Kitabı oku: «Raffaello», sayfa 4

Yazı tipi:

VIII. Bölüm

İlkbahar, 1508
Urbino

Ben doğmadan bile önce Urbino dükü olan Guidobaldo da Montefeltro’nun ölümünü ne zaman düşünsem, kendimi suçlu hissediyorum. İyi bir adamdı o – bana bir tüccarın, dükün ya da kralın önünde nasıl eğileceğimi öğreten babamın hamisiydi – ama onun yasını gerektiği gibi tuttum mu? Hayır. Ölüm haberini duyunca gülümsedim. Dükün halefinin Francesco Maria della Rovere adında genç bir adam olduğu herkes tarafından biliniyordu. Doğru, della Rovere dedim. Yeni düküm, o zamana kadar yaklaşık beş yıldır kilisenin başı olan Papa II. Julius Giuliano della Rovere’nin yeğeniydi. Vatikan’da çalışmam için beni davet edebilecek biri varsa, o da Papa’nın yeğeniydi. O tarihlerde, Michelangelo Papa için çalışmaya başlayalı hemen hemen üç yıl olmuştu, bense yirmi beş yaşındayken Papa’nın dikkatini çekecek kadar iyi bir şey yaratmaya çalışıyordum: Portreler, dolap kapakları, ibadet için kullanılacak şeyler, altarlar; ama her ne kadar hamiler bana hayran olduklarını iddia etseler de yıldızım henüz Roma’nın güneyine doğru kaymamıştı. Resme güvenmeyi bırakıp uçmayı öğrenmek için politik bağlantılarımı kullanmanın zamanı gelmişti.

Urbino’da attan iner inmez ilk gördüğüm şey, babamın tablolarından birini bir kova banyo suyuymuş gibi düşüncesiz bir tavırla saraydan çıkaran bir hizmetçiydi. Personel, eşyalarını saraydan çıkarmaya başlamadan önce yaşlı dükün cenazesini bile beklememişti. Kilimler, gümüşler, sandalyeler, hepsi tek sıra halinde götürülüyordu. O hizmetkârların beni tanıdığını biliyordum, peki nasıl oluyor da bir tanesi bile babamın tablolarını bana vermeyi teklif etmiyordu? “Bunu nereye götürüyorsunuz?” diye sordum.

Hizmetkârlardan biri “Dük’ün emri var,” dedi ve yürümeye devam etti.

Altından yapılma gösterişli bir aynayı saraya taşıyan başka bir hizmetçi, “Sizi arıyor,” dedi.

“Nerede?”

“Atölyede.”

Grazie mille.”35 Kahverengi pantolonumdaki tozu silktim (şehre girmeden önce matem rengi olduğu için kahverengilere bürünmüştüm) ve kendimi yeni düke takdim etmek üzere yola koyuldum.

Francesco Maria’yı yıllardır tanırdım. Ben yirmi yaşındayken (o kaç yaşındaydı, hımm, on dört mü?) dükün halefi seçilmesi şerefine onun portresini yapmak için beni tutmuşlardı. O zamanlar bu işi almakla gurur duyuyordum ama şimdi… Çehresi düz ve garip, kompozisyon durağan ve kürk astarlı ceket o kadar cansız ki beni utandırıyor. Ama o resimde beni en çok rahatsız eden neydi biliyor musunuz? O elma. Francesco Maria, Urbino’yla, ailesiyle veya herhangi bir düklükle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen o elmayı elinde tutmakta ısrar etmişti. Della Rovere aile armasını temsilen bir meşe palamudu tutmasını sağlamaya çalıştım ama olmadı. “Elmaları seviyorum!” Müstakbel bir dükle tartışacak durumda değildim, bu yüzden gülümsedim ve görev bilinciyle saçma sapan meyveyi resme ekledim. Daha sonra Dük Guidobaldo bana bunu sorduğu zaman, yeğeninin verimli bir lidere dönüşmesini temsil ettiğine dair bir hikâye uydurdum. Hikâyeyi beğendi, bu yüzden öyle kaldı ama ondan sonra Francesco Maria’nın muhakeme yeteneğine pek güvenmedim. Aradan beş yıl geçtikten sonra hâlâ mantıksız bir şekilde elma talep eden türden bir adam mıydı acaba?

Ben yokken Urbino’da hâlâ babamın atölyesini – pardon benim atölyemi – yöneten Evangelista’yı atölyenin dışındaki avluda volta atarken buldum, endişeli görünen genç asistanlardan oluşan bir kalabalık da onu izliyordu. Evangelista’ya bir an için bakmak bile ters giden bir şeyler olduğunu anlamama yetmişti. Zor bir şey söylemek zorunda olduğunu her zaman anlardım, bana bakmamak için her yere – yere, gökyüzüne, kollarındaki siyah kıllara – bakardı. Sadece yalan söylediğinde gözlerimin içine bakıyordu. O gün de titreyen ayaklarına bakarak “Beni içeri almıyor. Aletlerimiz, tablolarımız onda. Her şey orada. Her şey,” dedi.

Asistan kalabalığı bana baktı.

İlgisiz görünmeye çalışarak, “Ne yapacakmış? Resimlerimizi dükalığın malı ilan edip bizi gönderecek miymiş?” dedim.

