Kitabı oku: «Hürrem», sayfa 3
Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek ve bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere, enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşüne dalarken, Sultan Süleyman da çadırından çıktı. Sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların oluşturduğu bin renkli hale içinde orduyu takip etmeye başladı. Atlı yaya yüz bin askerin ve Hünkârın yürüyüşünü seyrederek kendinden geçen halk bu kahramanları çılgınca alkışlıyordu.
Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhtan daha sert bir yüz taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi, Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o gururlu gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz halinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı, fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle gözlerden saklı tutuyordu. Hünkârın kaderi değiştiren, kazayı yenen kudreti şu duvarlara şeffaf bir yüz veremezdi.
Süleyman, atını biraz daha yavaş sürmeye başlamış, oradan uzaklaşmamak ister gibi görünür olmuştu. İşte o sırada ve saray kapısının tam önünde, ihtiyar bir kadın kalabalık arasından fırladı, peykleri ve solakları geçerek Hünkârın yanına kadar geldi, üzengisine yapıştı.
“Dur,” dedi, “beni dinle!”
Padişahın etrafında yürüyenler bu cüretin nasıl cezalandırılacağını tahmin etmeye çalışırken, Süleyman dizginleri çekti. Kendini orada alıkoymakla mutlu eden kadının ellerini öpmek ister gibi davranarak şen şen sordu.
“Söyle anacığım, söyle. Kulağım sende, derdini sıkılmadan anlat.”
Üsküdarlı kadın, elini üzengilerden çekmedi, yanık yanık söylenmeye koyuldu.
“Bu gece yatağıma girerken üç keçim, iki koyunum, birkaç bakırım, bakracım, kilimim, minderim vardı. Uyandığım vakit bunları aşırılmış gördüm. Şimdi ne sağacak malım, ne sarınacak şalım var. Beni soydular, soğana çevirdiler, kuru hasır üzerinde bıraktılar. Elim böğrümde kaldı. Allah diyorum, başka bir şey demiyorum. Erim yok, dölüm yok. Kimsesiz bir eksik eteğim. N’ideyim, nasıl geçineyim?”
Süleyman, bu saf şikâyeti dinlerken gözlerini saray kapısından ayırmıyordu. Bir aralık, kapıdaki kafesimsi iki üç gözetleme deliğinin kımıldanır gölgelerce kapanıp açıldığını sezdi, için için titredi. Demek ki kapının ardında insanlar vardı ve bu minimini deliklere gözler yapışıktı. Kendisi Hürrem’in alay seyretmek üzere bu saraya getirilmesini emrettiğine göre deliklerde oynaşan gözlerin bir çifti de onun olsa gerekti. O hâlde Hürrem oradaydı ve kendini görüyor, dinliyordu.
Bu seziş onu sarhoş ettiğinden şikâyetçi kadınla eğlenmek istedi. Maksadı kapı önünde biraz daha oyalanmak ve Hürrem’e biraz daha yakın kalmaktı. O sebeple sordu.
“Evine giriyorlar, koyunlarını keçilerini melete melete alıp götürüyorlar, ne bulurlarsa bohçalayıp aşırıyorlar. Sense duymuyorsun. Bu kadar ağır uyku olur mu ya?”
Bu şakayı bir hakaret sayan bağrı yanık kadın, ellerini üzengiden çekti, gözlerini Hünkârın yüzüne dikti.
“Uyuyordum,” dedi, “çünkü seni uyanık sanıyordum!”
Sert ve yüksek bir sesle savrulan bu cevabın ağırlığı dinleyenlerin başlarını göğüslerine eğdirirken, Sultan Süleyman bir kahkaha patlattı.
“Hakkın var,” dedi, “biz uyumasak bu işler olmaz. Suç hırsızlarda değil bizdedir. Çalınan malı ödemek de bize düşer.”
Ve haremağalarından birine emir verdi.
“Bu kadını valideme götür, ona bir kese altın verilsin, bir de ev bağışlansın.”
Süleyman, Hürrem’e doya doya yüzünü göstermiş olmaktan ve minimini deliklere yapışık gözlerinden sızan ışığı ruhuna sindirmekten doğma bir ferahlık içindeydi. Evi soyulan kadına bir ev değil, bir ülke bağışlasa az bulacaktı. Kadın da memnundu; dili döndüğü kadar dua ve teşekkür ediyordu. Halk ise Hünkâra ders veren kadını imrene imrene alkışlıyordu.
* * *
Ordunun Üsküdar’dan sonra ilk menzili Maltepe’ydi. Sultan Süleyman orada donanmanın Marmara’ya süzülüşünü seyretti. Üç yüz parça gemi, şişirilmiş yelkenlilerle bir sürü kuğu kuşu gibi denizi yarıp gidiyordu. Bu gidişte, yarın alev olup düşman kalelerini yakacak beyaz ve kudretli bir tebessümün uçuşu seziliyordu. Ordu, o her neferi bir hükümdar kadar heybetli görünen ordu, ardından koştuğu zafer perisinin konakladığı bucakları denizden sarmaya giden gemileri “Yaşa!” sesleriyle Maltepe zirvelerinden uğurlarken, Padişah da otağına çekildi, menzil cetvelini bir daha gözden geçirdi, sonra başını ellerinin içine aldı, uzun uzun Hürrem’i düşündü ve birden kaleme sarıldı. Anasına heyecanlı bir mektup yazdı, küçük kıza iyi bakmasını rica etti ve kâğıdın sonuna şu satırları kondurdu:
“Yeniçeri kullarım, sipahilerim, bütün askerî tayfa sevinç içinde. Yarın yapılacak savaşlar bu yiğitleri şimdiden mest ediyor. Ben de sabırsızlanıyorum, bir an önce Rodos’a varıp düşmana saldırmak istiyorum. Fakat yarını bugüne getirmek elimizde değil. Biz güne hâkim olamıyoruz, günler bizi yönetiyor. Bundan da canım sıkılıyor, içime gazel düzmek hevesi çöküyor. Bizi duayla anmanıza vesile olsun diye kaleme aldığımız beyitlerden birini işte yazıyorum. Hürrem Türkçe öğrenmiş olsaydı sizinle okur ve aşka gelirdi. Bununla beraber, kendisine beyitimizin tadını hissettirmeniz iyi ve hoş olur. Yüreğimizden taşıp kağıda dökülen söz şudur:
Sûre-i velleyl okurdum dün namazı şâmda,
Zülfün andım dilberin, nittim, ne kıldım bilmedim.”
Süleyman, dilber yerine açıkça Hürrem diyemedeğinden dolayı enikonu hayıflanıyordu. Fakat Yavuz’un karısı olduğu için şiirin inceliklerini kavrayabilecek kadar olgunlaşan annesinin, dilberden maksadının ne olduğunu anlayacağını umarak teselli oluyordu.
Bir yükten kurtulmuş gibi seviniyordu. Çünkü yazdığı şu beyitle Hürrem’e aşkını ilân etmişti. Bir aşkın itirafı ise bir hükümdar için bile büyük bir yükten kurtuluş demekti. Söylenilmeyen, açığa vurulmayan aşk, ışığı hapsolunmuş aleve benzer. O alevin özgür bir şekilde yanması ve bulunduğu yeri yakması için mahpusluktan kurtulması gerekir. Aşkların itirafı işte bu neticeyi verir ve sevgilisine aşkını itiraf edebilen adam, bir yükten kurtulmuş gibi sevinir.
Süleyman da seviniyor, hürriyete kavuşmuş gönül alevinin yaktıkça sevinç doğuran ateşini doya doya duyarak tatlı bir acının zevkini yaşıyordu. Annesinin onun hislerine tercüman olacağından ve mektuba sarılı arzularını Hürrem’e damla damla tattıracağından emindi ve bu rahatlıkla belirsiz hülyalara doğru kollarını açarak geriniyor, geriniyordu.
Bununla beraber, üzerinde yürüdüğü yolun kendisine yüklediği görevleri de unutmuyordu. Her gün Piri Paşa’yı huzuruna kabul ederek ordu işleri hakkında görüşüyor, en basit meselelere kadar bilgi alıyor ve güvenlikle ilgili önemli emirler veriyordu. Yine her gün köylülerle temas ediyor, onların dertlerini dinliyor ve bol bol para dağıtıyordu. Saray adamları, biraz fazlaca yapılan bu bahşişleri onun cömertliğine, fukara severliğine hamlederek şaşkınlıkla karışık bir sevinç duyuyorlardı. Hâlbuki o, eski Süleyman’dı. Para işlerinde dengeli davranmayı ihmal etmezdi. Fakat, “Hürrem’in sağlığı, gönlünün mutluluğu,” için eşsiz bir bonkörlük gösteriyordu.
İşte bu şekilde Maltepe’den Çukurçayır’a gelindi, oradan Hereke’ye varıldı. Süleyman bu menzilde sabırsızlık gösterdiğinden, iki günlük yol bir günde alınarak Çınarlı’ya ulaşıldı, sonra sırasıyla Yıldızköprüsü, Kazıklı, Dikilitaş, Pamukçu, Yenişehir, Akbıyık, Zincirliköy, Derbent, Kızılkaya ilçeleri aşıldı ve Kütahya Ovası’na konuldu. Hünkârın titizliği ve sabırsızlığı ara sıra nüksettiğinden bir kısım konak yerleri geçiliyor ve iki menzil bir ediliyordu.
