyah saçlar, aynı ıstıraplı yüz hatları, aynı hantal iş botları…
Michelangelo.
Heykeltıraş Papa’nın bastonunu kaptı ve homurdandı, “Beni niye suiistimal ediyorsunuz? Şu mübarek ve imkânsızı işi isteyen sizsiniz!” (Aslında söylediği kelime mübarek değildi.)
Tartışmalar sırasında kendimi iyi hissetmiyorum – tartışanlar başkaları olsa bile – bu yüzden Papa karşılık vermek üzereyken neredeyse aralarına girecektim ama Bramante beni tuttu, “Bırak da bir kez olsun kendi mezarını hazırlasın.”
Benim yerime kırmızı cüppeli bir kardinal Michelangelo’nun önüne geçti. “Mi dispiace, Papa Hazretleri. Kardeşime bakmayın siz.” Yumuşak teni ilerlemiş yaşını gizleyen, gerdanı kat kat olmuş bir adamdı; nasıl oluyordu da zengin adamlar her zaman genç görünüyordu? Onu Rosselli’nin portresinden hemen tanıdım: Il Magnifico’nun oğlu Floransalı Kardinal Giovanni de’ Medici. Söylentilere göre Michelangelo, Medici sarayında bu kardinalle beraber, onun erkek kardeşi gibi büyümüştü, bu yüzden kardinalin “Küçüklüğümüzden beri geçimsizdi,” derken koruyucu bir tavır almasına şaşmamak gerek.
Papa, “Sanatçımız hakkında bu şekilde konuşma,” diye kükredi. “Geçimsiz zavallı sensin.” Sopasını kardinalin kafasına doğrulttu.
İşte tam o an, Bramante beni Papa’ya takdim etmeye karar verdi. Her zaman bunun yaşlı mimarın nezaketi olduğunu varsaymışımdır. “Papa Hazretleri, hakkında çok şey duyduğunuz Urbinolu genç ressamı takdim etmeme izin verin.” Papa’nın burun delikleri şişti. Medici kardinalinin gözleri kısıldı. Ama görünüşe göre Bramante acele ettiği için zamanlamasının tuhaflığını fark etmemişti. “Genç ve delicesine yetenekli. Hemşerim ressam ve şair Giovanni Sanzio’nun oğlu, Pietro Perugino’nun öğrencisi, yeğeniniz Urbino Dükü Francesco Maria’nın tebaasından ve ünlü Meryem Ana tablolarının ressamı: Raffaello Sanzio da Urbino.”
Bramante farkında olmadan parmak uçlarında zıplarken, şapelin fresklerinden birinin içinde kaybolmayı, hatta belki de Signorelli’nin Ahit ve Musa’nın Ölümü eserindeki seyircilerden biri olmayı diledim. İyi olurdu. Bunun yerine Papa Julius, kılık kıyafetime bakarak suratını buruşturup “Bugünlerde sanatçılara nasıl giyineceklerini öğretmiyorlar mı?” derken orada dikilmek zorunda kaldım.
Elimden geldiğince canlılıkla gülümsedim ve iyi bir saray mensubunun yapacağı şeyi yaptım: Dikkatleri sosyal gariplikten uzaklaştırıp başka bir şeye odakladım. “Papa Hazretleri, meslektaşımı affetmelisiniz,” – başımı Michelangelo’ya doğru kaldırdım – “öfkesi insanları üzebilir ama onun işine bu kadar canlılık veren de bu ruhtur.”
Michelangelo, Kardinal de’ Medici’ye inanamayan gözlerle baktı ve Papa bastonunu indirerek, “Öyle. Siz ikiniz nereden tanışıyorsunuz?” dedi.
“Ben… Ben…” diye kekeledi heykeltıraş yüzümü inceleyerek.
