Kitabı oku: «Siyasi Katılım», sayfa 3
Çok kültürlü toplum, vatandaşlık ve siyasi yaklaşımlar
Hollanda’da çok kültürlülük tartışılmaya devam ediyor. Biz göçmenler bu tartışmaları her ne kadar ana konusu olsakta, tartışmaların hep kıyısında, köşesindeyiz. Toplumda, ya da çok kültürlü toplumda, vatandaşlık ile ilgili görüşler, hiç şüphesiz göçmenler politikasıyla doğrudan ilgilidir. Bu noktada, önemli soru: vatandaşlar (gruplar) hangi haklara sahipler ve bu haklar neleri beraberinde getirmektedir? Bu soru doğrultusunda çok kültürlü toplumda vatandaşlık kavramı hakkında görüş beyan eden çeşitli siyasi-felfesi bakış açılarına şöyle bir göz atalım. Tabiiki soru sadece vatandaşlıkla sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda göçmen kuruluşların üstlendikleri rol ve görev de önem arzediyor.
Bu soru doğrultusunda karşımıza üç ayrı grup görüşü ortaya çıkıyor. Bunlar liberal/milliyetci ve liberal/tarafsız görüş, çoğulcu yaklaşanların görüşü ve liberal çok kültürcülerin görüşü.
İlk önce liberal/milliyetci ve liberal/tarafsız görüş üzerinde dumamamız gerekirse. Bu gruptaki düşünürlerin görüşü; milli kültür ve hakim grup içinde bireyin var olan temel hakları önemlidir. Bu görüşe göre göçmenler birey olarak görülmekte ve göçmen kuruluşlar özel etki alanlarıdır. Devlet bu kuruluşları yasaklayamaz. Ancak tanımak ve desteklemek zorunda da değildir. Göçmen kuruluşlar, hitap ettikleri gruplarının kimlikleri ve kültür değerlerini koruyan, geliştiren etkinlikler organize edebilirler. Üyelerinin çıkarlarını savunabilirler.
Çoğulcu yaklaşıma göre; göçmenler birey olmakla birlikte, kollektif haklara sahiptirler, göçmen kuruluşları çok önemli fonksiyon asahip olup, değerlendirilmeliler. Bu görüşe göre devlet göçmen kuruluşlarını muhatap almalı ve tanımalıdır. Göçmen kuruluşları göçmenlerin kütür ve kimlik alanındaki tüm sorularına cevap bulmalı ve imkanlar sunmalıdır. Bu tür talepler göçmenlerin çıkarları olarak görülmelidir. Devlet bu kuruluşları aktif bir şekilde desteklemeli, tanımalı ve yapacakları işlerin muhtevasına karışmamalıdır.
Üçüncü yaklasım; liberal çok kültürcülerin yaklaşımı olup, yukarıdaki iki farklı görüşün ortasında yer almaktadır. Bu görüşe göre ulusal kültürün egemenliği reddelirek, kamusal alanda kültürel etkinlik eşitlik ölçüsünde olmalıdır. Göçmen kuruluşları tanınmalı, kabul edilmeli ve çok kültürlü toplumun oluşmasında birlikte çalışılmalıdır. Göçmenlerin sosyal emansipasyonunda devletin birlikte çalıştığı diğer kurumlar arasına alınarak, göçmen kuruluşlara etkin görev biçilmeli.
Evet ikibinli yıllara girmiş olduğumuz bir zaman diliminde Hollandalı uzmanlar, hem çok kültürlülük hem de göçmen kuruluşların muhtemel yükleneceği görevler üzerinde farklı yaklaşımlara sahipler.
Hollanda göç ve göçmenler politikaları hiç şüphesiz bu görüşler ve yaklaşımlar doğrultusunda belirlenecek, şekillenecek ve uygulanacaktır. Önümüzdeki yıllarda iş başına gelecek hükümetler yuakarıdaki üç ana görüş dogrultusunda biz, göçmenlerle ilgili politiklarını uygulayacaklardır.
