Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İnsan Olmak İstiyorum», sayfa 4

Yazı tipi:

6

Üçüncü gün olmak üzereyken akşamleyin Şeker, Kökö’yü aramaya başladı. Elbisesinin iki kolunu dirseklerine doğru sıyırmış, başında şalı da yoktu. Her gün omzuna zorla inen renksiz sarı saçlarını da toplamıştı. Kendisi de sarı olduğundan sarı renkteki elbisesi de hiç yakışmamıştı. Dikildiğinden beri ütü diye bir şeye dokunmamış bile. Ayakkabısı topuksuz olsa da bir tarafına eğilmişti. Dikilen yerleri gözüküyordu, eskimişti artık. Şeker:

–Hey Rayıke! diye seslendi daha eşiği atlamadan. Gezgin yetim burada mı? Gezer salak salak, nerede karnı doyarsa oraya gider. Allah canını alsın!

Rasul, bu bağırıp çağıran kim diye merakla dışarıya çıktı. Şeker’i görünce hemen geri döndü.

–Hoşgeldin bacım! Evet, Kökö burada, buyur içeriye gir! Rayımcan, her zamanki gibi kibarca karşıladı.

–Yok, Rayıke ben gideceğim. Gezgini götürmeye gelmiştim.

Rayımcan, biraz düşündükten sonra:

–İyi ki gelmişsin, üzülme bacım; ama bu çocuk bizde kalacak! dedi. Sen gelmişken çocuk hakkında konuşalım.

–Ne demek bu Rayıke! Şeker şaşkın şaşkın bakıyordu. Ben öz kardeşimin çocuğunu başkasına verir miyim? Bu kardeşliğe sığar mı? Yok, ben öyle yapamam hiç…

–Bacım, sen çocuğa iyi davranmıyorsun, okula da göndermiyormuşsun. Taş-Kömürdeyken seni uyarmamış mıydım? Uyarmıştım tabi… Neyse eskileri hatırlamakla bir şey kazanamayız. Çocuğu şimdiden doğru tarafa yönlendirmemiz gerekiyor. Şeker, sinirlenmeye başladı.

–Bu da nereden çıktı! Ben evladımı bırakır mıyım hiç! Götüreceğim, kimsesiz değil ki! Kökö neredesin gel buraya! Senin derini yüzerim! Hemen çık! Allah canını alsın senin!

Kökö, Şeker’in sesinden kediden korkan civciv gibi duruyordu. Sarıgül Teyze elinden tutarak getirdi.

–Teyzesi işte Kökö! diye Rayımcan çocuğun alnından okşayarak kendine çekti. Rasul’dan eksik görmem. Kendi çocuğum gibi büyütürüm, dedi.

Şeker çocuğu ilk bakışta fark etmedi. Çünkü sadece üç gün önce dövdüğünde bile kendisinin iğrendiği pis yetim değildi artık Kökö. O, bugün tamamen değişmişti. Ayağında siyah deriden ayakkabı, başında bembeyaz kalpak vardı. Bembeyaz gömleğiyle siyah pantalonu da şık duruyordu. Beti benzi tertemizdi. Uzamış tırnaklarını, uzayan saçlarını da kesmişler, saçlarındaki pisliklerden iz bile kalmamıştı.

Şeker, çocuğa nefret dolu gözleriyle sanki çocuk değil taş bile olsa çiğneyecek kadar sertçe bakarak konuştu:

–Şuna bak! Canın çıksın senin! Çıkar üzerindekileri. Çıkar şimdi. Hemen giymiş! Baban giysi için mi öldü senin!

Kökö, hiç haraket etmeden bunun gibi kaba bir kadını ömrü boyunca ilk defa görüyormuş gibi Şeker’e sertçe baktı ve dışarıya çıktı. Çocuğun kendisini önemsememesi Şeker’i daha çok sinirlendirdi.

–Allah belanı versin! Ne yüzünü çevirip gidiyorsun! Gel buraya! Gel diyorum sana!

–Niye bu kadar kızıyorsun kızım? diye Sayragül Teyze seslendi.

–Kardeşlik böyle mi olur? Baksana bu zavallı çocuğa ne kadar eziyet etmişsin! Bu senin evlat edindiğin tek yalnız çocuğundu. Bu zavallıya ne günler yaşattın… Zavallı annesi hayattayken nasıldı! Zavallı çok zorluklar çekmiş. Ayıp ya ayıp, kardeş çocuğuna böyle davranılır mı hiç! Yine “evladımı bırakmam.” diyor. Yüzsüz kadın, utan biraz utan!

–Benden zorla mı alacaksınız çocuğu? Gözünde oku olsa Rayımcan’ı vuracak gibi baktı! Doğruymuş, ben seni mutlu ederim diye çocuğu kandırıp teyzene ev işlerinde yardım et, diye göndermedin mi sen! Sen ne biçim birisin! Senin gibi öğretmenlerin çocuğunu gördüm! Hiçbir şey gelmez elinden!

Oğluna laf ettiği için Sayragül Teyze dayanamadı:

–Ne diyorsun sen! Dilinin kemiği yok diye ağzına geleni konuşma yüzsüz! Kocanın seni niye bırakıp gittiği belli! Ne evin ne eşin var senin! Hepsi bu yüzsüzlüğünden dolayı! Ayıp sana!