Lütfen beni hatırlama, lütfen beni hatırlama. Yüz hatlarımı gölgede bırakmayı umarak hürmet ediyormuş numarasıyla başımı eğdim. “Maestronun beni hatırlaması için bir neden yok efendimiz,” dedim. “Meslektaşım derken, ikimizin de aynı zamanlarda Floransa’da sanatçı olduğumuzu kastediyorum. Oldukça gençtim, o zamanlar sadece bottega’mı işletiyordum. Beni fark etmek için hiçbir nedeni yoktur. Henüz d’Este ailesi, Oddi veya Colonna, Baglioni veya…”
Papa, bu isimler listesinin arasında kemikli elindeki kutsal yüzüğünü bana uzattı. Diz çöktüm, yüzüğü öptüm ve şöyle dedim: “Dünyanın bir parçasını biraz daha güzelleştirmek için Papa Hazretleri’nin bana biraz tahta veya duvar bağışlayacağını umuyor ve kendimi mütevazı bir hizmetkâr olarak size sunuyorum.” Tekrar ayağa kalktım. “Papa Hazretleri Floransalıyı işe almakla üstün bir zevk sahibi olduğunu göstermiş; bu yüzden biraz küstahlık etmeme izin verirseniz, onun mermerde yapabildiğini benim resimde nasıl başardığımı size göstermeyi çok isterim.” Eskiz defterimi uzattım.
Papa, “Böyle bir küstahlıktan zevk almamız gerektiğine inanıyoruz,” dedi.
Bakışlarımı başka tarafa çevirdim – asillerin her zaman gözlerini ilk kaçıranın karşıdaki kişi olmasını tercih ettiklerini düşünmüyor musunuz? – ama defterimi Papa’nın uzun, açık parmaklarına uzatırken Michelangelo eskiz defterimi kutsal elinden kaptı.
Gözlerim aniden heykeltıraşın bakışıyla buluştu ve orada hayatımda gördüğüm en korkunç şeylerden birini buldum: tanınma. “Şapelimden defol.”
Papa, “Bu delikanlının önemsiz çalışmalarını görmek istediğimize inanıyoruz,” dedi.
“Efendimiz, bu adam bir hırsız.” Michelangelo’nun alnındaki mavi bir damar zonkluyordu.
Papa’nın bakışları bana döndü.
Yere baktım. “Sadece sadık bir öğrenciyim.”
Michelangelo, “Bir keresinde gizli gizli tasarımlarıma bakarken yakaladığım için onu özel çalışma alanımdan bir mermer çekiciyle kovalamak zorunda kalmıştım,” diye çıkıştı.
Papa Hazretleri, gülümserken dudaklarını birbirine bastırıyordu. Çukur yanaklarına bakılırsa bütün dişlerini kaybetmiş ve diş etlerini göstermemeye çalışıyor olmalıydı. “Gerçekten mi?”
Michelangelo’ya, “O gün seni korkuttuğum için özür dilerim, ama,” – gözlerimi Papa’ya çevirdim – “Vincili,” – gözlerimi tekrar heykeltıraşa çevirdim – “maestro Leonardo,” dedim, “o odaya girmeme izin vermişti. İkiniz de o odada çalışıyordunuz.”
Heykeltıraşın yüzü kıpkırmızı oldu. “Peki Leonardo, sosyal tırmanış girişimlerin için onun adını kullanmana da izin veriyor mu?”
Vücudumu tamamen Papa’ya çevirdim ama bakışlarımı, alçakgönüllü bir hava katmak için yere çevirdim. “Böbürlenmeyi sevmem ve bana kalsa bu konuyu asla açmazdım Papa Hazretleri, ama Vincili maestro, eğer faydası olacaksa, bir tavsiye mektubu teklif etmişti…”
“Şu ustanın,” – Michelangelo usta kelimesini hırlayarak söylemişti – “o gün tasarımlarımı kopyalaman için sana izin verme hakkı yoktu.” Papa’ya döndü ve “Papa Hazretleri, yükselmek isteyen bu genç kişi sadece benden değil, kendi öğretmeni Perugino’dan da çalışmalarını çalan bir hırsız,” dedi.
Ben de, “Hocasını geçemeyen zavallı bir talebedir,” dedim.
Michelangelo homurdandı, “Gesù,41 şimdi de Leonardo’dan mı alıntı yapıyorsun? Kafanın içinde özgün bir düşünce var mı?”
Dudaklarımı araladım ama kaçamak bir cevaba vakit bulamadan Papa parmaklarını şıklattı ve “Onun çalıp çalmadığına biz karar veririz,” dedi.
İşte o zaman Michelangelo eskiz defterimi arkasına sakladı. “Çalışmalarını gördüm Papa Hazretleri, hiç de iyi değiller.”
“Çalışmalarımı gördün mü?” dedim. Hâlâ böyle bir sürprizi duymaktan gurur duyacak kadar gençtim.
“İyi değil,” diye tekrarladı Michelangelo.
Papa, “Kararı biz veririz,” dedi.
“Michel, per favore,” diye fısıldadı Kardinal de’ Medici. “Eskiz defterini teslim et.”
Heykeltıraş gözlerini bir o yana bir bu yana çevirdi – daha önce hesap yaptığını hiç görmemiştim – ve sonra çenesini sıkarak, “Eğer o Vatikan’da çalışıyorsa, ben çalışmam,” dedi.
Papa Julius bana baktı, beyazlaşmış gür kaşlarını kaldırdı. Zaten oldukça iyi davranmıştım ve tekrar konuşmak sadece tartışmayı büyütmeye yarayacaktı, bu yüzden kibar bir seçim yaptım: Gülümsedim ve adilce davranılmasını bekledim.
Ama Papa sadece omuz silkti – omuz silkti! – ve “Öyle olsun,” dedi. Parmaklarını sallamasından sonra iki papalık muhafızı bana doğru yürüdü. Az önce ne olmuştu öyle? Bramante homurdanırken Papa, Michelangelo’ya şöyle dedi: “Madem senin için böyle bir ödülden vazgeçiyoruz, karşılığında bize borçlusun. Tavanında mucizeler görmeyi bekliyoruz Buonarroti.”
Michelangelo eğildi; hayal ettiğimden daha az beceriksizce bir hareketti. “Öyle olacak.”
Papa uzaklaşırken, iki yanıma birer muhafız geldi. Dayanamayıp Michelangelo’ya sordum, “Neden senin tavanın dedi? Tavanda Papa için bir mezar mı yapacaksın?”
“Sen bir aptalsın,” diye homurdandı Bramante ve ağır adımlarla yürüdü.
Michelangelo, “Boyaya hazır olması ne kadar sürer?” diye seslendi.
Bir ses “İki, üç gün,” diye cevap verdi.
“Maria Vergine,”42 dedim, midem İkarus gibi düşüyor, balmumu kanatlarım güneşte eriyordu. “O tavanda mermerden bir şey yapmıyorsun. Tavana resim yapıyorsun.”
Muhafızlar beni uzaklaştırırken Michelangelo “Evet,” dedi. Sonra eskiz defterimi içine tıkıştırıp çantasını kapattı.
“Eskiz defterim,” dedim ama muhafızlar beni dışarı doğru sürüklemeye çoktan başlamışlardı. Sadece Vatikan’dan çıkarılmak, eskizlerimi kaybetmek ya da işi alamamaktan değil, aynı zamanda farkına vardığım korkunç gerçeğin etkisiyle kalbim sızlıyordu. Michelangelo bir kez daha ressam olacaktı.
XI. Bölüm
Uğultulu yapı sahasından geçen Bramante’yi takip ederken “Sistine’i nasıl aldığını anlamıyorum,” dedim.
“Ben ayarladım,” diye yanıtladı, bir yandan da koroyu yöneten bir orkestra şefi gibi işçileri oraya buraya göndermek için elini sallıyordu.
“Ama neden?” Babamın eski boya fırçasını öfkeyle çeviriyordum.
“Onu mezardan uzaklaştırmak için.”
“Ama neden?”
“Böylece mermerini alabilirim.”
“Neden mermerini istiyorsun?”
“Kilisem için.” Bramante kollarını açarak yeni Aziz Petrus Bazilikası’nın hareketli şantiyesini işaret etti.