Elbette biz, Hollanda toplumunun birer bireyleriyiz. Liberal görüşe göre bizim birer birey olarak haklarımız ve bu haklarımızın beraberinde gelen sorumlulukların bilincinde olmamız çok önemlidir. Ancak biz bu toplumda aynı zamanda bir kültür ve etnik grup olarak görülmekteyiz. Yerlilere göre sorunlarımız farklı. Yaşadıklarımız, karşılaşacak olduğumuz sorunlar farklı. Positif ayırımcılık yapılsın, bizim bazı yaptıklarımıza göz yumulsun diye bir isteğimiz asla olamaz. Ama, bizim de toplumun diğer sosyal, kültürel grupları gibi eşit konuma gelmemiz için bir özen gösterilsin. Her şeyden önce, bizimle ilgili kararlarda, bizimle ilgili oluşturulacak politikalarda, bizim ne düşündüğümüz sorulsun. Bizim bu ülkede var olduğumuz bize hissettirilsin.
Göçmenlere hizmet görüren kuruluşların kalitesi arttırılması için özel bir uğraş sergilensin. Elbette biz, göçmenlerde bu noktada istekli olmalıyız. Etkin ve aktif bir katılım göstermeliyiz. Haklarımız ve sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız.
Temmuz 2001
Göçmen politikacılar
Bilindiği gibi 1986 belediye seçimlerinden bu yana göçmenler, değişik belediyelerde kullandıkları seçme ve seçilme hakları doğrultusuda temsil edilmekteler. Daha doğrusu göçmenlerin kullandıkları tercihli oylarla bir çok göçmen ikamet ettikleri belediyelerin karar alma mekanizmalarında etkin görev aldılar. Aradan geçen yaklaşık on beş yıl zarfında göçmen politikacılar hakkında çok değişik yorumlar yapıldı.
İkibinli yıllara giridiğimiz bu zamanda, göçmen politikacılarla yapılan bir anket sonuçları üzerinde durmak istiyorum. Anket sonucunda göçmen politikacılar hakkında daha fazla bilgiye ulaşacağız.
Göçmen politikacılarda partiye ait olma hissi geçmiş yıllara göre daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta. Kendi partileri içinde ciddiye alınma, geçen on yıla göre daha iyi bir noktaya gelmiş. Parti içinde ilişki kurdukları Hollandalı sayısı eskiye göre daha fazla. Muhtemeldirki bu ilişkiler, göçmen politikacıların parti içinde ve siyasette etkilerini belirlemekte.
Dört şehirde toplam yirmiyedi göçmen politikacıyla anket yapılmış. Elde edilen bulgular şöyle: Anket yapılan göçmen politikacıların üçte biri bir Hollandalıyla evli. Ailelerinin yarıya yakını bir Hollandalı partnere sahip. Dolayısıyla göçmen politikacıların siyasi katılımları yanısıra sosyal uyumlarıda iyi görünmekte.
1990 yılında göçmen siyasetciler çoğunlukla Sürinamlılar ve Türklerden oluşurken, on yıl sonra bu iki grup hakimiyetlerini korurken diğer etnik grupların da siyasette temsil edildikleri görülmekte.
1990 yılında göçmen politikacıların önemli bir bölümü İşçi Partisi (PvdA) ve Yeşil Sol (Groen Links) partisine üye iken, on yıl sonra bu dağılımda Hıristiyan Demokratlar (CDA), Liberaller (VVD) ve yerel partilerde nasiplerini almışlar. Son on yılda göçmenleri çekebilen parti Yeşil Sol (Groen Links) olarak görülmekte.
Ankete katılan göçmen politikacıların önemli bir bölümü birinci nesil göçmenlerden oluşmakta. Son on yılda ise ikinci nesil göçmenler siyastette aktif oldular. Bu dönemde siyaset yapan göçmenlerin önemli bölümü üniversite ve yüksek okul mezunu oldukları görülmektedir. Anket yapılan göçmen politikacıların sorun olarak nitelendirdikleri konular arasında “toplantı kültürü” öne çıkmaktadır.
Göçmen politikacıların yarıya yakın bir bölümü tercihli oylarala seçilmiş politikacılar arasında yer almakta. Göçmen siyasetciler görev alanlarında tüm şehir halkı için seçildiklerini ifade etselerde, özellikle tercihli oy alanlar, oy aldıkları kitlenin menfeaatlerini korumak, seslerini duyurmak gibi çifte sorumlukla karşı karşıyalar. Hatta bazı göçmen siyasetciler, göçmenlerle ilgili konuları gündemlerine almak istemeyip, kendilerini göçmenlerin siyasetcileri olarak görmemekteler.
