Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kırgın», sayfa 3

Yazı tipi:

6

Yıl geçtikçe iki komşu birbirine daha da alışmaya başlamışlardı.

Cayloobay yayladan iner inmez bir koyununu keser, Kuzmin ise bir kap patatesini getirir. Kuzmin’in yazma ve okumayı bilen German’ı Pişpek’teki lisede okuyor, kızı Lyuba ile Cayloobay’ın Taylağı da bu komşunun yardımıyla Rus-Tuzem mektebinde beraber okuyorlardı.

“Oo diyor Cayloobay memnun olarak, bu olmazsa bizi mektebe hiç yaklaştıracaklar mıydı?”

Böyle sakin günlerden birinde komşusu sarışın sakalını okşayarak, tuz gibi boz gözleri gülümseyip bir kâğıt getirdi Cayloobay’a:

–Bu kâğıt bizim bu yerde yaşamamız için yazılmış bir kâğıt dediğini zorla anladı Cayloobay.

Cayloobay şaşırdı:

–Ne, komşu olduğumuz için de yazı yazılacak mı?

–Yazılmaz mı hiç? diye sordu Kuzmin. Bizde her yerde yazı, her şeyin hesabı var.

“Rus düşündüğünü yapar demek bu mu acaba?” dedi Cayloobay içten.

–İşte dedi Kuzmin, bunun aşağısına parmak izini bas, “komşuyuz, kardeşiz” demek olacak bize göre.

–A tamam, öyleyse.

Kuzmin evinden çocuğunun getirdiği mürekkebini getirdi ve onun parmağına sürdü. Ufacık bir şeyler yazılan kâğıda onun parmak izini bastırdı:

–İşte bitti, bu kadardı.

Cayloobay bir zamanlarda köy muhtarlarının kâğıda mühür bastıklarını görmüştü. Bir mühür basmış gibi oldu.

Böylece seneler geçiyor, komşular sakin ve huzur içinde yaşıyorlardı.

Hayvanlar semirmişti, çocukların yanakları kızarıp yayladan indiği gündü. Cayloobay her zamanki gibi Kuzmin’in eşiğine iki yaşındaki koyununu getirdi.

Yabancı bir Rus varmış. Uzun etekli çapanlı16 kişi büyük siyah tebetey giyen Cayloobay’a ve kuyruğunu hep yukarı aşağı serpen koyununa sırayla bakıyordu. Cayloobay ise sakalı olmayan bıyığı sanki çizilmiş olan Rus efendiyi görünce çekindi ve komşusuna bakıp durdu.

–Nu (Hadi) Cay, dedi Kuzmin korkma, vergi için gelmiş, konuşacağız galiba.

Biraz sakinleşti Cayloobay, koyunları komşusunun ineklerinin yanına koyup yavaşça geldi.

Kuzmin, evin temelini yükselterek merdiven koymuş, her odasına cam takıp, üstünü ise kamışla kapatarak mükemmel bir han sarayı kurmuştu.

Evinden eski buruşmuş kâğıdı getirdi. Onu diğer Rus efendisi aldı biraz göz atıp sonra Cayloobay’ı parmağıyla çağırdı, bastığı parmak izine işaret ederek:

–Bu ne? Senin parmağın mı? diye sordu Rusça.

Yerlinin dilini artık babasından da daha iyi bilen German hemen çeviriverdi:

Efendim:

–Ee, dedi dikkatle bakarak, neden yaşadığın yerin parasını bu zamana kadar ödemiyorsun?

Cayloobay şaşırdı:

–Nasıl bir para? diye sordu.

Efendi:

–Bak işte dedi kâğıttaki parmak izini göstererek, her sene Rus parasıyla hesaplandığında on somu bu yerin sahibine ödeyeceğini kabul edip parmak izini bile basmışsın!

–Efendim, dedi Cayloobay burası benim köyüm, yedi babamdan kalan yer! Kendi yerimde yaşadığım için neden ben para ödeyeceğim?