Orijinal Aziz Petrus, aynı adı taşıyan kişinin mezarının üzerine ne zaman dikilmişti? Bin yıldan fazla mı olmuştur? Gelgelelim şimdi her şey, yeni bir kiliseye yer açmak için yıkılıyordu. Halk, saygıdeğer eski binanın yıkılmasına öfkeliydi ve program esasen Papa Julius’un fikri olmasına rağmen, insanlar projeyi yöneten kişi olduğu için Bramante’ye Il Ruinate43 adını taktılar. Bramante’yle tanışmış olsaydınız, her zaman insanları yatıştırmaya çalışan biri olduğunu bilirdiniz. Onu bu kadar garip kılan şeylerden biri de buydu. İşte bunun için alışılmadık bir plan yaptı; eski kiliseyi bir anda yıkmadı. Hayır. Yeni Aziz Petrus’un inşaatına bir ucundan başladı ve eski binayı sadece gerektiği kadar yıktı. O öğleden sonra, iki inşaatın ortasında Bramante’nin peşinden gitmiştim: Bir tarafta yüzlerce işçi taze taş bloklardan oluşan temiz, beyaz bir alanda koştururken diğer tarafta eski kilise, yavru kuşlar uçmaya başlayınca boş kalmış bir yuva gibi çürüyordu. Değişimler olur, bir fikir olarak bunu kabul ediyordum ama yeni olanın eskiyi parça parça yuttuğu bir yerde durmak korkunçtu. (Ne zamandı? On iki yıl olmuş mudur? Bugün yeni kilise, eskisinden daha da fazlasını yemiş halde – azar azar götürmeye de devam ediyoruz – ve yakında hiçbir şey kalmayacak. Bir noktada, insanlar eski Aziz Petrus’u hatırlayacaklar mı? Yeni Aziz Petrus’a sadece “Aziz Petrus” diyeceğimiz bir zaman da gelecek mi?) Bramante homurdandı, “Bir taş ustasının Aziz Petrus’a ayrılan kaynaklardan faydalanmasına izin vermeyeceğim. Papa’nın mezara ihtiyacı yok. Bir kiliseye ihtiyacı var. Ve bu projeye harcanmayan herhangi bir mermer ya da duka sadece israf olur.”
“Ama maestro, o tavan benim olmalı. Sen papalık mimarısın. Papa’nın sanat programını kontrol ediyorsun. Tek söz söylesen…”
Bramante, bir kireçtaşı bloğunu çeken bir eşeğin yanından geçti. “Sanat programını kontrol ediyorum çünkü gireceğim savaşları akıllıca seçiyorum ve sen, genç Raffaello’m” – parmağını salladı – “uğrunda ölmeye razı olacağım bir kale değilsin.” Bunun üzerine döndü ve beni geride bırakarak inşaat sahasına doğru ilerledi. Bazen bir durumun – ya da bir tablonun, bir aşkın, bir hayatın-onarılamayacak durumda olduğunu kabul etmeli, çekip gitmeli ve farklı bir yol bulmalısınız, değil mi? Babamın boya fırçasını cebime attım ve çürüyen eski neften çıktım.
Michelangelo’nun Pietà’sına bu eski bazilikanın ev sahipliği yaptığı herkesin malumuydu. Mermer şaheserin beni çağırdığını hissedebiliyordum ama bunu o gün yapamadım, bunun yerine tavana odaklanıp her bir çatlağı saydım. Çıkışa yaklaştığımda, ufalanan bir mozaikten altın bir parça düştü. Gözlerimi kıstım ve resmi hemen tanıdım. Bu, Giotto’nun su üzerinde yürüyen İsa’yı tasvir ettiği efsanevi eseri Navicella’ydı. Ah, tam o sırada oturup o şaheserin bir kopyasını çıkarmadığım için nasıl da pişmanım. Size bir çizimini gösterebilmek ya da orijinalini detaylı bir şekilde anlatabilmek için neler vermezdim. Ama elimde bir çizim yerine sadece büyük yelkenli bir gemi, haleler ve gökyüzünde trompet çalan melekler hakkında puslu bir anı var. O zamanlar bile Giotto’nun ünlü mozaiklerinin kilisenin geri kalanıyla birlikte yıkılacağını biliyordum. Ama bu değişim emredildiğinde bile, ne kadar hızlı geleceğini ve ne kadar geri döndürülemez olacağını anlamak zor, değil mi?