Savaş kokusu, zafer kokusu, şeref kokusu bütün orduyu kanatlandırmıştı. Her neferde uçma isteği görülüyordu. Bundan ötürü Hünkârın iki konaklık yeri bir günde aşmak için sık sık gösterdiği arzuya hemen herkes katılıyordu.
Kütahya Ovası’nda geçit resmi yapıldı, bu yüzden bir gün duruldu. Sonra Altıntaş Ovası, Pınarbaşı, Ece Köyü, Sıçanlı Düzlüğü geçildi, Sandıklı Ovası’na varıldı. Burada, donanmayla Rodos’a ulaşarak yanındaki fırkaları adaya çıkarmış bulunan Serasker Mustafa Paşa’dan uzun bir rapor geldi.
Cenk eri Vezir, şövalyelerin uzlaşmaya yanaşmadıklarını bildiriyordu. Bu haber, bilinen bir şeyi tekrarlamaktan ibaret gibi görünmekle beraber Süleyman’ın dikkatini çekmekten geri kalmadı. Hele Seraskerin, “Adadan artık kuş dahi uçup kaçamaz, kafeste kalanlar yine kafeste can vereceklerdir,” şeklinde bir cümle yazmış olması o dikkati arttırdı. Çünkü bu rapordan o, Cem Sultan’ın oğlunun adadan kaçırılmadığını ve şövalyelerin de ondan yararlanmayı henüz düşünmediklerini anlamıştı.
Süleyman şimdi daha sabırsızdı; durmadan yürümek ve orduyu da yürütmek istiyordu. Hâlbuki yol güçleşmiş, geçilmesi kolay olmayan bir bataklık hâlini almıştı. Her güçlüğü yenmek kudretini taşıyarak doğan Türk kahramanları, o sıra sıra bataklıkları, o dizi dizi uçurumları ve bayırları da yaman bir süzülüşle aşmayı başardılar. Üç gün ağızlarına bir katre su koymadan, koyamadan yürüdüler, İlpınar önüne vardılar. Artık yolun çoğu alınmış, azı kalmıştı.
Rodos, İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları söylemeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca arası aşılıp Çoban Ilıcası’na varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bu haberlerin başında, Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardorna Kalesi’ni bir kanlı baskınla zaptetmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilâverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya… En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu olaydaki inceliği kavradığından, haklı bir gurura kapılıyordu. Dalmaçya kahramanlarına Çoban Ilıcası Karargâhı’ndan selâmlar uçuruyordu.
Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalı beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.
Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz açık bir işaret, aşka yorulabilecek bir kayıt yoktu. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendi sağlığından ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan ilgilendiğini, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için onu zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve Padişahın vaziyetini nasıl buluyordu? Valide Sultan hiç bu noktalara değinmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde, “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi, ‘Efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün, ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün, ‘İyi o, çok iyi,’ diye sevinç gösteriyordu,” şeklinde bir açıklama yapmıştı.
Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi, Hürrem’den uzunca bahseden satırları on kere, yüz kere okumuş ve her kelimeden bir anlam çıkarmaya savaşmıştı. Kızın, kendisini anarken Valide Sultana karşı “Aslanınız” demiş olmasında tadına doyulmaz bir incelik buluyor ve şimdi “Aslanınız” diyen ağzın bir gün alevli bir arzuyla “Aslanım” diye inleyeceğini düşündükçe heyecanlara kapılıyordu.
Sözün kısası Hürrem ve savaş, Süleyman’ın yüreğini paylaşan iki büyük kuvvetti. Biri harekete geçince öbürü susuyor ve ardından susan taraf ortaya çıkarak berikini sessizliğe davet ediyordu. Toplar gürlemeye, kılıçlar işlemeye başlayınca Hürrem’i temsil eden kuvvet belki uzun bir zaman hareketsiz kalacaktı. Süleyman, pek yakınlaşan o dakikaları düşündükçe üzülüyordu. Ancak savaş sonunda kalbini tamamıyla Hürrem’e vereceğini hatırladıkça üzüntüsü geçiyor ve benliğine garip bir huzur geliyordu.
Süleyman, ordu ve hükümet işleriyle beraber bu gönül muhasebesini de düzen içinde yürütmekten geri kalmayarak hedefe doğru yürüdü, yol aldı, Kırksöğüt menziline vardı. Orada akrep çoktu ve bir çocuk pençesi büyüklüğünde bulunan bu zararlı yaratıklardan hayli sıkıntı çekildi. Onun için çadırlar erken yıktırıldı, iki menzil bir yapılarak Bozdoğan Suyu’na gelindi.
Süleyman, bu konak yerine gelinceye kadar merhametli, şefkatli, cömert bir hükümdar görünmüştü. Herkese karşı nazikti, çünkü gün doğarken Hürrem’i anıyor ve bu anışla neşeleniyordu. Gün batarken ise mutlaka İstanbul’dan bir ulak gelip yâr-ı can dediği kızın sağlığını müjdeliyordu. Bozdoğan Suyu menzilinde bu haber gelmedi ve Süleyman’ın da rengi, tavrı, hâli değişti.
İlk defa olarak o, gurubu tatsız, geceyi tatsız ve hayatı tatsız buluyordu. Annesinden gelen ve Hürrem’den bahseden her yeni mektubu okuya okuya dolaşırken engin sahralar kadar geniş bulduğu otağ, o gün gözüne mezarlar kadar dar ve karanlık gelmişti. İpekli ve yaldızlı perdeler, benliğini sarmaya savaşan kefen parçaları gibi sinirine dokunuyor, zarif oymalı direkler bağrına saplanmak için hazırlanmış birer mızrak gibi gözüne hain görünüyordu.
Genç Hünkâr eski mektupları okumakla bu sinir buhranından kurtulmak istedi, başaramadı. Geriye sıra sıra atlılar çıkararak İstanbul’dan gönderildiğine emin olduğu ulağı arattı ve gidenlerin geri gelmesini ümit içinde bekleyerek oyalanmaya çalıştı, yine buhrandan sıyrılamadı. İçinde kırmak, yıkmak ve devirmek ihtiyacı hâkimdi; zincirden boşanmış, fakat yine kafeste kalmış bir pars hırsıyla otağında dolaşıyor, boyuna homurdanıyordu.
İşte bu sırada Piri Paşa huzuruna geldi.
“Kocaları seferde olan eksik etekleri rüşvet alıp başkalarına nikâhlayan, akçesiz hüküm vermeyen, koca bir şehri haraca bağlayan Kara Kadı, Konya’dan geldi. Şikâyetçileri de beraber. Ne ferman buyrulur?”
Süleyman şöyle bir duraladı, nefsiyle mücadele eder gibi göründü ve sonra gürledi.
“As bir ağaca teresi, sallansın dursun!”
“Ordu kadısından fetva alsak, uygun olmaz mı?”
“İlkin herifi asarsın, sonra kendine gerekse fetvasını alırsın.”
Kara Kadı’yı suçlayan Piri Paşa’ydı. Fakat o, suçlunun mesleğinden çıkarılmak ve bir yere sürülmek yoluyla cezalandırılacağını umuyordu. Hünkârın ulu orta idam hükmü vermesi üzerine koca Vezir şaşırdı, bir şeyler söylemek istedi, beceremedi, süklüm püklüm huzurdan çıktı, mahkûmu cellâtlara yolladı. Süleyman onun arkasından homurdanıyor ve hayaletlere sesleniyormuş gibi boşluklara baka baka söyleniyordu.
“Hele ulaklar geciksin, hepiniz, hepiniz Kara Kadı’ya dönersiniz, ağaç dallarında sallanırsınız.”
Onun bu zalim isyanı, hiç şüphe yok, hain neticeler verecekti. Bereket versin ki beklenilen ulak geldi. Valide Sultanın küçük bir rahatsızlık geçirmesinden dolayı günlük raporu yollamadığı anlaşıldı ve mektuplaşma meselesi yine düzene girdi. Süleyman, Hürrem’in sağlık haberini almadan Bozdoğan Suyu’nu terk etmemiş ve bir gün orada kalmak Kara Kadı’nın idamına halkın tepkisini anlamak bakımından faydalı olmuştu. Ordu ve civar köyler ahalisi bu olayda, adalet kaygısının her şeye tercih edildiğini görerek Hünkârı takdir ediyordu. Bir ağaç dalında cüppesiyle, kavuğuyla sallanıp duran ölünün şahsında rüşvetçiliği, haksızlığı, zulmü cezalandırılmış bularak bu olayı candan alkışlıyordu. Yalnızca Hasodabaşı İbrahim işin içyüzünü anlıyor ve Kara Kadı’nın Hürrem’den haber gelmemesi uğrunda gittiğini apaçık seziyordu.
Yine bu Bozdoğan Suyu menzilinde, Rodos’u uzaktan yakından beneklemekte olan küçük adalardan Halke’deki Herek Hisarı’nın lâğımlar yürütülerek düşürüldüğü haberi alındı ve hayra yorularak şenlikler yapıldı. Her çadırda şu ilk zafer şerefine meşale yakılıp destanlar söylenirken Süleyman kendi otağı önüne çıkmıştı. Askerin pırıltılı ve gürültülü neşesine gözünü, kulağını vererek Hürrem’i düşünüyordu ve bu nurlu sevinç içinde can dediği, canan dediği kadınla kendi kalbini kucaklaştırıyordu.
Bozdoğan Suyu, ordu için uğurlu gelmekle beraber savaş sahnesine bir an önce varılmak arzusu da bütün gönüllere hâkimdi. Bu sebeple, İstanbul’dan gelen ulağın uzun bir mektupla geri çevrilmesinin ardından göç borusu çalındı, kösler inledi ve çadırlar yıkılarak yola çıkıldı. Tamla, Şah Medresesi, Şahna Ovası, Gökbeli Derbendi ve Bozöyüğü geçildi, Muğla civarındaki Karabağ Sahrası’na gelindi. Orada Menteşeoğulları’ndan İlyas Bey, Hünkârın şerefine büyük bir ziyafet hazırlamıştı ve uzunca bir yola kıymetli kumaşlar, şallar, halılar döşemişti.
Süleyman, Belgrad seferine giderken yoluna dökülen bütün peşkeşler için yaptığı gibi, İlyas Bey’in sunduğu armağanları da, “Aldım, kabul ettim, yine sana bağışladım,” sözleriyle geri verdi. Lâkin Muğla bölgesinde bir zamanlar hüküm süren Menteşe Bey’in bu civanmert varisine bol bol iltifat etti. Vaktiyle tahtta oturmuş, taç giymiş, sikke kestirmiş ve saltanat sürmüş olan bir adamın torunuyla yüzleşmek onu heyecana düşürmüştü. İlyas Bey’e yurduna dönmek emrini verdikten sonra nedimi İbrahim’e içini açtı.
“Biz,” dedi, “iki yüz elli yıldan beri tahtlar deviriyoruz, ocaklar söndürüyoruz. Tanrı’nın yardımını gördükçe bundan sonra da oğullarımız, torunlarımız bu yolda yürüyecektir. Fakat mutluluk ve şans sonsuza dek sürmez, her olgunluğun ardından bir çöküş gelir. Bir gün bizim soyun da sonu gelir, yarattığımız saltanatın yerinde yeller eser.”
Ve biraz düşündü, sonra içini çekti.
“Şu Menteşe oğlunu görünce işte böyle düşündüm. Onun dedesi bir hükümdardı. Kendisi şimdi çiftçilik ediyor. Dünyanın kararı yok İbrahim, dönüyor, boyuna dönüyor. Vay bunu anlamayanlara, fâni bir mutluluğa bel bağlayanlara!”
Belki gerçek mutluluğun aşk sayesinde ortaya çıkacağını, sevip sevilmenin ve kendi gönlünde bir güzele taht kurup karşılığında da o güzelin yüreğinde tahta oturmanın hükümdarlıktan değil cihangirlikten daha yüksek bir mutluluk olacağını söyleyecekti. Fakat bu derece hayıflanmayı kibrine yakıştırmadı, kendi şiirlerinden olan şu beyiti okumakla yetindi:
Mülk-i dünya kimseye kalmaz sonu berbad olur,
Ey Muhibbi, şöyle farz et kim Süleyman olmuşuz!
Zeki nedim, efendisinin böyle acı acı söylenmesindeki hakikî sebebi kavramakla beraber bilmezden geliyordu, zemine ve zamana uygun sözler bulup hünkârın coşkunluğunu gidermeye çalışıyordu. Fakat Padişah, kendi hayalinin geniş ufuklarında dolaşarak nedimini dinlemiyordu. Nitekim üzüntüden kurtulmak çaresini de yine o ufukların bir köşesinde buldu ve birdenbire sordu.
“Son menzile hangi gün ulaşacağız?”
İbrahim, hayalden hakikate, aşktan savaşa bir anda geçiveren Hünkârın bu garip değişimlerine alışkın olduğu için hayret etmedi, hemen cevap verdi.
“Yarın değil, öbür gün!”
“Öyleyse yüreğimizi kapayalım, gözümüzü açalım. Kalemi bırakalım, kılıca yapışalım.”
Ve gerçekten böyle yaptı. Gökova ve Kargasekmez yoluyla Marmaris Limanı’na varıldığı gün, o tamamıyla değişmişti. Aşkını ve acısını kalbine hapsederek bütün benliğini savaş işlerine vermişti. Marmaris’ten Rodos’a geçen büyük ordunun her askeri, onu yük hayvanlarının ve sayısız denklerin arasında dimdik durmuş görüyor ve bu duruşta adayı uzaktan yakalamak isteyen kudretli bir büyüklük seziyordu.
* * *
Rodos Adası’nı bademe benzetirler, görünüşü de gerçekten öyledir. Fakat herhangi bir Türk için bu ada, evini bulamayıp avare kalmış bir gözbebeğine benzer. Çünkü Anadolu’nun yanı başındayken o mübarek buradan ayrı düşmüştür. İşte bu ayrılık ona, evsiz bir gözbebeği yetimliği verir. Marmaris de, bu vaziyette, bebeksiz bir göz gibidir. Adayla liman, birbirini tamamlamak için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.
Dört yüz on beş yıl önce de durum böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir gözbebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle akın akın Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirini arzulayan ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.
Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zorunluluktan doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan, Kudüs’ten kovulma şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı uygun bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silâhı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silâhın bu siperi parçalaması insanlık onurunu yükseltecek bir hadise olacaktı. Fakat hakkın güç verdiği kol kadar hırsın, çıkarların harekete geçirdiği bilek de hassastır. Ondan ötürü şövalyeler yaman davranmayı tasarlamışlardı. Adanın biricik kasabası ve kalesi olan Rodos’u aşılmaz siperlerle çevrelemişlerdi. Her siper, yekpare bir üçgen gibiydi. Bununla beraber şövalyeler, Türk gücünün taşı toza çeviren yüksekliğini de düşünmüyor değillerdi. O sebeple başlarına topladıkları kalabalığa manevî bir kuvvet aşılamak isteyerek hurafeler tarihinden destanlar düzenliyor ve bunları birer ilâhî gibi kiliselerde söylüyorlardı. Yürekleri birer istihkâm hâline koymak için uydurulan bu destanlara göre Rodos, güneşle denizin sevişmesinden doğmuştur ve daima onların koruması altında kalacaktır.
Güneş ve deniz, şüphe yok, yenilemez. Ancak on altıncı asırda Avrupa, bütün Asya ve yarı Afrika, Türklerin güneşe de denize de söz geçirebileceğine akıl erdiriyordu. Şövalyeler, kendi askerlerinin düşüncelerini de etkileyen bu gücü gidermek için, Rodos’un birçok istila ordularını geri çevirdiğini ileri sürüyordu. Kırk iki yıl evvel Mesih Paşa kumandasındaki Türk kuşatma ordusunun dönüşü de bütün bu masalları ciddileştiriyordu. Rodosluların bir kısmı o inanılmaz geri dönüşü gözleriyle görmüşler, görmeyenler de analarından, babalarından dinleyerek gerçeği öğrenmişlerdi. Bu, şövalyelerin uydurdukları hikâyelerin doğru olabileceğini zannettiren bir delildi ve halk, siperlerden ziyade o vazgeçip dönüşü düşünerek Türklerle savaşa hazırlanıyordu.
Yaylak Mustafa Paşa kumandasındaki Türk donanmasının 7 Haziran 1522’de ada önünde görünmesi üzerine şövalyelerin savaş bayrağını çekmeleri, ikinci vezir Mustafa’nın karaya asker dökmesine önem verilmemesi, hatta Sultan Süleyman’ın 8 Temmuz 1522’de muhteşem bir ordunun ardından adaya çıkmasından da telaşa düşülmemesi şövalyelerin masallarla halkı kandırmış olması yüzündendir.
Eğer adada oturanlar, Mesih Paşa’nın şövalyeler tarafından vazgeçirilerek değil, askeri yağmadan alıkoyduğu için genel bir isyana hedef olarak çekildiğini bilselerdi, kesinkes bir felâketin gafil kurbanları durumuna düşmez, şövalyelerin elinde oyuncak olup kırılmazlardı.
Gerçeğin yanlış anlatılması ve halkın da kandırılması yüzünden güzel Rodos acı günler geçirdi, Türk’ün gazabına uğrayıp temeline kadar sarsıldı.
Burada savaşın tam bir tarihçesini yapacak değiliz, yalnız romanımızla ilgili sahneleri sıralamakla yetineceğiz. Ancak Türk kılıcının, taş, mermer ve demir de olsa önüne çıkan her engeli nasıl yerle bir ettiğini anlatmış olmak için Rodos’un savunma sistemini kısaca anlatmayı gerekli buluyoruz.
Türklerin Rodos’a gelecekleri duyulur duyulmaz, şövalyelerin “Üstad-ı Azam” diye anılagelen reisleri Villiers de L’isle-Adam, bütün köyleri ateşe vermiş, kale varoşlarını yıkmış, ada halkını şehre toplamıştı. Büyük birlikler, farklı milletlere mensup şövalyeler arasından seçilmiş bir cenk erinin kumandasına verilmiş bulunuyordu. Bu yolla sekiz milletin onuru, şerefi ortaya atılmıştı. Hangi savuma hattı iyi müdafaa edilmezse bir milletin namusuna kir getirilmiş olacaktı. Şu hâlde Türk ordusunun karşısına yalnız güçlü bir kale değil, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, İspanya’nın, İtalya’nın, Portekiz’in, Provans’ın izzetinefsi de dikilmişti. Her savunma birliğinin başında bu milletlerden birine mensup ünlü bir şövalye vardı ve bunlar, kaleyle beraber kendi milletlerinin şerefi için de savaşacaklardı.
Üstad-ı Azam Villiers de L’isle-Adam, Meryem’e bağlı zafer kilisesinin yanı başındaki galipler kapısında yer almıştı. Şehrin kuzey girişini oluşturan bu kapının solunda Alman, biraz ilerisinde de Fransız burcu bulunuyordu. İngiliz burcu şarkta, Sen-Ambrovaz Kapısı’nın yanındaydı. Güney cephesini Provans ve İtalya şövalyeleri, deniz kapısını da Portekizliler koruyorlardı. Liman zincirlerle kapalıydı ve iki büyük kulenin koruması altındaydı.
Serasker Mustafa Paşa, kuşatma için gerekli olan keşifleri yapmış, gelecek askerin barınacağı yerleri hazırlamış, fakat hücuma kalkışmamıştı. Toplar bile gelişigüzel dağıtılmıştı. Süleyman işte bu durumda adaya çıktı, yüz bir pare top atılarak selâmlandı ve Seraskerle karşılaşır karşılaşmaz birliklerin kuşatma planına göre yer almaları emrini verdi. Bu plana göre, Fransız ve Alman burçları karşısında Rumeli Beylerbeyi Ayaş, İspanya ve Portekiz burçları önünde Üçüncü Vezir Ahmet, İngiliz burcuna paralel hâlde ve merkezde Serasker Mustafa Paşalar bulunacaktı. Sol cenahta Anadolu Beylerbeyi Kasım ve bu cenah solunda Sadrazam Piri Paşalar yer almakta olup karşılarına Provans ve İtalya burçları düşüyordu. Hünkârın otağı, serasker karargâhının arkasına düşen bir tepe üzerindeydi.
Türkler Alman burcuna yirmi bir, Sen Nikola Kulesi’ne yirmi iki topla ateş açacaktı. İngiltere ve İspanya burçlarına karşı da her biri üç toptan oluşan on dört batarya yönlendirilmişti. Şövalyeler bütün ümitlerini Venedikli mühendis Gabriyel Martinengo’ya bağlamıştı. Bu adam sanatında çok ustaydı; bir yığın ilmî projelerle Girit’ten Rodos’a gelmişti. O asırda Türklerin lâğım yürütmekte ve yer altı yoluyla kale devirmekte büyük bir şöhreti vardı. Gabriyel Martinengo, işte bu şöhreti kendi zulmünce köreltecek bir alet keşfetmişti ve onu Rodos savaşlarında denemek istiyordu.
Bu mühendisten sonra şövalyelerin bel bağladıkları askerî zekâlar, topçu Generali Guyot de Marselle ve alemdar Hanri Mauselle’ydi. Şövalyeler onları mitolojik devirlerin yarı ilâh tanrıları gibi tabiatın üstünde güç sahibi tanıyorlardı ve onlar da Türkleri denize dökmeyi vaat etmiş bulunuyorlardı.
Türk ordusu ne topa ne mancınığa bel bağlamıştı. Bunların kuşatmada gerekli olduğunu bilmekle beraber bütün güvençleri kendi nefislerindeydi. Her nefer, gülleye karşı göğüs gerebilen duvarların da sırası gelince aşılacağına emindi. Onun için palalarını, yatağanlarını, kılıçlarını, baltalarını bilemişler, metrislere yan gelip uzanmışlar, hücum emrini bekliyorlardı.
Sultan Süleyman, savaş bilimi dairesinde hareket olunmasını kumandanlara bırakmış ve kaledeki casuslarla temas çareleri aramaya da Hasodabaşı İbrahim’i memur etmişti. Kendisi, hâkim bir noktaya kurulmuş olan otağından metrisleri, top yerlerini ve bilhassa kaleyi izleyerek vakit geçiriyordu.
En çok meşgul olduğu yer kaleydi. O sıra sıra duvarlar, o yüce yüce burçlar, o dizi dizi hendekler; kendisine varılması, ulaşılması ve kazanılması güç bir kadın kalbi gibi karışık, derin, geniş ve korkunç görünüyordu. Bununla beraber ordusunun şu kaleyi devireceğine imanı vardı. Bu iman ona, gururlu, lakayt ve hırçın bir kadın kalbinin de er geç elde edileceğine dair güven veriyordu.
İlk ateş emrini verdiği dakikada bütün ömrünce unutamayacağını sandığı bir heyecan duymuştu. Topların ağzından kızıl bir fırlayışla çıkıp dumanlı bir uçuşla burçlara doğru süzülen güllelerde, ateş kesilmiş gönül dileklerinin ahlara, oflara sarılarak kayıtsız güzellerin taş gibi ruhsuz yüreklerine çarpmasını andıran bir hâl seziyor ve için için titriyordu. Aşk kabul etmeyen bir kadın yüreği gibi hain bir durum taşıyan kaleyi, bazen kendi eliyle yumruklamak hevesine kapılıyor ve o vakit otağında duramayarak metrisler arasına iniyordu.
İlk çarpışmadan sonra savaş kızışmış, top düellosu cehennemi bir şiddet almıştı. Rodoslular gerçekten iyi nişan alıyorlar, Türk siperlerini altüst ediyorlardı. Süleyman, aşka benzettiği bu savaşta lehinde gelişmeler hızla gerçekleşmediği için tecellilerine sinirlenip sık sık vezirleri azarlıyor, hücum imkânlarını çarçabuk yarattırmak için korkunç titizlik gösteriyordu.
Onun boyuna sarf ettiği sert sözlerden Hasodabaşı İbrahim de bol bol hisse alıyordu. Herif, İstanbul’a bir an önce dönmek isteyen efendisinin sevgisini kaybetmemek için geceyi gündüzüne katıyor, kaledeki casuslarla bağlantı kurmaya çalışıyordu. Önceden kararlaştırılmış parolalara, işaretlere rağmen bu iş kolaylıkla yapılamadığından, İbrahim’in telaşı, Süleyman’ın da titizliği artıp duruyordu.
Nihayet bir gün kaleden ilk dost selamı alındı. Hekim Salamon, Sen Jan Kilisesi’nin çan kulesinden top ateşlerini daha etkili bir şekilde idare etmeye yarayacak işaretler vermeye başladı. Almaral da, Sultan Süleyman’a bir kadın göndermek yolunu buldu ve savunma planlarının sakat taraflarını bildirdi. Ufak tefek çarpışmalarda, kaledekilerin ara sıra sınamaya yeltendikleri çıkış hareketlerinde ele geçirilen esirlerden alınan haberler de casusların sağladığı bilgiyi kuvvetlendirdiğinden, çarpışma şekli şövalyelerin aleyhine olarak değişmeye başladı. Bu değişikliğin ilk eseri, Rodoslularca yüz batarya toptan daha kıymetli tutulan mühendis Gabriyel Martinengo’nun vurulması oldu. Casusların verdikleri haberle onun hangi mazgal deliğine gözünü dayayarak top ateşini idare ettiği öğrenildiğinden, nişancı bir Türk neferi eliyle o deliğe yağlı bir kurşun yollamış ve mühendis tam gözünden vurularak öldürülmüştü.
İcat ettiği hassas davullarla Türklerin yeraltından yürüttükleri lâğımları kolaylıkla keşfeden zeki ve cesur mühendisin ölümü şövalyelerin gözlerini açtı ve kale içinde casus bulunup bulunmadığı aranılmaya başlandı. Hekim Salamon’un böyle bir kuşkulanma ve uyanmadan haberi yoktu; yine çan kulesinden işaretler vermeye devam ediyordu. Bir gün bu vazifeyi daha cesur bir şekilde yapmak istedi, bir oka mektup sararak Türk siperlerine atmaya kalkıştı ve yakalandı.
Üstad-ı Azam ve bütün şövalyeler, Türk zaferine kılavuzluk etmeye çalışan Yahudi’yi didik didik didiklemek istiyorlardı. Fakat suç ortaklarını meydana çıkarmak için işi ağırdan alıyorlar, herifi ağır işkencelere sokup söyletmeye çalışıyorlardı. Salamon, casusluk yaparken gösterdiği cesareti işkence çekerken gösteremezdi; Almaral’ı ele verdi ve onunla birlikte parçalandı.