Anket sonuçlarında da anlaşılacağı üzere, göçmen politikacıların profilinde geçmiş yıllara göre ciddi değişiklikler yer almakta. Örneğin parti içinde ve belediye komisyonlarındaki toplantılarda göçmen politikacıların bir zamanlar ciddiye alınmamalı artık yok gibi. O yıllarda göçmen politikacılar, Hollandaca bilmiyorlar, konuşulanları, tartışılanları anlamıyorlar gibi şikayetler geziyordu. Gerçi bu tür şikayetlerin doğru adresleri elbette vardı. Adam Hollandacasını iyi geliştirememiş, Hollanda siyaset kültürünü kavramamış, ama bir şekilde bir partiye üye olmuş ve siyaset girmiş.
Hollanda’da siyaset yapmak isteyenlerin elbette Hollanda siyaset kültürünü bilmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde, bir cemiyetin, bir grubun temsilcisi olup, siyasete girmek ne o kişiye, ne o gruba, ne Hollanda Türk toplumuna ne de Hollanda’ya fayda getirmez. Tam tersine kişi kendisine haksızlık eder, olayları takip edemediği için ızdırap içinde olur. Ne Musa’ya ne İsa’ya yaranamaz.
Aradan geçen on beş yıl içinde, hatalar yaparak, öğrenerek Hollanda siyasetinde bir yerlere geldik. Ümit ederim ki, gelecek yıllarda da sacede belediyelerde değil, eyelet yönetimlerinde, millet meclisinde de Türk kökenli siyasetçilerin sayısı artar. Tabiiki Hollanda Türk toplumuna ters düşmeyen, onlara tepeden bakmayan siyasetçilerin sayısı artsın.
Eylül 2001
Politik analiz, tercihli oylar ve Mayıs seçimleri
Bir işgücü göçü neticesinde Hollanda’ya gelen ve zaman içinde farklı alanlarda başarılara imza atan Türkler Hollanda politikasında da hatırı sayılır bir yer edinme gayreti içindedirler. 1998 belediye seçimlerinde 97 meçlis üyesiyle politikada temsil edilen Türkler 2002 yılı belediye seçimlerinde bu sayıyı 129’a çıkararak, çeşitli siyasi partilerde yerlerini almışlardır.
Hollanda’da yerleşik hayata geçişin ya da entegrasyon sürecinin de önemli bir belirtisi olan politik katılım, seçme ve seçilme hakkını kullanma, yönetimlerde karar alma ve uygulama, toplumu, şehri veya ülkeyi ilgilendiren konularda sorumluluk hissetme Türklerde kendiliğinden gelişmiş bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık her gün Ankara’yı Amsterdam’dan yönetmenin, hükümetler kurup hükümetler yıkmanın, kendi aramızda günlerce tartışmanın, hiç bir değirtirme gücüne sahip olmamamıza rağmen Türkiye politikasına odaklanmanın yerini Amsterdam’dan, Rotterdam’dan Den Haag’ı düşünmenin, takip etmenin süreci başlamıştır. Bu tavır ve tutumdan elbette Türkiye’yi düşünmeme, takip etmeme anlamı çıkarılmamalıdır.
Geçmiş dönemlerde belediye seçimlerine katılarak meçlis üyeliklerine seçilenlerin bazılarının beklediklerini bulamadıkları, bazılarının mevcut siyasi partiler tarafından ciddiye alınmadıkları, bazılarının da her hafta kendilerine gönderilen evrak ve notların kabarıklığı ve dilinin ağır olaması yönündeki şikayetleri hafızalarımızda olmasına rağmen 5 Mart 2002 tarihinde yapılan belediye seçimlerinde gerek tercihli oylarla gerek partilerinde kendilerini kanıtlayarak aday gösterilen 260 Türk adaydan 129’nin seçildiğini görmekteyiz.
Politik analistler Hollanda’daki diğer göçmenlerle birlikte Türklerin seçimlere katılımlarını açıklamak için farklı yorumlar getirirken, Mart ayındaki belediye seçimlerinde Türklerin hangi oranda sandığa gidip gitmedikleri haftalarca gündemden düşmemiştir. Özellikle Amsterdam’daki Türklerin 5 Mart belediye seçimlerinde geçen döneme göre siyasi tavırları politik analistleri harekete geçirerek şu yorumları beraberinde getirmiştir. Zira Amsterdam’da Türkler 1998 belediye seçimlerinde %57 oranında sandığa giderken, bu oran 5 Mart belediye seçimlerinde %28’lere düşmüştür. Yani Türkler Amsterdam’da tabiri caizse “Politikaya Sırtlarını Dönmüşlerdir”. Bunun da nedeni, araştırmacı Jean Tillie’ye göre şöyledir: “Bir kısım Türklerin politikaya güvenlerinin kalmadığı, zira büyük şehirlerde azınlıklara yönelik özel politikaların yerini genel gerikalmışlık politikasına bırakması, öz örgütlere yeterli değerin ve desteğin verilmemesi, bunun da bir kısım Türklerde politikacılara ve yöneticilere olan güvenin kaybolmasına neden olmuştur”. Tillie yorumuna şöyle devam etmektedir: ”genellikle sol partiler, göçmen adayların kendi kitlelerini harekete geçirerek parti içi dengeleri altüst edebileceklerinden korktukları için, partilerinde bu yöndeki isimlere pek yer vermemişler ve seçilebilecek yerlere azınlıkları temsil eden isimler koymamışlardır” denilmektedir. Bu yönde iki çarpıcı örnek olarak Den Haag’tan Ahmet Daşkapan ve Amsterdam’dan da Hacı Karacaer örneği verilmektedir.
Bazı partilerin bu tutum ve davranışlarına rağmen Türkler kullandıkları tercihli oylarla, seçilmesi zor olan, sıralamada çok gerilerde kalan Türk kökenli adayları belediye meclisine sokmayı başarmışlardır.
Bu ve benzeri yorumlar ve Türklerin politik tavırları bize Türklerin Hollanda politikasında önemli bir yere sahip olduklarının başlı başına bir ifadesidir.
Diğer taraftan Hollanda’nın muhtelif belediyelerinde tercihli oylarla belediye meçlisine giren Türkler Hollanda seçimlerinde ağırlıklarını ve varlıklarını bir defa daha hissettirmişlerdir. Amsterdam’da Nevin Özütok, Rotterdam’da Aleaddin Erdal ve Metin Çelik, Amersfort’ta Mustafa Özcan, Gorinchem’de Ahmet Sarı, Den Haag’ta Murat Özsoy, Hoorn’da Duran Şimşek, Zutphen’de Salim Şahin, Zaandam’da İzzet Özkan tercihli oylarla dikkatleri üzerine çeken ve meçlise girmeyi başaran adaylarımızdan bazılarıydı.
Mart 2002’de yapılan belediye seçimlerinde önemi bir defa daha ortaya çıkan tercihli oyların kullanımı Mayıs ayında yapılacak milletvekili seçimlerine de taşınmalıdır. Hem de çok daha bilinçli ve çok daha amaçlı bir politik tavır sergilenmelidir. Evet, şimdi sıra 15 Mayıs’ta yapılacak milletvekili seçimlerinde. Yeniden bir politik tavır göstermenin zamanıdır. Tercihli oyların ne anlama geldiği, halkın desteğinin öneminin yeniden gösterimi zamanıdır. Bunu Mayıs ayındaki milletvekili seçimlerinde yapmak zorundayız. Zira, bir taraftan her siyasi partiten adaylarımız var, onlara destek vermek ve seçilmelerini sağlamak, diğer taraftan da son belediye secimlerinde yükselen ırkçılığa karşı politik tavrımızı netleştirmeliyiz. Olaya nereden bakarsak bakalım bir yükümlülük ve sorumlukla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.
Bu noktadan hareketle; farklı partilerde, seçilebilecek veya seçilmesi bizim oylarımıza bağlı Türk kökenli milletvekili adaylarımızın isim ve partilerindeki sıralamaları şöyledir: şu anda milletvekili olan VVD’li Fadime Örgü partisinin 37. sırasında, PvdA’lı Nebahat Albayrak partisinin 11. sırasında, CDA’lı Coşkun Çörüz partisinin 18. sırasında tekrar milletvekili adayı gösterilmektedir. Bunlara ek olarak Groen Links’den Doğan Gök partisinin 18. sırasında, D66’dan Fatma Koşar Kaya partisinin 11. sırasında ve aynı partiden Müslim Yıldırım da aday gösterilmişlerdir. Yeni kurulan ve ilk defa seçimlere katılacak Duurzaam Nederland Partisi eş başkanı Seyfi Özgüzel’de partisinin 1. sırasından adaylıklarını koymuşlardır.
Netice olarak; 15 Mayıs seçimleri sadece üç beş Türk adayın milletvekili olarak seçilmeleri meselesinden ibaret değildir. 15 Mayıs milletvekili seçimleri aynı zaman da Hollanda Türklerinin politik tavırlarının belirlenmesi, politik şuurlanının ölçülmesi, entegrasyon sürecinin bir yansıması, vatandaşlık görevinin yerine getirilmesi, Hollanda’da azınlıklara uygulanacak politikaya etki gücünün gösterimi, ülke yönetiminde her türlü sorumluluğa soyunmanın bir ifadesidir. Ve dahi, 15 Mayıs milletvekili seçimleri yükselmekte olan ırkçı hareketlere verilecek en güzel bir derstir.
Nisan 2002
Sıkılan kurşunlar ve sevgi bakanlıkları
Hollanda tarihinde eşine çok ender rastlanan bir cinayete tanık olduk. Hepimizi şok etti. Onaltıncı yüzyıldan sonra ölümle sonuçlanan bir siyasi öldürme olayı. Sanki Hollanda’nın 11 Eylül’ü oldu. Olayın insanlar üzerindeki etkisi ve beraberinde getirdiği tartışmalar, suçlamalar, yorumlar, iddialar günlerdir bitmek bilmiyor. Öldürelen insan, siyasi bir lider mi? Dini bir önder mi? Irkcı mı? Kahraman mı? Demokrasi şehidi mi ? Reformcu mu? Yerleşmiş, oturmuş siyasi düzene baş kaldırıcı mı? Gerçekten anlamakta güçlük çekiyoruz.
Cinayet bilindiği gibi akşam saatlerinde işlendi. Olay anında radyo ve televizyonlara aksetti. Aksetmesiyle birlikte onbinlerce insan tam 1 saat 45 dakika öyle dua ettiki “inşallah, olay bir müslüman ya da yabancı tarafından işlenmemiştir”. Ve olayın olduğu akşam saat 20.00 haberlerinde sanığın beyaz Hollandalı olması nefesini tutan onbinlerce insanı bir nepze olsa da rahatlattı. Bu geçen süre içinde yabancıların telefonları susmadı. Nedir bu olay, kim yapmış, neden yapsın? Ne olabilir ? Eğer cinayeti işleyen yabancıysa, hele bir de Türk veya Faslı ise, işte o zaman yandık soruları soruldu ve yorumları yapıldı durdu yabancılar arasında.
Öldürülen Pim Fortuyn artık Hollanda’da tarihi bir fenomen oldu. Adamı tanımayan kalmadı. Çok farklı tartışmaları beraberinde getirdi. Gün geçmiyor ki, televizyonda olay üzerine bir tartışma programı olmasın. Siyaset adamları, yazarlar, köşe yorumcuları, psikologlar, sosyologlar, din adamları, öldürülen şahsı yakınen tanıyanlar hep tartışıyorlar programlarda.
Hollanda nereye gidiyor? Gerçekten Hollanda iddia edildiği gibi artık güvenli değil mi? İnsanlar rahat ve huzur içinde sokakta dolaşamıyorlar mı? Gerçekten Hollanda demokrasisine kurşun mu sıkıldı? Hollanda toplumda yükselen bir gerginlik, şiddet ve kriminalite mi var? Huzur ve güven kalmadı mı? Altı ay önce ortaya çıkıp, onbinlerce insanın sevgisini kazanan bu insandaki sır nedir? Diyorlar psikologlar ve cevap veriyorlar: “insanlar ancak korku ve gelecekten endişe duymaları halinde bu şekilde davranabilirler”
Gerçekten gelecek korkusundan kaynaklanan kollektif bir tavır mı bu bilemiyoruz ama, gözle görünen bir gerçek var ki, o da Pim Fortuyn’un sanki insanlara bir kurtulma recetesi sunmuş, yerleşik politiya yaptığı eleştiriler kitleler tarafından destek bulmuş olmasıdır. Zira, binlerce, onbinlerce insan sokaklara dökülmüştür. Değişik yerlerdeki anma törenlerinde konulan çiceklerin hesabı mümkün değildir. Kilisede Pim Fortuyn’a son bir defa elvada demek için insanlar tam üç buçuk saat ayakta beklemişlerdir. Siyasi lideri sevenlerde kuyrukta bekliyor, öldürülme olayına karşı çıkan ve sıkılan kursunların demokrasiye sıkıldığını söyleyen Yeşil Sol’a mensup olan gençlerde kuyrukta.
Tartışmalar o kadar derinleşiyorki ilginç teklifler ve fikirler de çıkıyor. Yaşanan bu olayın Hollanda parlementer sisteminde yeni bir başlangı oluşturcağından, yeni kabinenin sevgi bakanlıkları oluşturmasına kadar varan teklifler ve görüşler.
Bizim de içinde yaşadığımız ve bir parçası olduğumuz Hollanda Nereye gidiyor? sorusu son günlerin en populer ve en ciddi sorusu oldu. Sosyalistlerin oy kaybetmesi, sağ ve ırkcı söylemlere sahip olan siyasilerin ise her geçen gün oylarını artırmaları dikkat çekmektedir. Avusturya ile başlayan, Fransa ile devam eden bu artış Hollanda’da ayyuka çıktı. Bir de buna öldürülme olayı eklenince manzara daha da vahim gibi geliyor insana.
Ancak, herşeye rağmen, bu ve benzeri gelişmeler, içinde yaşadığımız toplumu yapıştıracak yeni elementlere, sembollerle ihtiyaç olduğunun işaretini vermektedir. Tartışmalardan ve gelişmelerden anlaşılan o ki iktidar ya da geleneksel siyasi partilerle vatandaş arasında uçurumlar var. İktidar partileri vatandaşa heyecan verebilecek yenilikleri sunamıyorlar, böylelikle halkın yönetime katılımı azalıyor. Meydana gelen boşluk yeni çıkan ve mevcut yönetimleri halk diliyle eleştiren siyasi ekipler de yükselişe geçip, oy oranlarını yüzde 30’lara kadar yükseltebiliyorlar.
Bu gelişmelerin, görünen bir bölümünde yabancılar üzerine kurulan politikalar etken olsa da, meselenin özünde insanların iç huzursuzluğu, modern insanın oluşumu, insanın kendi içinde çatışması, modern pedagojinin ilkeleri ve dahi global değerlerin, normların şekillendirilmesi önemli rol oynamaktadır.
Kanaatime göre, Avrupada’ki sağ veya ırkçı siyasi yükselişler, globalleşme süreci de göz önüne getirilince, geçici bir fenomendir. Bizler, Avrupalı müslümanlar olarak, “Anadolu İslam” anlayışını her şeyden önce kendi çocuklarımıza, sonra kurulacak olan “Sevgi Bakanlıkları” na sunma noktasında hazırlanmalıyız.
Mayıs 2002
Anadolu İslam‘ı
Üç hafta önce yayınlanan ‘Sevgi Bakanlıkları’ başlıklı yazının sonunu şöyle noktalamıştık: “Bizler, Avrupalı müslümanlar olarak, “Anadolu İslam” anlayışını her şeyden önce kendi çocuklarımıza, sonra kurulacak olan “Sevgi Bakanlıkları”na sunma noktasında hazırlanmalıyız”…
O hafta bazı okuyucularımız e-mail adresimize gönderdikleri mesajlarda “Anadolu İslamı” dediğin nedir mahiyetinde yorum ve sorular gönderdirler. Hepsine buradan teşekkür ederim. Öncelikle, bugün masaya yatırılan İslamın modernitede nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığı yönünde bir tespit yaparak, Anadolu İslam’ına değinmek istiyorum. İslam, bizim dışımızdaki bir takım şartların da zorlamasıyla insanlık gündemini ve de özellikle içinde yaşadığımız insanların/toplumun gündemini işgal etmeye devam ediyor. Her gün farklı nedenlerle tartışma arenasına taşınan İslam ya da müslümanların norm ve değerleri, davranışları, görüşleri, yorumları irdeleniyor, zaman zaman da adeta bir korkunun sembolü olarak takdim ediliyor. Sunuş şeklinde daha da ileri gidilerek ortaya modern uygarlık “miti” yani kendini değil sadece karşısındakini yargılayan ve suçlayan bir düşünce şekli ortaya çıkıyor ki, bu da en azından dini fundamentalizm kadar bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. (Nuray Mert – Radikal) Çünkü bu şekilde düşünenlerin ellerinde bir de güç var, muktedir olmak var, dünyanın efendiliğine soyunmuş olmak var. Tayin, maniple işi olduğundan farklı gösterme gücü var ellerinde. Bu mekanizmanın bir tarafı. Diğer taraftan, meselenin tarihi arka planı ise yani İslamın bugün terörizmle özdeşleştirme projesi, Max Weber’den başlayarak onu izleyen oryantalistler ve Marks ile devam eden süreç sonrası İslamın bir “militarist din” olarak takdim edilmesi projesidir. İslamın despotizm ve militarizmle kavramsallaştırılması günümüz tartışmalarının kaynağını oluşturmaktadır. (Hilmi Yavuz – Zaman) Bu da problemin bir başka yönüdür. Tarihsel proje sonucu İslam hakkında günümüzde hakim olan anlayışın tespitinden sonra, sıra neyi, nasıl, nerede, kime ve niçin anlatacağız sorusunu aklımıza geliyor.
Aslında işimiz pek o kadar da zor değil. Öyle bir tarihsel birikime, tecrübeye, inanca sahibiz ki sadece bunu keşfetsek yeter diyor içimden bir ses. İşte bu “Anadolu İslam”ıdır. Bu bir anlayış, kavrayış, yorumlayış, algılayış, sunuş ve yaşam biçimidir. Bu yaşam biçiminin mimarları da, isimlerini hepimizin duyduğu ve çok yakından bildiği Mevlana Celaleddin, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve yüzlercesidir. Sadece Mevlana’yı anlamaya çalışsak hayata bakış açımız değişecek, yaşam sevincimiz tazelenecek, iç çelişkilerimiz, huzursuzluklarımız bir gül bahçesine çevrilecektir.
Anadolu İslam anlayışına herkesten önce müslümanlar ve dahi Ana dolu insanı muhtaçtır. Hepimiz mutlaka Anadolu İslam mimarlarının isimlerini defalarca duymuşuzdur. Ama felsefelerini, anlayışlarını öğrenmeyi, araştırmayı hep ertelemişizdir. Bu erteleme sanki onlardan kaçarcasınadır. Oysa onlar Anadolu insanının bu vurdumduymazlığına inat bir ayakları Konya’da, Nevşehir’de, Eskişehir’de, Karaman’da diğer ayaklarıyla dünyayı gezmektedirler. Anadolu erenleri dünyada milyonlarca insanın gönlüne girmekte, bu insanların yüzlerini Anadolu’ya çevirebilmektedirler. Her yıl Aralık ayında, Şeb-i Aruz’a kavuşabilmek için dünyanın farklı yerlerinden canlar Konya’ya akın etmektedirler.
Coleman Barks tarafından çevirisi yapılan “The Essential Rumi” adıyla yayımlanan Mevlana’dan öğütler sadece ABD’de 500.000 satıyor. Bu doğrultuda Guardian’da yapılan değerlendirmede Mevlana, evet bizim Mevlana, Anadolu İslam mimarlarından Mevlana “Nihilist kapitalizme bir alternatif olarak” takdim ediliyor. (Haşmet Babaoğlu-Sabah). Şu gerçeği önce biz, sonra cümle alem bilmelidir ki, Anadolu İslamında Max Weber’in, Karl Marks’ın, oryantalistlerin ürettiği gibi “militarizm ya da despotizm” yoktur. Bunun tam tersi insanın gönlüne hitap eden, aşk ve sevgi, derin bir hoşgörü, karşılıklı diyalog, tarifi zor olan bir insan sevgisi vardır. Global bir kucaklayış, insanlar arası, dinlerarası, mezheplerarası, uluslararası, renklerarası bir iletişim vardır. Alemleri kucaklayış vardır. Hor görme, itme, aşağılama ve kibir yoktur.
Bizim üzerimize düşen birinci vazife bu anlayışı güncelleştirmektir. Bireyler olarak bu anlayışı bir yaşam şekli olarak hayatımıza aksettirmektir. Anlatmaktan daha ziyade halimizle, davranışlarımızla, etkinliklerimizle, ilişkilerimizle Anadolu İslamını belki de adını koymadan hazmetmektir. Gönülden gönüle yol vardır deyimine inanmakla başlamalıyız. Ama ilk önce kendimizle barışmalıyız. Kendimizle barışmadan dostlarımızla, toplumumuzla, içinde yaşadığımız toplumla ve insanlıkla barışık olamayız.
Haydi! Anadolu İslam’ını keşfetmeye, yeniden öğrenmeye, yeniden yaşamaya !
Haziran 2002