–Bağırma! dedi Kuzmin alçak sesle, sonra kurnazca gülümseyerek yavaşça anlatmaya başladı, evet burası eskiden beri babalarından kalan yer.

Cayloobay sözünü kesti:

–Yok yok sen yerinden dolaşarak buraya geldin. Yok, bu yer bana kalan miras yer dedi ne yapacağını bilemedi.

Kuzmin ise “yeri zapt etti” demesinin yerine “yersiz kaldığından geldi” dediğine dayanamadı:

Bu yer kimden kalmış kimden kime geçmemişti ki! Biliyorsun şu birazcık yer ve hatta tüm Türkistan da artık bizim Ak Paşa’nındır. Yalan mı? Hazreti İmparator ise kendi yerine kimi sahibi yaparsa onu yapar!

Sonra:

–İşte dedi yönetimin emrine göre bu yer artık ebediyen bana verilmiştir!

Şimdi ise Kuzmin direk azarlayarak:

–Bugün de yarın da aklından çıkarma, bu yerin kanuni sahibi benim, sen ise sadece bu yeri kiralıyorsun, eğer acırsam burada bedelini ödeyerek yaşarsın, eğer istemezsem alacağını alırsın buradan kaybolursun duydun mu?

Bu gerçekti.

Cayloobay kendine gelemiyordu, zorla nefes alıp oturdu kaldı. “Ey adaletli Allah’ım, zorluk demek bu mu?” diye gözleri ıslandı:

–Kösmün balığın kemiği gibi eski arabayla gelmiştin. Hım Kösmün bu benim köyümün kenarında ölecek gibi olup yatmıştın. He Kösmün Cayloobay’ın sesi dağa yükselip artık dayanamıyordu:

– “İnsanlık edip, altına soğuk geçmesin diye döşeğimi verip zorlanma diye hep sana bakmamış mıydım Kösmün?

Kuzmin ise sakince:

–Oo oo Cayloobay, sadece sen mi yardım ettin? diye sorup güldü. O sizlerin görevinizdi!

Cayloobay’a ok girmiş gibi oldu, bu durumda sadece “anne” kelimesi çıkar derler ağzından, Ne! diye kendi kendine bir şey soruyormuş gibi oldu ve onun dediklerinden bir tek “nereye gideceğim” duyuldu. Nereye gideceğim mi dedi yoksa nereye gidip şikâyet edeceğim mi? dedi belli değildi.

Bu tam duyulmayan sözünü de çevirdi.

–Yer parasını ödeyip yaşayabilirsin dedi sırtını göstererek efendisi, eğer ödemeyeceksen daha görmediğini göstereceğiz! Ta uzaklardaki karlı ve buzlu dağları göstererek: Anladın mı?

Yok, zavallı anlayamadı. Yanındakiler ise kendi aralarında konuşuyorlardı:

– Beş yıldır yer parasını almadım.

– Neden?

– Çok da zengin değil.

– Zengin mi fakir mi sana ne? Al parasını! Sen de alınan paradan belli bir ölçüde vergi ödeyeceksin hazineye hatırlıyorsun değil mi? Beş yıl için on somdan elli som olacaktı ve onun da birçok kısmı hazineye gidecekti.

–On som büyük para, beş yıl için on beş hayvan ödemeli. Bu fakir için büyük bir zenginlik. Ödemesi zor olacak.

–Hadi efendi o zaman sen hazineye ödeyecek parayı öde, bunlara dokunma, bunlar birbirlerini bırakmazlar, zengini fakiri için öder! dedi.

İri sarışın kadın eşiğe gelerek durdu ve onları sofraya davet etti. Kuzmin hemen misafirini içeriye aldı ve votkayı da getirdi.

Göç edilerek gelen halka verilen yerin boş kalmaması ve köylerdeki fazla yerleri kiraya verme görevleri yönetim tarafından göç edip gelenlere verilmiştir. Kira parası da belirlenmiş. Kiracılardan para alsa da almasa da fark etmiyor ama kendisi hazineye vergi ödeyecekti.

