Kitabı oku: «İnsan Olmak İstiyorum», sayfa 3
3
“Bu çocuk nerede kaldı? Geç kalıyor acıkmıştır.” diye fısıldayarak Saragul Teyze merakla bir içeri giriyor bir dışarı çıkıyordu. “Bu kadar zamandır nerelerde kaldı? Ders bittiğinde orda mıydı? Niye beraberinde getirmedin Rayımcan?” dedi.
Rayımcan, bu kadının tek oğluydu. Öğle yemeğine gelmeyip onu meraktan öldüren torunu Rasul ise Rayıncan’ın en büyük oğluydu.
–Anne, derse hazırlanacağım, oyalama lütfen! Gelir birazdan… Ben son dersten çıktığımda çocuklarla geliyordu.
–Geliyorsa nerede peki? Kadın meraktan yerinde duramıyordu. Dışarıya çıktı. Evden biraz uzaktaki arığa kadar gitti. Köyün etrafına baktı. Yok, hala yok! Gelirsen gösteririm sana!
Güneş, bebek gibi gülümseyerek, ateşi sönmüş alev gibi dağın arkasındaki yuvasına doğru iniyordu.
Saragul Teyze, köydeki seslere kulak kabarttı. Kimi keçi güdüyor, kimi de ineklerini otlatıyordu. Nerelerden geldiği bilinmeyen bir köpek eniği havluyordu. Köyün bir tarafında anne babasından uzaklaşmadan kendi bahçelerinde çocuklar kovalaşıyordu. Kadın ne kadar dikkatini vererek dinlese de Rasul’dan haber verecek bir ses duyamadı.
–Taştan, sen benim Rasul’umu görmedin mi? Dersten sonra eve gelmedi, hâlâ yok.
–Görmedim teyze, çocuk işte, bir yerlerde oynuyordur.
–Gelseydi… Acıkmıştır çocuk! diye fısıldayan kadın, Rayımcan’ın yanına geldi.
–Oğlum kağıdını sonra yazarsın. Rasul’u arasana, güneş battı.
Rayıncan ağzını bile açmadı. Kalemi kağıdın üstüne bıraktı. Kalpağını giydi; gitmek üzereyken dışarıdaki odada yemek pişirmekte olan Şirin’in sesi geldi.
–Neredeydin sen!
Saragul Teyze gelininin kiminle konuştuğunu fark etti ve sinirlenerek suratını astı.
–Neredeydin sen? Acıkmışsındır. Allah belanı vermesin senin!
–Buralarda… Oynadım…
–Yemek yiyip sonra oynasan olmaz mı?
Biraz sonra üstünde bembeyaz örtülü yemek masasının etrafında tüm aile akşam yemeğine oturdu.
–Anlat oğlum neredeydin, ninen çok merak etti. Az kaldı bizi evden kovacaktı.
–Oynuyordum.
–Bu saate kadar oynanır mı hiç! Eve gelip yemeğini yiyip, nereye gittiğini söyleyip gidemez misin?
Rasul, açıkça konuşmadı. Yoğurda ekmek batırıp yiyordu. Babası ikinci defa sorduğunda o, biraz düşündükten sonra:
–Kimseye söyleme demişti. Yetim Kökö öyle dedi. Bugün onunla oynadım dedi.
Rayım güldü.
–Beraber oynadığımızı kimseye söyleme! dedi. Öyle mi?
–Hayır.
–Ee nasıl o zaman?
Bu sorular ne tesadüfen sorulmuş ne de Rasul’dan şüphelendiğinden dolayıydı. Öğretmen baba her zaman oğluna nereye gittiğini, neler gördüğünü sorar, sonra o gördüklerine karşı bakış açısını ve düşüncelerini öğrenir, yanlış düşüncede ise onunla hemen konuşarak düşüncesini ve bakış açısını değiştirirdi. Babasından hiçbir şeyi gizlemeyen, yalan söylemeyen Rasul, şimdi de dayanamadı. Kökö ile yaşadığı bütün olayları ayrıtılarıyla anlattı. Sonunda:
–Annesi çok kötü biri, ona beddua etti. Sonra Kökö ağlayarak… Rasul devamını getiremedi. Kökö’ye acıyan çocuk, babasına baktı.
–Baba sen kimseye söyleme tamam mı? Ben söylemem diye söz vermiştim.
–Aptal mısın oğlum sen! Gizlediğin şey bu muydu?
Ninesi çocuğun saçlarından okşayarak
–Sıpam benim sıpam…
Oğlunun ricasına Rayımcan hemen cevap veremedi.
–Hmm öyle miymiş? O simsiyah kaşlarını çatarak biraz düşündükten sonra şöyle dedi:
–Demek öyleymiş, konuşmak lazım! Çocuk bunu alışkanlık haline getirirse iyi olmaz. Yoo, bırakması gerek çocuğun bunu!
–Oğlum, tamam kimseye söylemem; ama sen yarın gelirken Kökö’yü eve getir tamam mı?
–Tamam baba.
Rayımcan Öğretmen, beş altı senedir köyde çalışıyordu. Orta yaşlı dolgun birisiydi. Onun yüzünü sert gösteren şey yüzündeki kesik izdi. Ama korkutucu bir şey değildi. O yirminci asrı titreten kanlı savaşın izi…
–Uyuyor galiba…
Kökö, etrafına bakınarak kapıya yaklaştı. Kapı da üstelik ses de çıkardı.
–Bu ne böyle horoz gibi ötüyor. Yere batasıca lanet! Siniri bozuldu.
–Göreceğiz şimdi bir daha bana takılırsan taşla kafanı kırarım! Kendi kendine konuşarak kapıyı açtı, içeri girdi.
Odanın içi ılık ve karanlıktı. Horr horrr… diye sessizliği bozarak birisi horluyordu. Bunun kim olduğunu Kökö iyi biliyordu.
Kökö; beddualardan, kavgalardan, küfürlerden bayağı bıkmıştı. Eve girmeye yüreği dayanmıyordu. Ama onun uyuyor olması Kökö’yü canlandırdı. Hemen aklına karnını doyurmak geldi. Hiç düşünmeden kendine tanıdık olan raflardan bir şeyler atıştırmak istedi.
Kökö, kör gibi iki kolunu öne uzatarak ayaklarıyla yolu ölçüyormuş gibi yavaşça gidiyordu. Aniden ayağını bir şeye çarptı. Şaldır şuldur ses çıktı. Ayağına takılanın boş kova olduğunu fark etti. Yere düştü. Gürültüden dolayı horultu sesi kesildi.
–Kedi girmiş pis git! Lanetli git! diye ses geldi içeriden.
Kökö, olduğu yerde donakaldı. Sesin kesilsin, Şeki Anne uyanmadan yat zıbar! Büyürüm, büyüyünce bakalım, bana takılabilecek misin?
Şeker, yerinden kalkmadı. Horr horr… diye horuldamaya devam etti.
Şimdi Kökö, biraz rahatladı. Kökö, başka bir şeye çarpmayayım diye iki elini yerde gezdirerek ilerledi.
Kökö’nün eline bir kova değdi. Kökö’ye bu tanıdık geldi. Bunun içinde her zaman hazır olan bozo olurdu. Üstü tabakla kapatılmış tabağı yavaşça yere koydu. Bozonun ekşi kokusu acıkan çocuğun hoşuna gitti.
–Oh yaşasın! Kökö, kovayı iki eliyle kaldırarak içmeye başladı. Karnı ağırlaşıp doyduğunu fark ettiğinde kovayı yere bıraktı. Ne bu böyle, ekşi, diye kovaya baktı. İçtiği bozo değil de bozo hazırlamak için yapılan malzeme imiş; ama buna üzülmedi. O, nasılsa karnını doyurduğuna sevindi. Yerinden kalkıp duvara yaslanarak biraz oturdu. Susamışım, lanetli yaşlı horoz! Galiba eti sertmiş diye kendi kendine konuştu.
Kökö, dün akşam kamışla dolu tarlaya gelince beyaz horozu kesti. Çalı çırpı yakarak ateşe tuttu. Derisi yanmış bile olsa eti pişmemişti. Bundan dolayı Kökö, eti çiğnese de yiyemedi.
Yerin dibine girsin! Kökö, ağzını açarak esnedi, uykuya daldı. Aç haliyle hemen bozo malzemesini yediğinden midir nedir! Yorgunluk bastırdı. Mışıl mışıl uyudu.
–Rahatça uyumasına bak! Bu ses Kökö’nün şirin uykusunu böldü. O, iki avucuyla yüzünü tutarak yatıyordu. Uykulu hâlde gözünü aralayıp kapadı ve koltuk altını kaşıdı.
–Yazıklar olsun sana! Neredeydin akşam serseri?
Gelmiş, nereye gidecekti ki zaten… Kökö, yavaşça gözünü açtığında karşısında rüyasında görse korkacağı Şeki annesi duruyordu.
Kökö, cevap vermek bir yana, onun yüzüne bile bakmadı. Yerinden kalkıp; yüzüne, ellerine bulaşmış toprakları sildi, esnedi.
–Ne, dilin mi kesildi lan! Şeker çocuğu itti. Git su getir ırmaktan. Yıkanacağım ben!
Dünkü sulu bozo malzemesi açlığını daha da arttırmış içini kavuruyordu. Kökö, dayanamadı.
–Şeki anne acıktım…
–Şuna bak, daha horoz bile ötmeden acıktım diyor. Senin karnında kara yılan mı var? Git su getir! Bozo hazırlayacağız, yudumlarsın o zaman.
Dünden beri bu zavallı, bir parçacık mısır ekmeği ve bir parça yemekle duruyordu. Bu hâlini bilen Şeki Anne’sinin umrunda bile değildi. Onunla hakkını tartışacak değildi Kökö. Yetimde ne hak var ki… Çaresizlik içindeyken nasılsa onu Şeki büyüttü. Ağzını bile açmadan kovayı eline alıp, dışarıya koştu.
Doğu tarafındaki güneş etrafı aydınlattı. Uzaklarda kervan çeken pamukçunun göçü gibi bembeyaz dağlar, yemyeşil ormanlar, dümdüz dereler, sararmış tarlalar ayna gibi görünüyordu.
Kökö, öğle vaktine doğru yol kenarındaki arıktaki suya ayaklarını sallayarak oturdu. Buraya geldiğinde kendini daha özgür hisseder; gönlündeki hüzünleri, Şeki Anne’sinin kaba davranışlarını da unuturdu. Hayaller dünyasına girer, kendince oynar, neşelenirdi. Uzaklarda, eski kuşağına okul çantasını asarak gelen Rasul gözüktü. Kimsesizlikten sıkılan Kökö, onu görünce neşeyle:
–Aferin sana! Geldin mi! Yine bacaklı balık tutarız. Sen şimdi bacaklı balığın kebabını da dene bir bakalım! Rasul, hiç cevap vermeden:
–Kökö, gel benimle. Babam seni çağırdı, kanuşacağım diyor, dedi. Kökö şaşkın şaşkın baktı:
–Ne konuşacakmış baban? Yoksa sen dünkü olayları mı anlattın lan!
Rasul, açıkca cevap veremeden sakin bir ses tonuyla: “Gelsin… konuşacağım” dedi diye seslendi.
–Haa seni mal! Gerçekten söyledin mi! Yoksa senin babanın benle ne işi olabilir!
–Sadece konuşacağım diyor, gelsene!
–Biliyorum sen hepsini anlatmışsın, hani söz vermiştin! Kökö’nün içi yandı. Dur sana göstereceğim, diyerek Rasul’un omzuna vurarak onu yere itti.
–Ahh ah! diye Rasul acıya dayanamadan bağırdı. Aniden yere düşen Rasul’un da siniri bozuldu, çizmesiyle Kökö’nün dizlerine tepti. Ben senden korkar mıyım hiç! Kökö yalınayaktı yarasına tuz değmiş gibi dizlerinden ateş çıktı. Kökö’nün eski alışkanlığı tuttu.
–Dur sana göstetirim şimdi yumruklaşmayı!
İkisi de bırakmak istemedi. Yumruklaşmaya başladılar. Kökö, daha uzun boylu olduğundan dolayı Rasul’un kafasına omzuna vurarak boynunu eğmeye çalışıyor, Rasul onun bacaklarına, böbreklerine hiç sakınmadan vuruyordu.
–Ha yaramazlar, şunlara bakın! Yoldan geçen Taşıbek Amca, eliyle işaret ederek koşa koşa geldi. İkisini iki kolundan tutarak ayırdı:
–Hayvanlar! Neyi paylaşamıyorsunuz! Ayrılın hemen!
–Hırsız! Bu hırsızı babam çağırmıştı. Gelmezsen gelme manyak! Ha seni… diye küfür ederek Rasul, yere saçılan kağıtlarını topladı ve evine doğru gitti.
Kökö, yumruğunu göstererek bakakaldı.
–Bir daha buradan geçemezsin! Erkeksen geç de sana göstereyim!
–Kiminle yumruklaştın haram yetim! diye Şeker de ortaya çıktı.
Kökö, ona bakamıyordu. Çünkü eski gri renkteki elbisesi her yerinden yırtılmıştı. Şeki annesi görürse “kaybolan bıçağım altından yapılmıştı” der gibi kavga etmesine hiçbir şey demese bile elbise için telaşlanacaktı. Kiminle kavga ettiğini merak eden Şeki, diğer çocuğa bakarak Kökö’nün elbisesini fark etmedi.
O, ortalıktan uzaklaşmakta olan Rasul’e el sallıyordu.
–Dur ey çocuk! Dur gel buraya! Rasul durdu. Şeker onun yanına gelmeden önce Rasul, şikâyet etmeye başladı.
–Oğlunuz serseri, kavgacı kendi başladı yumruklaşmaya.
–Ne diyorsun sen?
–Babam çağırmıştı, benimle gel! Demiştim, hemen kavga başlattı. Dün kolhozun bir horozunu çaldı.
–Eee sana ne! Şeker, çocuğu suçlu bularak elleriyle yakaladı. Senin de baban ölürse yetim kalırsın. Tavuk değil, hatta koyun bile çalarsın!
Ne var bunda ne olmuş! Yetim olduğu için mi eziyet veriyorsun! Sen de yetim kal bakayım görelim!
Rasul, şaşırarak “eziyet etmiyorum o, kendisi…”
–Ne kendisi… O, yetim… Yetimle kendini bir tutma.
–Hırsızlık yaptı o…
–Karışma sen! Onun satın alacak babası yok!
–Söyleyeceğim hırsızlığını…
–Söyleyeceğim diyor yine, yazıklar olsun sana!
Rasul’un ödü koptu. Korkudan evine doğru koştu. Şeker, elinde ne varsa Rasul’a fırlattı. Ağzına gelen her şeyi konuşuyor, beddua ediyordu:
–Allah belanı versin senin! Yetim diye eziyet ediyor mal! Dur serseri. Yine anlatacakmış herkese, senin karnını yarıp ateşe sokarım! Şeker, çocuğun peşinden geliyordu. Rasul, ağlaya sızlaya evine koşarak geldi. Torunu görünce Saragul Teyze şaşırıp kaldı. Bütün olayları detaylarıyla öğrendikten sonra gülümseyerek oğluna baktı. “Çocuk işte buna bile ağlıyor.” dedi.
Rasul’un saçlarından okşayarak:
–Yeter artık, koskoca adam oldun basit bir şeye bile ağlıyorsun, yakışır mı sana? Kendin başlatmadın mı kavgayı?
Rasul, ağlayarak konuştu:
–Yoo, ben başlatmadım, o kendisi başlattı. Babamın çağırdığını söyledim, yumruklamaya başladı. Annesi de taş attı, kovaladı.
–Şuna baksana çocuğun ödünü koparmış. Ben onu bir göreyim derisini başına geçiririm. Şerefsizler! Kadını bembeyaz yüz rengi, kırmızıya döndü. Öbür taraftan Şirin seslendi:
–Evet, doğru diyorsun anne. Niçin kovalıyor ki! O başkasının çocuğuna takılmayıp, kendi yetimine sahip çıksın!
Bir bakışla Rayımcan “Sen de yangına körükle gitme!” diyerek Şirin’i susturdu. Sonra annesine yavaşça anlatmaya çalıştı.
–Bırak anne, ne olur kovaladıysa, beddua ettiyse… Bir şey olmaz ki, annesi kavgacı olursa oğlu da şımarık olur. Karışma bu olaya. Çocuğun hakkını savunursan çocuk alışır ve arkadaşı sert davranırsa anlatır, ağlar.
–Rayım diyorum, Saragul Anne eliyle oğlunu iterek konuştu. Tamam, çocuğa bir şey demiyorum. Onlar zaten şimdi yumruklaşırsa birazdan unutur oynar; ama o kadının ne işi var bu ortamda!
–Sıkma canını anne. İyilikle kötülüğün barışması iyidir. Sonra konuşuruz onunla.
4
-Babası geliyor…
Karşı tarafta acele ile gelmekte olan Rayımcan’ı görünce Kökö’nün ödü yerinden kopacakmış gibi oldu. Ama belli etmeden inatla duvara yaslanarak durdu. Sapanına taş koydu. Çocuğunu savunup beni döverse ben de durmam!
Rayımcan, yakına geldiğinde durdu:
–Annen evde mi Kökö! Nasılsın? dedi.
Kökö, inat ederek hiçbir cevap vermedi.
–Kökö sana diyorum! Annen evde mi?
–Hayır!
–Nereye gitti?
–Misafirliğe gitti.
–Tamam o zaman gel konuşalım! diye gülerek seslendi Rayımcan.
“Beni kandırıp yakalamak istiyor.” diye düşünen Kökö, sahibine darılan köpek gibi uzaklaşmaya başladı.
–Ha, sana inanıp gelir miyim! Döversin sen kandırıp!
–Hayır, dövmeyeceğim oğlum gelsene! Dur… dur kaçma…
Kökö, ne yapacağını şaşırdı. Üstelik “dur” demesi “kaçsan da kurtulamazsın!” der gibi geldi. O, alelacele koşarak biraz uzaklaştıktan sonra sapan ile taş attı.
–Kovala şimdi!
Mısır tanesinden biraz büyük taş fırlayarak Rayıncan’ın ceketinin kenarına değdi.
–Ya Kökö!
–Sen, beni kandıramazsın gelmem! Kandırarak sonra… Ha, diye suratını asarak yerden eline ne geçerse ona atıyordu. Bir an tezek attı. Rayıncan’ın kulak kenarından geçti. Rayımcan’ın durmaktan başka çaresi yoktu. Şimdi ne yapacaktı? Hem şaşkınlıktan gülüyor, hem sinirleniyordu. Kökö, onun korktuğunu düşünerek “bana yaklaşamazsın.” der gibi sert sert bakıyordu. Elindeki büyük taşı yukarı atıp tekrar tutup oynuyordu.
–Gel buraya yavrum, gelsene! diye Rayımcan kibarca konuştu. Baban en iyi arkadaşımdı, sen kime çekmişsin? Çağırsam da gelmiyorsun. Hayvan gibi kaçıyorsun. Korkma ben çıldırmış değilim! Bak gelmezsen üzülürüm.
Deminden beri bu adamın konuşmasında merhametten başka bir şey yoktu. Hem de babasını tanıyormuş.
–Gerçekten babamın arkadaşı olmuş mudur… Yoksa yakalar döverdi. Kökö’nün yüzünde biraz yumuşama belirdi.
–Mmm… Ya kandırıyorsa… Yoo o zaman ben, onun kafasını taşla kırar, kaçarım!
Rayımcan yavaşça yaklaşarak gülümsedi.
–Gel kaçak, diye alnından okşadı. Kökö, kafese konulan aslan gibi zıpladı. Rayımcan, onu okşayarak sakinleştirdi.
–Aslanım benim! Aslan gibi zıplayan yetimi baba merhameti ile kendine çekti. Gel benimle eve!
Kökö başını yere eğerek:
–Şeki Annem azarlar, dedi.
–Gel, gel yavrum. Bir şey yapamaz, onunla kendim konuşurum!
Tertemiz oda. Duvara Türkmen nakışları işlenen kilimler asılmıştı. Penceredeki vazoda bir adet gül duruyordu. Sara-gül Teyze evin bir köşesinde oturuyordu. Ortada bembeyaz örtülü yemek masası vardı. Öğle yemeği zamanıydı. Evdeki herkes buradaydı.
–Buyur misafirim çekinme! diye Rayımcan, Kökö’ye güler yüzle baktı.
Geldiğinden beri Kökö, çekinerek hiç bir şey konuşmadı. Mavi renkli çiçek resmi olan büyük bir tabakta pilav getirildi. Bir iki kaşık yedikten sonar Kökö, karnı tok gibi çok yemedi. Ama pilavın tadı çocuğun midesini canlandırdı. İştahı açıldı. Eğilerek kimseye bakmadan aceleyle yemeye başladı. Oturan herkes şaşkın şaşkın bakıyordu. Onları bile fark etmedi.
Rasul, bir şey diyecekti; ama babası işaret parmağıyla dudaklarını kapatarak onu susturdu, konuşturmadı. Saragül Teyze kendi kendine:
–Zavallı acıkmış diye dudaklarını kıpırdattı.
Kökö, yemeği çok hızlı bitirdi. Dudaklarını yalayarak herkese baktı. Ne yapsın zavallı! Bedava pilav ısmarlayan bu aileye nasıl teşekkür edeceğini bilmiyordu.
–Çay ister misin? Buyur sıcak sıcak iç! İyi gelir, diyerek Rayımcan kendi uzattı.
Tavşan kanı gibi kıpkırmızı, mis kokulu, şekerli çay… Çaydan sonra Kökö, terlemeye başladı. Sanki bütün bedeni eriyordu.
–Rasul, havluyu getir, Kökö’ye ver, dedi Rayıncan oğluna.
Babasının sözünü yere düşürmeyen Rasul, hemen kalkıp kendisi yıkandığı zaman kullandığı temiz havluyu getirip Kökö’ye verdi.
Su gibi akan terden çaresiz kalan Kökö, bir taraftan burnunu da sürekli çekiyordu. Gökte ararken yerde bulmuş gibi Kökö, havluyu hemen aldı. Yumuşacık bir havluydu. Zavallının hayatı boyunca böyle bir şey yüzüne dokunmamaştı. Sadece Kökö’nün değil, Şeki Anne’sinin de yüzüne böyle bir havlu dokunmamıştı.
Rasul gülerek:
–Vay bee! Kökö, kazanın karası gibiymişsin. Bak simsiyah oldu havlu, dedi.
Rayımcan oğluna sertçe baktı:
–Vayy seni hayvan ne olmuş! Kökö, birazdan yıkanırsa senden de beyaz olur, diyerek oğlunu şakayla karışık uyardı. Kökö’nün omzuna elini koydu.
Burada Rayımcan Kökö’yü avutmasaydı, havluyu Rasul’un yüzüne atarak koşarak gideceği belliydi. Kökö, kibar konuşmasına sevinerek öyle yapmadı. Rayımcan’ın dedikleri doğruydu. Yıkanırsa bembeyaz, tertemiz olurdu…
Kökö, evdeki eşyalara yavaşça baktı. Sonra morali yükseldi ve konuşmaya başladı: “Şey o zaman annem vardı, pilav, mantı, güçbara (yemek türü) yapıyordu, çok çok lezzetliydi. Hmm babam mı, babam nasıl bir insandı acaba hiç bilmiyorum… Babam kesin çok yakışıklı, güçlüdür. Keşke şimdi babam olsaydı… Çoro gibilerin onunu da döverdi. Babam olsaydı, Çoro bana hiçbir şey yapamazdı. Şimdi babam yok diye bana takılıyor. Yetim diyor, eziyet ediyor.
Tam o anda gözüne karşıdaki büyük ayna ilişti. Kökö, bunu fark etmemişti bile. Her şey gözüküyormuş. Hiç fark etmemişti. İşte en önde annesiyle ninesinin ortasında kendinden emin bir şekilde şık giyinen Rasul oturuyor. Ya Kökö? Giysisi her yeri yamalı, elbisesinin tutacak yeri kalmamış, yırtılmış. Sanki sokak köpeği…
Merhametli ev sahiplerinin ısrarlarına rağmen bir daha Kökö, yemek yemedi. Ne lezzetli pilav ne de sıcak çay çekmedi canı. Zavallının kalbini acımasız bir el sıkıyordu sanki. Gözleri doldu. Ne yapsın zavallı kirli elleriyle gözyaşlarını sildi.
–Ağlama yavrum! Neden ağlıyorsun? Sen koskoca adamsın artık, yakışır mı sana! diye Rayımcan, çocuğun göz yaşlarını peçeteyle sildi ve çenesinden tutarak başını kendisine çekti.
Saragül Teyze de kendi kendine fısıldıyordu.
–Kalbinde derdi olanın gözü yaşlı olur derler. Zavallının anne babası hayatta olsaydı derdi bilir miydi küçük çocuk! Şeki adlı teyzesi akılsızın teki. Bu öz kardeşinin zavallı evladını kendi çocuğu gibi merhametle büyütse olmaz mıydı?
Zavallı yetimin bütün dertleri deniz dalgaları gibi içine sığmıyor, çıkmak istiyor, gözyaşlarına dönüşüyordu. Zaten kendini zor tutuyordu. Kadının acıyarak konuşması onun kendini tutamamasına neden oldu. Ağzını eliyle kapatarak ağladı. Biraz sonra derin nefes aldı ve kendini toparlamaya çalıştı.
Sonra derin bir hüzün dolu sessizlik odayı kapladı. Çocuğun derin derin soluk almasından başka bir ses çıkmıyordu.
Burada hırsızlık hakkında konuşulmaz, yetim çok alıngan birisi galiba… Hemen konuşulursa zoruna gider. Hem de bir defa anlatmakla çocuk akıllanmaz ki… Hatta bir daha konuşmaz kaçar. Bunları çok iyi anladı Rayımcan. O, nasılsa öğretmendi.
–Evet, çocuğa yavaşça anlatmak lazım. En önemlisi çocuğa iyi bakılırsa hırsızlığı bırakır…
Sofrayı kaldırdılar.
–Rasul! diye seslendi Rayımcan. Kökö’nün saçlarını ıslatmaya yardım et! Bayağı uzamış keselim tamam mı Kökö?
Rayımcan geçmişi hatırladı. Kökö’nün babası Yusuf-la beraber savaşa gittiklerini, gözünün önünde öldüğünden bahsetti. Yaşlı Saragül Teyzenin gözleri doldu:
–Ya Rabbim, nice yiğitler vefat etti o kanlı savaşlarda. Sen onların kabrini nurla doldur!
Şirin de içinden bir daha kocasına o kara günleri yaşatmasın diye Allah’a yalvarıyordu…
–Ne dersiniz, bizim çok çocuğumuz da yok. Babasından kalan yalnız zavallı yetimi biz evlat edinsek nasıl olur! Rasul ile kardeş gibi büyür. Artık kimseye saldırmazdı.
–Çocuğun kendisi ne der acaba! dedi Saragül Teyze.
Rayımcan:
–Rasul… Rasul… diye dışarıya seslendi. Rasul, hemen koşarak geldi.
–Efendim baba.
–Oğlum Kökö nerede?
–Gitti.
–Ne… Nereye gitti? Yoksa sen bir şey mi dedin ona? diye Saragül Teyze torununa baktı.
–Yoo hiç bir şey demedim. Saçlarını yıkayalım demiştim, kendisi böyle beni pis mi buluyorsun? diye söverek gitti.
Rayımcan, yüksek sesle:
–Git, hemen bul, getir! dedi.
Arığın kenarlarındaki otları kurnaz birisi kesmiş, tepe gibi bir yere toplamıştı. Üstelik arıktaki sudan dolayı otlar nemli ve yumuşak idi. Kökö, yalın ayak olsa da kilim gibi geldi bu otlar. Kökö’nün yüzünde üzüntü vardı ve çok düşünceliydi. Rasulların evlerinin olduğu tarafa baktıktan sonra otların üzerine oturdu.
–Ooo pamuk gibi…
Otları gelin gibi eğdiren serin rüzgar esiyor… Her taraftan bal arılarının vızıltısı geliyordu. Yakın bir yerde yuvası mı var yoksa! Arığın öbür tarafındaki kocaman kayısı ağacında kuş ötüyordu. Şüpheli bir şey görmüş gibi ara sıra Kökö’ye bakıyordu. Bir bal arısı geldi ve Kökö’nün dizlerine kondu. Kökö, sinirlenerek onu eline aldı ve parçaladı. Zavallı arı parça parça olup yerde yatıyordu.
–Şuna bak, az kaldı beni ısıracaktı.
Sonbahar güneşinin son ışıkları çocuğu ısıtıyordu. Uzun zamandır hiç böyle sıcak, lezzetli yemek yememişti. Karnı doyunca uykusu geldi. Ağzını açarak esnedi ve düşünmeye başladı.
–Mm… Gerçekten o amca babamın dostu olmuş mu, beni evine davet etti, pilav ısmarladı, şekerli çay… Oğlunu dövsem de bir şey demedi. Rasul’a da aferin babasına anlatmamış. Rayımcan amca çok iyi birisiymiş. Peki, benim babam… Babam çok iyi birisidir eminim… Canım babam, anneciğim… Canım annem…
Çocuk uykulu gözlerini zorla açıyor, annesini hatırlıyordu. O an, aniden Rasul, koşarak çıkageldi. Uyumamış olsaydı Kökö:
–Hey Rasul nereye gidiyorsun alelacele? diye sorardı. Ama hiç ses çıkarmadı.
Rasul, Şeker’in evine geldi. Penceredeki her zamanki eski şapka yerinde değildi; biraz hava alsın diye asılmıştı. Rasul, gizlice bakarak pencereden içeriyi dinlemeye başladı. Evin içi mağara gibi karanlıktı. Sadece bir insanın yüzüne ışık çarpıyor, o da Çoro idi. Şeker’e bakarak şakalaşıyor, bazen de laf atıyordu.
–Nasip olursa ilkbaharda gelir. Orman kolhozunda çalışırım. Ormanda bekçilik yapacağım. İşi çok kolay, sadece atla gölgelerde gezersin, çocuk oyuncağı. Sen de ev işlerine bakarsın. Yetimine de iş bulunur, meyveleri toplar.
Çoro’nun sesi biraz alçaldı. Şeker cevap verdi; ama onun yüzü gözükmüyordu. Rasul, ne konuştuklarını dinlemeye devam etti. Çoro, bıyıklarını bükerek… Konuşmaya devam etti:
–Ya da Özbekistan’a gideriz, bir kolhoza gidip ben çoban olurum. Koyun güderiz. Özbekler hayvanların semizliği, büyük küçüklüğü, yağ peyniri ile ilgilenmez, sadece sayısı gerek onlara. O zaman sen Şeker gerçekten zengin hanım olursun. Yetimin koyunları güder. Ben şehirleri gezerek ticaret yaparım. Semiz koyun, çuval dolu hayvan derisi, peynir, yağ satarım. Ooo Şeker, bir düşünsene o zaman biz paraya gömülürüz!
–O, Şeker canım… Çok güzel yaşarız çok güzel!
Helal kazançla para kazanılmaz mı hiç? der mi Şeker… Tam tersine onun dediklerine ikna olmuş gibi sessizce oturdu, dinledi. Kendisine boyun eğdiği için Çoro, daha kendinden emin bir şekilde konuşmasına devam etti…
Burada Kökö yok galiba, hiç sesi çıkmadı. Rasul, Kökö geldi mi diye sormaktan çekindi. Geçenki olaydan sonra Şeker’den korkuyordu. Rasul, kamışlı arık kenarlarındadır diye düşünerek yürüdü. Kamışlı derelerin arası gölgeymiş. Dünyayı su basmış gibi hiç ses gelmiyordu. Kızıl kumlu dar bir etek gibi kimsesiz tarlalar… Aniden “aauuu” diye bir ses çıkarsa Rasul’un, “anneeeee” diyerek kaçacağı kesindi. O etrafına bakınarak ürkek adımlarla yavaşça yoluna devam etti. Bir zaman sonra bir ateş yakılan yerle karşılaştı. Odun parçaları, tavuk bacakları yerdeydi. İki tane el yapımı şiş de vardı. Rasul, birileri onu takip ediyormuş gibi telaşla yerdeki şişlerden birini eline aldı. Haa, geçenki zavallı horoz bu şişe takılmış diye düşündü.
Peşinden birileri geliyormuş gibi aceleyle tepeye çıktı. Sanki Kökö’yü düşündüğü yerde bulabileceği düşüncesiyle yoluna devam etti.
–Rasul, diye arkadan ses geldi. Hemen peşine bakınca arık kenarındaki Kökö’yü gördü, çok sevindi.
–Kökö, diye yanına koşarak geldi.
–Seni arıyordum, aradım… Aradım… Hiçbir yerde bulamadım. Babam getir, demişti.
Kökö, bunun babası ne bana böyle yapışıyor der gibi baktı.
–Babam seni sevdi, gelsin diyor. Hadi gidelim!
–Niye?
–Hiç öylesine konuşacağız, yemek yiyeceğiz. Kökö esneyerek, -Yemek mi, etli mi?
–Ben bilmiyorum. Annem bilir, dedi. Rasul, Kökö’nün yüzüne bakarak şaşırdı.
–Ya senin yüzüne ne oldu?
–Arı soktu, diyerek Kökö, sol tarafındaki kaşının altını kaşıdı. Baksana çok acıyor, şişmiş mi?
–Bir şey olmaz. İlacı var, babam hemen iyileştirir.
–Öyle mi, çok güzel o zaman! diye Kökö, gülümsedi.
–Rasul, gel biraz oynayalım, sonra gideriz. Ben sana harika bir oyun öğreteceğim. O-O-o sen bu oyunu öğrenirsen okuldaki bütün çoçuklar peşinde olur.
–Nasıl oyun, geç kalmaz mıyız?
–Çok yakın zaten, gecikmeyiz. Sen bilmiyorsun da Taş-Kömür’de Rus çocuklar çok.
–Biliyorum ben onları.
–Ama sen onlarla oynamadın ki… Ben onlarla çok iyi arkadaştım. Rasul, şaşkın gözleri ile Kökö’ye baktı.
–Ooo Rus çocuklar zekidir. Ağaçtan kılıç yaparlar. Yarısı beyaz yarısı kırmızı olarak iki takıma ayrılarak oynarlar. Oyun çok ilginç olur. Sadece bunlar değil, onların silahları da var. Okları kibritten atınca ses de çıkar. Sonra şey… Onlar çok zeki yaa… Rasul şaşırıp kaldı.
–Bir defa yazın biz de babamla Taş-Kömür’e gitmiştik. Mağazaları gezerken silah gördüm. Babamdan satın almasını istemiştim. Bugün silah tutan yarın eşkiya olur, diye almadı.
–Niye almadı? Niçin?
–Öylesine… Sana gerekmez diyor.
Niçin almadığının nedenini ikisi de bulamadı. Öylece ikisi de sustu.
–En azından kılıcımız olsaydı… Neyse tamam.
Kökö, kalkıp kamış odunlarından iki tane getirdi ve uzun bir kol kadar iki dayak yaptı.
–Al bu senin olsun, bu da benim. Hadi ikimiz saldıralım birbirimize.
–Tamam, diye Rasul gülümseyerek Kökö’nün omzuna dayakla yavaşça vurdu. Acıdı mı?
–Bak şöyle yapacaksın. Kökö, zıplayarak arkaya çekildi. Bir bacağı önde birisi arkada sanki saldırmak üzere duran horoz gibi duruyordu. Gördün mü böyle duracaksın. Şimdi istediğin yere kılcınla vur…
“Şunun bacağını bir acıtayım.” diye düşünen Rasul, kılıcını Kökö’nün bacaklarına doğru vurdu. Ama Kökö, hemen kılıcıyla karşılık verdi.
–Ha, şimdi kafama vursana! Hadi hadi çabuk! diye Kökö kendinden emindi.
Rasul, ne kadar uğraşsa da vuramadı. Kökö hemen kılıcıyla savuşturuyordu.
–Vayy be! diyerek Rasul şaşırdı. Gerçekten hiç yakalatmıyorsun…
Ama görmediklerin çok daha…
Kökö gülümseyerek:
–Böyle kendini koruyacaksın. Ben korunurken sana saldırırım, dikkat et! dedi.
–Hadi başla!
Kökö gülerek Rasul’un kılıcını itti ve kılıcıyla karnına doğru iki defa vurdu. Rasul, karnının acısına dayanamadan yere oturdu. Kökö, amacına ulaştı galiba, gülüyordu.
–Ne, acıyor mu? Bir şey olmaz alışırsın. Ben de yeni öğrendiğimde Vovka adında bir arkadaşım boynuma, bacaklarıma vurmuştu, sızlatmıştı. Öğrendikten sonra benden kaçıyordu kendisi.
–Bırak ya kötü bir şeymiş bu. Hadi şimdi gidelim! Kökö, bak babam geliyor şurada. Bak bizi gördü.