–Ne olur anne, şununla tartışma! diye annesini durdurdu Rayımcan, yere bakarak düşünerek konuştu:

–Bacım sen o kadar panik yapma! Kavgadan eline bir şey geçmez! Ben çocuğun kendisiyle anlaştım.

–Nasıl anlaştın! Seni kurnaz!

Kadının konuşmaları Rayımcan’ın umrunda bile değildi. Sanki onun konuşmaları zehir gibi, anne sütü gibi tertemiz kalbine sıçrıyordu. Şeker’e ara sıra bakarak konuşmasına devam etti.

–Ne yapacaktık bacım! Çocuğu eğitmeyi başaramadın! Elinden gelmiyormuş. Çocuğu önceden kimsesizler yurduna gönderseydik daha iyi olurdu… Şimdi ne oldu! Okulu bıraktırdın, arkadaşlarından geride kaldı.

Yer altı suyu yeryüzüne çıktığı zaman ayna gibi tertemiz olur. Suyun gözü çamur olursa su bulanır, kir olur. Bacım anlıyorsan çocuk da temiz su gibidir. İyi eğitmezsen adam kimliğini alamaz. Öylece kötü yollara gider. Sen bu çocuğa terbiyeyi değil, hırsızlığı öğretmişsin!

–Haa! Senin niye böyle merhametli gözükmek istediğini anladım. Babasız yetim diye memleket bu çocuğa biraz para verirse sen o paralara sahip çıkmak istiyorsun! Şeker’in bu dedikleri Rayımcan’ın boğazına kadar geldi ama “eteksiz insanın rüyasına bez girer” atasözünü hatırlayarak gülümsedi.

–Bacım bana bak! Bu dediğin benim aklımdan bile geçmedi. Benim tek isteğim çocuğu eğitmek, adam olmasını sağlamak. Babasını tanırdım, çocuk sokakta kalırsa iyi olmaz. Paraya gelirsek benim paraya ihtiyacım yok. Onlar memlekette kalsın.

–Oğlum o birazcık parayla memleket zenginleşir mi? Bırak şu alsın! Tartışma bu yüzsüzle, dedi Saragül Teyze. Rayımcan suratını asarak konuştu:

–Hayır, memleket o paraları kimsesiz çocukları büyüyene kadar harcayasınız diye veriyor. Bunun gibilerin boğazına gitsin, diye değil. Bacım sen yaşlı, kuvvetsiz filan değilsin. Kendi emeğinle kazan, bozo satarak geçinmeyip herkes gibi çalış. Diyeceklerim bu kadar.

Annem doğru diyor. Memleket az bir parayla zengin mi olur? Tamam, paraları sen al! Çocuk bizde kalsın, deseydi Şeker, ses çıkarmadan sevinerek giderdi. Şimdi ne yapacağını bilemedi. Kendini tutamadan deli gibi Rayımcan’ın yakasına yapıştı:

–Öldür öldür beni! Yazıklar olsun sana!

–Ayıp sana şerefsiz! diye Saragül Teyze araya girdi.

Rasul’un ödü koptu, etrafa bakarak ağlamaya başladı. Kökö, duvara yaslanarak duruyordu, dayanamadı galiba koşarak gelip teyzesinin eteğinden çekti.

–Yeter yeter artık! diye bağıran yetimin yüzü kıpkırmızı oldu. Şeker, masallardaki cadılar gibi Kökö’yü elinden tutarak yere düşürmek üzereyken Rayımcan, kolundan tuttu.

–Bırak artık Şeker! diye kendini zorla tuttu. Şimdi saygı ortadan kalkmadan evine git. Nasılsa sen bir bayansın, hem de bacımsın. Yerinde bir erkek olsaydı… Kavgayı uzatmayalım. Bilirsin bu kavgaların sonunda mahkemede çocuğun kendisine sorarlar.

–Gelmem seninle, gelmem… diye bağırarak Kökö, şu cadıdan uzaklaşmak istemiş gibi içeriye girdi… Beni dövüyorsun, beddua ediyorsun, git ben seninle gelmem. Git…

Gürültüden dolayı evin etrafındaki herkes bakıyordu. Çoktan beri ortalıkta gözükmeyen Çoro, geldi:

–Kardeşim birisinin evladını alma hakkını sana kim verdi?

Rayımcan zaten Şeker’in, bağırıp çağırmasından dolayı zor dayanıyordu. Bunun konuşması da üstüne geldi.

–Şimdi sıra sende mi! Sen burnunu sokma! Sus sen, konuşma lan!

–Sen kimsin ki beni susturacaksın?

–Sana ne! Senin gibi tüccarların çoğunu hapse attırırım. Duydun mu sen! Seninle yarın konuşuruz!

–Bakarız… Bakarız!

–Zavallı yetime eziyet veren kimmiş acaba! Bakarız kim olduğuna… bakarız.

Bir anda Taşıbek Amca geldi.

–Rayımcan bu ne kavgası?

–Öylesine Taşıke, Yusuf’tan kalan evlat vardı ya… Onun tartışması işte, diye Rayımcan suratını asarak konuştu.

–Biliyorum. Geçen de senin oğlunla yumruklaşırken durdurmuştum onları. Ne oluyor şimdi?