Michelangelo’nun atölyesini bulmam uzun sürmedi; herkes -rahipler, dilenciler, çocuklar – bana “mermer”in ne tarafta olduğunu gösterebilirdi; bu kelimenin, bu civarda heykeltıraş anlamında kullanıldığını varsaymıştım. Ama sonra o meydana girdim ve büyük, beyaz, dalsız ağaçlardan oluşan bir orman gibi, her biri benden daha uzun olan kırk kadar dev gerçek mermer blokla dolu olduğunu gördüm. Bunun ne olduğunu biliyordum: Michelangelo’nun Papa Julius’un mezarı için kullanacağı mermer.
Heykeltıraşın atölyesinin yerini tahmin etmek için simyacı olmaya gerek yoktu. Kapı kolu, mermer tozuyla örtülmüştü. Bir ağaçkakan gibi kapıyı çaldım. “Michelangelo?” Yemin ederim kapı kendi kendine açıldı, itmeme bile gerek kalmadı. İçeride uzun, dar bir merdiven – ayrıca alçak bir tavan ve loş ışık – ve merdivenlerin sonunda başka bir kapı vardı. Yukarı çıkarken prova yaptım: “Eskiz defteri insanın kalbi gibidir, maestro. Tavanımı zaten aldın, üstüne bir de kalbimi almayacaksın, değil mi?” Michelangelo’nun evdeyken nasıl olduğunu bilirsiniz: İnini savunmaya hazır olduğunu size bildirmek için çok ses çıkaran bir kurt gibi. Ama o gün hiçbir şey duymadım. “Michelangelo?” Merdivenlerin başındaki kapı da açıktı; sadece kilidi açık değildi, aynı zamanda aralık bırakılmıştı. İçeride olduğunu varsaydığımı söylediğimde bana inanın. O evde yokken atölyesine girmeyi bir kez bile düşünmemiştim. Emin olun ve bunu ona da söyleyin.
“Michelange…” Atölye dağınıktı. Oyma aletleri, çizimler, tebeşir, kâğıt, taş parçaları, kil modeller, hepsi beyaz mermer tozuyla kaplıydı. Orada değildi – orada kimse yoktu – ama hâlâ onun titreşen, hüsrana uğramış enerjisini, çalışma öfkesini hissedebiliyordum. İşle alakası olmayan tek şey, bir duvarda asılı küçük bir tahta haçtı, ama gerilen kasların görünümüne bakılırsa onu da Michelangelo yapmıştı. Eskiz defterimi aramaya başladım; masalardaki, raflardaki, kutuların içindeki, pencere pervazlarındaki kâğıt yığınlarını karıştırdım. İşte o zaman Michelangelo’yu aşağıdaki meydanda, mermer ormanından geçerek atölyeye doğru yürürken gördüm. Beni izinsiz şekilde girdiğim bu yerde bulursa…
Kapıyı hızla kapatıp kilitledim ve sonra bir kaçış yolu aradım ama tek görebildiğim çekiçlerdi – biri masada, diğeri sandalyede, ikisi yerde. Kafatasımı parçaladıklarını hayal ederken başıma ağrılar giriyordu. Pencereden şöyle bir bakınca atlayamayacağım kadar yüksek olduğunu anladım. Odanın diğer tarafında bir kapı daha vardı ama kilitliydi. Bana gereken şey bir anahtardı. Nereye saklamıştı? Kapı pervazı, döşeme tahtası, pencere pervazı… Hayır, hayır, hayır. Aşağıdaki kapı çarptı ve iş botları merdivenlerden yukarı çıktı, bu sesi başka bir şeyle karıştırmam olanaksızdı. En azından merdiven çıkma konusunda yavaş ve dikkatliydi.
Bu ikinci kapı bir çıkıştı, bir çıkış, bir çıkış… Sì certo, bir çıkış! Gerçekten de o haçın arkasında asılı duran bir anahtar vardı. Ayak sesleri gittikçe yaklaşırken ellerim titriyordu ama o en üst basamağa varmadan kilidi çevirdim. Kapıyı açınca karşımda karanlık bir geçit belirdi. Pencere yok, meşale yok ve bir şey yakmaya vaktim de yoktu. Bu geçit nereye gidiyordu? Diğer taraftan çıkış var mıydı? Michelangelo’nun anahtarının ön kapıdan çıkarıldığını duydum. Oraya düştüğünü düşünmesini umarak anahtarımı haçın altına fırlattım ve ön kapı açıldığında kapıyı arkamdan çekip karanlığa gömüldüm. Önümü hiç görmeden o geçitten aşağı inmekten ve Eskilerin Yazgısı’nın hâlâ benim tarafımda olmasını ummaktan başka çarem yoktu.
XII. Bölüm
Gözbebeklerinizi bir tarafa kaydırdığınızda, kaşınızın burun kemiğinize doğru kıvrıldığı kısmı görebileceğinizi biliyorsunuz, değil mi? Şimdi aşağı bakın, burnunuzun ucunu ve onun ötesinde de göğsünüzün belli belirsiz hatlarını görebilirsiniz. O geçit o kadar karanlıktı ki bunların hiçbirini göremiyordum. Kolumu yukarı kaldırdım ama nafile. Gömleğimin parıldayan krem rengi kumaşını bile göremiyordum. Maria Vergine, kör olmak ve renkleri bir daha asla görememek…
Michelangelo’nun atölyesinde dolaştığını duyabiliyordum, bu yüzden karanlığın içinde hızla ilerledim. Ben onu duyabiliyorsam, o da beni duyabilirdi. Her bir ayağımı kaygan taş zeminde ileri doğru kaydırdım, bir kabarıklık varsa hissetmeyi umdum. Uno, due, tre, quattro… Geçitte küf kokusu vardı ve bir de…kan kokusu muydu bu? Belki de Michelangelo beni yakalamış ve çekiciyle kafama vurmuştu; belki de ölü olmak böyle bir şeydi. Daha hızlı yürüdüm. Gümbürtüler ve gıcırtılar yankılanıyordu; bütün bunlar da neydi? Fareler mi? Koşmaya başladım. Biri nefes mi alıyordu? Orada benim dışımda biri daha var mıydı? Ayağım bir duvara çarptı ve hiç düşünmeden ellerimi kaldırdım; bir şeye çarpmıştım ama neydi bu? Elimle tuttuğum şey bir kulp muydu? Ve bunlar da menteşeler miydi? Evet, evet. Bir kapı! Kolu tekrar tekrar çektim ama kilitliydi. Bu ciyaklayan farelerin sesi neden bu kadar yüksek çıkıyordu? Kapıya vurdum. “İmdat!” Tekme attım ve “Lütfen açın!” diye bağırdım. Derken…
Kapı açıldı. Karanlıktan çıkmak için çaresizce ileri doğru sendeledim ama bir adam çıkışımı engelledi. “Kimsin?” Yüzüme bir meşale tuttu.
Ani ışık parlamasından korunmak için elimi kaldırdım. “Per favore, bayım…”
“Nereden geliyorsun?”
“Bir arkadaşın atölyesinden.”
Meşaleyi çekti. Görüşüm düzeldi. Resmî kırmızı kıyafetlerini giymiş bir kardinaldi. Kısa boylu, kambur biriydi; o klasik keşiş kafalarından – kel kafasını çevreleyen yarım daire şeklinde beyaz saç-birine sahipti. “Michelangelo’nun hiç arkadaşı yoktur,” dedi.
Nefesim kesildi. Kardinal, Michelangelo’nun atölyesine uzanan bu geçidi biliyor muydu? Her iyi saray mensubunun yapacağı gibi, buranın gizliliği umurumda değilmişçesine kapı eşiğine yaslandım ve “Bir heykeltıraşla ne kadar dost olunabilirse, Kardinal Hazretleri,” dedim. Kardinal arkamdaki geçide baktı. “Arkandan geliyor mu?”
“Atölyede bitirmesi gereken bir şey var, sonra…” Sıradan bir sarmal taş merdivenin sahanlığına çıkmıştım; sözlerimin uydurma olduğunu gösterecek hiçbir ipucu yoktu. “Beni önden gönderdi.”
“Anahtarsız mı?” Kardinal kaba görünüşümün farkındaydı ama aynı zamanda deri çizmelerimi, (yırtıklara rağmen) kadife yeleğimin kalitesini ve cebimden uygun bir şekilde çıkan papalık davetimi de gözden kaçırmamış gibiydi.
Hafifçe gülümsedim ve “Onu biraz tanıyorsam muhtemelen bunun komik olduğunu düşünmüştür,” dedim.
Kardinal kıkırdadı. “Peki sen kimsin?”
“Saygısızlığımı bağışlayın.” Yerlere kadar eğildim. “Urbinolu Raffaello Sanzio.”
Ayağa kalktığımda gözleri dans ediyordu. “Ah! Bramante’nin korumasındaki genç! Seni duydum. Kuzenim Francesco Maria’ya tabisin.” Urbino Dükü, Papa’nın ve bu kardinalin kuzeniydi, öyle mi? Ailesinden kaç tanesi iktidardaydı? “Ben Kardinal Raffaello Riario’yum,” dedi. “Papa Hazretleri’nin kuzeni. Bana Fafel diyebilirsin.”
“Tanıştığıma memnun oldum Sayın Kar-” – azarlayıcı bakışını fark edince ifademi düzelttim – “Fafel. Keşke kalıp Michelangelo’nun size nasıl şakalar yaptığını duyabilseydim,” – sarayda daima birilerinin başka birilerine gaddarlık ettiği varsayılır – “heykeltıraş gelene kadar bu toplantıyı düzgün bir şekilde ayarlayamazsam…” Alçak bir ıslık sesi çıkardım.
“Kiminle buluşuyorsun? Bramante mi?”
Bana bu kadar kolay bir cevap sunduğu için rahatlayarak derin bir nefes aldım. “Evet. Bramante.”
“Onu papalık dairelerine giderken gördüm. Orada mı buluşacaksınız?”
Başımı salladım.
“Endişelenme,” dedi Kardinal. “Papa Hazretleri senden hoşlanmaya meyilli görünüyor. Rekabeti körüklemeyi seviyor – özellikle de bu rekabetin meyvelerinden yararlanacak kişi kendisi olduğunda.” Geçidin diğer ucundaki bir kapı gıcırdadı ve o tanıdık botlar bize doğru ilerledi. Gözlerim büyümüş olmalı ki Kardinal, “Git,” dedi. “Onu ben oyalarım.”
“Teşekkürler Sayın-” Merdivenleri çıkmaya başladım ama kardinal kolumdan tuttu ve aşağıyı işaret etti. “Sì certo, aşağı…bu benim ilk günüm de…yakında buraya hâkim olacağım. Teşekkürler Fafel. Bu iyiliğini unutmayacağım.”
“Michelangelo’nun şakalarını engelleyecek her şeye varım.”
Merdivenlerden inerken kalbim hızla atıyordu. Salonlara işlenmiş papalık mühürlerine şöyle bir bakınca bu geçidin beni Vatikan Sarayı’na götürdüğünü anladım. Michelangelo’nun atölyesini Vatikan’a bağlayan gizli bir geçidi mi vardı? Korktuğumdan çok daha güçlüydü. Aklı başında herhangi bir adam, Papa’nın açık izni olmaksızın Vatikan’a girme suçuyla boynunu bir ilmiğin yanlış ucunda bulmamak için en yakın çıkışa koşardı, ama hangi sanatçı bu kadar çabuk pes ederdi ki? İşsiz bir sanatçı, doğru.
Yönümü Papa’nın dairelerine çevirdiğimi söylememe gerek yok, değil mi? Görünüşüme rağmen bunu yapacak biri olduğumu kesinlikle anlamışsınızdır. Öyleyse bu kısmı ileri saralım. Papa’nın özel ofisine girdiğimde Bramante inanamıyor gibiydi. “Raffaello! Burada ne arıyorsun?”
Bramante’nin sırtında asılı çantasından bir parşömen çıkardım, odanın diğer ucuna yürüdüm, parşömeni boş tarafı yukarı bakacak şekilde Papa’nın darmadağınık masasının üzerine yaydım ve bir parça da tebeşir çıkardım. Kalan tek kolumu sıvadım, artistik bir gösterişle bileğimi dört kez döndürdüm ve çizmek için tebeşirimi masaya koydum. Papa Hazretleri, yüzüklü elini kaldırarak yaklaşan muhafızları durdurdu. Gözlerimi Papa’nın yüzünden ayırmadan, hızlıca bir portresini çizdim: Derin, yorgun ama inatçı bir kıvılcımla bakan gözler; çan gibi genişleyen uzun burun; İmparator Augustus’unki gibi kare bir çene. Taslağı olabildiğince hızlı bitirdim ve kâğıdı ileri ittim. “Papa Hazretleri, benim önemsiz çalışmalarımı görme arzusunu dile getirmişti ve bu isteği yerine getirmek için elimden geleni yapmazsam, kiliseye layık bir hizmetkâr değilim demektir.”
Papa çizimime baktı. Beğendi mi? Nefret mi etti? Beni astıracak mıydı? Yoksa işe mi alacaktı?
İşte o zaman Michelangelo’nun arkamdan odaya girdiğini hissettim. “Cosa fai?”
Madem Fafel’in iddia ettiği gibi Papa gerçekten de rekabeti körüklemekten hoşlanıyordu… O zaman ben de alçakgönüllülük konusunda aldığım eğitime ters düşecek şekilde şöyle dedim: “Efendimiz, diğer insanları mucizelere zorlamak için daha genç, daha yetenekli bir rakip gibisi yoktur.”
Papa bana bakarken yüzünde bir ifade vardı ama neydi bu? Şaşkınlık mı? Eğlence mi? Huşu mu?
Michelangelo çizimimi masadan kaptı. Ona baktı ve “Her şeyi nasıl bu kadar kolaymış gibi gösteriyorsun?” diye mırıldandı.
Omuz silktim ve “Papa Hazretleri canlılığı resme dökmeyi kolaylaştırıyor,” dedim. (Konu açılmışken, Baldassare’nin yeni taslağına göz attınız mı? Castiglione; onu tanıyor olmalısınız. Sanırım en son kitabının adı şimdilik The Courtier ama bence daha ilgi çekici bir ad bulabilirdi. Henüz yayımlamadı ama kitabın sayfalarını göstermesini istemelisiniz. Olduğundan kolaymış gibi göstermeye sprezzatura diyor. Kulağa hoş geliyor, değil mi? Sprezzatura. Bana açıkça benim hakkımda yazılmış pasajları gösteriyor. Üzüleceğimi sanıyor ama dürüst olmak gerekirse gurur verici buluyorum. Yine de Michelangelo okuduğunda benimle alay etmekten asla vazgeçmeyecek.)
Michelangelo kendini toparladı ve “Bu ucuz bir numaradan başka bir şey değil Papa Hazretleri,” diye tısladı.
“Yani bu, genç adamın onu istediği zaman tekrarlayabileceği anlamına mı geliyor?” dedi Papa kıkırdayarak ve toplanan saray mensupları – kardinaller, yardımcılar, ziyarete gelen kraliyet mensupları – gereğine uygun şekilde kıkırdadılar.
Michelangelo, “Yani benim yapabileceklerimin yanında hiç kalır demek istiyorum,” dedi.
“Yaa, hadi kanıtla Buonarroti,” diye homurdandı Papa ve sonra bana döndü. “Dairelerimizi resimlemeye yardım etmek için yarın yine gel. İyi şanslar, Urbinolu Raffaello Sanzio. Gözümüz üstünde.”
İşte Vatikan’da böyle iş bulursunuz.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.