Kitabı oku: «Kızıl Odanın Rüyası IV. Cilt», sayfa 3
Hâkim ayrılırken, Bayan Zhang yine hıçkırıklara boğulunca, mahkeme görevlilerine kadını dışarı çıkarmalarını söyledi. Zhang amca da kadını kendine getirmek için elinden geleni yaptı.
“Gerçekten kazaydı.” dedi. “Neden masum bir adamı suçlayalım? Sayın Hâkim cezaya karar verdi, lütfen artık sus!”
Xue Ke dışarıda bekliyordu ve her şeyin plana uygun şekilde ilerlemesine çok memnun olmuştu. Eve bir mektup gönderdi ve onay gelip de Xue Pan’in cezasını ödeyene kadar orada kalmaya devam edeceğini bildirdi.
O gün daha sonra kentte yürürken, sokakta heyecanlı konuşmalara şahit oldu.
“Duydun mu? İmparatorluk Eşlerinden birisi ölmüş. Mahkemelere üç gün ara verilmiş.”
İmparatorluk Anıtmezarı kentten çok uzakta olmadığından, Xue Ke Hâkimin cenaze hazırlıklarıyla çok meşgul olacağını düşündü. Hukuki meseleler için pek zamanı olmayacağından, kendisinin orada kalmasına gerek yoktu. Bu yüzden hapishaneye gidip Pan’e birkaç günlüğüne eve döneceğini söyledi. Pan, annesi adına memnun oldu ve ona moral vermek için kısa bir not yazdı:
Ben iyiyim. Doğru ceplere birkaç tael daha konursa evde olurum! Parayı esirgeme!
Xue Ke, lazım olur diye Li Xiang’ı orada bırakıp hemen eve döndü.
Xue teyzeye, hâkimin “saldırı”dan “kasıtsız adam öldürme”ye nasıl geçtiğini ayrıntısıyla anlattı.
“Şimdi bir tek, Zhanglara biraz daha para vermek kaldı. Sonra cezanın hafifletilmesi onaylanınca, her şey bitecek.” dedi.
Xue teyze rahat bir nefes aldı.
“Ben de eve dönüp aile işlerimizle ilgilenmeni umuyordum. Yaptıkları her şey için gidip Jialara teşekkür etmek istiyordum. Ayrıca Wang Hanım için her şeye göz kulak olmam, biraz da kızlarla zaman geçirmem iyi olur diye düşündüm. İmparator Eşi Zhou öldüğü için aile her gün Saray’a gidiyor, ev boş, kızlar yalnız kaldılar. Ama burada kimse olmadığı için gidemedim. Tam zamanında geldin.” dedi.
“Asıl komik olan yolda gelirken, ölenin İmparator Eşi Jia olduğunu duydum.” dedi Xue Ke. “Pek inandırıcı gelmese de acele ettim.”
“Bir süre önce hastaydı.” dedi Xue teyze. “Ama iyileşti, o zamandan beri hasta olduğu konusunda hiçbir şey duymadım. Büyük hanımefendi de son günlerde pek iyi hissetmiyordu, ne zaman gözünü kapatsa Majestelerini görüyormuş. Bu herkesi çok endişelendirdi. Saray’a birisini gönderdiler ama Majestelerinin çok iyi olduğu haberi geldi. Üç gün önce akşam Büyükanne Jia birden, ‘Sırf beni görmek için onca yolu yalnız başınıza mı geldiniz, Majesteleri?’ deyince, hastalığına verdiler ve çok ciddiye almadılar. ‘Eğer bana inanmıyorsanız, Majestelerinin ne dediğini söyleyeyim size. Kısa süre sonra zenginlik ve ihtişam sona erecekmiş; bir çıkış yolu bulmak gerekiyormuş!’ dedi. Herkes hayal gördüğünü düşündü; onun yaşındaki biri zihninde böyle şeyler yaratabilirdi. Kimse önem vermedi. Ertesi gün, Saray’da bir odalığın ciddi şekilde hasta olduğunu duyduklarında nasıl panik olduklarını tahmin edebilirsin. Ailenin unvanlı bütün üyeleri Saray’a gideceklerdi. Yola çıktıklarında korkunç bir hâldeydiler. Ama daha onlar Saray’dan ayrılmadan, Odalık Zhou olduğunu öğrendik. Ne tuhaf, senin duyduğun dedikodular da büyük hanımefendiye malum olan şeyle aynı.”
“İnsanlar hep olayları birbirine karıştırırlar.” dedi Baochai. Jia-lar da o kadar hassaslar ki ‘Majesteleri’ kelimesini duymaya görsünler, hiç düşünmeden bir sonuca varıyorlar. Yanlış alarm olduğu ortaya çıktı. Geçenlerde bir iki hizmetçileriyle biraz sohbet ettim, Majestelerinin olmasının mümkün olmadığını söylediler. Nasıl o kadar emin olduklarını sorunca, içlerinden biri birkaç yıl önce olanları anlattı.”
“O yılın ilk ayı, başkentin kasabalarından birindeki bir falcıyı yanılmazlığından dolayı aileye tavsiye etmişler. Jia Hanımefendi de Majestelerinin Sekiz Sap ve Dal’ının1 ortaya konmasını ve bu adamın kaderini söylemesini istemiş. Adam hemen incelemiş. ‘Burada bir yanlışlık olmalı. Bu genç hanımın birinci ayın birinde doğduğunu görüyorum. Yani eğer doğum saatinin sapı ve dalı doğruysa, onun bu evde değil, asil tabakada olması gerekir.’ demiş. Sör Zheng ve diğerleri hata olsun olmasın, yine de geleceğini tahmin etmesini istemişler. Adam devam etmiş: ‘Döngüsel Yıl Jia Shen (Tahta + Metal), Birinci Ay Bing Yin (Ateş + Tahta). Bu karakterler başarısızlık ve düşüşü temsil ediyor. Sadece Shen rütbe ve zenginlik gösteriyor ama bu, evde yaşamak zorunda olan bir kız için geçerli değil. Gün Yi Mao (Tahta + Tahta), baharın başlangıcında ‘tahta’ elementi hâkim durumda. İki işaret çakışsa da bu çakışma ne kadar büyük olursa o kadar iyidir, tıpkı iyi tahta gibi; yani ne kadar cilalarsanız, o kadar değeri artar. En uğurlusu da saat sapı olan Xin (Metal) asaleti, saat dalı olan Shi (Ateş) ise yüksek rütbe ve zenginliği gösterir. Birleşerek ‘kanatlı at’ı oluştururlar; bu birleşimdeki gün o kadar uğurludur ki gökteki ay kadar yükseleceğine işarettir. Ona İmparator’un Yatak Odası bahşedilecek. Eğer saat sapı ve dalı doğruysa, İmparator Eşi olması söz konusu.’ demiş.
“Hizmetçilerin de dedikleri gibi, yıldız falı Majestelerine aynen uyuyor. Sonra ne yazık ki görkeminin kısa süreceğini söylediğini de hatırlıyorlar. ‘Eğer Yin yılı, Mao ayında Tavşan Kaplan’la, Tahta Tahta’yla karşılaşırsa, çifte çakışma gerçekleşir, bu da gücünü zayıflatır, tıpkı gelişigüzel oyulan tahta gibi.’ demiş. Aile, telaşları arasında bu son kehaneti unutmuş ama hizmetçiler unutmamışlar; geçen gün hanımlarına söylemişler. Onların da dedikleri gibi, ne bu yıl Yin ne de ay Mao, demek ki Majesteleri olamaz, öyle değil mi?”
Baochai sözlerini bitirir bitirmez, Xue Ke heyecanla lafa karıştı.
“Boş verin şimdi Jiaları! Madem bu kadar iyi bir falcı var, neden ona Pan’i sormuyoruz? Belki bize hangi kötü etkinin yoluna çıkıp, bu yıl ona böyle kötü bir şans getirdiğini söyler. Pan’in sap ve dallarını söylesenize bana, bakalım onu bekleyen başka üzüntüler de var mıymış, gidip öğreneyim.”
“Falcı kasabalardan birindeydi. Şimdi kim bilir nerededir?” dedi Baochai.
Bu sohbet esnasında Xue teyzenin Jia konağına gitmek üzere hazırlanmasına yardım ettiler. Konağa vardığında, sadece Li Wan, Tanchun ve Xichun vardı. Onu karşılayıp Xue Pan’i sordular. Tehlikeli bir durumda olmadığını, sadece hükmün onaylanmasını beklediğini söyleyince rahat bir nefes aldılar.
“Daha dün annem, geçmişte ne zaman bir kriz durumu olsa, senin gelip her şeye göz kulak olacağına güvendiğini söylüyordu, teyze.” dedi Tanchun. “Ama bu sefer senin zaten uğraşacak bir sürü şeyin olduğundan senden yardım isteyemedi. Bizi burada kendi başımıza bıraktığı için çok huzursuz oldu.”
“Ben de sizi çok merak ettim aslında.” dedi Xue teyze. “Ama son bir iki haftadır olanları biliyorsunuz. Kuzeniniz Ke Pan’in işleriyle uğraşmaya gitti, ben de başa çıkamaz diye Baochai’i yalnız bırakamadım. Özellikle Pan’in genç karısı çok beceriksiz. Bir türlü kurtulup gelemedim. Neyse ki Ke eve dönebildi de rahat bir nefes alıp gelebildim. Davaya bakan hâkim birkaç gün Odalık Zhou’nun cenaze işleriyle meşgul olacakmış.”
“Keşke bir iki gün kalabilsen çok memnun oluruz.” dedi Li Wan.
Xue teyze başını salladı.
“Ben de yanınızda olup size eşlik etmeyi çok isterdim ama Baochai için endişeleniyorum, ben olmayınca kendisini yalnız hissedebilir.”
“Endişen buysa onu da çağırırız.” dedi Xichun.
Xue teyze güldü.
“Olmaz!” dedi.
“Neden olmasın? Zaten burada yaşıyordu.” dedi Li Wan.
“Anlamıyorsunuz. Artık işler değişti. Şimdilerde çok meşguller, gelemez.”
Xichun, gelemeyişinin asıl nedeninin bu olduğunu anlayıp konuyu kapattı. Onlar konuşurlarken, Büyükanne Jia ve ailenin diğer üyeleri başsağlığı ziyaretinden geri döndüler. Xue teyzenin orada olduğunu görünce selamlaşmalar bile bir tarafa bırakılıp, Pan’in son durumunu öğrenmek istediler. Xue teyze olup bitenleri anlattı. Baoyu de oradaydı ve Jiang Yuhan’ın adı geçince dikkatle kulak kabarttı. Herkesin içinde ilgi göstermeyi uygun bulmayarak, eski aktör dostu şehre geldiğine göre neden kendisini ziyaret etmediğini düşündü. Sonra Baochai’in annesiyle gelmediğini fark edip, neden evde kaldığını tahmin etmeye çalışarak düşüncelere daldı ancak hiç beklenmedik bir anda Daiyu gelince toparlanıp biraz daha neşelendi. Diğerleriyle beraber Büyükanne Jia’nın dairesinde yemeğe kaldı. Yemekten sonra herkes kendi odasına çekilirken, Xue teyze geceyi Büyükanne Jia’nın misafir odasında geçirdi.
Baoyu, Kızıl Neşe Avlusu’na döndü. Üzerini değiştirirken, birdenbire Jiang Yuhan’ın tanışma hediyesi olarak kendisine verdiği kuşağı hatırladı.
“Sana verdiğim kırmızı kuşağı hatırlıyor musun?” diye sordu Xiren’e. “Hani takmak istememiştin. Hâlâ duruyor mu?”
“Bir yerlere koymuşumdur. Neden sordun?”
“Sadece merak ettim.”
“O ayaktakımıyla arkadaşlık ettiği için Bay Pan’in başının ne büyük belaya girdiğini duymadın mı? Hiç akıllanmayacak mısın? Ne diye bu konuyu açıyorsun? Kafanı böyle şeylerle dolduracağına sakince derslerinle ilgilenmen gerekmez mi?”
“Ben ne yaptım şimdi? Başı derde giren ben miyim? Sadece aklıma geldi, hepsi bu! Hâlâ sende durup durmadığı umurumda bile değil. Bana ders vermeye kalkışacaksan…”
Xiren güldü.
“Ben sana ders vermeye çalışmıyorum. İnsanların aktörler hakkında söylediklerini biliyorsun. Madem klasikler üzerinde çalışıyor ve davranış kurallarını öğreniyorsun, bunları uygulayıp, hayatta başarılı olman lazım. Sevdiğin kişi karşına çıkınca, üzerinde iyi bir izlenim bırakmak istersin herhâlde.”
Bu Baoyu’ye bir şey hatırlattı.
“Tüh!” diye bağırdı. “Aklıma geldi! Büyükannemin dairesi o kadar kalabalıktı ki Kuzen Lin’le konuşma fırsatı bulamadım; o da benimle konuşmadı. Benden önce ayrıldı, muhtemelen evine varmıştır. Hemen geliyorum.”
Çıkıp gitti.
“Çok geç kalma!” diye bağırdı Xiren arkasından. “İşte yine yaptım! Hiç ağzımı açmamam lazımdı!”
Baoyu cevap vermeden, başı önünde düşünceli bir şekilde Bambu Evi’ne gitti. Oraya vardığında, Daiyu’yü masada bir kitaba dalmış hâlde buldu.
“Sen döneli çok mu oldu, kuzen?” diye sordu, gidip yanında durarak.
“Sen beni görmezden gelince, kalmamın bir anlamı yoktu.” dedi Daiyu kurnazca.
Baoyu güldü.
“Herkes bir ağızdan konuşuyordu, ben araya giremedim.” dedi.
Daiyu’nün önünde açık duran sayfaya bakınca hiçbir kelimesini anlamadı. Bazıları tanıdık geliyordu ama yakından incelediğinde onlar bile değişikti. Bir çengel karakteri vardı, içinde beş, bir dokuz, üzerinde büyük; bir beş, yanında altı, altında tahta, onun da altında beş. Çok şaşırtıcı bir şeydi.
“Bu acayip şeyleri çözebildiğine göre çok ilerlemiş olmalısın!” dedi.
Daiyu bir kahkaha attı.
“Sen nasıl bir âlimsin böyle! Daha önce hiç qin tablature2 görmemiş olamazsın!” dedi.
“Gördüm tabii ki. Ama nasıl oluyor da buradaki hiçbir karakteri tanımıyorum? Sen anlıyor musun bunları, kuzen?”
“Anlamasam okur muydum?”
“Sana inanamıyorum! Qin çalabildiğini bilmiyordum. Kütüphanede duvarda asılı olduğunu biliyor musun? Birkaç tane var. Önceki yıl babamın qin çalan bir arkadaşı olduğunu hatırlıyorum, galiba Antikacı Ji Haogu’ydu adı. Babam bir parça çalmasını istemişti ama aletleri inceleyince hiçbirinin çalınacak durumda olmadığını söyledi. Gerçekten çalarken dinlemek istiyorsa, başka bir sefer kendi enstrümanıyla geleceğini belirtmişti. Ama yapmadı. Herhâlde babamda müzik kulağı olmadığına karar verdi. Evet! Demek bunca zamandır cevherini bizden gizledin!”
“Yok canım!” dedi Daiyu. “İyi çalamıyorum. Sadece bir iki gün önce kendimi biraz daha iyi hissedince, kitaplığımı karıştırdım, eski bir qin kitabı buldum. Çok güzel bir şeydi, okumak hoşuma gitti. Qinin genel felsefesiyle ilgili bir ön sözle başlıyor, çok etkileyici buldum. Sonra işin teknik tarafını ayrıntısıyla anlatıyor. Anladım ki qin çalmak meditasyon yapmak gibi bir şey ve çok eski çağlardan bize kadar gelen manevi bir disiplin.
“Yangzhou’da yaşadığımız dönemde birkaç ders alıp biraz ilerleme kaydetmiştim. Ama o zamandan beri hiç alıştırma yapmayınca, dedikleri gibi ‘parmaklarımı diken kaplamış.’ İlk bulduğum kitapta sadece parçaların adları vardı, kelimeler ve notalar yoktu. Şimdi parçaların tamamının olduğu bir kitap buldum. Çok enteresan! Tabii ki asla notalara hakkını veremeyeceğimin farkındayım. Sanırım bunu büyük ustalar yapabiliyordu. Çalarken rüzgârla gök gürültüsünü, dragonla Anka kuşunu çağıran müzik ustası Kuang gibi! Bilge Konfüçyüs, Xiang’ın ilk notalarını duyar duymaz, Kral Wen’in müziği olduğunu anlarmış. Tepeleri ve Nehirlerin Rapsodisi’ni çalmak ve onun özündeki manayı bir müzik aşığıyla paylaşmak…” Daiyu’nün göz kapakları titredi, yavaşça başını önüne eğdi.
Baoyu çok etkilenmişti.
“Ah kuzen! Kulağa ne hoş geliyor! Ama ben hâlâ bu özel işaretleri anlamıyorum. Lütfen nasıl okunduklarını öğretsene bana.”
“Öğretmeye gerek yok. Çok basit, anlatınca hemen anlayacaksın.” dedi Daiyu.
“Ama ben aptalın tekiyim! Lütfen yardım et! Mesela şurada, çengelden başka bir şey görmüyorum, üzerinde büyük yazıyor, ortasında beş var.”
Daiyu bir kahkaha attı.
“Büyük ve tepesindeki dokuz, sol elinin başparmağıyla dokuzuncu perdede tele bastıracaksın demek oluyor. Çengel ve beş, sağ elinin orta parmağını çengel yapıp beşinci teli kendine doğru çekeceksin anlamına geliyor. Görüyorsun ya, bunlar kelime değil, daha ziyade sonraki notanın ne olduğunu ve nasıl çalınacağını söyleyen işaretler topluluğu. Çok kolay. Sonra dar ve geniş titreme, yükselen ve alçalan kaydırma, çekme, bastırma, hafif vuruş ve benzeri şeyler de var.”
Baoyu sevinçten mest olmuştu.
“Sen bu işten o kadar iyi anladığına göre neden beraber qin çalışmaya başlamıyoruz, kuzen?” diye sordu.
“Qinin özü baskılamadır.” dedi Daiyu. “Eski zamanlarda insanın kendisini arıtması, sakin ve ağırbaşlı bir hayat sürmesi, bütün nahoş tutkuları bastırmak, asi dürtüleri frenlemek için icat edilmiş. Eğer çalmak istiyorsan, öncelikle kayaların ve ağaçların arasındaki bir tavan arasında sessiz bir stüdyo ya da kayalık bir dağın tepesinde veya su kenarında ıssız bir kuytu bulman gerekir. Hava berrak ve sakin olmalı, hafif bir esinti ve ay ışığı olsun. Tütsü yakıp sükût içinde otur. Kafandaki düşünceleri boşalt. Düzgün bir şekilde nefes al. Ruhun manevi dünyayla ilişki kurmalı. Bu yüzden eskiler, ‘Gerçekten müzikten anlayan birini bulmak çok zordur.’ derler. Eğer senin müziğinin gerçek zevkini paylaşacak hiç kimse yoksa, yalnız başına otur; esintiye ve ay ışığına, yeşil çamlara ve pütürlü tepelere, vahşi maymunlara ve kutsal turnalara serenat yap; kulakları qinin değerli erdemini kirletecek görgüsüz kalabalıklara değil. Ortam böyle. Sonra parmak tekniği ve dokunma önemli. Çalmayı düşünmeden önce, uygun kıyafetler giydiğinden emin ol. Kuğu tüyünden bir pelerin ya da eskilerin uzun ceketi olabilir. Bu bilge enstrümanına uygun, vakur bir tavır takın. Ellerini yıka. Tütsüyü yak. Kanepenin ucuna otur. Qini önündeki masaya yerleştir, göğsün beşinci perdenin karşısına denk gelsin. İki elini yavaş yavaş ve nazikçe kaldır. Artık bedenen ve zihnen başlamaya hazırsın.”
“Şimdi ister yumuşak ya da yüksek perdeden, ister hızlı ya da yavaş olsun, çalışın doğal ve vakur olmalı.”
“Vay be!” diye bağırdı Baoyu. “Bu işi eğlenmek için yaptığımızı sanıyordum! Bu kadar karmaşıksa ben hazır olduğumdan emin değilim.”
Onlar konuşurlarken, Zijuan geldi ve Baoyu’yü görünce gülümsedi.
“Bu neşeyi neye borçluyuz, Efendi Bao?” diye sordu.
“Kuzen Dai bana qin öğretiyor. O kadar güzel anlatıyor ki dinlemeye doyamıyorum.” dedi Baoyu.
“Onu demek istemedim.” dedi Zijuan. “Bugünlerde sizi burada pek sık göremiyoruz. Bugün geldiğinize göre keyfiniz yerinde herhâlde.”
“Böyle göründüğünü tahmin ediyorum.” dedi Baoyu. “Ama Kuzen Dai pek iyi olmadığı için onu rahatsız etmek istemedim. Ayrıca okula gitmek zorundayım…”
“Evet.” diye araya girdi Zijuan. “Bayan Lin yeni iyileşmeye başladı, şimdi dinlenmesine izin vermeniz iyi olmaz mı? Size ders vererek yorulmasın.”
“Ah tabii! Ne kadar düşüncesizim!” diye bağırdı Baoyu gülerek. “Söylediklerine o kadar dalmışım ki yorulacağı hiç aklıma gelmedi.”
“Yorulmadım.” dedi Daiyu gülümseyerek. “Müzik hakkında konuşmak insanı yormaz, tam tersi keyiflendirir. Sadece anlattıklarım sana fazla mı geliyor diye merak ediyorum…”
“Hiç önemli değil.” dedi Baoyu. “Ama ağırdan alırsak daha iyi anlayabilirim.”
Ayağa kalktı.
“Gerçekten de şimdi seni rahat bırakayım. Yarın Tan ve Xi’ye benimle gelmelerini söylerim. Siz üçünüz beraber çalışırsınız, ben de oturup…”
“Seni tembel şey!” dedi Daiyu. “Biz üçümüz öğrenirken, sen her zamanki gibi cahil kalırsan, o zaman biz…”
Birden, fazla içten davrandığını hissederek sustu.
“Sen çaldığın sürece ben memnuniyetle dinlerim.” dedi Baoyu neşeyle. “Benim odun olduğumu düşünsen de aldırmam.”
Daiyu kızardı ama yine de güldü. Zijuan ve Xueyan de güldüler.
Baoyu vedalaşıp kapıya yürüdü, o anda Qiuwen geldi, arkasında da küçük bir orkide saksısı taşıyan bir hizmetçi vardı.
“Hanımefendiye dört saksı orkide verdiler.” dedi Qiuwen. “Kendisi Saray’da çok meşgul olduğundan onların keyfini süremeyecekmiş, birini Efendi Bao’ya, birini de Bayan Lin’e gönderdi.”
Daiyu orkidelere baktı. Aralarında çift başlı bir tür de vardı, onları görünce anlamlarına ilişkin tuhaf bir hisse kapıldı. Hayra alamet miydi, değil miydi bilemedi. Ama önemli bir şeydi. Dalgın dalgın bakakaldı onlara.
Tam tersine Baoyu’nün zihni titremeler ve kaydırmalarla doluydu.
“Şimdi orkidelerin olduğuna göre artık Yalnız Orkide melodisi besteleyebilirsin, kuzen. Konfüçyüs’ünki kadar güzel olacağından eminim.”3 dedi giderken.
Daiyu’nün yüreği jeste cevap veremeyecek kadar hüzünlüydü. İçeri girdi ve orkidelerine bakarak düşündü.
“Çiçeklerin baharı vardır; açarlar ve taze yaprakları çıkar. Ben gencim ama sonbaharın ilk soluğundan korkan bir söğüt kadar kırılganım. Eğer her şey yolunda giderse, daha da güçlenebilirim. Ama olmazsa, benim kaderim de baharın sonunda dökülen yapraklar gibi olacak, yağmurda sürüklenip, rüzgârda savrulacak.”
Bu kasvetli düşünceler gözyaşını da getirdi. Zijuan onu ağlarken görünce çok şaşırdı.
“Daha demin, Efendi Bao buradayken ne kadar keyifliydiler. Şimdi şu hâline bak! Sadece çiçeklere baktı, o kadar!” diye düşündü.
Hâlâ onu teselli etmenin bir yolunu ararken, Baochai’in hizmetçilerinden biri geldi. Ama bu ziyaretin nedenini bilmek istiyorsan, gelecek bölümü okumalısın.
87. BÖLÜM
Sonbahar sesleri hüzünlü hatıralarla birleşip, qinle beste yapma ilhamı getirir.
Tutku akını, kötü ruhların Zen’in dinginliğini bozmasına neden olur.
Daiyu, Baochai’in hizmetçisini içeri aldırdı. Kız, hanımının selamlarını ilettikten sonra bir mektup verdi ve hizmetçilerle birlikte çay içti. Daiyu mektubu açtı; Baochai’den geliyordu.
Sevgili Kuzen,
Kaderi kötü bir ailede, şanssız bir günde doğmuşum! Talihsizlikler ailemizin peşini bırakmıyor. Kız kardeşim yok, annem yaşlanıyor; bir de günün ve gecenin her saati yan daireden gelen kavga gürültü sesleri ekleniyor, korkunç felaketler üzerimize hücum ediyor. Hüznümü yenemeden gece yatağımda uykusuz dönüp dururken, tek tesellim senin gibi kafa dengi birini düşünmek oluyor. Ah, canım kuzenim! Ahenk ve neşenin hüküm sürdüğü o altın sonbaharın sevincini paylaştığın gibi, şu anki çilelerimi de paylaşacak bir yüreğe sahip olduğunu biliyorum. Sonra Begonya Kulübü siperinin altında birleşip yengeçlerin lezzetini tattık, kasımpatıların keyfini sürdük. Bir keresinde senin çiçekleri sorguladığı hatırlıyorum.
Hangi münzevi paylaşıyor gizlenme yerini?
Hepsinin içinde neden en son sen açarsın çiçeklerini?
Bu dizeler hep yüreğimi parçalayıp durdu. Sen ve ben yaklaşan soğukta titreyip duran, geç açan çiçekler değil miyiz? Bu düşüncelerle, hislerimi ifade etmek için dört kıtalık bir ağıt yazdım. Bunu, sanatsal bir şey olarak değil de gözyaşlarımın basit bir aracı olarak okumanı rica ediyorum.
Seni Seven Kuzenin,Baochai
Şiir de mektuba eklenmişti.
Yazık! Yine mevsim değişiyor,
Soğuk güz bir kez daha geliyor;
Ne kadar kötü ailemin kaderi,
Yalnız oturuyorum, yüreğim sızlıyor.
Kuzey salonunda sarızambaklar,
Unutturamıyor dertlerimi.
Giderecek bir şey yok kederimi,
Ruhum yitirdi ümitlerini.
Sürükleniyor bulutlar,
Acı rüzgârıyla güzün;
Avluda yürüyorum,
Saçılmış kuru yapraklar.
Nereye gideyim?
Mutluluğum kayboldu,
Hatırlanan sevinçler,
İçimi acıyla doldurdu.
Mersin balığının gölü var,
Turnanın yuvası,
Biri pullarına gizleniyor,
Diğeri giyinmiş uzun tüyleri.
Keder içinde soruyorum:
Ey yüce gökler,
Ey engin yeryüzü!
Dinler misin dertlerimi?
Samanyolu parıldıyor;
Hava soğuk,
Ay ışığı vuruyor,
Su saati gece yarısını bildiriyor.
Sızlayan kalbime uyku yok.
Bir kere daha okuyorum ağıtı,
Sonra emanet ediyorum sana,
Benim ruh eşim, sevgili dostuma!
Daiyu çok etkilendi. “O benim anlayacağımı çok iyi biliyor!” diye düşündü. “Zaten bu yüzden başkasına değil de bana yazmış.”
Düşüncelere dalıp gitti, sonra dışarıdan bir ses geldi.
“Kuzen Lin evde mi?”
Mektubu hemen katlayıp kaldırdı ve kimin geldiğini sordu.
Misafirler içeri girmişlerdi bile. Tanchun, Shi Xiangyun ve Li kardeşler gelmişlerdi. Kızlar birbirlerini selamladılar ve Xueyan çay servisi yaptı. Sohbetleri sırasında, Daiyu iki yıl önceki, kasımpatıya şiir yazdıkları toplantılarını hatırladı.
“Ne tuhaf değil mi?” dedi. “Kuzen Chai Bahçe’den taşındığından beri bizi sadece bir iki kere görmeye geldi. Sanki artık gelmesi için bir nedeni yokmuş gibi görünüyor. Bir daha ziyaretimize gelecek mi diye merak ediyorum.”
Tanchun güldü.
“Gelecek elbette! Sadece şu anda durum biraz sıkıntılı. Kuzen Pan’in eşi biraz düzenbaz biri, Xue teyze yaşlanıyor. Şu son Pan olayı da üstüne tuz biber ekince, Baochai’in evdeki işlerle ilgilenmesi gerekiyor. Artık hiçbir şey eski günlerdeki gibi değil.”
O konuşurken dışarıda ani bir rüzgâr sesi duydular, kâğıt kaplı pencerelere yapraklar vuruyordu. Odaya hafif bir koku geldi. Hangi çiçek olduğunu tahmin etmeye çalıştılar.
“Osmantusa benziyor.” dedi Daiyu.
Tanchun güldü.
“Tam bir güneyli gibi konuşuyorsun!” diye takıldı ona. “Dokuzuncu ayda osmantus ne gezer?”
Daiyu gülümsedi.
“Haklısın. Ama ben de o olduğunu söylemedim, benziyor dedim.”
“Öyle deme, Tan.” diye araya girdi Xiangyun. “Şu dizeleri bilirsin:
Lotus kokusu kilometreler aşar gelir,
Güzün sonuna kadar açar osmantus çiçekleri.
“Güneyde geç açan çiçekler şimdi en güzel hâllerindedir. Sen buna hiç şahit olmadın. Bir gün güneye gitme fırsatın olursa kendi gözlerinle görürsün.”
“Ne işim var güneyde?” dedi Tanchun ezici bir gülümsemeyle. “Hem zaten yıllar öncesinden biliyorum.”
Li kardeşler birbirlerine bakıp güldüler.
“O kadar emin olma, Tan.” dedi Daiyu. “Ne derler bilirsin, ‘İnsanoğlu gezgindir, bugün burada, yarın yok.’ Şimdi burada olsan da yarın kim bilir nerede olacaksın. Mesela ben. Güneyde doğdum ama şimdi kuzeyde yaşıyorum.”
Xiangyun ellerini çırptı.
“Doğru söylüyorsun! Dai, Tan’i alt etti. Böyle bir tecrübeyi yaşayan sadece o değil. Bize de baksanıza! Bazılarımız doğma büyüme kuzeyliyiz. Bazılarımız güneyde doğdu, sonra buraya taşındı. Ama burada hep beraberiz. Bu bizim kaderimiz. İnsanlar ve yerler birbirine benzer. Karmaları onları bir araya getirir.”
Hepsi başını sallayarak Xiangyun’ün bu kısa nutkunu onayladı, sadece Tanchun gülümsedi. Bir süre daha sohbet ettikten sonra gitmek üzere kalktılar. Daiyu onları kapıya kadar geçirdi, dışarıya da çıkmak istedi ama diğerleri vazgeçirdiler.
“Daha yeni yeni iyileşmeye başladın. Şimdi dışarı çıkarsan üşütebilirsin.”
Bunun üzerine kapıda durdu, veda sözleri söyledikten sonra onlar avlu kapısından çıkana kadar arkalarından baktı.
Onlar gittikten sonra tekrar içeri girip oturdu. Kuşlar yuvalarına dönüyor; güneş batıyordu. Xiangyun’ün güney hakkında söyledikleri hâlâ kulaklarında çınlarken, bir hayalin içine sürüklendi. Annesiyle babası sağ olsalardı… Hâlâ güneyde, o bahar çiçeklerinin toprakları, güzün mehtabı, berrak sular, pırıltılı tepeler diyarında yaşıyor olsaydı… Tekrar oralarda olmayı, Yangzhou’nun yirmi dört köprüsünü, Nanking’in ünlü tarihî yerlerini ziyaret etmeyi nasıl da isterdi! Güneydeyken kendisine refakat eden bir sürü hizmetçisi vardı. Ne isterse söyler, ne dilerse yapar, boyalı teknelere biner, kokulu arabalarda yolculuk yapar, kırmızı kayısı çiçekleriyle dolu alanları seyreder, ağaçların arasından yeşil han tabelalarını görürdü… Genç bir hanımefendi olacaktı, her şeyi başkalarına bağlı olan bir yabancı değil! Jialar kendisi için ne yaparlarsa yapsınlar, sürekli adımlarına dikkat etmesi gerekiyordu. Önceki yaşamında ne günah işlemişti de böyle yapayalnız kalmayı hak etmişti? Son Güney Tang İmparatoru’nun tutsakken söyledikleri, kendi duygularını ne kadar güzel ifade ediyordu: “İşte, bütün gün boyunca yüzümü gözyaşlarımla yıkıyorum!” Sanki ruhu uzak diyarlara gitmişti.
Zijuan içeri girdi ve bir bakışta Daiyu’nün bu dalgınlık hâlinin nedenini anladı. Xiangyun konuşurken kendisi de odadaydı ve güneyden söz edilince, Daiyu’nün ne kadar kolay üzüldüğünü biliyordu.
“Misafirlerin o kadar çok konuştular ki yine çok yorgun hissedeceğini düşündüm, hanımım.” dedi. “Xueyan’i mutfağa gönderip bir kâse etli lahana çorbası ve kurutulmuş karides, deniz yosunu ve bambu filizi getirttim. Nasıl, güzel değil mi?”
“Sanırım öyle.”
“Biraz da pirinç lapası.”
Daiyu başını salladı.
“Ben lapayı siz ikinizin yapmasını tercih ederim, mutfakta yaptırmayın.”
“Hayır, hanımım. Mutfağın ne kadar temiz olduğundan asla emin olamayız. Lapayı kendimiz pişireceğiz. Xueyan’e, Aşçı Liu’ya çorbaya çok itina göstermesini söylemesini tembih ettim. O da hiç merak etmememizi söylemiş, bizzat ilgilenecek, kendi odasında pişirecekmiş. Kaynarken kızı Fivey göz kulak olacakmış.”
“Onu kastetmedim.” dedi Daiyu. “Mutfak kirlidir diye şikâyet etmiyorum. Uzun zamandır insanlara zahmet veriyorum, zaten hastalığım yeterince sıkıntı çıkardı. Bütün bu çorba ve lapa gibi özel siparişler yüzünden benden bıkacaklar.”
Yine gözlerine yaş doldu.
“Ah hanımım! Yine evhama kapılıyorsun.” diye karşı çıktı Zijuan. “Sen büyük hanımefendinin torunu, gözünün bebeğisin. Sana hizmet etmek herkesin yakalamaya çalıştığı bir fırsat, söylenecekleri bir şey değil.”
Daiyu düşünceli bir şekilde başını salladı.
“Bu arada, sözünü ettiğin Fivey, Efendi Bao’nın evindeyken Fangguan’ın arkadaşı olan kız mı?”
“Evet o.”
“Ben onun Efendi Bao’ya hizmet edeceğini duymuştum.”
“Evet, öyleydi. Sonra hastalandı, tekrar iyileşip işe başlayana kadar Qingwen olayı çıktı, o zaman ertelendi.”
“Onu hep sevmişimdir.” dedi Daiyu.
Bu arada bir hizmetçi kadın çorbayı getirdi, Xueyan almak için dışarı çıktı.
“Aşçı Liu, çorbayı Fivey’nin kendi odasında pişirdiğini Bayan Lin’e söylemenizi istedi.” dedi kadın. “Bu yüzden temiz olmadığı konusunda endişelenmesin.”
Xueyan, mesajı ileteceğini söyleyip, çorbayı odaya getirdi. Daiyu zaten bu konuşmaları duymuştu.
“Hemen gidip kadına, Aşçı Liu’ya çok teşekkür ettiğimizi iletmesini söyle.” dedi Xueyan’e.
Xueyan dediğini yaptı, kadın yoluna gitti. Geri gelen Xueyan Daiyu’nün kâsesini ve yemek çubuklarını masaya koydu.
“Güneyden gelen turp salatasından da biraz ister misin, biraz susam yağı ve sirkeyle karıştırayım.” dedi.
“Nasıl istersen ama çok fazla zahmete girme.”
Xueyan kâseye lapa koydu. Daiyu yarısını yedi, birkaç kaşık çorba içti. Kaşığını masaya bırakınca, iki hizmetçi ortalığı topladı, masayı temizledi ve her zamanki yerine kaldırdı. Daiyu ağzını çalkaladı, ellerini yıkadı.
“Zijuan, mangala tütsü koydun mu?” dedi Daiyu.
“Şimdi koyacaktım.”
“Xueyan’le sen de çorba ve lapa yiyin. Gayet güzel ve besleyici. Ben tütsüyle ilgilenirim.”
İki hizmetçi yemeklerini yemek için dış odaya gitti. Daiyu mangala biraz tütsü koyup oturdu. Tam eline bir kitap almak üzereyken, rüzgârın dışarıdaki ağaçların arasında hüzünle mırıldandığını duydu. Uzun bir iç çekiş Bahçe’yi bir ucundan öbür ucuna kadar süpürüp geçti. Saçakların altındaki rüzgâr çanları çınlamaya başladı.
Xueyan çorbasını daha önce bitirip, Daiyu bir şey istiyor mu diye bakmaya geldi.
“Hava soğuyor.” dedi Daiyu. “Geçen gün çıkarmanı söylediğim kürk kıyafetlerimi havalandırdın mı?”
“Evet, hanımım.”
“Buraya getir o zaman. Omuzlarıma sıcak bir şey almak istiyorum.”
Xueyan dışarı çıktı ve keçeden bir bohçaya konmuş, bir yığın kürk astarlı kıyafetle geri döndü. Bohçayı açtı, Daiyu seçsin diye kıyafetleri çıkardı. Daiyu aralarında küçük, ipek bir bohça daha olduğunu fark etti. Almak için uzandı, bohçayı açtı. İçinde ipek mendiller vardı. Bunları Baoyu’nün, iyileşme döneminde gizlice kendisine gönderdiğini hatırladı. Üzerlerine şiirler yazmıştı! Hâlâ gözyaşı lekeleri duruyordu. Hemen yanındaki küçük bir bohçada, Baoyu için üzerini işlediği kokulu kese (bir dargınlık anında biraz yıpranmıştı), yırtık bir yelpaze kılıfı ve Değerli Taş’ı için yaptığı ipek kordonun kesik parçaları vardı. Herhâlde Zijuan, havalandırılacak kıyafetleri seçerken sandıklardan birinde rastlamıştı bu hatıralara ve kaybolmasınlar diye bohçaya koymuştu. Daiyu, Xueyan’i ve kıyafetleri tamamen unutmuş gibiydi. Elindeki mendillere bakarak büyülenmiş gibi duruyordu. Şiirleri okurken yanaklarından yaşlar süzüldü.
Zijuan içeri girip Xueyan’i donup kalmış şekilde dikilirken buldu, kıyafet bohçası önünde, kese, yelpaze kılıfı ve kordon Daiyu’nün yanındaki masada duruyordu. Daiyu elinde tuttuğu, üzerinde yazılar olan iki soluk mendile gözyaşları içinde bakıyordu.
Hüzün hüzünle karşılaşınca,
Yeni yaşlar eskisine karışır.
Zijuan, bu nesnelerin her biriyle ilişkili hassas anıları çok iyi biliyordu. Anlayışlı davranmanın pek işe yarayacak bir çare olmadığını düşündü ve neşeli bir sitemde bulunmaya karar verdi.
“Haydi ama, hanımım, bunlara bakıp durmanın ne anlamı var? Hepsi geçmişe ait. Efendi Bao’yla çocuktunuz o zamanlar. Kim bilir ne kadar çok dargınlık yaşadınız! Bir kahkaha, bir gözyaşı. Neyse ki büyüdünüz de hayatı biraz daha ciddiye almayı öğrendiniz. O zaman da şimdi olduğu gibi terbiyeli olsaydı, bunlar bu hâle gelmeyecekti!”
Gayet iyi niyetliydi ama sözleri Daiyu’ye Baoyu’yle geçirdiği eski günleri hatırlattı ve yeni gözyaşlarını harekete geçirdi. Zijuan yine onu neşelendirmeye çalıştı.
“Haydi, hanımım. Xueyan bekliyor. Giyecek bir şey seç.”
Daiyu mendilleri bıraktı. Zijuan hemen aldı onları, katlayıp tekrar kese ve diğerleriyle birlikte kaldırdı. Sonunda Daiyu kürk astarlı bir ceketi omuzuna aldı ve dış odaya gitti. Oturup etrafına bakınca Baochai’in şiirinin ve mektubunun hâlâ masada durduğunu gördü. Aldı onları ve tekrar birkaç kere okudu.
“Şartlarımız değişse de duygular aynı.” dedi kendi kendine, içini çekerek. “Ben de cevap olarak bir şeyler yazmalıyım. Dört kıta yazıp qin için besteleyeceğim. Yarın bir kopyasını çıkarıp Chai’ye gönderirim.”
Tablature: Bir müzikal eserin belirli bir çalgıyla ve bu çalgı üzerindeki hangi tel ve perdelere basılarak çalınacağını, nota yerine çeşitli rakam, harf ve işaretlerle gösteren sistemdir. (ç.n.)