Biraz sonra efendi kızarmaya başladı. Kösmün’ün önünde ölmek isteyip daha oradan gidemeyen Cayloobay’a Efendi yüz ifadesini değiştirerek baktı ve parmağıyla onu göstererek kötü küfretti galiba, dudaklarını oynattı. Onunla beraber yürüyen Kuzmin Cayloobay’a bakıp göz kırptı. Efendisini gönderdikten sonra:

Şimdi gel dedi komşusunu avutarak ikimiz biraz içelim.

Zaten sinirlenen komşusu elini çekti:

– Bırak!

– İç biraz, hemen düzeleceksin Cayloobay.

– Bırak, beni aldatma. İçmeyeceğim senin bozonu17. Seni kardeş olarak görüyordum!

– Bana bak dedi Kuzmin, ben seni değil vergi isteyen efendiyi zorla aldatarak gönderdim. Kâğıt, yöneticilere gerekiyordu. Seni üzecek diye söylemiyordum. Senin yerine ben ödüyorum artık bundan sonra da öyle yaparım, üzülme sen!

Cayloobay biraz yumuşadı. Kuzmin:

Onun önünde biraz sert olmalıydım. Öyle yapmazsam kanuna uymuyor diye beni göndereceklerdi!

“Aa doğru” diye düşündü ve biraz sakinleşti Cayloobay.

Hayvan kaybolmuş diye bir ses duyulmuştu.

Bunu incelemek için seçilen köy muhtarlığına yerli iki köy heyeti ve adaletli olmak için bir grup şahit de toplanmıştı.

Onların her biri değerli, saygın ve önemli kişilerdi. Geniş boz üy içinde oturuyorlardı.

Eşik tarafında hayvanı kaybolan sarı sakallı yeni kardeş Kuzmin ve beş yıllık kira parasının zorla yarısını ödeyen ve bir tek atı kalan Cayloobay oturuyordu.

Hım kaymakam başkanı kendisini tanıyan yer sahibinin isteği az mıymış? Davacı zengin mucuk Kuzmin’di. “Bilinmezse bunlar hırsız, bilinirse parasını alamayan oluyorlar” diye Kuzmin, köy muhtarına bile dikkatlice bakıyordu. “Hırsız” Cayloobay’mış, hırsız gibi de bir hali yok, kendini savunacak mı, ya da benim hırsız olduğumu ispatlayamaz mı diyor, ya da kaderine yenilmiş mi belli değil ama onun hiç de korkacak hali yoktu.

Bitmeyen iş, tartışma da bitmiyor. Nahiye müdürü sakindi:

–Ee, dedi kimden şüpheleniyorsunuz efendim?

Tabi efendi olacak. Efendi diye sadece yöneticilere hitap edilmiyor, gün geçtikçe zenginleşenlere de efendi denir. Buna göre yöneticilerine doğru yol açılarak değeri daha da arttı. Başta geldiğinde “ey mucuk” yerine “efendi” diye hitap etmelerine de artık alıştılar:

–Hım, ne desem? Biraz gücendi bilerek neden soruyorsunuz diyormuş gibiydi. Yuvarlak halı üstünde iki ayağını bükerek oturan bu yabanilerin hepsi Ak Paşa önünde suçlanmalı der gibi hırslanarak: Hepiniz biliyorsunuz!

Buranın tercümanlarına inanmıyor o, hep German’ın yanında, duyduklarını hemen çeviriverdi.

Köy muhtarı suratını astı, ne kadar Ruslar tarafından seçilse de kendi halkı ona yakındır. Suratını asması razı olmamasıydı.

Sağ dizi tarafında oturan nahiye müdürü bunu hemen fark etti ve alçak sesle şöyle dedi:

–Siz “hepiniz” diyorsunuz. Bu “hepiniz adaletli değilsiniz” demek mi?

Başını salladı mucuk.

Bu hareketi ise “sizlere boşuna anlattım” der gibi anlaşıldı. Yerli efendilere ve birbirlerine baka kaldılar.

Eğer onlar yönetici olsalardı “lafına bak” diyeceklerdi. Eskiden biri hayvanlarına sürekli saldıran kurdu tutup arka bacağını kesmiş sonra “ee şimdi saldır bakalım” demiş! Kendini yerlinin iyisi, iş bileni ve akıllı olduklarını sananlar kurdun halini hatırlayarak sessizleştiler.

Bunu köy muhtarı da hissetmemiş değildi:

Efendim, dedi alçak sesle, diğeri ise daha kendini büyük görmeye başladı gür sarı sakallı, ürkütmeden söyleyin, davanız varsa eğer!

“Ürkütmeden” demesine memnun olmuş gibi oturanlar gülüştü:

Efendim, söyleyin işte, hayvan mı kaybettiniz yoksa sarı kafalı insan mı kaybettiniz? dedi oturanlardan birisi.

Efendi boş bir cevap vermedi:

–Sarı kafalı kaybolmaz elinde tüfeği var, dedi kaşlarını çatarak, kaybolan hayvan işte. Memesi yere değen iki sağmal inek!

–Şüphelendiğiniz birisi var mı?

Kuzmin, eşikte oturan komşusuna doğru baktı.

–Dur, dedi Cayloobay, demin evlerinde de kavga etmişlerdi. Çek haram kolunu, sakalını da kopararak eline vereceğim şimdi! Sinirlenerek başköşe tarafına yaklaşmaya başladı: Ey köy heyeti! Ey adalet! Sağmal ineğin kesip yendiğini hiç duydunuz mu siz? Sağmal hayvan kutsal o kesilmez ki!

Kalktı:

–Ey bizde “sağmal hayvana bıçak değdirmek, çocuğunu emziren kadına el kaldırmak demek” demek değil mi? Ne dersiniz buna? Sizler bana kurt oldu demek mi istiyorsunuz?

Biri başını salladı birbiriyle omuzlarını değdirerek konuşmaya başladılar.

–Ee, buna ne dersiniz? dedi köy muhtarı.

–Bunu bilen sağmal ineğe dokunmaz, dedi aksakal.

Kuzmin:

–O zaman benim iki ineğim gökyüzüne uçmuştur, dedi herkese bakarak. Ben kaymakam başkanına bir sorayım belki onlar görmüştür. Belki onlar Çin’e gitmiştir.

“Lafına baksana”. “Korkuttuğuna bak!” diye içten düşündüler.

Ne demek! Gerçekten ineği kaybolmuş gibi. Şüphe edilenin de söyledikleri doğru. Köy muhtarı düşünüyordu, nahiye müdürleri hiçbir şey düşünemediler, aksakal içten her şeyi ölçüyordu.

–Köy muhtarı, hırsız belki dışarıdan gelmiştir. Aşağıdaki nehir ile köyden ineği çıkarmıştır. Ama onu nasıl bulacağız? dedi. Ne yapacağız, etrafımızda gündüzleri hayvan kayboluyorsa artık ne yapacağız?

Çaresizliğini hissederek:

–Ne yapacağız ki, halktan toplayıp ineğin yerini doldurmazsak dinmeyecek bu. Bunu yapmak lazım bence dedi.

Bu “halktan toplama” bir sonuç gibi görünüyordu. Kaymakam başkanı duruyorsa başta, hayır böyle olmaz diyebilecekler mi?

“Sadece iki inekmiş, ama mucuğun ineklerinin sütü de ve onun pazardaki fiyatı da yüksekmiş. Olsun boşluğunu dolduralım dediler. Belki de Allah bize bunu geri verir.”

Nasıl dolduracaklardı? “Hırsız” buradaysa:

–Her fakir aileden kişi başı elli tıyn (kuruş) biraz zengin ise bir somdan para toplama emri verildi.