Evangelista sakalını ovuşturdu. Cevap vermek zorunda değildi. Dük bir düktü; canının istediği her şeyi yapabilirdi.

Ah, mükemmel bir şekilde yedi adımla eşiğe vardığımdan emin olmak için geri dönüp adımlarımı sayarak yürümek istiyordum ama böyle bir anda, batıl inançlı davranışlarla asistanlardan oluşan kalabalığı paniğe sevk etmek de istemiyordum. Bunun yerine sessizce dörde kadar saydım, derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Babamın atölyesindeki – benim atölyemdeki – hareketlilik birden sona erdi: Yeni Urbino Dükü köşede durmuş, bir yığın tahta tuvali beceriksizce çevirirken, bir bardağa suluboya konulmuştu, su dolu kovalara fırçalar batırılmış, paçavralar top halinde yerlere atılmıştı. Francesco Maria, onu son gördüğümden beri büyümüştü. Saçları dökülüyordu ama sakalı sıktı. Henüz on sekiz yaşındaydı ama şimdiden orta yaşlıymış gibi görünüyordu. Neden tüm vücudunu kaplayan bir zırh giydiğini sormadım. “Yetenekli olduğunu sanıyordum. Bunu sen mi yaptın?” Yeni dük, çarmıha gerilme resmini gösteriyordu. Figürler tuhaftı. Renkler yumuşaktı. Bir üslup yoktu.

Yerden bir bez parçası alıp özenle katladıktan sonra başımı iki yana salladım.

“Bu korkunç.” Ahşap paneli yere bıraktı ve bir tane daha aldı. “Ya bu?” Kutsal Aile resmi. Perspektif zayıftı. Joseph’in elleri için söyleyebileceğiniz en hafif kelime tuhaf olurdu ve bebek İsa… Öff, çirkindi.

“Hayır ekselansları.”

“Buranın senin atölyen olduğunu sanıyordum.”

“Buradan uzakta çalışıyorum ve burayı adamlarıma bıraktım.”

“Senin yaptığın bir şeyi görmek istiyorum,” diyerek sözümü kesti.

“Perugia’da yapım aşamasında olan yeni altar panomu görmeniz için size eşlik etmekten onur duyarım.”

“Perugia’da olanlar kimin umurunda? Buradaki bir şeyi görmek istiyorum. Derhal.”

Alay ederek en yeni altar panomu buraya getirmeyi önerebilirdim ama sözüme inanabilir ve bunu yapmamı bekleyebilirdi. Kraliyet ailesi çok mantıksız davranabiliyor, değil mi? Onun yerine eskiz defterimi açtım. “Bu çizimlerin en kötüsü, Urbino’da yapılan her şeyden daha iyidir.”

Çizimlerime bakarken elini salladı. “Eski dük, Floransa’nın ardında ikinci sırada olmamızdan memnundu.” Kollarını kavuşturmaya çalıştı ama zırhı yeterince bükülmedi, bu yüzden de beceriksiz bir hareketle ellerini kalçalarına koydu. “Floransa’nın yenilmeyecek kadar güçlü olduğunu düşünüyordu: ‘Floransa beşinci element gibidir,’ derdi. ‘Bir insan nerede Toprak, Su, Hava ve Ateş buluyorsa, orada bir Floransalıyı da bulur.’” Dük bir şövaleyi tekmeledi ve şövale devrildi. “Onun aksine ben ikinci sırada olmaktan memnun değilim.”

“Ben de.” Şövaleyi aldım ve tekrar ayaklarının üzerinde durmasını sağladım.

“Ama yine de burada – dükalığımın en saygıdeğer ressamı olarak – sıradan bir uşak gibi paçavraları katlıyor ve şövaleleri topluyorsun. Seni Roma’ya nasıl göndereceğim?”

Hemen ayağa kalktım ve ceketimi düzelttim. “Roma mı dediniz majesteleri?” Ses tonumu, kalın bir şaşkınlık katmanıyla süsledim.

“Ama orada başarılı olacak yeteneğe sahip olduğundan şüpheliyim.”

Kraliyet ailesi alçakgönüllülüğü her zaman takdir eder, değil mi? Ben de, “En ufak bir yetenek kıvılcımı bile büyük bir aleve dönüşebilir ekselansları,” diye karşılık verdim.

Küçümseyen bir tavırla “Sorun şu ki,” diye ekledi Dük, “bir kıvılcım bile olduğundan şüpheliyim.”

Dük’ü şiddetli bir ateş yakma yeteneğime ikna edecek kadar iyi bir çizim arayarak eskiz defterime göz gezdirirken yüz hatlarımı sakin tuttum.

“Çizdiğin portrem…” Dük’ün boğazındaki gerginliği sesinden anlıyordum.

Defteri karıştırmayı bıraktım. Sorun buydu demek…

“Korkunç!” diye haykırdı.

Omuzlarım dik bir şekilde ona döndüm. “Yirmi yaşındaydım ama sizin aksinize, o kadar erken bir yaşta o kadar da yetenekli değildim.”

Gözleri kısıldı. “Ünlü olursan, o rezil portre de ünlü olur.”

Neredeyse ona, ne kadar ünlü olursam olayım, o rezil portrenin kimsenin umurunda olmayacağını söyleyecektim, ama bunun yerine, “O portre benden bağımsız olarak ünlü olacak ekselansları, çünkü onun konusu sizsiniz ve insanlar sizi daima önemseyecek,” dedim.

“Bu doğru,” diye burnunu çekti. “Yeteneksizlik olayını bir kenara bırakabilirdim…”

İki gamzemi de ortaya çıkaracak kadar gülümsedim.

“…tabii amcamın sarayında beni gerektiği gibi temsil edebileceğini düşünseydim.”

Elimi kalbime bastırıp “İtibarınız güvende. Çağdaşlarıma bakılırsa ben ideal saray mensubu, mükemmel yüz, mükemmel nezaket, mükemmel…”

Bunlar umurumda değil.” Bu cümleyi sanki bir bahçede çember çeviren kızlar kadar önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi söylemişti. “Urbino’ya sadık olup olmadığını bilmem gerekiyor. Bana sadık olup olmadığını da…”

certo, ekselans…”

“Seni Roma’ya gönderirsem, bana bir söz vermelisin.” Şıngırtılar çıkararak ileri doğru bir adım attı. Zırhı parladı; acaba o sabah mı cilalamıştı?

Ben de “Ne isterseniz,” diye cevap verdim.

Zırhlı yumruğunu açınca elindeki şişe ortaya çıktı.

Alıp ışığa tuttum. İçindeki toz beyazdı. “Alçıtaşı mı, yoksa…”

“Arsenik.”

Zehir şişesini döşeme tahtalarına düşürdüm.

“Onu al.” Bir tabureye oturarak yumruğunu miğferinin tepesine vurdu ve emrinde koca bir asker ordusu olduğunu, oysa benim sadece fırçalardan oluşan bir ordum olduğunu vurguladı.

Emrini yerine getirdim ama şişeyi masaya bıraktım ve titreyen elimi pantolonuma sürttüm. Bacağım yanıyor muydu? Zehir pantolondan geçebilir mi?

“Bramante’nin bitiremediği işi senin bitirmeni istiyorum,” dedi Dük. “Michelangelo.”

Geri adım atmış ya da parmaklarımı saçlarımın arasından geçirmiş olabilirim, hatırlamıyorum; tek hatırladığım kafamın çok karışmış olduğuydu. “Anlamıyorum, benden Michelangelo’nun heykeltıraşlık işlerinden birini bitirmemi mi istiyorsunuz, yoksa…”

Dük hiçbir uyarıda bulunmadan zırhlı eliyle başımın yan tarafına öyle sert vurdu ki geriye doğru sendeledim. Ellerimi yüzüme bastırdım – yanağım sızlıyordu – ve ayaklarım birbirine dolandı. Düştüm, kalçam tahta zemine sertçe çarptı. “Bunu iyi anla evlat,” diye hırladı. “Urbino’yu rekabetten kurtarmanı istiyorum. Sonsuza kadar.” Sadece inlemeyle karşılık verdiğimde, Dük beni tekmeleyecekmiş gibi bir hareket yaptı. Midemi korumak için bacaklarımı kaldırdım ama vurmadı. Henüz değil. “Seni neden Roma’ya göndermek istediğimi biliyor musun?”

Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu.

“Çünkü Papa…tavanı boyaması için bir ressam arıyor. Sistine Şapeli’nin tavanını.”

Ellerimi yüzümden çekip Dük’e baktım. “Sistine Şapeli mi?”

Başını sallayarak onayladı.

Dük’ün darbesinin etkisiyle yanağım zonklarken kalbim de heyecandan güm güm atıyordu. Sistine mi? Kardinaller Heyeti’nin papaları seçmek için toplandığı, Hıristiyan âleminin en kutsal şapellerinden biri mi? Bu doğru olabilir miydi? Papa Julius’un amcası Papa IV. Sixtus, bu şapeli 1470’lerde inşa ettirmiş, duvarlarını süslemek için dönemin en büyük ustalarını tutmuş ve bu şapele kendi adını vermişti: Sistine yani “Sixtus’un”. O büyük şapelin tavanını süslemesi için yeni bir ressam tutmak, Papa’nın amcasını onurlandırmasının uygun bir yoluydu. Ve Dük de Papa’nın yeğeni olduğuna göre…

Sızlanmayı bıraktım.

Dük eğildi, yakamı tuttu ve şöyle dedi: “Senin gibi Urbino vatandaşı olan Donato Bramante, Papa için çalışıyor ve o, yarımadanın en büyük mimarı olarak kabul ediliyor. Papa için çalışan en büyük ressam olmak istemiyor musun?”

Dudaklarımı yalamaya çalıştım ama ağzım çok kurumuştu. “En çok istediğim şey bu,” diye fısıldadım.

“İyi o zaman.” Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. “Amcama mektup yazıp seni Sistine için tavsiye edeceğim.”

“Ben… Ben…” Ayağa kalktım.

“Süslü püslü minnettarlık sözlerine gerek yok. Sözünü tutarak bana teşekkür edebilirsin.”