Çocuğun tarafının haklı olarak kavga çıkardığını düşünmüştü yaşlı adam… Olayın nedenini Saragül Teyzeden öğrendi. Biraz düşünerek oturduktan sonra şöyle bir şey söyledi:

 
Atı zayıf diye yola bırakma
Adamı,
Su olan nehirde ağaç büyür.
Ölmeyen kul hayvan bulur.
Mal bulana dek
Akraba dostlar elden gider;
Ot olmayan çöllere,
Ot çıkarsa bir gün;
Tay bile geçemez.
Yoksulun fakirin hayvanı olursa,
Koşturursa da göçe yetişmez.
 

Evladım, bu eskiden kalan hikmet… Bunu herkes anlayamaz. Zaman dediğin bir göç misali… Şimdi evladım yetimi göçe geciktirme. Sana teşekkürden başka diyeceğimiz yok.

Aksakalın konuşmaları Rayıncan’ın düşüncelerini daha derinleştirdi. Kaynana ile gelinin de gönlünü neşelendirdi. Saragül Teyze sevinçle Rasul ile Kökö’yü birbirine sımsıkı sarılttı:

–Kurbanınız olayım, siz bugün kardeş oldunuz! Bu aksakal amcanız gibi sarı dişli, yaşlı olunuz. Ömrünüz uzun, yolunuz uğurlu olsun! diye dua etti. Sonra Kökö’yü Şirin’in tarafına geçirdi. Şirincan oğlunun alnından öp! Öp canım!

Şirin, gülerek gel yavrucuğum! der gibi iki kolunu Kökö’ye doğru uzattı. Anne merhametini özleyen zavallı Kökö’nün gözleri doldu, tereddüt etmeden Şirin’in göğsüne başını koydu.

İNSAN OLMAK İSTİYORUM

Kurbanın olayım ana vatan! Karşıla beni doğduğum yer! Mavi gökyüzü, pamuk gibi beyaz dağları dolaşan bulutları, kendi evinin içi gibi tanıdık, göz alıcılığına vurulduğum benzersiz ülke. Yüksek dağları, yemyeşil dereleri, şırıl şırıl akan suları kendi evin misali… Havası da mükemmel, gönlünü neşelendirir. Anne sütü gibi mis kokuyor. Ben üniversite sınavına giderken buğday daha yeni toplanmaya başlamıştı, şimdi samanlar tepe gibi yığılmış, ürünler ambara yerleştirilmiş; mısırlar, ceviz, elma, üzüm, vişne ağaçları dallarını yere eğmiş, toprak bereketini bol bol veriyordu.

Eski okul çantam elimde, mısır tarlalarının kenarından geçerek yanında bir dut ağacı bulunan kırmızı evin kapısına yaklaştığımda babamla yüz yüze geldik. Beni görünce donup kaldı.

–Gel oğlum! diye bana heyecanla seslenerek beni baştan aşağı süzdü.

Bu sırada içeriden annemin sesi duyuldu.

–Asıl mı? Yavrucuğum!

İkisi de beni ortalarına alarak öpüyor, okşuyordu. Beni baba ve anne merhametiyle sevdiler. Annem aceleyle başımdan su dolaştırarak yere döktü ve eve aldı beni.

Evin içi bana değişmiş geldi. Duvarları alçak, pencereleri küçücük, içi karanlıktı. Tabanın köşelerinde örümcek ağları, her yerden çürümüş küf kokusuna benzer bir koku geliyordu.

–İşler nasıl, diye sordu babam yanımda otururken. Az önceki neşeden yüzünde hiçbir iz kalmadı. Kötü haber bekliyormuş gibi suratını asarak bana tekrar baktı. Burnumu çekerek başımı önüme eğdim:

–Sınavdan geçemedim… O da… Mıktıbek de kazanamadı…

Babam hiç ses çıkarmadı. Bu sırada annem:

–Bırak artık niye suratını astın bu kadar? Okumazsa ne olur ki. Babam bunları duymak bile istemedi söylenerek dışarı çıktı:

–Ben de okuyacak, adam olacaksın sanıyordum…

Annem alnımdan okşayarak:

–Kurbanın olayım, zayıflamışsın, hastalandın mı yoksa? Babanı boşver, her zamanki alışkanlığı… Okumazsan da bir şey olmaz, yeter ki canın sağ olsun!

Annem bıçak gibi taşa çarpıp, kırılan gönlümü teselli etti. Hayal kırıklığını bir anlık da olsa unuttum. Dünyada benden mutlu insan yoktu sanki. Bana da bir teselli verecek insanın olmasından dolayı oldukça mutluydum. Kuş gibi zıplayarak annem hemen sofrayı hazırladı; ekmek ve bir kâse yoğurt getirdi. Yol yorgunluğundan sonra iştahım kesilmişti. Kuru ekmeği canım çekmedi, yoğurttan biraz yedim.

–Babanın zaten canı sıkkındı. İşten çıkarmışlar. Sonra öğrenirsin nedenini.

Babam işini canı kadar severdi. Gece gündüz demeden çalışıyordu. “Bugün aksakal Ak-su ilçesine git dedi, bugün aksakal başka kolhozo git, dedi. Oğlum, bu başkanların dedikleri kanun! Laf edemezsin, ağzını açınca işinle vedalaşırsın, koşturmazsak olur mu diye her zaman işini düşünüyordu. Başkanın gözüne girmesine rağmen milletin nefretini kazanmıştı. Bazılarının benim yanımdayken de yine geliyor kene gibi yapışır, buna fazlasıyla ödesen de rahat bırakmaz. At tezeği kurumadan gelmiş yine. Şeytanı geçer bu!” diye, konuştuklarını çok duyuyordum.

Babam sabahtan akşama kadar üzgün dolaştı. Akşama doğru atı kaşağıyla tararken başını eğerek beni yanına çağırdı.

–Ha, hangi kara teke sana boynuz vurdu, dedi kaşını çatarak.

–Diploma notların yüksekti ya! İşe yaramadı mı onlar! Bu köydeki hocalara yüz som maaş ödemek değil hatta okula yaklaştırmamak lazım. Toplanıp arkadaşlarıyla hep içki içiyorlar. Onlara verilen paralar boşa gidiyor!

Durumumu anlatacaktım, babam duymak istemedi. Kaşağıyı sert bir şekilde duvara attı. Kızdığı belliydi.

–Milletin oğullarını görmüyor musun? Sınavı geçiyor, işte hepsi üniversitede okuyor. Birisinden para alıp yerine buzağı veririm diye seni okumaya göndermiştim. Oysa sen mızmızlanıp geçmedim diye geri gelmişsin. Ne yani senin alnından öpüp geçirmelerini mi bekledin! Çabalasaydın kazanırdın. Şimdi her şeyimizi yitirdik. Senin gibiler adam oldu milletin önünde, Çokond’un oğlu bile okuyup geldi, benim yerimi aldı. Ya sen…

Babam bıkmıştı galiba, elini salladı. Artık eskisi gibi değildi. Beti benzi beyazlaşmış, gözleri kızarmış, bitkin, sakalı da uzamış, her gün tıraş olan önceki suratı yok, eziyet çekmiş gibi üzgündü.

–Bak şimdi ne hale düştük. İşten çıkarılalı bir hafta olmadan şu Orko da kolhoza yardım et deyip duruyor. Sanki Kolhoz planlama müdürü.

Benim konuşma hakkım bile yoktu. Üstelik benim gibi bir fakirin herkes gibi üniversiteyi kazanacağım diye şehre gidip hiçbir baltaya sap olmadan dönmesi bütün suçları boynuma yüklüyordu.

–Duydun mu? Çokond’un oğlu okudu geldi, bölge heyetinden saygı gördü. O gelince hemen beni işten attılar. Genç, eğitimli eleman imiş.

Gerçekten Çokond’un oğlu bir zamanlar okulun en arka sırasında oturuyordu. Yedinci sınıfı bitince Frunze’ye (Bişkek) gitmişti, maliye kolejini bitirmiş, şimdi de babamın yerini aldı. Ben hâla buradayım.

–İşi teslim ederken de bin som eksik çıktı. Öde, ödemezsen seni mahkemeye vereceğiz, diye bağırdılar. Bana kim destek olurdu, sen mi! diye önceki gibi elini sallayarak eve girdi.

–Senin adam olacağını sanıyordum…

Ben durduğum yerden baka kaldım. Ne yapacağım? Bazen ateşim var gibi bütün bedenim yanıyor bazen de üşüyordum. Başım dönüyor, sanki kulaklarım hiçbir şey duymuyor, ağzımdan bir tek kelime bile çıkmıyordu…

***

O anda gözümün önünde Frunze’deki günlerim canlandı…

Atın nalının düşeceği, kartalın yorulacağı kadar uzak bir yerde okursak, adam oluruz diye umutla geldik. Üniversitenin hukuk bölümüne dökumanlarımızı teslim ettik. Burayı bitirince hemen iyi bir iş vereceklermiş dedi Mıktı. Nerde o günler… Ben de çok sevinmiştim.

Kendimi bildim bileli üç katlı ev görmemiştim. Üç katlı üniversitenin yurdu üç yere yerleşmiş. Üniversite binası sanki Avletim dağı5 kadar yüksekti. Başı dönmeden duvarını hangi akıllı yapmış diye şaşırdım. Bahçesi güllük gülistanlıktı. Ooo burada gelen giden herkes bilimi sindirecek galiba diye kendimizce sevindik. Arkadaşımı bilmiyorum ama ben sınava biraz hazırlanmıştım. Sonra ikimizde de öyle böyle geçeriz işte, kim hepsini ezbere bilir ki diye bir düşünce vardı.

Yurttayız.

–Baksana Asılbek gömleğim yakışıyor mu? Gelirken babam Üç-Korgon’dan getirmişti. Baksana, kolu biraz uzun değil mi, yoksa denk geliyor mu?

Kitap okuyordum, kafamı kaldırmadan “İyi’ dedim. Mıktı üzüldü galiba “Baksana” diye tekrar etti. Gece ütülensin diye yatağının altına koyarak dümdüz olan mavi pantalonunu, ipekten dikilmiş gömleğini giyinmiş, saçlarını ıslatarak sağa doğru taramış. Nakışlı cepkenini de giymiş. Köşede boğursak6 yiyerek oturan delikanlı gülerek:

–Oo damat gibisin kanka! He he he…

Mıktı’nın suratı asıldı.

–Sana sormuyorum! diye sert cevap verdi delikanlıya.

Laf atacağım derken aslanın kuyruğuna basmış gibi oldu delikanlı. Bir daha ağzını açmadı, yavaşça boğursağını yemeye devam etti. Mıktı da kurnaz ya, delikanlının bu durumunu görüp “buydu işte göreceğin” der gibi kendinden emin bir şekilde bana yaklaşıp, elimdeki kitabı aldı.

–Bırak şunu bugün. Hadi gidiyoruz.

Bu sayfayı bitireyim desem de kitabı vermedi, yastığın altına sakladı.

–Yarın okursun.

–Tamam, nereye gidiyoruz?

–Şehri dolaşacağız, sigara filan içeriz, biraz kafayı dinleyelim.

Tekrar o delikanlıya takıldı:

–Sen gelmiyor musun bizimle büyük kalpaklı? Atsana artık o kurumuş boğursaklarını. Hayatında bozulmuş yoğurttan başka bir şey görmeyen zavallım! He he he…

Onun ağzındaki boğursağını yudumlayıp bir şeyler konuşmasını beklemeden kahkaha atarak dışarıya çıktık.

Akşama doğru şehir çok güzel görünüyordu. Yıkanmış sokaklar donmuş bir mavi gölü andırıyordu. Çeşit çeşit araba, trolleybuslar7, otobüsler her tarafa gidiyordu. Bizim köyde Kenebay Amca arabasıyla giderken nerede bir yaşlıyı görürse selamlaşmadan geçmezdi, burada şöförlerin kimseyle selamlaştığını görmedim. Tanrı dağları kadar yüksek evler, ağaçlar da sıra ile dikilmiş, serin rüzgârda yaprakları sallanıyordu. Çiçekleri kilime yapılmış nakışlar gibi mükemmeldi. Fıskiyeleri dağ şelalesini andırarak yukarıya yükseliyor ve tekrar aşağıya düşüyordu. Fıskiye, yakınındaki yerlerin havasını serinletiyordu.

Güvercin gibi süslü kızlar, delikanlılar, bastonlu yaşlılar geziyordu. Bazıları ikişer üçer olarak hatıra fotoğrafı çektiriyordu. Bir amca bizim de fotoğrafımızı çekti. Yarın tam bu vakitte gelirsek fotoğrafımızın hazır olacağını söyledi.

Bu güzelliklerin hepsini insan kendi eliyle yapmış olsa da bunların hepsini güzel gösteren insanın kendisi aslında. Çünkü bu güzelliklerin arasında karınca gibi kalabalık halk olmasaydı bu güzel şehirlerin mezar taşlarıyla dolu mezarlıktan farkı olmazdı. İşte alın terinin meyveleridir bunlar. İlkbaharda açan kar çiçekleri gibi herkes hoş ve kibar…

Mıktı, kahkaha atarak: -Heyy neden bu kadar şaşırıyorsun diye bana yukarıdan bakıyordu. Restoran, yazısını gördün mü dostum? Bunu görmeyen adamın gözü açık gider! İçeriden gelen müzik sesini duyunca da gel hadi, içeriye bir göz atalım, dedi.

Konuşmamız baya bir uzamıştı. Oradan on, on bir gibi ayrıldık. İçeri girdiğimizdeki halimizden eser yoktu… Ne kadar dirensem de ayakta zor duruyordum. Deprem oluyormuş gibi başım dönüyordu. Soğuk hava vurunca da başım patlayacak gibi ağrıyordu. Aslında ben daha önce içki değil hatta sigara bile içmemiştim. İlk defa trende sigara içtim. Ama içince kusmak istedim, kokusu da tuhaf geldi.

Mıktı: -Kız mısın sen, iç mırıldanmadan bir şey olmaz, yerini bulur kendisi.

Ancak insan ne kadar alışkın da olsa bu içki midesine girince rahatlayamaz, hatta Mıktı bile ayakta zor duruyordu.

–Ölmeyeceksin! Alışırsın merak etme. Üniversiteyi kazanırsak, hâkim oluruz, o zaman içeriz. Herkes bizim peşimizde olur.

–Önce üniversiteyi kazanalım da!

–Kazanırız tabi, elimde babamın mektubu var. Bil bakalım babam kime mektup yazmış? O adam önemli birisi.

–Bana böyle bir şey anlatmamıştın!

–Sen benim bunları düşünmeyip yazın boş boş oturduğumu mu sanıyordun… Hadi yeni şişeyi aç da karşıma geç. He he he…

–Hm…

–Ne var lan seni de söylemiştim babama. Zaten ikimize yardım etmesini yazmıştı babam.

–Beni de mi yazdın? Şaka yapıyorsun. Ben kendime gelmeye başladım. Baş ağrısı geçti, etrafımdaki gürültüleri kulaklarım iyice duymaya başladı.

–He he… Şaka yapmıyorum, sen yengem misin8 sana şaka yapayım!

İşte bütün bedenim ateş gibi yanıyordu. Ne yapacağımı bilemeyip, şaşırdım. Mıktı, bana en yakın kan kardeşim, adamın hası gibi geldi.

Gerçekten Berdike Amca, dostuna inandığından dolayı yazmıştır mutlaka mektubu. Dost kara günde belli olur derler. Berdike’nin sözü yerde kalmaz. Zaten Berdike Amca da kötü bir adam değil. Sadece köy heyeti değil onu şehirdekiler de tanır, ona saygı duyarlar…

Yurda geç geldik. Mıktı, odaya girince kendi yataklarında kitap okumakta olan arkadaşlara bağırdı: -Yatsın herkes! Şimdi uyuyacağız!

Mıktı, ışıkları kapattı. Karanlıkta alelacele soyunup yatağına yattı. O anda diğer çocuklardan hiç biri buna bir şey demedi. Herkes yatmaya hazırlanıyordu. Ben karanlıkta ayakkabımın bağlarını görmüyor, çözemiyordum. Çaresizlikten kalktım ve ışıkları yaktım.

–Kardeşim arkadaşın bize hep takılıyor. Bu böyle gitmez… Babasının evi değil burası! diye bizim büyük kalpaklı dediğimiz delikanlı bana söylendi.

–Sen ne diyorsun? Dövdü mü seni? Geldi yattı, daha ne yapsın? Kitap mı okuyacaksın, git oku. Işıklar zaten açık, dedim. Mıktı uykuya dalmıştı, yoksa bu gürültüleri duymuş olsaydı kesinlikle kavga çıkarırdı. Ben o delikanlının konuşmalarını dinlemedim, üzerimi örttüm. Ama uyuyamadım. Hala aklımda Berdike Amca’nın mektubu vardı. Ne yazmış acaba! Benim hakkımda gerçekten yazmış mı? Yoksa Mıktı öylesine mi söyledi? Babamın dediklerini hatırladım: “Oğlum oku, dünyayı gör, millet tanı. Adam ol! İşte biz yarım eğitimle kaldık. Benim bitiremediğim okula sen devam et. Başkasının başımıza yönetici olmasına izin verme, kendi toplumuna baş olursun. Oğlum tekrar söylüyorum, büyük adam ol!” Babamın nasihatleri ve umut dolu sözlerinin hepsi aklımdaydı. ”Üniversiteyi kazanırsam, bitirirsem” diye düşünce dolaşıyordu kafamda. “Her durumda sözü geçen, gençlerin de yaşlıların da saygısını kazanan, hükümete değerli kişi ol!”

Gözlerimin altı kaşındı. Mıktı benden erken kalkmış da bir şeyle burnuma dokunuyor sandım. Korkarak hemen kalkıp üzerimden Mıktı’yı yere iteyim, bir daha böyle yapmaz diye düşündüm. Gözlerimi yavaşça açtım, yoktu. Güneş ışıkları pencereden içeri giriyordu. Her tarafta uçan bir sürü sinekten başka kıpırdayan canlı yoktu. Mıktı, sineklerden saklanır gibi yorganını başına kadar örtmüş, sadece saçları gözüküyordu.

Zorla başımı kaldırdım. Bütün bedenim ağırlaşmış, başım çok fena ağrıyordu. Kalkıp Mıktı’yı uyandırdım, banyoya girdim. Kafamı yıkayarak biraz kendime geldim. Döndüğümde Mıktı, hâla uyanmamıştı. Üzerinden yorganını çektim, yine de kalkmadı. Hiç bir şeyi hissetmedi galiba. Sanki bir dev uyuyordu. Bir dalga geçeyim dedim, çaydanlıktaki suyu üzerine döktüm.

–Kalk hadi!

Mıktı, elektrik çapmış gibi hemen kafasını kaldırdı.

–Deli misin sen lan! Uyuyan insana, su dökersen ödü kopar. Ne gülüyorsun? Hiç durmadan ağzına geldiği gibi bana sövmeye başladı.

–Senin şakana başlarım şimdi ahmak!

–Sövme! Seni de diğer insanlar gibi sempozyuma gitmen için uyandırmıştım.

İkimiz de hiç konuşmadan giyindik ve ayrı ayrı yurttan çıktık. Yolumuz bir olduğundan beraber sınıfa geldik. Sempozyum Rus dili üzerineydi, biz geldiğimizde başlamıştı artık. Yakalarına nakış işlenmiş ipek gömlekli adam soruları cevaplıyor, ortada dolaşıyordu. Bir iki cümleye morfolojik tahlil de yapılmış galiba, tahtada silinmeden duruyordu.

Mıktı, yanımda dikkatle dinliyormuş gibi oturuyordu. Ben de baktım ama hiç bir şey anlamadım. Hocanın anlattıkları bir kulağımdan giriyor öbür kulağımdan çıkıyordu. Ne kadar kendimi zorlasam da hiçbir şey aklımda kalmadı.

–Gidelim ya… dedi, Mıktı. Karnım ağrıyor.

–Hadi! dedim, hemen. Benim de zaten karnım çok kötü ağrıyor, başım ağırlaştığından sanki boynumu da tutamıyor gibiydim. Şapkalarımızı elimize alarak yavaşça salondan çıktık. O kadar insanın arasından hiç kimse bize “Nereye gidiyorsunuz konferansı bırakıp, kendinize faydalı olur” demedi.

Şehrin büyük mağazalarını her gün dolaşıyoruz, ama görmekle gönül doymuyordu. Bugün de bir kuruşluk bile alışveriş yapmadan sadece dolaştık. Sonunda karnımız acıktı. Ayaklarımız kuvvetsiz kaldığında çarşıdan üç soma bir karpuz alıp, bir kenara çarpıp yedik, tekrar döndük.

Mıktı önde, ceketini çıkarmış omzuna atmış, benimki elimdeydi.

–Asılbek, çok güzel bir montmuş değil mi? Cebi dışında kuşağı da vardı. Bana tam uydu, tam 48 bedenmiş ya!

–İnsanın canının istediği her şey varmış şehirde.

–Asılbek. Hani Volga geçti ya, Oo arabaya bak! Araba parlıyordu. Asılbek düşünsene, ikimiz de milletvekili olursak volgayla gezerdik. Ben gülerek cevap verdim:

–Bıraksana rüyanda bile göremezsin!

–Rüyamda mı göremem! Sen, bu milletvekillerinde bizden fazla bir şey mi var sanıyorsun. Hayır, her şey şansa bağlı, şansın varsa yükselirsin işte.

–Gerçekten de şans büyük bir şey. Ben konuşmadım.

Üstelik o milletvekilleriyle arkadaş sırdaş olmadığıma göre, o öyle, bu böyle de diyemem. Milletvekili değil hatta yanında çalışanları bile görmedim ki bu güne kadar.

–Asılbek diye seslendi Mıktı bana bakarak. Altınlar gerçek olursa parlar değil mi?

O saatler gerçek miydi sence yoksa sahte mi? Mıktı hayallerine devam etti. Biz yoldan giderken iki bin som bulursak ay ne güzel olurdu. Hemen mağazalara gidip giysi alırdık, altın saat alırdık. Ben şey… Volga da alırdım. Sen ne alırdın?

–Ben mi, ben yarısını verip üniversiteye girerdim.

–Bırak ya, deli misin, o kadar parayı üniversiteye mi harcayacaksın?

Biraz sonra daha tatlı düşünceler Mıktı’nın kalbini kapladı:

–Eyvah, dükkânda yeni asker giysisi varmış. Şu subaylar çok rahat bence; askerler görünce kıpırdamadan dura kalır. Güzel hanımların hepsi onların bence… Her şeyi bırakıp asker okuluna gitsem mi?

–General olmak lazım.

–Evet…

Hayallerimiz örümceğin ağı gibi karıştı, uzadıkça uzadı… Bir sokağın kenarındaki sigara satan yere geldiğimizde kayboldu hepsi.

Buraya gelelim, diye anlaşmadıysak da ikimiz de kendimizi birden birahanenin içinde bulduk. Bu yer eskiden bozo satan satıcının evi gibi tüm yolların birleştiği noktada bulunuyordu. İçeride boş bir masa ve iki sandalye bulunuyordu. Kalabalıktı. Bozulmuş tuzlamanın, lahananın kokusuna içki, sigara kokusu karışmış, nemli saman gibi kokuyordu. Kalabalık ve gürültülüydü. Bazıları sarhoş galiba, birbirinin dediklerini duymuyorlar, herkes her şeyi konuşuyordu. Mıktı, sevinmeye başladı:

–Oo sigara da varmış, kebap da hazırmış.

–Hadi, iki tek atalım mı? Zaten çok susadık, dedim.

–Hadi üç olsun! Biraz dinlenelim. Herkesin dinlenme hakkı var!

Böylece günler göz açıp kapanıncaya kadar yel gibi geçti… Üniversiteye girmek isteyen gençlerin sınav vereceği gün de geldi. Kalabalığın arasına karışıp sınav olacağımız binaya doğru yürüdük. Rusça kompozisyon sınavıydı, önceki tüm sınav kuralları geçerliydi. Biz yanlışlıkla başka yere gelmiş gibi hissediyorduk. Sınava girerken arka taraf daha iyi bir şeylere bakmak için dedim; ama olmadı başkalarıyla beraber ortaya oturduk. Mıktı:

–Asıke yazdıklarını elinle kapatma, birbirimize bakarak oturalım dedi. Önümüzde kısa kollu gömlek giyen delikanlı oturuyordu. Yüzünde hiç heyecan yok. Dudakları biraz büyük, siyah saçları kıvır kıvır taranmış. Mıktı, baktığından beri sadece bir defa gözlüğünü düzelttiğini hesaba katmazsak hiç yerinden kıpırdamadı.

–Bence bu genç bir milletvekilinin oğlu… Baksana hiçbir şey umrunda değil, ben geçemezsem kim geçebilir diyor haliyle… diye Mıktı çocuğa bakmaya devam etti. Bundan sonra Mıktı, ne düşündü bilmiyorum ama hemen delikanlının yanındaki boş yere kaydı. Sahibini gören köpek gibi sevinerek:

–Arkadaş şansımıza nasıl bir soru gelir acaba? Biz köyden geldik ya zorlanırız bence. Sizden bazı bilmediklerimize baksak…

Mıktı, konuşacaklarının sonunu yuttu. Hiç tanımadık birisiyle muhabbete girmek zor bir şey tabi. Ama yine de suratından belli oluyordu durumu.

Delikanlının yüzünde hiçbir değişiklikten eser yoktu. O, baştaki duruşunu hiç değiştirmeden oturuyordu.

–Tamam. Ama sakın kimse fark etmesin! Fark ederse size de bana da iyi olmaz. Mıktı, zaten zorla duruyordu, bu onun hoşuna gitti.

–Tabi kardeşim, fark ettirmeyiz!

Sınavı yapacak olan gözetmen metni iki defa okudu. Yazı tertiplerini, kurallarını tekrar hatırlattı. Korkmaya başladım.

Yazmaya başladık. Gözetmen benden de önce Mıktı’ya takıldı, her yeri beyazlamış kafasını kaldırarak iki defa baktı ve üçüncü defa baktığında o oturduğu yerden kaldırıp kıvırcık saçlı delikanlıdan uzaklaştırdı; benim oturduğum sıraya oturttu. Şimdi Mıktı, suratını asarak oturuyordu.

O günün ertesi sonuçlar açıklandı.

Duyuru tahtasına koşa koşa geldik. “İyi” ve “orta” puan alanların kâğıdına bakarak şok geçirdik. Eyvah, en azından “orta” puanların arasında adım olsaydı, umudum kırıldı. Birazdan aklımı başıma alıp adım nerede yazıyor diye bütün kâğıtlara baktım. İşte en düşük notların tam ortasındaymış. İkiz kuzu gibi Mıktı, ikimizin de adlarını aynı yere yazmışlar.

Mıktı çıldırdı:

–O soyulmuş soğan başlı kel adam benim yerimi değiştirmeseydi iyi not alırdım, bak o gözlüklü delikanlı iyi not almış. Ha seni… diye o adama küfrediyordu.

İçim yanıyordu sanki. Diğer derslerden sınavı verirsek, sonuçları iyi olursa, bunun yerini kapatır. Umutla uzak bir köyden gelmiştik.

Zavallı Mıktı canlandı bağırarak:

–Ya bari kolhozda çalıştı diye yazılan raporlarımıza baksalardı.

Çaresize yıldız ateş gibi görünür. Çaresizliğimden güzel bir hayale daldım, yel gibi geçici bulutun gölgesinde hayal kuruyordum.

–Mıktı, hani mektup vardı ya nerede kaldı, belki o bize yardım eder diye gözlerine baktım.

– Mektup mu, onu ilettim ama… diye Mıktı, suratını astı.

Dediğine göre bir şişe şampanya alıp mektubu babasının arkadaşına götürmüş, ama o adam Mıktı’yı iyi karşılamasına rağmen yardım edeceği hakkında bir kelime bile konuşmamış, hocalar bilir diye göndermiş.

–Babam adam için, bir zamanlar ne kadar çok kuzumu yemişti! Çok hakkım geçmiştir o adama! demişti. Ancak şimdi yardım etmeye niyeti yok! diye sövdü Mıktı. Sonra öğrendim ki o mektupta benimle ilgili tek kelime bile yokmuş…

Sınav kâğıtlarımızı almak için görevlilerin yanına gittik. “Siz başka sınavlara giremeyeceksiniz. Dilekçe yazın getirin de dökümanlarınızı alıp gidebilirsiniz” dedi. Sınav kâğıtlarımızı da vermedi.

Şimdi güreşte kaybetmiş gibi hayal kırıklığına uğradık, nereye gideceğimizi bilemedik. Altınımızı saklamış gibi tekrar arkamıza bakıyor, uzaklaşamıyorduk üniversiteden. Kötü diye sınav sonuçlarını birbirine anlatmakta olan insanları görünce zaten çoğu geçmemiş diye kendimizi teselli ettik. İyi not alanlar sevinçle yanımızdan geçtiğinde yaramıza tuz basmış gibi acıyordu.

Umut aslında asla tükenmez ya… Dönüp dolaşıp sonuçların yazıldığı tahtaya yine geldik. Mıktı:

–Şimdi hemen bakınca Berdikeev Mıktıbek, diye ilk sırada yazılı olsaydı keşke.

–Haline bak şunun, nasıl olup da birinci sıraya yazılırdın!

–Öylesine söyledim…

Yurda geldik. Oda bomboştu. Kitaba her zaman kene gibi yapışan büyük kalpaklı delikanlı da bugün yoktu odada. Sonuçları iyi olmuşsa gönülleri şen şehri dolaşıyordur belki. Masanın üzerinde kurumuş boğursağın parçaları, karpuzun kabuğu atılıydı. Simsiyah sinekler düğün yapıyor orada.

–Baksana mal ya bunlar, temizlemeden gitmiş, diye Mıktı sövdü. İkimiz de sus pus oturduk.

Üst kattaki odalardan müzik sesi geliyor, neşe dolu insanların kahkahaları duyuluyordu. İşleri yerindeydi galiba, yoksa böyle neşelenmezlerdi. İçim alev gibi yanıyor, dayanamıyordum. Eğer onlardan biri gelip de kendini büyük hissederse Mıktı’dan önce ben yumruklamaya başlardım.

Hala umudumuzu kaybetmedik. Rektörün odasına gittik. Bizden bıkan sekreter hanım kaba davrandı:

–Demedim mi size bugün kabul etmiyor sizi. Niye koyun gibi anlamıyorsunuz, geliyorsunuz tekrar! Konuştuklarına aldırmadan, biz hiç durmadan rektörün odasına geçtik.

5.Kırgızistan Talas bölgesinde yer alan Talas Ala Dağları olarak da geçen dağlar. (Ç.N.)
6.Kırgızlara özgü hamurdan yapılan bir poğaça türü. (Ç.N.)
7.Büyük yolcu ya da turist otobüsleri. (Ç.N.)
8.Kırgızlarda yengelerle şakalaşmak yaygın bir gelenek. (Ç.N.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6853-78-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre