Kitabı oku: «İnsan Olmak İstiyorum», sayfa 2
YETİM
“Babam ölse de, babamı görenler ölmesin.”
(Atasözü)
Evde sadece üç kişilerdi. Güllük gülistanlık bir şekilde, şarkı söyleyerek oturuyorlardı. Ortadaki adam orta yaşlarda olmasına rağmen ergenlik dönemine girmiş delikanlı gibi davranıyordu. Ara sıra bıyığı ile oynayarak akıllı ve büyük olduğunu göstermek istiyormuş gibi diğer ikisini yönetiyordu. Delikanlılar “Çoro abi doğru söylüyor” diyorlardı. Ortada bozo2 vardı. Kazanın yarısı doluydu. Yarısını içip bitirdikleri kazanın kenarındaki lekelerden belli oluyordu.
Ooy…
Bozoyu içer yerdeki
Azabın çeker kabirdeki
Kımızı içer yerdeki
Zorluk çeker kabirdeki
Büyük burunlu zayıf delikanlı, elindeki kâsedeki bozoyu tıpkı susamış buzağının suyu sümürmesi gibi burun delikleri iri iri açılarak iştahla içiyordu. Sonra sağa sola sallanarak konuşmaya başladı:
“Güzel sözler! Aferin!” Bunu söyleyen kendisini çok yüksekte gören kara bıyıklı adam idi. Geriye doğru yaslanarak uzun boylu adamın omzuna vurup onu övmeye başladı. Baban da böyle çok iyi bir insandı. Cenicok kadar büyük şair olmasan da senin de aşağı kalır yanın yok. Sende şairlik yeteneği varmış; devam et oğlum, devam et. Büyük burunlu delikanlı, bozo sunan kadına göz kırparak daha canlı şarkı söylemeye başladı.
Bozo sunulan kâseniz ağaçtan değil mi yenge?
Bize şarkı söyleten bozonuz keyifli değil mi yenge?
“Hey, hey keyifli değil mi yenge?” diyerek kaşı kirpiği sarı delikanlı şarkıya eşlik etmeye başladı. “Milletin önüne çıkmalısın, sende yetenek var dostum.” dedi.
Sarı kadının kâsedeki bozoyu sunduğunu hesaba katmazsak oturanların umrunda bile değildi. Yüzü, onları hoş gördüğünü ya da sevmediğini belli etmiyordu. Ama ara sıra içiniz, bitireceksiniz der gibi bakıyordu.
Dört gözlü pencereden ışık girmesine rağmen içeri aydınlanmıyordu. Pencerelerin gözlerinden aşağıdakilerin iki camı da yoktu. Birincisine resimli bir derginin kalın sayfası yapıştırılmış, diğerine ise giyilmeyen eski bir şapka konulmuştu. Bundan dolayı, öğle vakti eve giren insana evin içi karanlık gibi akşamı andırır ve hemen nem kokusu burnuna gelirdi.
Bu gece kibirli görünen adam, sırayla sunulan bozo kâsesi kendisine geldiğinde bozodan yudumladı. Sarı kadına birazcık gülümseyip ve kırmızı kan çanağına dönen gözleri ile bakarak; “Şekercan bozon soğumuş, bunu biraz daha ısıtsana Şekercan.” dedi.
–Çoro Abi’nin dedikleri doğru, dedi büyük burunlu delikanlı. “Korkma parasını ödeyeceğiz, ne kadar oldu?” diye sordu.” Otuz kâse dedi. Şeker, cebine elini sokup bir şey aramakta olan delikanlıya “ne çıkacak acaba?” der gibi sanki kedinin fareye baktığı gibi baktı. Daha ne kadar ekleyeyim?
–Kovandakinin hepsini! Duyuyor musun? İstediğin kadar para veririz. Sadece sana değil, üç bozocuya yetecek kadar paramız var!
–“Kökö neredesin?” diye kadın bağırmaya başladı. Hemen kapıdan zayıf bir çocuk girdi.
–Efendim, Şeki Anne!
–Ocağa çalı çırpı koy, bozo ısıtalım. Odun getir başımın belası, git hemen!
Yüzü sarılık hastası gibi sararmış; bir deri bir kemik kalmış Kökö, verilen emri yerine getirmek için burnunu çekerek ve koşarak dışarıya çıktı.
Biraz sonra bozo süzgeci hazır oldu. Çalı çırpı da getirildi. Şeker, çam ağacından yapılan kovada kaynamakta olan bozoyu başka kovaya da doldurdu:
–Lanetli seni hiçbir şeyi beceremezsin! Süzgeci tut diye çocuğu azarladı.
Çocuk burnunu çekerek kadının yüzüne korku dolu bakıyordu.
–Canı çıkasıca! Şu burnunu iyice bir temizlesene! Kadın öyle sert bakıyordu ki o anda gözünde ok olsaydı onu atıp çocuğu öldürebilirdi. Boyu devrilesice!
Kökö, omuzlarını içine çekip, gözlerini suçlu köpek yavrusu gibi kıstı. Gribe yakalanmıştı galiba. Boynu başı kirli, kolları tırnakları morarmış, saçları, tüyleri düşmekte olan kirpinin tüyleri gibi uzamış, gözlerini kapatıyor ve kulaklarını kaplıyordu.
Zavallı çocuk bu sırada bir daha burnunu çekti ve giysisinin koluyla sildi. Vücudunun her yeri kaşınıyordu. Bozoyu ısıtmakla uğraşan Şeki Annesi’ne gizlice bakıyordu. O bakışıyla sanki “Çenesini kırsam da, bana nasıl bağırırmış.” diyordu. Şeki Annesi bu bakışı fark etmedi. Bozoyu hazırlayıp hemen evdekilere yöneldi. Dizleri yamalı olan delik pantalonunu yukarı çekti, kaşınarak eve girdi.
Şeker, birazdan yine, “başımın belası gel buraya!” diye bağırmaya başladı. Kazan yine dolduruldu. Az önce hazırlanan bozo hemen bitmişti.
Delikanlı şarkıcı değildi. Üç dört defa şarkı söyledikten sonra ağzını bile açmadı. Diğer ikisinin şarkı söylemek umrunda bile değildi. İçmekten gözleri kızarmış, birbirine bakarak ağızlarına ne gelirse konuşuyorlardı. Kökö, hâlâ ocağın yanındaydı. Ara sıra ateşe tükürüyor, bütün vücudunu karınca kaplamış gibi her yerini kaşıyor ve burnunu çekiyordu.
Aniden “Kökö” dedi Çoro, “Gel buraya bozkurdum, gel diyorum sana!” diye uyuşmuş kanlı gözlerle gülümseyerek çağırdı.
Bacaklarını sürekli kaşıyan Kökö, burnunu çekti. Kararsız bir şekilde öylece bekledi.
–Hadisene! Başımın belası! diye Şeki Anne’si öfkeyle çocuğa baktı.
Kökö, iki arada bir derede kaldı. Giderse geçenki gibi zorlayacaklarını biliyordu. Gelmiyorum dese de Şeki Anne’si ona sert sert bakıyordu. Çocuk, “Bu kurnaz bıyıklı adam ne yapacak acaba!” diye düşünüyordu.
–Bu düşüncelerle Kökö, geliyorum, diyerek Çoro’nun yanına yaklaştı.
–Kabaca otur! dedi. Çağırınca hemen gelmediği için çocuğa kızıyordu.
–Ne…
–Otur! Otur! deyince “Niye hemen oturmuyorsun?” diye Şeki Anne’si maşa ile çocuğun omzuna vurdu.
Kökö, ses çıkarmadı. Yavaşca omzunu silkti. Dizini büküp yere oturdu. Çocuğun cesareti ve uysallığı Çoro’nun hoşuna gitti, yumuşadı. “Bozkurdum benim.” diyerek kâseyi çocuğun ağzına doğru kaldırarak “iç”, dedi. Kökö, önceden de bozonun tadına alışmıştı. Önce iştahla içmek istedi, ama ne der diye Şeki Anne’sine baktı.
–“Sümsük, içeceksen iç, içmezsen defol git! Allahın belası haram!” dedi Şeki Anne’si.
Çoro yüzünü öfkeyle buruşturdu, iri cüssesiyle çocuğa bakıp çocuğun üzerine doğru yürüdü.
–İç dediğim zaman içeceksin! Yoksa seni yumruğumla ezerim. Tamam mı! İç diyorum sana!
Her taraftan azarlanması çocuğu kızdırdı.
–İçmeyeceğim! İçmezsem dövecek misiniz! diye suratını astı.
–İçeceksin! diyerek kara bıyıklı Çoro, daha da sertleşti.
–İçmeyeceğim!
–Hey, çocuk büyükler iç derse iç! Bozo seni yer mi, yoksa öldürür mü? diye seslendi peynir gibi sarı adam.
–Allah belanı versin haram! İçersen belanı iç! Çık dışarı! diye Şeki her zamanki gibi bağırıyordu.
Kökö, suratını asarak kâseyi eline aldı ve kimseye bakmadan bir nefeste bozoyu içip bitirdi. Hiç konuşmadan dışarıya çıkmak üzereyken Çoro, çocuğun pantalonunun paçasından yakaladı. “Dur, şimdi kurdum! Hiçbir yere gidemezsin. Kâsemi bitirdin, bedelini nasıl ödersin?”
“İşte böyle yapacağını biliyordum senin!” der gibi Kökö, Çoro’ya nefretle baktı.
–Gideceğim! dedi.
Bozoya doyan şarhoşlar eğlenmek istiyordu. Kökö’nün olması bunların işine yaradı. Çoro’nun aklında çocuğu sızlatarak dövmek yoktu; ama biraz sinirini bozup dalga geçmek istedi.
Çoro, bıyıklarını bükerek; “Hadi bakalım, nasıl ödeyeceksin, ya parasını kabul edip Şeki Anne’ye borcunu yavaşca ödersin ya da beş matek3 yersin? Ne dersin?” dedi.
–He he he… Büyük burunlu adam kahkaha atarak ağzındaki tükürüğünü sildi, “içtikten sonra öde!” diye gülüyordu.
–Gel! Eğ şöyle kafanı!
Kökö, şaşırıp kalmıştı. Yüzünde acınası bir ifade belirdi. “Gerçekten… ben şimdi bunların karşısında ne yapmalıyım! Şeki Anneme bu kadar parayı nereden bulup vereyim; matek yersem de kafam şişer, acır.” diye düşünüyordu.
Onlar da bir sürü avcıyla karşılaşmış tilki gibi, ne yapacağını şaşıran çocuğun çaresizliğine bakarak dalga geçiyorlardı. Konuşmaları çocuğu korkudan tir tir titretiyordu.
Kökö, umutsuz gözlerle Şeki Annesi’ne baktı ama Şeki Annesinin onu umursadığı yoktu. Aksine elindeki uzun kepçeyi kazana batırıp bozadan bir yudum alıp tadına baktıktan sonra:
–“İyi oldu, kafanı eğ şimdi. Ne olacak sanki! Beynin mi darbe alır, sende beyin mi var!” diyerek Şeki de diğerlerini destekliyordu.
–“Bıraaak!… Bıraaak!.. pantalonum yırtılacak” dedi Kökö. Çoro’nun elinden kaçmaya çalışıyordu.
–Bıraaak!
Bir anda onun eski pantalonunun paçası yırtıldı. Bir parça kumaş Çoro’nun elinde kaldı. Ansızın Kökö’nün bacakları sızladı. Şeki Anne’si elindeki kepçeyi çocuğun bacağına fırlatarak:
–Pantolonu yırttın eşek! derini mi giyeceksin? diye Şeki Anne’si bağırdı! Kökö’nün omzuna vurarak Çoro’nun karşısına itti. Abilerinin şakasını anlamayan haram!
Körkütük sarhoş olan Çoro, çocuğun kafasını koltuğun altına alarak birkaç defa matek attı.
–Ha ha ha… Saçlarını uzatmayıp kesseydin ya! İyi olurdu, engel oluyor ha ha ha…
–Gel şimdi sıra bende diye sarışın adam, Kökö’ye doğru yöneldi.
Kökö, torbaya kapatılan kuş gibi zıpladı. Rastgele her şeyi tepip kaçmaya çalıştı. Sonunda bacakları bağlı ipini koparan oğlak gibi kaçtı. Hiç kimse onun bu kadar sinirleneceğini düşünmemişti… Herkes gülmekten yere yattı. Kökö’nün gözyaşları sel oldu. Gözlerinden yaşla beraber içindeki nefretini de çıkardı. Adamların kendilerine, yakınlarına, bütün sülalelerine tek tek sövmeye başladı. Ortalık aniden buz kesti.
–Ne yaptım ben size! diye ağlayan Kökö, Çoro’ya bir daha sövdü.
–Sen niye büyüklerine laf ediyorsun, ulan? diye büyük burunlu adam, çocuğu bacağından tutup “kendinden büyüklere dil uzatmaya utanmıyor musun?”
Şeker de bir yandan bağırdı! Bana bırakın der gibi eliyle işaret etti. Onun bakışlarında “çocuğa biz takıldık, suçluyuz” diye bir düşünce yoktu.
–Sus şerefsiz! Babanı gösteririm şimdi sana!
–“Ha… Gösterirsin.” diye Kökö de inat etti çekinmedi. Babama laf etme! Senin gibi ayyaş değil! Ayyaş!
Çoro, çocukla tartışırsa rezil olacağını fark etti. Sahte tebessümle Kökö’nün babasına laf edip, çocuğu ezmeye başladı.
–Ne, baban benim borcuma mı kefil olmuştu? Baban kimsesiz yerlerde tabutu gömülmeden kaldı, kefensiz gitti, etini kuşlar yedi, gözünü kargalar deldi. Sen ne diyorsun, lanetli yetim!
Kökö, “Ha seninki doğru, sen bilirsin.” diye Çoro’yu destekledi…. Başka cevap bulamadı. Kökö’nün kalbi yandı, kül oldu. Eğer gücü, kılıcı olsaydı Çoro’yu yüz bin defa parçalardı, o zaman bile kini bitmezdi.
–He he… Babam diyor yine. Çoro, sadece bunları diyebildi. Göz açıp kapanıncaya kadar eski bir kerpiç yüzüne ok gibi çarptı, gözlerinden ateş çıktı sanki. Kerpiç kazandaki bozoya düştü. Bozo yanındaki Şeker’e sıçradı. Şeker masallardaki cadıya dönüştü sanki, bağırarak yerinden kalktı. Ama Kökö, çoktan kaybolmuştu ortadan.
Kökö, babası askere gittiğinde annesinin karnındaydı. Babası Yusuf savaşta öldü. Annesi Ayım, askerden kalan tek evladına yel bile dokundurmadan büyüttü. Okula da verdi. Ne yazık ki “oğlumu okutup büyütsem…” diye hayal eden zavallı annesi, amacına ulaşamadan dört sene evvel hastalıktan dolayı vefat etti. Böylece bir ailenin yalnız sevimli evladı olan “Kökö yetim!”, “Kökö yetim!” diye adlandırıldı. Akrabaları çocuğu Şeki’ye verdiler. O zamanlarda Şeki üçüncü kez evlenmişti. Taş-Kömür’de kalıyordu. Bir gün “Kökö’yü kimsesizler yurduna götüreceğiz.” diye hoca gelmişti. Şeker ikna olmadı.
–Allah Allah, siz ne diyorsunuz! Kököm yetim değil, babası öldüyse babası gibi eniştesi var; annesi yoksa anne gibi cefâkâr ben varım! Sokakta kalmaz! diye hocayı göndermişti. Kökö’yü de ikna etti.
–Gördün mü? Seni yetimhaneye götüreceğim, diyor. Yetimhanesi yerin dibine girsin! Orasını ben iyi bilirim. Kimsesizleri toplayıp hepsini hırsız yapacaklar. Bitanem, ben seni onlara nasıl vereyim? Eğer ben yokken bir daha gelirlerse “gitmem!” de. Hepsine küfret! Tamam mı? Yeter, o şerefsizlerin okuluna da gitme! Okuyanları görüyoruz, okuyup bitirenler de işsiz geziyor. İyisi, sen ev işlerini yap.
Kökö’nün kaderi böylece çizilmişti. Şeker, aslında çocuğu olmayan bir kadındı. Çocuk sahibi olamadığından dolayı mı yoksa huyundan dolayı mı bu sene de yazın eşi ile ayrıldı. Abisinden kalma eski eve taşınalı üç ay oldu. Milletle beraber kolhozda da çalışmıyordu. Bozo satıp geçiniyordu. Şimdi de Çoro diye birisinin ilgisini çekmekte olduğu gerçekti, ama evleneceğini Çoro hiç belli etmiyordu. Şeker’e laf atıp bozo içerdi. Köydekiler ona maden işçisi diyordu. O, Taş Kömür’e giderse hiç çekinmeden kolhoz adamıyım diye övünür, ter dökmeden kazanmayı sever, çalışmaktan kaçardı. Bazen de gizlice tüccarlık yapardı. İşte Çoro böyle birisiydi. Bir yere dikili ne ağacı ne de evi vardı. Derviş gibi hep gezer, dolaşırdı.
2
Göçe yetişemeyip çölde kalan aksak tay gibi olan yetim Kökö, tek başına yol kenarındaki ağacın altında oturuyordu. Sanki büyük bir işi başarmış insan gibi iki bacağını uzatmıştı. Bazen derin nefes alarak suratını asıyor, bazen çocukluk hayalleri ile neşeleniyordu. Anne gibi cömert sonbahar rüzgârları esiyor, ağaçlardaki sarı yapraklar dallarından ayrılıyordu.
“Hani dövmeyeceğim demişti! Döversem babamla evleneyim. Yemin ediyorum, demişti. Göreceğim babasıyla evlenir mi?” diye çocuk her şeyi hatırlıyordu. Yüzünde üzüntüsü belli olmasa da içi hüzünle doluydu. Bu kavgalar onun için alışkanlık haline gelmişti. Teyzesi hep Çoro’nun tarafını tutuyor, başkasına bozo değil hatta suyu bile bedava vermiyordu. Şimdi ise Çoro’ya tavuk kesip, yumurta kavuruyordu. Çoro istese ölürdü.
Bir gün Çoro, çocuğa “yakında enişte olacağım boz kurdum!” demişti. Bunu hatırlayınca çocuğun siniri bozuldu:
–Sen mi enişte olacaksın? Sana asla enişte demem!
Geçen günkü kavgadan dolayı Çoro’dan nefret ediyordu. O zaman çektiği zorlukları yetmezmiş gibi Şeki Anne’si de çocuğu kandırıp yakalamış, ağaç dalı kırılana kadar dövmüştü. Çocuk, bunların hepsinde Çoro’yu suçlu buluyordu. Şimdilik çaresiz olduğunu kabullenip hiçbir şey yapamadı.
–Dev olsan da sana gösteririm Çoro! Göreceksin büyüdüğümde seni hapse attıracağım!
Böylece kendini avuttu. Okuldan bir sürü çocuk çıktı. Kökö, onlara özenerek bakıyordu. Biraz oyalandı, sonra da:
–Rasul diye seslendi.
–Ne?
Kökö, çocuklardan arkada kalan birisine çoktan beri elinde tuttuğu bir şeyi övünerek gösterdi.
–“Baksana!” Çocuk biraz durdu ve geri döndü. Şaşıracak bir şey yoktu. Kökö’nün elinde sadece bir ip ve ucunda bir mısır bağlıydı.
–Bunlar da ne?
–Görmüyor musun? Mısırı iğne ile deldim. İpi bu delikten geçirip öbür ucuna düğüm attım. Diğer ucunu da bağladım. Şimdi bu buradan hiç çıkmaz, diyerek yaptığı şeyden gurur duydu. Sen bilmezsin bununla bacaklı balık tutacağım, dedi.
–Bacaklı balık mı olur?
–Ben bulurum. Sen aptalsın. Birisine söylersin, yoksa gösterirdim sana!
Rasul inanmadı. Öyle olsa da önceden hiç kulağıyla duymadığı, gözüyle görmediği bu ilginç şey ilgisini çekti.
–Kökö, eğer dediklerin gerçekse göster bakalım. Kimseye söylemem, yemin ederim! dedi.
Kökö, alnını kırıştırarak:
–Bırak beni, sen aptalsın. Sözünü tutamazsın dedi.
–Niçin tutmayayım, tutarım görürsün. Eğer dediklerin yalan değilse göster.
–Sen şimdi bana yalancı mı diyorsun?
Bak, gerçekten söz mü?
–Söz.
–Şimdiden uyarayım dedi Kökö. Eğer sözünü tutmazsan seni döverim dedi. Elindeki sapanın lastiğini kendine çekerek, “Heyy bak! Ben hatta küçücük kuşları bile vurabilirim! Sözünü tutmazsan seni de bununla vururum” dedi.
Rasul, iyice şaşırdı. Gerçekten de bu serserinin sinirlenirse kavga çıkaracağı kesindi. Öyle olacağını bilse de anlaşmayı bozmak istemedi. Bacaklı balığı kimse bilmiyordu, onu merak etti ve yavaşça başını salladı. Bacaklı balığı gösteremezse kendisi yalancı olur, diye düşündü. Kökö, çocuğu ikna ettikten sonra kendinden emin bir tarzda:
–“Gel peşimden.” dedi. Bundan sonra ben ne dersem onu yapacaksın tamam mı?
Kökö, kendisinden büyüklere “siz” diye hitap etmeyi bilmiyordu. Kendisini beğenen kimselerden nefret ederdi.
Kendisiyle aynı yaştakiler laf ederse, “bana yetim diyor” diye hemen kavga ederdi. Kafesteki aslan gibi dövüşür, sonunda da ağlardı. Bu onun alışkanlığıydı.
İki çocuk birlikte köyün dışına geldiler. Derelerden serin rüzgâr esiyordu.
–“İşte geldik.” dedi Kökö etrafına bakarak.
–“Geldik mi?” diye sordu Rasul. Kökö’nün sırrını açmak istemiş gibi. He he… Şimdi bu gölde bacaklı balıklar yüzüyordur, dedi.
–İnanmıyorsun ama şimdi şaşıracaksın! Sonra sol tarafa doğru gitti. Şurada biraz oturalım diye Kökö, yakınındaki bir yeri işaret etti. Rasul, hala hiçbir şey anlamadı. Neyse şimdi anlarız, diye içinde bir şeyler gizleyen arkadaşına bakarak oturdu.
Rasul, çok sakin bir çocuktu. Yüzü annesininki gibi bembeyazdı. Serserilikten uzak, kendi halinde bir çocuktu.
Etrafta ilgi çekecek hiçbir şey yoktu. Sazlıkla dolu tarlalar vardı. Su kenarı ise kamışla kaplıydı. Ara sıra vızıldayan sivrisinek sesi geliyordu. Arada bir saksağan ötüyordu. Aşağıdaki tepede kolhozun tavuk çiftliği bulunuyordu. Horozlar ötüyor, tavuklar ipe dizilen çamaşırlar gibi sıra halinde dolaşıyordu. Rüzgârla beraber horozun ötmesi uzaklarda yankılanıyordu.
Kökö, elindeki mısıra bağlanmış ipi kurumuş arığa bırakıp yarısını tutarak ilerledi. İp uzundu, nereye kadar yettiyse tam oraya cebindeki mısırdan döktü. İpin ucundaki mısırı ortaya bıraktı ve ipi toprağa gömdü. Sonra Rasul’e gülerek baktı.
–Şimdi görürsün!
Çok zaman geçmeden tavukların yakında olanları gelmeye başladı. Kocaman bir beyaz horoz yere dökülen mısırlarla karşılaştı. Çoktan beri sesi çıkmayan Rasul, bunları görüp gülümseyerek ayağa kalktı ve:
–Anladım! diye bağırdı.
Kökö, sinirlenerek ona bir yumruk attı.
–Otur sus!
“Oo, tadına bir bakayım.” der gibi beyaz horoz yerdeki bir tane mısırı yedi. Bulduğu şey için kendinden emin bir şekilde kanatlarını kaldırarak ötmeye başladı. Ü ürü üüü ü ürü üüü… Bir anda beş altı tane tavuk koşarak geldi. Mısırları alelacele yiyorlardı. Aralarında ip bağlı mısır tam da o beyaz horozun kaderindeymiş. Aç gözlülükten acelece yerken ipi zavallı horoz fark etmemişti galiba! İp horozun damağından geçip midesini tıkadı. Zavallı ne yapacağını bilemeyip bir o tarafa bir bu tarafa koşuyor, zıplıyordu. Hatta o uzun ipi yutmaya bile çalıştı.
Kökö, gülümseyerek:
–Görüyor musun? İşte balık elimize geçti! diyerek ipin diğer ucundan tutup horozu kendine çekti.
–Bacaklı balığın bu muydu? diye Rasul hafif gülümsedi.
–Evet! Sen ne düşünüyordun? Tarlada mısır yiyen balık mı var sanıyordun!
Kimin kime güldüğü belli değildi. İkisi de gülmekten kırıldı. Kökö, kendine güvenir bir şekilde konuşmaya başladı
– Gördün mü? Nasıl kurtulur bu! Sen bilmezsin. Kışın ben bununla serçe tutarım. Serçe çok kurnazdır; ipi görürse yaklaşmaz, mısırı alır kaçar, tekrar gelir böylece çok uğraştırır. Ben bunları Taş Kömürdeyken öğrenmiştim.
–Kökö, bu horozu ne yapacaksın şimdi!
–Sen deli misin! Ne yapacaksın diyor, işte kebap yaparım.
–Kendin mi yapacaksın?
–Başkası benim için yapar mı!
–Başka hayvanın etinden yaptırır, yersen olmaz mı?
Kökö, yarasına tuz basılmış gibi bozuldu.
–Sen orasına karışma, gördün mü yeter!
Rasul düşünerek yine sordu:
–Ya sahibi öğrenirse ne yapacağız?
–Yeter ya karışma sen, sus gevezelik yapma, gideceğiz işte.
Köyün etrafından dolaşarak Şeker’in evine geldiler. Evde kimse yoktu. Taş ocağın yanında yıkanmamış bir bozo kovası yatıyordu. Ocakta kazan var, içinde bozo doluydu. Soğusun diye bırakılmıştı. Yakınında üç dört tavuk geziyordu. Bozodan kalan parçaları yiyip bitirmişler galiba! Aç gibi gözükmüyorlar.
–Eeeh baksana! Şeki Annem size mi hazırladı bozoyu, sarhoşluktan ölmek mi istiyorsunuz? diye bağırarak Kökö tavukları kovdu. Tavuklar hemen kaçışarak ortadan kayboldu. Koşturmaktan yorgun düşen ve nefesi tıkanan Kökö, koltuğunun altındaki horozu avlunun karanlık bir köşesine sakladı.
–İşte horozu sakladım. Kanatlarının üzerine taş koydum. Öyle yapmazsam kaçabilir. Gel bakalım. Şekiannem evde-miymiş.
Tam kapının önüne geldiğinde Kökö’nün yüzündeki neşe kayboldu. Aniden suratını astı. Zavallı çocuk yavaşça iç odanın kapısına yaklaştı. Sessizce içerideki sesleri dinledi.
–Şeki Anne, acıktım dedi korkulu ses tonuyla.
İçeriden fısıltı sesleri geliyordu. Biri erkek galiba, kalın bir ses geliyordu. İçeride bir erkek karartısı gördü. Kısa bir süre sonra karartı ayağa kalktı. İçerideki fısıltılar kesildi. Kapı açılınca Şeki Anne’sinin ağzından masallardaki ejdarha gibi zehirleri çocuğa doğru saçıldı.
–Karnına karayılan girsin! Ölümünü göreyim senin! Rafta kâsede yemek var, ye sümsük! Sonra hemen odun getir bozo hazırlayacağız!
Arkadaşının yanında kursağından dolayı azar işiten Kökö, biraz üzgün üzgün oturdu. Sonra hemen kâseyi eline aldı. Ne yapsın ki zavallı, açlığa dayanılır mı? Mısırdan yapılan carma4iyi hazırlanmamıştı. İçinde büyük mısır parçaları geziyordu. Yetim Kökö, ağzını doldurarak yudumladı ve Rasul’a sundu.
–Al, iç!
İçinde koskoca mısır parçaları olan, bozulmuş gibi gözüken carmaya Rasul, şaşkın şaşkın bakarak:
–Bunu nasıl içerim?
Kökö’nün ağlamaklı gönlüne, arkadaşının iğrenerek konuşması zoruna gitti. Rasul, onu yudumlamak bile istemedi, iğrenç buldu. Kökö, iğrenmeyi bırak ona muhtaçtı. Niçin? Çünkü o hem yetim, hem öksüz! Kökö, içten ağlıyordu. Belli etmemek için bir daha carmadan içmek istedi; ama kalbindeki gözyaşları dışarıya çıktı, kâseye şıp şıp damlıyordu. Elindeki kâseyi bıraktı. Bu acılara daha fazla dayanamadı zavallı yetim. Midesi bulanan insan gibi dışarıya koştu.
Kökö, öylece kimseyi umursamadan avludaki horozu aldı. Horoz hep ötüyordu. Bu durum sinirli Kökö’nün hoşuna gitmedi. Horozu duvara vurdu. Sesi hemen kesildi. Ağlayarak köyün dağ tarafına doğru koştu.
Rasul, ne diyeceğini bilemedi. Peşinden bakakaldı. Nereye gidecekti. Bu soruya cevap vermek zordu. Peşinden bakmakta olan Rasul, nereden bilebilirdi ki… Hatta Kökö kendisi bile bilmiyordu böyle olacağını… Kökö’nün düşündüğü tek şey kalbini yaralayan bu kavga ve küfürlerden uzaklaşmaktı. Kökö yüreğine çöreklenip kalan bütün kirleri bir an önce temizlemek ister gibi bütün gücünü bacaklarına vererek koşup duruyordu.