Kapıya uzandı ve aaah, ben o an ne yaptım dersiniz? “Bunu yapmayacağım,” dedim.

“Ne?”

Dük’ün o an nasıl göründüğünü bilmiyorum çünkü gözlerimi ayakkabılarımdan ayırmadım – bir çift kahverengi deri ayakkabı, bir parmağında bir damla kırmızı boya vardı. “Kimseyi zehirlemeyeceğim,” dedim.

“Michelangelo senin rakibin.” O son sözü “şeytan” der gibi söylemişti.

“Sì.”36

“Kariyerini sona erdirebilirim.”

Kasnaktaki ip gibi kıvrılan midemle, “Sì,” diye tekrarladım.

“Yetenekten yoksun olduğunu biliyordum.” Bunu söyler söylemez de kapıyı sertçe açtı. Dışarıda, Evangelista ve asistanlarım, “Çok kötü, şimdi Sistine’in ihtişamı başka birine gidecek,” diye alay eden Dük’e bakakaldılar. Dük avluda şıngırdaya şıngırdaya yürürken asistanlar fısıldaşmaya başladı: Atölye kapanıyor muydu? İşsiz mi kalacaklardı? Dük onları işe alır mıydı?

Evangelista aceleyle içeri girdi ve arkasından kapıyı kapadı. “Ne oldu?”

“Hiçbir şey, o…onun…” Masadaki bir sandalyeyi düzelttim, sonra bir tane daha ve bir tane daha. “Yıllar önce portremi beğenmemişti, hepsi bu. İşlerimden hoşlanmıyor.”

Evangelista dirseğimi tuttu. “Peki ne yapıyoruz?”

“Burada kalmalı ve o müsaade ettiği sürece atölyeyi çalıştırmaya devam etmelisin. Ben de elimden gelen tek şeyi yapacağım.” Evangelista’nın omzunu sıktım ve “Resim,” dedim. Beni Roma’ya götürmesi için siyasete güvenemezdim, değil mi? Hayır, o kadar iyi olmalıydım ki onlara rağmen oraya gitmeliydim.

IX. Bölüm

Yaklaşık bir yıldır İsa’nın Ağıtı adındaki altar panosu üzerinde çalıştığım Perugia’ya koşa koşa geri döndüm. Bir papayı etkileyecek bir şaheser yapacaksam, o zaman bu benim en iyi şansımdı çünkü zaten insanları konuşturmaya hazırdı – anlarsınız ya – çünkü sipariş eden kişi dul Baglioni’den başkası değildi.

Evet, 1500’deki Kızıl Düğün sırasında ünlenen Baglioni. Adını duydunuz, değil mi? Aile arasındaki bir düğün töreni sırasında, Baglioni ailesinin yönetimde söz sahibi olmayan yarısı bir ayaklanma düzenledi ve ailenin çok fazla şarap içtikten sonra uyuyan “yönetici” yarısını öldürmeye çalıştılar. İsyan eden taraf pek çok kişiyi öldürdü ama ailenin yönetici olan yarısından birkaç kişi kaçarak komployu bozdu. O düğüne gitmiş miydiniz? Mutlu çiftin portre ressamı olma ihtimalim bulunduğu için davet edilmiştim ama katliam sırasında odamdan çıkmadım – yerel bir hanın üst katındaki penceremden dehşeti izledim sadece. Birkaç yıl sonra dul Baglioni, o rezil düğünde öldürülen oğlu Grifonetto’nun anısına bir altar panosu yapmam için beni görevlendirdi. Grifonetto onurlandırılmaya değer miydi? Bunun cevabı, Baglioni ailesinin hangi tarafında olduğunuza bağlı sanırım. O, ailenin isyankâr tarafındandı; cesedini sokaklarda sürüklemeden önce damadın kalbini söken ve ondan bir ısırık alan kişi. (Isırma kısmını görmedim, sadece duydum ama oturduğum yerden ölü bedeni sokaklarda sürükleme kısmına şahit oldum.) Grifonetto’nun hayatta kalan kuzenleri sonunda onu ve ailenin isyankâr kısmının diğer üyelerini yakaladı ve öldürüp hepsinin derisini yüzdüler – tam da penceremin altındaki meydanda. Tüm bu vahşete tanık olduktan sonra, ellerimdeki kanı temizleyebildiğime ikna olmak için sonraki bir ay boyunca her gün ellerimi bir saat yıkamaya mecbur kaldım. Dul Baglioni o altar panosunu sipariş ettiğinde ellerini dua eder gibi birbirine bastırdı ve “Per favore Raffaello, oğlumun iyiliğini hatırlamamı sağla,” diye yalvardı.

Onu olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi hatırlamamı sağla.

Bahse girerim ki ilk başyapıtlarımdan birinin bir suikastçıya saygı duruşu olduğunu fark etmemişsinizdir, değil mi? Bir de beni çok iyi tanıdığınızı düşünürsünüz.

Son bir yıldır sadece o panonun hazırlık çizimleriyle uğraşıyordum ama Dük’le yaptığımız bu konuşmadan sonra nihayet resim yapmaya başlama zamanımın geldiğine kanaat getirdim. (Siz şu meşhur disegno e colore37 tartışmasının hangi tarafında yer alıyorsunuz? Ben tamamen disegno tarafındayım: Derin düşüncelerden, detaylı çizimlerden, kusursuz hazırlıktan yoksun bir resim asla bir resim değildir, bu yüzden de hazırlanmam bir yıl sürdü diye benimle alay etmeyin. Bir yıl hiçbir şey değil.) Tasarımımın temeli olarak, Mantegna’nın bir Gömme resminin belirsiz bir gravürünü kullanmıştım – çarmıha gerilmiş İsa’yı mezarına taşıyan bir grup figür, bayılan Meryem, arka plandaki bir tepede üç haç. Venedikli usta o yılın başlarında ölmüştü, bu yüzden resimlerinden birini ilham olarak kullanmak, uygun bir övgü gibi görünüyordu. Ayrıca kompozisyonumu dengelemek için Perugino hakkındaki bilgilerimi, karanlıklarımı daha koyu ve aydınlıklarımı daha aydınlık hale getirmek için Leonardo çalışmalarımı ve figürlerimi bir cenaze marşından çok bir dansa benzeyen bir ritimle yükseltip alçaltmak için Botticelli’ye olan sevgimi kullandım. Ve evet, ben de Michelangelo’dan ödünç aldım: Sağ tarafta, bayılan Meryem’i tutmak için kıvrılan kadın figürünü yaparken gerçekten de Doni Tondo’sundaki Meryem’den etkilenmiştim. Gizlemeye de çalışmadım. Yani evet, diğer ustaların daha önceki işlerinden açıkça yararlandım ama bu, resmin bana ait olmadığı anlamına gelmiyor.

Açılış günü hava, trajik bir şekilde bulutluydu – bir resmi sergilerken ışık olmamasından daha kötü ne olabilirdi? Ama resmi açmak için muşambayı çektiğimde, renklerimin – kızıl, zümrüt, lacivert, limon sarısı – güneşli bir gündeki vitray gibi parladığını görmek beni memnun etti. Dul Baglioni, İsa’yı gördüğü zaman yüzünü okşamak için parmaklarını yukarı kaldırdı, çünkü – anlayacağınız gibi – dul Baglioni’nin yüzünü Meryem’de ve oğlunuysa İsa’da kullanmıştım.

O sırada bana baktı, gözleri şükranla parlıyordu. Parmaklarımı sıkarak “Oğlumu yeniden güzelleştirdiğin için grazie,”38 dedi. “Eve döndüğümde, Papa’ya mektup yazıp yarımadadaki en büyük ressamı kaçırdığını söyleyeceğim.”

Uygun bir nezaketle cevap verdim: “Buna gerek yok leydim, ben sadece…”

“Kesinlikle gerek var. Seni işe almamak için aptal olmalı ama benim papam aptal değil.”

Birkaç hafta sonra papalık daveti nihayet elimdeydi; babamın atölyesinden birkaç malzeme almak için – Dük’ün dikkatini çekmemeye dikkat ederek – gece gizlice Urbino’ya döndüm. Evangelista başka bir acı gerçeği dillendirirken benim yakınımda bir yerlere değil kararlı bir ifadeyle pencereden dışarıya bakıyordu: “Roma’ya gidemezsin. Roma için fazla iyi bir insansın.”

Gülümsedim ve “Ma dai. Roma dedikleri kadar kötü olamaz. Olabilir mi?” dedim.

Sonra Evangelista bir o yana bir bu yana baktı ve ölü gibi gözlerimin içine bakarak, “Hayır, Rafa. O kadar da kötü değil. Roma’da iyi olacağına eminim,” dedi.

X. Bölüm

Sonbahar, 1508
Roma

Papa’yla olan görüşmeme bir saatten az kalmıştı ama ben hâlâ Roma’nın kapılarının dışındaki bir servi ağacının dalları arasında saklanıyordum. İğne yaprakların arasından, o ağacın dibinde kamp kurmuş zırhlı adam sürüsünü süsleyen yedi – hayır, sekiz – kılıç, üç topuz ve beş hançeri seçebiliyordum. Ağaç burnumu kaşındırıyordu. Mia Madre, bir hapşırma beni Yahuda’nın öpücüğünden39 daha çabuk ele verirdi.

Hac yolunda tek başıma seyahat etmenin tehlikeleri konusunda uyarılmıştım: Kurtlar, yabandomuzları, ayılar, hırsızlar ve bastırılmış saldırıları bitirmek için herhangi bir bahane arayan işsiz paralı askerler. Bu yüzden, ne zaman yoldan aşağı gelen bir şey duysam, makul bir saray mensubunun yapacağı şeyi yaptım: En yakın ağaca tırmandım. Boya fırçaları her seferinde hançerlere yeniliyor. Özellikle de kalkanlarına belirli bir arma – kırmızı ve beyaz çizgiler, tepesinde de bir çiçek – işlenmiş bu adam sürüsünün karşısındaysanız. (Sizden daha fazla tepki beklerdim. O armayı nasıl tanımazsınız? Orsini ailesi. Evet, şu meşhur Orsini ailesi. Tarihin en tehlikeli Romalı ailelerinden biri. Kırmızı ve beyaz çizgiler ve tepede de bir çiçek – bu armayı hafızanıza kazıyın. Hayatınızı kurtarabilir.) Bu, Pax Romana’dan40 önceydi, o eski Roma aileleri – Colonna, Savelli, Massimo ve en kötüsü Orsini – hâlâ açıkça Roma’nın kontrolünü ele geçirmek için savaşıyor. Acımasız günler. Burada olmadığınız için sevinmelisiniz. Ama şehre ilk kez geldiğim için, bu ailelerin gezginlerden koruma ücreti almak üzere kapıların dışına nöbetçiler yerleştirdiklerini henüz bilmiyordum – ironik, çünkü korunmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu korumayı sağlayanlardı.

Tünediğim yerden bakınca ufukta Aziz Petrus Bazilikası’nın çan kulesini görebiliyordum. Bir gece önce Roma’da olmalı, kirlerimden temizlenmeli, iyi bir gece uykusu çekmeli, eskiz defterimi düzenlemeliydim ama onun yerine işte burada, hâlâ bir ağacın tepesindeydim. Ah, gece gizlice dışarı çıkmadığıma nasıl pişman olmuştum, ama adamlar çok fazla şarap içtiğinden sürekli bir tanesi nöbette oluyordu.

Güneş çoktan sabah göğünün yarısına kadar yükselmişti. Romalı haydutlar olsun ya da olmasın, artık gitme zamanım gelmişti.

Mümkün olduğu kadar sessizce ağacın uzak tarafına doğru ilerledim. Küçük çantama sıkıca sarıldım – Evangelista, ben yerleştikten sonra eşyalarımın çoğunu sandıklara koyup göndermeye söz vermişti – ayaklarımı bir daldan sarkıttım. Uno, due, tre, quattro…

Sert şekilde yere inerken kurumuş yaprakların arasına kafa üstü yuvarlandım. “Uffa!”

Adamlar silahlarına davrandılar. Çoğu da pantolonunu çekti. Diğerleri aceleyle kılıçlarını kınından çıkardı. “Yakalayın!” Saldırıya geçtiler.

Sendeleyerek uzaklaşırken çantamın askısı bir dala takıldı. Çantayı çekiştirdim ama bir türlü kurtaramadım. Eskiz defterim o çantadaydı ve Papa’yla görüşürken çizimlerin yanımda olması gerekiyordu. Kutsal bir adam görünmeyen ruha inanabilir, ama bir papa bile yeteneğine dair bir kanıt görmeden bir ressama inanmaz. Kilidi zorlayıp çantanın kapağını açtım. Orsinilerin gürz sallayan iki adamı yaklaştı. Elimi çantaya soktum – içinde gümüş paralar vardı, neden beş tanesini almayı düşünmemiştim? Derken, parmaklarım eskiz defterime ulaştığında, adamlardan biri kolumu yakaladı. “Yakaladım seni.” Nefesi çürümüş et kokuyordu.

Şans eseri üzerimde ipek bir gömlek vardı, bu yüzden beni tutan eli kaydı. Kolumu gömleğimin yeninden sıyırdım, adamın kirli parmaklarında kalan tek şey içi boş ipekti. Serbest kaldım; adamsa kükreyip gömleğimin yırtık kolunu bir savaş bayrağı gibi havada salladı.

Hiçbir zaman en hızlı saray mensubu olmadım ama o gün, eskiz defterime sımsıkı sarıldım, kütüklerden atladım ve köklerin üzerinden sıçradım. Kendimi harika hissediyordum – bu tür adamlardan kaçabilecek kadar güçlü ve hızlıydım – ama arkama baktığımda beni kovalamadıklarını gördüm. Çantamın etrafına toplanmış, madeni paralarımı sayıyorlardı. Beni değil paramı istiyorlardı. Ama eskiz defterim bendeydi ve o zamanlar önemli olan tek şeyin bu olduğunu düşünmüştüm.

Roma’ya ilk gelişiniz hangi yıldı? Va bene, ama o zamanlar yedi muhteşem tepenin üzerinde parlayan mermer metropol değil, her tarafını yabani otlar bürümüş, yarısına kadar tozlara gömülmüş yıkık dökük binalardan oluşan bakımsız bir mezarlık gibiydi burası. Ebedi Şehir’e girdiğimde gördüğüm ilk şeylerden biri sokakta, bir ilmiğe asılı duran cesetti. Ceset çırılçıplaktı, derisi çivit mavisiyle sıvanmış alçıtaşı rengindeydi ve gözlerinin akı bozuk yumurta sarısı gibiydi. Asıldığına göre onun bir suçlu olduğunu düşünmüştüm ama gerçekten bilmemin hiçbir yolu yoktu. İki sokak ötede, sosisler gibi asılı duran bir dizi ceset vardı. Nehrin aşağısında bir tane daha… Kibar Romalıların “Bu köşeyi dönünce, ölü bir adamla yüz yüze geleceksiniz,” diyen uyarılar asmalarını beklerdiniz. Tüm bu çürüyen cesetlerin, şehrin pis kokusuyla bir ilgisi olmalıydı. İnek gübresi, idrar, ıslak odun, kokuşmuş nehir suyu ve -her nedense – çürümüş portakal kokusunun keskin bir karışımıydı. Sonra, ulumaları harabelerde yankılanan kurtlar vardı. Garipti ama zaten Roma’da her şey gariptir. Mesela yosunlar. Parlak sarımsı yeşil ve rahatsız edici derecede kalın. Ciddiyim, Roma’nın sıcak, nemli havası tuhaf yosunlar üretir. Ama en garip kısmı ne mi? Tüm heykellerin kafaları kesilmiş ya da en azından tahrif edilmişti – burunları eksik, bir gözü ya da yanakları çıkarılmış, saçlarının yarısı kopmuştu.

Tel tel dökülen şehir dikkatimi öyle dağıtmıştı ki adımlarımı saymak bile aklıma gelmedi. Vatikan’a dört mü, sekiz mi, yoksa şanssız bir sayı olan on beş adımla mı geldiğimi bilmiyorum, ama hemen girişe kadar yürüdüm ve muhafızlardan beni derhal majestelerine götürmelerini kendimden emin bir tavırla istedim. İki kez denemek zorunda bile kalmadan adımlarımı yediye tamamlamışım gibi bir özgüvenle hareket ediyordum. (Ah, genç olmayı nasıl da özlüyorum. Yaşla birlikte insana böyle korkular da geliyor, değil mi? Eskiden bilginin, kendimden daha emin olmamı sağlayacağını düşünürdüm, oysa bilgi sadece gerçeğe dayalı korkuları besler: İşler ters gidebilir ve genelde ters gider. Geçen gün olduğu gibi, birinin çıkıp en yeni portremi çalacağı korkusuna kapıldım. Önlenemez olanı nasıl önleyeceğimi bulmaya çalışırken günümün geri kalanı uçup gitti. Hayali hırsızların, eserimi kendilerine aitmiş gibi göstermelerini engelleyeceğini düşünerek hanımefendinin kolundaki bir bandın üzerine adımı yazdım ama bu beni daha iyi hissettirmedi çünkü, şey…yangınlar, seller, ahşap panelleri paramparça eden fırtınalar… Bir endişeyi çözersin ama her zaman sırada bekleyen bir başkası vardır.) Ne var ki o zamanlar hâlâ gençtim ve muhafızların şüpheli bakışlarının beni caydırmasına izin vermedim. Hayır. Papadan aldığım tebligatı gösterdim ve onlara – gülümseyerek, sì certo – beni ona götürmezlerse Papa Hazretleri’ne gömleğimi yırtıp beni böyle hırpalayanların onlar olduğunu bildireceğimi söyledim. Bana içeri kadar eşlik ettiler – bu düşündüğümden daha kolay oldu; Roma o kadar korkutucu değil – ve Papa’nın kâhyası muhafızlara Papa Hazretleri’ni Sistine Şapeli’nde bulacağımızı söylediğinde bir heyecan hissettim. Papa, Sistine’de beni bekliyordu. Bu, Urbino’nun şansının da ötesindeydi; adımlarıma Eskilerin Yazgısı rehberlik ediyor olmalıydı.

Sistine’e ilk girdiğiniz zamanı hatırlıyor musunuz? Sizin de nefesiniz kesilmiş miydi? O uzun, ince, yekpare şapel sonsuzluğa uzanıyormuş gibi geliyor. Ve duvarlar boyunca devam eden o ünlü freskler… Ne zaman yapılmışlardı? Kırk yıl önce mi? Yine de o zamanlar yarımadadaki en modern resimlerden bazılarıydılar. Sizin favoriniz hangisi? Durun, tahmin edeyim. Favoriniz, Rosselli’nin Son Akşam Yemeği’ndeki görkemli yapı. Hayır, biliyorum, ruhunuz Domenico Ghirlandaio’nun mistik eseri Havarilerin Çağrısı’ndaki sulu manzaradan kopamıyor. Sakın bana Perugino’nun Mesih’in Anahtarları Aziz Petrus’a Vermesi eserini tercih ettiğinizi söylemeyin; bundan daha kışkırtıcı bir şey olacağını düşünmüştüm. Benim favorim Botticelli’nin eseri olan İsa’nın Günaha Meyli; bu konuyu anlatan tablolar arasında acıya bu kadar az atıfta bulunup da güzelliğe bu kadar çok odaklanan başka bir tanesini hiç gördünüz mü? Ben de görmedim.

Kafama bir şey düştü. Saçlarıma dokundum ve parmaklarıma bakınca gördüğüm şey…beyaz toz mu? Parmaklarımın arasına alıp kokladım. Sıva. Yukarı baktım ve tavanın bir yarısının altında uzanan iskeleyi görünce şoke oldum. Şapelde yapı iskelesi görmek beni neden şaşırtmıştı? Çünkü bu normal bir iskele değildi; yerde duran ve tavana kadar yükselen hantal bir ahşap yapı falan yoktu. Hayır. Yer boştu. (Sanırım tipik bir yapı iskelesi, papalık ayinlerini engellerdi: “Scusi Kardinal, Vespers’ı böldüğüm için affedersiniz ama yeni sıvayla oraya çıkmam lazım!”) Tahtaların arasından baktım; iskele, tonozdan sarkan halatlara da asılmamıştı, zaten böyle asılsaydı tavanda açık delikler kalırdı. Hayır. Bu yapı iskelesi, eski, ünlü fresklerin üzerindeki duvara, boya için hazırlanan yeni bölümlerin altına sabitlenmiş, birbirine bağlı yaya köprülerinden oluşan yaratıcı bir diziydi. İskelenin alt basamağına ulaşmak istenirse, sanatçının sağlamak istediği erişim seviyesine bağlı olarak yukarı veya aşağı çekebileceği bağımsız merdivenlere tırmanmak gerekiyordu. İskelenin kullanımı kolaydı, zemindeki etkinliklere engel olmuyordu ve duvarlarda gereksiz delikler açmıyordu. Dâhiceydi. (Kimin tasarladığını henüz bilmiyordum, ama lütfen şimdi durup yorum yapmama izin verin: Michelangelo hâlâ mimar olmadığını iddia ediyor, değil mi?)

Ama Sistine’deki ilk gün hayal gücümü ele geçiren şey, bu harika iskele tasarımı değildi. Hayır. O iskelede işçiler o uzun, beşik tonozlu tavandan bir şeyi söküyorlardı: mavi gökyüzü ve altın yıldızlardan oluşan geniş bir fresk. Tavanı, yeni resim için hazırlıyorlardı. Düküm haklıydı; Sistine’in yakında yeni bir efendisi olacaktı. (Sistine tavanına o gök parçasını ilk resmeden sanatçının adını söyleyebilir misiniz? Size düşünmeniz için bir dakika vereceğim. Hayır mı? Kimseyi bulamadınız mı? Sorun değil. Ben de sadece birkaç yıl önce adını bulmaya çalıştığımda kimsenin onu hatırlamak için bir nedeni olmadığını anladım: Piermatteo d’Amelia. Umbrialı, bir süre için Fra Filippo Lippi’nin öğrencisiymiş. Freskin tavandan sökülmesi emrinden önce öldüğü için seviniyorum. O devasa tonozu boyayla kaplamak – şekilsiz bir renk alanı bile olsa – yıllar alacak zorlu bir iş olurdu, ama şimdi, o uçsuz bucaksız cennet birkaç keski darbesiyle sökülüyordu.)

Papa’yla ilk görüşmemde bana rehberlik etmekten sorumlu olan hemşerim, resmî papalık mimarı maestro Bramante’yi gördüm. Onu yıllardır görmemiştim. O zamanlar kaç yaşındaydı? Altmış beş var mıydı? Zaman tenini erimiş balmumuna çevirmeden önce köşeli yüz hatlarıyla yakışıklı sayılıyordu. Sırtında bir ok sadağı gibi çaprazlamasına uzanan çantasında bir tomar parşömene çizilmiş mimari planları taşıyordu. Beni gördüğünde sinirli gibiydi. “Roma’da bir yere zamanında gitmek geç kalmak demektir,” dedi.

Eğilerek selamladım. “Tavsiye için teşekkürler maestro. Bundan sonra aklımda tutacağım.”

Muhafızlara uzaklaşmaları için el salladı, onlar da itaat ettiler. (Evet, Bramante’nin papalık muhafızlarına komuta etme yetkisine sahip olduğunu aklımın bir köşesine yazdım.) Görünüşüme burun kıvırdı. Gömleğimin kollarından biri eksikti, pembe kadife yeleğim yandan yırtılmıştı ve şapkam gitmişti – saçıma yanlışlıkla takılmış bir tüy bile yoktu. Dizlerime ve çizmelerime çamur bulaşmıştı ve bu çamur kırmızımsı kahverengi bir kil bile değildi; kasvetli, kül rengi bir griydi. Ayrıca bir haftadır sokaklarda yatıyormuşum gibi – ki zaten öyleydi – kokuyordum. “Papa Hazretleri’ni Urbino’nun gerçekten de medeniyetten nasibini almamış ufak bir yer olduğuna ikna etmeye mi çalışıyorsun? En azından saçını tara,” diye emir verdi Bramante kendi tertemiz yeşil kadife ceketini düzeltirken.

Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim, yırtık yeleğimi düzelttim ve popomdaki tozları silkeledim. Gömleğimin ikinci kolunu da yırtmayı ve bunu yeni bir moda olarak ilan etmeyi düşündüm ama tekrar düşününce vazgeçtim. “Belki ceketinizi ödünç alabilirim maestro, olmaz mı?”

35.İt. Çok teşekkürler, binlerce kez teşekkürler. (ç.n.)
36.İt. Evet. (ç.n.)
37.İt. Çizim ve boyama. (ç.n.)
38.İt. Teşekkürler. (ç.n.)
39.Yahuda’nın Hz. İsa’yı ellerinde sopalar ve kılıçlar olan kalabalığa ifşa etmesi kastediliyor. (ç.n.)
40.Latincede “Roma Barışı” anlamına gelir, Roma İmparatorluğu’nun uzun süren barış dönemi için kullanılan bir ifadedir. (ç.n.)
₺172,48

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
ISBN:
9786258361261
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre