Kitabı oku: «İnsanlığın yeme tarihi», sayfa 2
Tahılın İcadı
Mısır bu konudaki en uç örneklerden sadece biridir. Buğday ve pirinç de burada başlıca iki büyük besin maddesi olarak anılmalıdır, çünkü bunlar sırasıyla Yakın Doğu ve Asya’da, uygarlığın temelini oluşturmaya devam etmiştir. Benzer şekilde buğday ve pirinç, daha uygun ve verimli besin maddelerinin oluşturulmasında istenen mutasyonların üretilmesini sağlayan, insanın seçimiyle gerçekleştirilen bir çiftleştirmenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Mısır gibi buğday ve pirinç de taneli tahıllar grubuna girer. Yabani formu ile tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş formları arasındaki temel fark, tarımsal ürüne dönüştürülmüş türlerin “parçalanmaz” olması gerçeğinde yatar. Tahıl taneleri, omurga olarak bilinen merkezi bir eksene bağlanmıştır. Yabani tahıl taneleri olgunlaştığında omurga kırılganlaşmaya başlar ve rüzgârın etkisi ile savrulduğunda paramparça olur; taneler de tohum olarak etrafa saçılır. Bitki açısından bakıldığında, olgunlaşma aşamasına gelir gelmez tanelerin etrafa saçılması anlaşılabilir bir durumdur. Ne var ki, aynı şey taneleri toplama amacında olan insan için çok uygunsuz bir duruma işaret eder.
Bitkilerin küçük bir bölümündeki tek bir genetik mutasyon, tohumlar serpilirken bile gerçekleşse, omurganın sağlamlaşmasını sağlar. Bu şekilde sağlamlaşan omurgaya “sert omurga” adı verilir. Bu mutasyon söz konusu bitkiler için istenmeyen bir mutasyondur; çünkü bu şekilde tohumlarını etrafa saçamayacaklardır. Oysa yabani tahıl tanelerini toplayan insanlar için bu oldukça faydalı bir mutasyondur. Bir sonraki yılda ürün alma amacıyla toplanan tanelerin bir kısmı toprağa ekildiğinde sert omurga mutasyonu üretilmiş olur ve takip eden her yıl mutasyona uğramış sert omurga oranı artar. Arkeologlar buğday ile yaptıkları deneylerde yaşanan şeyin tam olarak bu olduğunu ortaya çıkarmış, yaklaşık iki yüz yıl içerisinde ise sert ve parçalanmaz omurgaları olan bitkilerin hâkimiyet kazandığını hesaplamışlardır. Arkeolojik kayıtlara göre bu bize, buğdayın evcilleştirilmesinin yaklaşık olarak ne kadar süreceğini göstermektedir.
Mısırda olduğu gibi, ön-çiftçiler tarımsal bir ürüne dönüştürme sürecinde buğdayda, pirinçte ve diğer tahıllarda da istedikleri belirgin özellikleri belirlediler. Buğdaydaki mutasyon, “kendi kendini harmanlayan” türlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan tanelerin üzerini saran sert kabukların daha kolay bir şekilde ayrılmasını sağlayacak şekilde gerçekleşti. Böylece taneler daha az korunaklı bir hale geldi. Yani yabani yaşam açısından bakıldığında bu mutasyon da iyiye yorulamaz. Ancak çiftçiler için bu yararlı bir şeydir; çünkü kesilmiş buğday demetlerinin harmanda dövülmesinden sonra yenilebilir tanelerin kolayca ayrılması mümkün olabilmektedir. Taneler yerden koparıldığında küçük ve üzerinde hâlâ kabukları olanların yerine kabukları olmaksızın daha iri taneli olanlar tercih edilir. Bu durumun, insana yararlı mutasyonların üretilmesinde yardımcı bir rolü olduğu söylenebilir.
Tarımsal üretim için dönüştürülen ürünlerin çoğu için ortak olan bir diğer özellik de tohumdaki uyku halinin [seed dormancy] kaybıdır. Bu, tohumun ne zaman filizleneceğini belirleyen doğal bir zamanlama mekanizması olarak işlev görür. Tohumların çoğu, büyümeye başlamadan önce, elverişli koşullarda filizlenmelerini sağlayan, soğuk ya da ışık gibi belirli uyarıcılara ihtiyaç duyar. Örneğin, soğuk hava dalgasından sonraki aşamaya kadar uyku halinde kalmayı sürdüren tohumlar, sonbahar döneminde filizlenmeyecek, kışın geçmesini bekleyecektir. Oysa çiftçiler genellikle, toprağa ekmeye başlar başlamaz tohumların büyümeye başlamasını isterler. Diyelim ki elimizde bir yığın tohum var, bunların bir kısmı tohumun uyku halini sergilesin, diğerleri ise tam tersini yapsın. Şurası açık ki, bir an önce büyümeye başlayan tohumlar, çiftçilerin toplamada öncelik tanıyacağı tohumlar olacaktır. Böylece bir sonraki ürün için de bir temel oluşturulmuş olur. Özetle, tohumdaki uyku halini ortadan kaldıracak herhangi bir mutasyon, bitkinin üretilmesini destekleyecek bir eğilimi açığa çıkarır.
Benzer şekilde yabani tahıllar da farklı zamanlarda filizlenip olgunlaşır. Bu, yağış miktarı örüntüsü ne olursa olsun, en azından tahıl tanelerinin bir kısmının ertesi yıl için tohum sağlamasını garanti altına alır. Ne var ki, aynı gün içerisinde bütün bir tahıl tarlasından hasat kaldırmak, olgunlaşmış tahıl tanelerinin kayırılması anlamına gelecektir. Fazla olgunlaşmış ya da az olgunlaşmış taneler bir sonraki yıl için tohum olarak ekildiğinde filizlenmeleri çok daha zor olur. Bir yıldan diğerine, olgunlaşma zamanındaki farklılığı aşağı çekmenin etkisi kendisini er ya da geç bütün bir tarlanın aynı zamanda olgunlaşmasında gösterecektir. Bu, bütün bir mahsulün bozulma ihtimalinin yükselmesi anlamına geleceğinden, bitki açısından bakıldığında kötü bir duruma işaret eder. Ama tersine çiftçiler için bu hayli işe yarar bir şeydir.
Duruma pirinç özelinde baktığımızda, hasadın kaldırılmasına yardımcı olmada daha uzun ve daha büyük olmak gibi kimi özelliklerin üretilmesinde, insanın sürece müdahil olmasının etkili olduğunu görürüz. Dahası, yardımcı dallar ve daha iri taneler de alınan ürün miktarını artırmaya yarar. Fakat buğday ve pirincin tarımsal bir ürüne dönüşmesi, bu ürünleri insana daha da bağımlı hale getirmiştir. Örneğin, pirinç, çiftçilerin müdahalesi sonucunda su içinde hayatta kalma yetisini kaybetmiştir. Dahası hem buğday, hem de pirinç, parçalanmaz omurga yüzünden kendi kendini yeniden üretebilme yetisini büyük oranda kaybetmiştir. Üç ana tahıl ürününden buğday, pirinç ve mısırla bunların ikincil dereceden kardeşleri arpa, çavdar, yulaf ve darının tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri benzer sonuçları ortaya çıkarmıştır: İnsan için işe yarar besinler, daha az dirençli bitkiler.
Besin elde etme amacıyla insanın hayvanları evcilleştirmesi de bitkilerdekine benzer bir sonuca yol açmıştır. Hayvanların evcilleştirilmesine M.Ö. 8000’lerde Yakın Doğu’da koyun ve keçilerle başlanmış, hemen ardından da buna sığır ve domuzlarla devam edilmiştir. (Domuzlar hemen hemen aynı zamanda Çin’de bu süreçten bağımsız bir şekilde evcilleştirilmiştir. Tavuk da M.Ö. 6000’lerde Güneydoğu Asya’da evcilleştirilmiştir.) Kendi yabani atalarına kıyasla, evcilleştirilmiş hayvanların çoğunun daha küçük beyinleri vardır; daha hafif bir görme ve işitme gücüne sahiptir. Tabii bu, hayvanların vahşi doğada ayakta kalma becerilerini büyük oranda azaltır. Ama bu durum, hayvanların daha uysal olmasına olanak sağlar ki bu da zaten çiftçilerin istediği bir şeydir.
Bu şekilde insanlar hayatta kalmada kendi türettikleri şeylere bağımlı hale gelmişlerdir –tabii bunun tersi de doğrudur. Daha güvenilir ve daha verimli bir gıda arzı sağlamakla tarım, hem yeni yaşam tarzları, hem de daha gelişkin toplumlar için bir temel oluşturmuş oldu. Bu kültürler bir dizi besin maddesine dayanmış olsalar da, bunlar içinde en önemli olanları Yakın Doğu’daki buğday ve arpa; Asya’daki pirinç ve darı ile Amerika kıtasındaki mısırdır. Bu besinsel temel üzerinde birbirinin peşi sıra ortaya çıkan uygarlıklar (Bizim uygarlığımız da buna dâhildir) varlıklarını, “genetik mühendisliği”nin sonucunda ortaya çıkmış bu çok eski ürünlere borçludur.
Tarımsal ürüne dönüştürülmüş mısır, buğday ve pirincin ilk ortaya çıktığı merkezler.
Yaratılış Hikâyelerinde Besin
Dünyanın yaratılması ve uzun bir barbarlık döneminin ardından uygarlıkların ortaya çıkmasını konu edinen pek çok efsane ve menkıbede, bu borç dile getirilmiş; yukarıda anlattığımız tarım ürünlerinin bu süreçte oynadığı hayati role vurgu yapılmıştır. Örneğin, Aztekler insanın beş seferde yaratıldığına inanıyorlardı. Her kuşak bir öncekine göre bir gelişme anlamına geliyordu. Bu anlatıda teosinte adı üçüncü ve dördüncü yaratılışta insanın başlıca besini olarak geçmektedir. Beşinci, yani son aşamada ise insan kendini mısır ile beslemiş ve büyütmüştür. Bu aşamadan sonra insan gelişmiş, kendi neslini devam ettirenler, süreç içerisinde, dünyayı bir yerleşim yeri haline getirmişlerdir.
Mayaların Popul Vuh isimli kutsal kitaplarında anlatılan yaratılış hikâyesi de insanın yaratılması aşamasında tekrarlanan girişimlerden bahseder. Tanrılar erkeği ilk önce çamurdan yaratmıştır. Ancak ortaya çıkan yaratıklar zar zor görebilen, hiç hareket edemeyen ve sonunda da suyun etkisine karşı koyamadan yok olup giden varlıklardır. Bu yüzden tanrılar işe tekrardan soyunup erkeği odundan yaratırlar. Yaratıklar bu sefer dört ayak üzerinde yürüyebilir ve konuşabilirler; ancak kanları ve ruhları olmadığından tanrılarını şereflendirmede üzerlerine düşen görevi yerine getiremezler. Sonuç olarak tanrılar bunları da ortadan kaldırırlar. Böylece elde, ağaçlarda yaşayan birkaç maymun dışında bir şey kalmaz. Nihayet, erkeği ne tür bir malzemeden yaratacaklarına dair yaptıkları uzunca tartışmalardan sonra tanrılar, üçüncü kuşak erkeği beyaz ve sarı mısır başaklarından yaratırlar: “Erkeğin vücudunu sarı ve beyaz mısırdan; kollarını ve bacaklarını mısır küspesinden yarattılar. Yaratılan dört adamın (ilk babalarımızın) vücudu için de sadece mısır küspesi kullanıldı.” Mayalar, soylarının bu dört adama ve bunların hemen ardından yaratılan eşlerine dayandığına inanırlar.
Mısır bitkisi, İnkaların kendi kökenlerine dair anlattıkları hikâyede de yer almaktadır. Söylendiğine göre, eski zamanlarda Titicaca Gölü etrafındaki insanlar, aynı yabani hayvanlar gibi yaşamaktaydı. Güneş tanrısı İnti onlara acıdı ve bu yabani insanları medenileştirmek için onlara (aynı zamanda birbirleriyle evli olan) oğlu Manco Capac ile kızı Mama Ocllo’yu gönderdi. İnti, oğlu Manco Capac’a altından bir değnek verdi. Bununla toprağın bereketine ve mısır yetiştirmeye uygun olup olmadığına bakmasını istedi. Uygun bir yer bulunduğunda bir devlet kurulacak ve güneş tanrısına nasıl ibadet etmeleri gerektiğine dair Manco Capac ve Mama Ocllo kendi halklarını eğiteceklerdi. Evli çiftin yolculukları onları altından değneklerinin toprağa gömüldüğü Cuzco Vadisi’ne götürdü. Manco Capac bu insanlara çiftçiliği ve sulamayı öğretirken Mama Ocllo da onlara iplik eğirmeyi ve örgü örmeyi öğretti. Böylece bu vadi İnka uygarlığının merkezi oldu. Beslenmelerinde patates hayli önemli bir yer tutsa da mısır, İnkalar tarafından kutsal bir ürün olarak kabul edilmiştir.
Pirinç de benzer şekilde yetiştirildiği ülkelerde sayısız efsaneye konu olmuştur. Çin efsanelerinde pirinç, açlığın eşiğine gelip dayanmış insanlığı kurtaran bir şekilde resmedilmektedir. Anlatılan bir hikâyeye göre Tanrıça Guan Yin, açlıkla boğuşan insanlara acımış ve bunun önüne geçmek için göğüslerini sıkarak süt çıkarmak istemiştir. Akan süt pirinç taneleri yetişsin diye boş çeltik tarlalarına dolmuş, Tanrıça da göğüslerini biraz daha sıkarak ortaya çıkan kan ve süt karışımının bitkilerin içine dolmasını sağlamıştır. İşte bu, pirincin niçin hem kırmızı, hem de beyaz türünün olduğunu açıklamak için anlatılan bir hikâyedir. Bir başka Çin hikâyesi ise avlanmak için neredeyse hiçbir hayvanın kalmadığı bir zamanda meydana gelen büyük bir sel baskınından bahseder. İnsanlar yiyecek ararken bir ara sağa sola sallanan kuyruğunda uzun, sarı tohum demetleri ile kendilerine doğru koşturan bir köpek görürler. Sonra bu tohumları toprağa ekerler. Elde ettikleri pirinç ile açlıklarını ebediyete kadar defederler. Endonezya’da ve Hindiçin adaları boyunca uzanan coğrafyada anlatılan farklı efsanelerde ise pirinç zarif ve erdemli bir bakire kız olarak resmedilir. Endonezyalı Pirinç Tanrıçası Sri, insanları açlığa karşı koruyan yeryüzü tanrıçasıdır. Hikâyelerden biri, şehvet düşkünü Tanrı Kral Batara Guru’dan korumak için Sri’nin diğer tanrılarca nasıl öldürüldüğünden bahseder. Bedeni toprağa gömüldüğünde pirinç, tanrıçanın gözlerinde filizlenir ve göğsünde mumsu pirinç yeşerip büyümeye başlar. Büyük vicdan azabı yaşayan Batara Guru ekip biçmeleri için bu ürünleri insanlığa bahşeder.
Bugünkü Güney Irak’ın kadim halkı Sümerler tarafından anlatılan uygarlığın doğuşu ve dünyanın yaratılışı hikâyesi, insanların yaşadığı ama henüz tarımın bilinmediği, Anu’nun dünyayı yaratmasından sonraki bir zamana gönderme yapar. Henüz Tahıl Tanrıçası Ashnan ve Koyun Tanrıçası Lahar ortaya çıkmamış; zanaatkârların efendisi Tagtug dünyaya gelmemiş ve Sulama Tanrısı Mirsu ile Sığır Tanrısı Sumugan ise insanlığa yardım etmek için henüz doğmamışlardır. Sonuç itibariyle, “İnsanların el üstünde tuttuğu bolluk ve bereketin kaynağı buğday ve arpa henüz bilinmiyordu.” İnsanlar ot yiyip su içiyorlardı. İşte böylesi bir zamanda, tanrılarına yiyecek sağlasınlar diye tahıl ve sürü hayvanları tanrıçaları yaratıldı. Ama tanrılar ne kadar yerse yesin fayda etmiyordu, çünkü karınları doymuyordu. Tanrılarına düzenli olarak besin sağlayan uygar insanın ortaya çıkışıyla birlikte tanrıların karnı doyurulmuş oldu. Tarımsal ürüne dönüştürülen bitkiler ve evcilleştirilen hayvanlar, tanrılarına düzenli olarak besin sağlama derdinde olan insana bahşedilen birer armağandı. Bu hikâye, insanların henüz avcı-toplayıcı olduğu, tarımın yapılmadığı döneme ait bir anlatı olarak belleklerde yer edinmiştir. Benzer şekilde, tahıl tanrıçaları için söylenen bir Sümer ilahisi, şehirlerden, tarlalardan, koyun ağılları ve sığır ahırlarından önceki bir barbarlık dönemini, diğer bir deyişle tahıl tanrıçalarının yeni bir uygarlık döneminin kapısını açtığında sona eren dönemi anlatır.
Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesine dair genetik temelli çağdaş açıklamalar, hakikaten tam da bu eski ve şaşırtıcı biçimde birbirine benzeyen yaratılış efsanelerinin modern, bilimsel versiyonlarıdır. Bugün şunu söyleyebiliriz ki, avcılığın ve toplayıcılığın terk edilmesi, bitkilerin tarımsal birer ürüne dönüştürülmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ve çiftçiliğe dayalı yerleşik yaşam tarzına geçilmesi, insanlığı modern dünyaya giden rotanın içine sokmuştur. Esasında bu ilk çiftçiler tarihin ilk modern, “uygar” insanları olarak kabul edilmelidir. Bizim anlatımımızın, çeşitli yaratılış efsanelerince anlatılan hikâyelerden daha az renkli bir anlatım olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak kilit öneme sahip tahıl ürünlerinin tarımsal birer ürüne dönüştürülmelerinin uygarlığın doğuşuna doğru atılmış çok önemli bir adım olduğu kesindir. Şüphe yok ki, anlatılan bu eski hikâyeler, bahsettiklerimizden çok daha fazlasını kapsar.
2
Modernitenin Kökleri
Toprak senin yüzünden lanetlendi; yaşamın boyunca emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
–İNCİL (Yaratılış 3:17)
Tarıma Geçişin Gizemi
Bitkilerin tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri ve hayvanların evcilleştirilme mekanizması anlaşılabilir süreçlerdir; ancak insanların motivasyonlarını açıklamak söz konusu olduğunda bu süreçler, bize çok az şey anlatır. Hakikaten de insanların niçin avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçtiği, insanlık tarihinin en eski, en girift ve belki de en önemli sorularından biridir. Bu oldukça gizemli bir sorudur, çünkü gerek beslenme açısından, gerek diğer açılardan, avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş insanı, büyük ölçüde daha yoksul ve yoksun bir hale getirmiştir. Öyle ki, bir antropolog tarıma geçişi aynen şu sözlerle yorumlar: “İnsan ırkının yaptığı en büyük yanlış.”
Tarımla karşılaştırıldığında avcı-toplayıcı bir yaşam tarzına sahip olmak çok daha fazla eğlenceli olmalıdır. Avcı-toplayıcı gruplar üzerine araştırmalar yürüten modern antropologlar, bugün yaşamaya zorlandıkları en ücra yerlerde bile yiyecek toplamanın, bu insanların zamanlarının sadece küçük bir kısmına tekabül ettiğini söylemektedir. Öyle ki bu süre, tarım ile aynı nicelikteki besini elde etmek için gerekenden çok daha kısadır. Örneğin, Kalahari’li !Kung Buşmanlar1 haftada on iki ila on dokuz saati yiyecek toplamak için harcamaktadırlar. Tanzanya’nın Hazda göçebeleri, aynı iş için on dört saatten az bir vakit ayırmaktadır. Bunun insana hobileri ve sosyalleşme için ne denli fazla bir boş zaman bırakacağı açıktır. Bir antropolog, halkının niçin tarıma geçmediği sorusunu yönelttiğinde bir Buşman buna şöyle cevap vermiştir: “Dünyada bu kadar çok mongongo cevizi varken niçin ekip biçme işine girişelim ki?” (!Kungların beslenmesinde çok önemli bir yere sahip olan mongongo meyvesi ve cevizi, yabani ağaçlardan toplanmakta, üretilmeleri için hiçbir çaba harcamaksızın doğada halihazırda bol miktarda bulunmaktadır.) Sonuç itibariyle, avcı-toplayıcılar haftada iki gün çalışır ve beş gün dinlenirler.
Tarım öncesi dönemlerde avcı-toplayıcı insanların yaşamları bugüne kıyasla muhtemelen çok daha zevkliydi. Tarıma geçişin, sanatsal işlerle uğraşmak, yeni zanaat ve teknolojiler geliştirmek gibi işlerde insanlara daha fazla zaman bıraktığı düşünülmüştür. Bu açıdan tarım, avcı-toplayıcıların kıt kanaat geçindikleri yaşam tarzlarından kurtulmaları şeklinde gösterilir. Ne var ki tersi durum da bir o kadar doğrudur. Tarım, toprak birimi başına daha fazla besin üretimine olanak sağladığından daha üretken bir aktivite olarak görünür. Yirmi beş kişiden oluşan bir grup insan sadece yirmi beş akrelik2 [yaklaşık 101.000 m2’lik] bir arazi üzerinde tarım yaparak varlıklarını sürdürebilir. Avcılık ve toplayıcılık ile hayatta kalmada kendilerine gerekecek on binlerce akrelik alandan çok daha küçük bir alandır bu. Ancak harcanan saat başına üretilen besin miktarıyla ölçüldüğünde tarımın daha az üretken bir aktivite olduğu ortaya çıkar. Diğer bir deyişle tarım aslında çok daha zahmetli bir iştir.
Kuşkusuz, gösterilen çaba, yetersiz beslenme ya da açlık konusunda insanların artık endişelenmemeleri anlamına gelseydi değerlidir denebilirdi, değil mi? Cevabı size kalmış. Bununla birlikte, avcı-toplayıcıların kendilerinden sonra gelen ilk çiftçilere göre çok daha sağlıklı olduğu görülmektedir. Arkeolojik bulgulara göre avcı-toplayıcılara kıyasla çiftçiler diş minesi rahatsızlıklarına daha fazla yakalanmaktaydı. Avcılık ve toplayıcılığa nazaran tarım daha az çeşitli ve daha az dengeli bir beslenme biçiminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Buşmanlar birkaç çeşit besin maddesiyle idare etmek yerine yaklaşık yetmiş beş farklı tip yabani ot yemektedir. Tahıl ürünleri, yüksek kalorili besin depoları olsa da bunlar temel besin ögelerinin tamamını içermezler.
İşte bu yüzden çiftçilerin boyları avcı-toplayıcılara göre daha kısadır. İskelet kalıntılarından hareketle boy farkını saptamak mümkündür. Örneğin, dişlerden yola çıkarak adlandırılan “diş çağı” ile uzun kemiklerin boyları ile ifade edilen “iskelet çağı” karşılaştırılarak bu saptama yapılabilir. Diş çağından daha düşük derecede olan iskelet çağı yetersiz beslenmeden kaynaklanan bodur büyümenin kanıtı olarak gösterilir. Yunanistan ve Türkiye’deki iskelet kalıntıları, yaklaşık 14.000 yıl önce son buzul çağının bitiminde, avcı-toplayıcıların ortalama uzunluklarının erkeklerde 175 santim, kadınlarda ise 165 santim olduğunu ortaya koymaktadır. M.Ö. 3000 itibariyle, yani tarıma geçtikten sonraki bir zamanda, bu ortalamalar erkeklerde 160 santime, kadınlarda ise 152 santime kadar düşmüştür. Yalnızca modern zamanlarda insanlar avcı-toplayıcı atalarının boyuna erişebilmiştir. Ama bu da sadece dünyanın en zengin bölgeleri için geçerli olan bir durumdur. Bu arada Yunanlar ve Türkler, Taş Devri atalarına göre bugün hâlâ kısa boyludur.
Bununla beraber çoğu hastalık, kemikleri yapısal yönden hasara uğratmıştır. Kemikler üzerine yapılan çalışmalardan anlaşıldığına göre çiftçiler, yetersiz beslenmeden kaynaklı çeşitli hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmışlardı. Avcı-toplayıcılar ise bu tür hastalıklara ya nadiren yakalanmış ya da hiç yakalanmamıştır. Avcı-toplayıcıların yakalanmadığı hastalıklar arasında şunlar vardır: raşitizm (D vitamini eksikliğinden kaynaklanır), iskorbüt (C vitamini eksikliğinden kaynaklanır) ve anemi (demir eksikliğinden kaynaklanır). Yerleşik yaşam tarzının bir getirisi olarak çiftçiler aynı zamanda cüzam, tüberküloz ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklara karşı da daha hassastı. Tahıl ürünlerine olan bağlılıkları ortaya başka sonuçlar da çıkarmıştı: Kadın iskeletleri genellikle eklem hastalıklarının; ayak parmakları, dizler ve beldeki bozuklukların birer kanıtını sunar. Tüm bunlar aslında tahıl tanelerini öğütmek için el değirmeninin günlük kullanımı ile ilişkilidir. Diş kalıntıları, çiftçilerin avcı-toplayıcıların hiç bilmediği, diş çürüklerinden kaynaklı sorunlar yaşadıklarını göstermektedir. Bu çürükler, tahıl ağırlıklı besinlerdeki karbonhidratların, yiyecekler ağızda çiğnenirken oluşan salyadaki enzimler tarafından şekere dönüştürülmesiyle alakalıdır. Böylece iskeletlerin incelenmesiyle saptanabilen yaşam süresi de düşmüştür. Illinois Nehir Vadisi’nden elde edilen kanıtlar, avcı-toplayıcılarda yirmi altı yıl olan tahmini yaşam süresi ortalamasının, çiftçilerde on dokuza kadar düştüğünü göstermektedir.
Bazı arkeolojik kazı yerlerinde, avcı-toplayıcıların gitgide yerleşik yaşama geçmesi ve takip eden süreçte de tarıma başlamalarıyla birlikte sağlıkta gerçekleşen değişimin seyrini takip etmek mümkündür. Tarımla uğraşan gruplar yerleşik yaşama geçip nüfuslarını artırdığı ölçüde yetersiz beslenme, parazit ve bulaşıcı hastalıklara yakalanma vakalarında artışların yaşandığı görülmektedir. Başka kazı yerlerinde ise yan yana yaşamış avcı-toplayıcı ve çiftçilerin yaşam koşullarını mukayese etmek mümkün olabilmektedir. Yerleşik çiftçiler her durumda, konargöçer komşularına kıyasla daha sağlıksız bir durumdadır. Çiftçiler hem daha az çeşitli, hem de daha az besleyici yiyecekler elde etmek için uzun ve zahmetli bir çalışma yürütmek zorundaydılar; bir de hastalıklara yakalanmaya daha fazla meyilliydiler. Peki, tüm bu zorluklara rağmen insanlar niçin tarıma geçmiş olabilir?