Böyle bir işe kaymakamdan emir alındı. Kim karşı çıkacak ki?

Bir kabilenin halkı sayıldı, ortalama olarak iki ineğin dörde çarpılması ile her kabileye 100 som para düşüyordu.

Hayvan çok ama alan yoktu o zamanlarda, üç soma bir büyük boynuzlu öküz satın alınabilen zamandı.

–Ey, dedi akşamleyin Cayloobay komşusuna, sen bana hırsız dedin!

–Hım, ödüyor musun? dedi Kuzmin.

– “Hayvan kaybettim diyorsun” dedin.

Böyle bir yolla bir şeyin boşluğunu doldurmak halk içinde yoktu, bu yabancı yerlerde Rusların hayvancılığı korumak için kaymakam tarafından nahiye müdürüne verilen görevdi. Nakit para yok halkta, para yerine hayvan ödüyorlardı, kaybolan hayvan sahibine dört kat hesabı verilirdi. Kalan hayvan ise toplanan paranın çoğu kısmı Kaymakam Başkanına, her zaman halk arasında işi kontrol eden efendilere, biraz daha kalırsa yerli efendilere verilirdi. Kemik paylaşan köpekler gibi yerlerdi.

“Ey Allah’ım, zavallı halka şirret köy muhtarı, niyeti kötüleşen halka fesatçı köy muhtarı demek bu mu? diye birisi fark etti diğeri ise şaşırıp kaldı.

7

Kaymakam binası.

Uzun boylu Baytik eğilerek girdi. Kaymakam başkanı onun “eğilerek selam verdiğini” düşündü. Sol taraftaki sandalyeye elini işaret etti. Bu hareket “kalk” demesiydi. Bu efendinin neden bu kadar suratını astı, daha önceden ilişkileri de vardı, Baytik yavaşça yaklaştı ona. Efendi sonra yukarı baktı, öncekisi gibi gülümsemedi, hâl hatırını bile sormadı:

–İkimizi Bernıy’a çağırıyormuşlar.

Tercüman her zaman hazırdı.

–Neden? Öğrenebilir miyiz?

–Gidince göreceğiz, asker komutanı kendisi kabul edecekmiş.

–Ne zaman gitmeliyiz?

–Acele etmeliyiz, şimdi de gidebiliriz.

Dışarıda iki atlı fayton da hazırmış, Kaymakam Başkanı hemen kalktı, beraberinde Baytik de çıktı. At üstünde dizilenlerin yarısı önde yarısı arkadan gitti. Hepsinde silah vardı. Giderken özellikle buradan gittiler yer belli değil ama tanıdık yermiş, demir kapı açıldı ve fayton da oraya hemen girdi. İki efendiye iki taraftan eşlik ettiler. İki eşiğinde silahlı iki muhafız duran kapıya geldi:

–Hadi girin şimdi buraya dedi Kaymakam Başkanı. Baytik anlamadı, eliyle işaret edip “gir” dediğini anladı ve susarak eğilip demir eşikten içeri girdi. Başını kaldırıp yukarı bakana kadar arkasından demir kapı hemen kapatıldı.

Kapı ise insan değil hatta kedi bile sığmayan sivri demir tel kafesliydi. Bir tek tahtadan yapılmış çıkıntı duruyordu, daha önce biri yatmış ve başına koyduğu yastık ezilmişti bir şey yatıyordu. Sivri kapıdan ışık geliyordu.

Yabancı bir ses hissetti. Şaşırdı, kapıya gelmedi, “bu ne demek” demek de aklına gelmedi, “hapishaneye attı beni” dedi. Tahtadan yapılmış çıkıntıya zorla kendini sığdırarak oturdu. “Deli ormanın sahibi beni şikâyet etmiş demek ki” “sorar” diye ümit etti.

Günlerin birinde tercüman beş muhafızla geldi ve ortaya toplandılar. Muhafızların biri tetiği çekilen bir tabancasını direk Baytik’e doğrulttu. Ayağına ve koluna demir zincirler taktı, sonra sorgulamaya başladılar. Ne üzüldü ne de düşündü artık her şeye razıymış gibi aşağı bakıp surat astı dev boylu kişi.

Sorgu yargıcı subay şaşırdı kaldı. Ta önceki Yarbay Lerheni Oliya Atag’a kadar eşlik eden tuzemçi olduğunu yazmadı. Ama nasıl olsa hizmeti geçen birisidir!

–Siz diye saygıyla başladı, tüm Rusya’nın Tanrı Hazreti İmparatorunun değerli insanı Irıskulbek’in köyünü tahrip etmişsiniz, doğru mu?

Kazak tercümanı da çalışmaya başladı.

Baytik sadece yavaşça başını salladı, evet de hayır da demedi. Sorgu yargıcı:

–Sözlerle cevap ver! diye sinirlendi.

–Doğru dedi Baytik.

–Neden?

–Beraber olalım diye elçi gönderdim ama kabul etmedi dedi.

“Beraber” cevabını tercüman tam tersini anlamında “şüpheli maksat” anlamında anlattı.

–Cevabı peki?

Daha surat asarak kafasını eğdi aşağıya. Soru yine tekrarlandı ama sanki duymuyormuş gibi sustu. Tercüman yine sinirlendi:

–Cevap versene?

Tercümana baktığında kanının kuruduğu göründü, kibar sorgu yargıcı ise yavaşça kafasını salladı.

“Biraz daha sert olur musunuz, yoksa beni hiç önemsemiyor!” dedi tercüman.

–Söyle! diye bağırdı bu kez sorgu yargıcı.

–Söylemeye layık değil, kendisine hiç sormadınız ne dedin diye dedi Baytik.

–Sorduğum soruya cevap ver! dedi yine.

–Layık değil diyorum söylemeye! dedi Baytik.

–Demek aklamayacaksın kendini, diye sordu, biz seni araştırdık, bu saldırı da senin her zaman yaptığın saldırılarından birisi.

Tercümanı ile kendi aralarında konuştular sigara içerek. Arada bir Baytik’e bakıp gülüşüyorlardı. Baytik ise sezdirmeden onları duymaya çalışıyordu belki de “at”, “Sart” kelimelerini duyabilecekti.

Sonra:

–Ee, kaç kişi öldürdün?

–Belki kamçı değmiştir belki de üzengi değmiştir dedi Baytik, ölmüştür belki de diye ilave etti.

Tercüman ona hafif bir gülümseyişle bakıp:

–Hesaba göre altmış bin imiş? dedi şaşırmış gibi.

–Ey, dedi Baytik kalkmaya çalışarak, sen bunları nereden alıyorsun?

–Otur! dedi sorgu yargıcı, kendisi kalktı.

Baytik ise oturmadı:

–Ey, bu ağanın köyünde bu kadar insan mı varmış? diye yerinde oturmadı.

–Otur yerine diyorum, şimdi vururum dedi.

–Vur diye hiç korkmadan ona karşı geldi, vuracaksa vursun dedi, tercümana bakarak şöyle dedi:

–Ey, düşman Kalmak, sen biliyorsun her şeyi, bilmiyor değilsin, ta önceki Kenensarı saldırısındaki iki tarafı bile birleştirildiğinde de bu kadar yoktu! Şuna bak “altmış bin” imiş! Bunu bir tek ahlaksız söyler. Sen burada bana suç atarak bir yandan kalbinden davranıyormuş gibi görünüp Kalmaklar’ın öcünü almak mı istiyorsun burada?

Bir işaret edildi mi ya da gürültüden dolayı belli değil ama dışarıdan iki muhafız geldi:

– Baytik, bak işte, beni bu Rus tutuyor bir de bana vursun! dedi.

Ertesi sorgulamada bir başka suçla suçlandı:

–Sakince kendi hayatını devam ettiren üç yüz kişiden oluşan halkı göç ettirmişsin!

Baytik evet diyormuş gibi başını salladı:

–Doğru mu?

–Sözlü cevap ver. Kâğıda yazılıyor.

–Doğru, dedi Baytik. Hadi gidelim Sarı Özön’e dedim, herkes severek göç etti. Yer verdim, arıklarını bile kazdırdım, Ruslar gibi yaşasınlar istedim, ağaç dikip, duvar inşa etsinler istedim.

Tercüman “bu suçu da kabul ediyor” dedi. Sorgu yargıcı şaşırarak baktı Baytik’e:

–Herkese yer dağıtacak kadar yer senin özel mülkiyetin mi?

Baytik buna dayanamadı. Bunalarak karşısındakilere çenesini kaldırıp:

–Kimin yeri o zaman? deyiverdi.

Sorgu yargıcı ise hiç sinirlenmedi, tam tersine güldü. Tercüman ise onun dediklerini çevirdi:

–Sadece sizin yer değil hatta tüm Türkistan bile Rusya’nın özel mülkiyetine geçmiştir. Siz bilmiyor musun?

–Oy! diye tepesi attı Baytik’in. İzin almadan nasıl özel mülkiyete geçer?

Kimi doğruyu kimi ise yanlışı söylüyor diye her ikisine de baktı Baytik.

Sorgu yargıcı:

–Rus atının izi kaldığı yer Rusya’dır!

–İşte! diye gereksiz yere diğerinin söylediğine ilave etti tercüman. Soracak mı? Kendisi Yarbay Lerheni’ye eşlik ederek Ouliya Atag’a gittiğinden beri bu ülke Rusya olmuştur artık.

Baytik’in ışığı sönmüş gibiydi. “Bize ne kendimiz mi verdik?” Hiçbir zaman suçu üstüne almıyordu. Burada ise içten suçlu olduğunu hissetti.

Bu günlük yeter dediler galiba. Sorgulamayı durdurdular. Artık ezilen Baytik hücresine gönderildi.

“Bence bu dağda donup hayatını geçiren yabanileri düzlüğe getirerek onlara mahsus yer vermek için getirmiş” dedi tercüman. “Evet, dedi sorgu yargıcı, İmparatorluğun buraya halkı göç ettireceğini ve onlara ebediyen buraya yerleştireceğini bilerek bu işi yapmıştır. Demek İmparatorluğa olan karşıtlığı açık görünüyor.”

Sigara içip başını salladı.

“Biz biliyoruz bunu, deve gibi kendi istediğini yapmaya alışkındır. Bu şimdi de sonra da kolay kolay baş eğmeyecek”

“Pek önemi yoktu, ama…”

“Doğru yer ayırıp, yerleştirme sürecinin sonunda anlaşmazlıktan dolayı bir kavga çıkarıp onu oradan götürebilirdik.

“Bu yüzden işte bu yüzden arazi verdiğini, söylemeyelim, bir kişi ölse de öldürdüğünü, evlerini yaktığını söylersek yeterli olacak, birkaç yıl hapishaneye atılabilir, belki eskisi gibi sürgüne gönderilebilir biz ise işimizi bitiririz, gerisi mahkemeye kalmıştır.”

Demir kafesli kapısının dibinden giren güneş ışığı, gece boyunca uyumayan Baytik’i her gün karşılıyordu.

“Birini görmüş gibi mi oldu?” “Dışarı çık mı dedi?” Bu sadece bir görünüp bir kaybolan ümitti! Kolunu ve ayağını biraz germiş gibi olur ama bir yandan hiç aklından çıkmayan düşünce bir yandan uykusunu alamaması kokan yastığa yatmaya mecbur ediyordu. Yatsa da düşünüyor, bir türlü sakinleşemiyor, hep üzülüyor, yukarıya da bakmak istemiyor, gözleri yalnız sivri kapıya bakıyor. Artık birbiri üstüne katlanan düşünceleri kapıdan giren ışığa sanki bir perde gibi olup ışığı göremiyordu.

Demir kapıdan ses geldi. Yemek vermeye geldiler galiba! Kapıdan bir şey vereceği eşik açıldı, tabak da göründü, kapı dışından sesler geldi, sanki biri ağlıyormuş gibiydi, birisi ise onu avutuyormuş gibi. Kimdi?

–Mahpus!

Görevli yorgun sesi duyuldu. Yavaşça yürüdü kapıya doğru, artık alışmıştı ona, hiçbir şey demeden tabağı aldı. “Abi… abi” diye üzüntülü ses geldi. Tutuklu hemen başını kaldırdı, kadın sesi geldi. O yine yalancı ümitti. Hayır, ama yine kendine iyi bak abi” dedi yine. Kapı kapandı. Yine karanlık, sessizlik oluştu sinek sesi bile yoktu. “Kim? Kimdi o?”

Tabağı yere bıraktı, iştahı yoktu, sonra tabağa baktı, bir parça et vardı ve daha ılıktı. Tabağın dibinde biraz gülçötay vardı. “Kim?” diye düşündü yine. “Yoksa Apar mı geldi? Ama o abi demeyecekti bu Kazakçaydı. Hangi Kazak vardı benim için canını feda eden?”

Günler, haftalar ve aylar geçiyordu. Ama mahkemeden hala haber gelmedi.

Bazen onu akşamüstü dışarı çıkarırlardı.

“Gel dedi görevli, ayağında varmış bir de koluna zincir takalım, biz de rahat olacağız. Eğer denetlemeye gelirlerse sinirlenirsin belki.”

Baytik, bu yarı Kazakçasından sadece bunu anladı ve başını salladı. “Korkmayın sinirlenmeyeceğim” dedi sakince.

Zincire kolları sığmadı, ayakları için özel zincir yaptırmışlardı. Görevli ona bakarak “kim ne derse cevap verme, aklından çıkarma bunu” diye uyardı. Dev Baytik başını salladığından dolayı görevli biraz rahatladı.

Böylece kollarını arkasına alarak kimseye bakmadan ve kimseye önem vermeden başka mahkûmlar konuşsalar da hiç önem vermeden çölde yalnız kalan deve gibiydi.

Gökyüzünde bulutlar çoğaldı ve sisten dolayı gözle hiçbir şey görünmüyordu. Sadece güneş biraz kızarır sonra da kaybolurdu her gün.

Tabi güzel sözler söylemek iyidir, ama onlar unutuluyormuş. Daha önemlisi gönülmüş, o hep yanında olan belaymış diye kendine çok kızıyordu.

Dışarıya çıkardıklarında da mezar gibi karanlık odasında da Baza hep onun yanındaymış gibiydi. Bir şeyler söylüyordu sanki ama bu söyledikleri üzüntülü değil tersine kötü niyetliydi, onun bu haline seviniyormuş gibiydi.

“Nasıl bir şey yapmadan dururdum bu durumda?” Evet, tündüğünü18 düşürdüm, boz üyünü yaktım. “Kendisinin bana yaptığını ben de ona yaptım. Cezasını verdim?” dedi. Bununla ilk suçunu kabul ediyormuş gibiydi.

İkinci suçunu ise hiç kabul etmedi. “Biz nerede kalacağız?” diye üzüldü. Han’ı ile Oğuz Han’dan beri gelen savaş hevesi uyandığından soğuk yerde ruhu da soğuyordu, titriyordu.

Daha önce Rus askerinin yanında at binen Baytik hep gözünün önünden geçiyordu. “Kahraman yanındayken kötü bir şey gelmez” demişti. Tanıdığından onunla beraber gitmişti. “Ah!” dedi. Sanki teke tek savaşta aldatılarak yenilgiye uğramış gibiydi.

16.Kalın ve uzun yakasız üst giysisi
17.Boza
18.Kırgız çadırının tepesine örtülen keçe örtü
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6852-17-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu