Kitabı oku: «Kızıl Odanın Rüyası IV. Cilt», sayfa 4
Xueyan’e, dışarıdaki masada duran fırçasını ve mürekkep taşını getirmesini söyledi. Mürekkebi ıslatarak yazmaya başladı. Dört kıtayı tamamlayınca, raftan qin kitabını alıp göz gezdirdi. Şiirlerini iki eski melodi olan Yalnız Orkide ve Değerli Birinin Özlemi’ne uyarladı. Sonra Baochai’e göndermek için bir kopyasını çıkardı ve Xueyan’den evden getirdiği qini sandıktan çıkarıp vermesini istedi. Telleri akort etti ve birkaç parmak alıştırması yaptı. Doğal eğilimi pratik eksikliğini telafi etti ve çok geçmeden çocukken öğrendiği her şey geri geldi. Bir süre çaldıktan sonra akşamın geç saati olduğunu görüp qini bir kenara koydu, yatağına gitti. Onu orada bırakıyoruz.
***
Bir gün Baoyu tuvaletini tamamladıktan sonra her zamanki gibi Mingyan’le beraber okula gitmek üzere yola çıktı. Hizmetkârlarından biri olan ve ağzı kulaklarında, zıplayarak gelen Moyu’yla karşılaştılar.
“Haberler iyi, Efendi Bao!” dedi çocuk. Müdür Bey bugün okulda değil, siz bugün izinlisiniz!”
“Ciddi misin sen?” diye sordu Baoyu.
“Bana inanmazsanız, kendiniz bakın. Efendi Huan ile Küçük Bey Lan geri dönüyorlar.”
Baoyu bakınca, üvey kardeşi ve yeğeninin hizmetkârlarıyla beraber kendilerine doğru geldiklerini gördü. Ne dediklerini duymuyordu ama gevezelik edip gülüşüyorlardı. Baoyu’yü görünce elleri yanlarında, saygılı bir tavırla durdular.
“Neden bu kadar erken döndünüz?” diye sordu Baoyu.
“Bugün Müdür Bey’in işi varmış.” dedi Huan. “Bütün gün izinli olduğumuzu söyledi. Yarın her zamanki gibi gideceğiz.”
Bunu duyan Baoyu geri dönüp, Büyükanne Jia ve babasına haber verdi; sonra Kızıl Neşe Avlusu’na gitti.
“Neden geldin?” diye sordu Xiren.
Baoyu olup biteni anlattı ona ve birkaç dakika yanında oturduktan sonra tekrar dışarı çıkmaya yeltendi.
“Nereye gidiyorsun böyle acele acele?” diye sordu Xiren. “Okuldan izin verilmesi, hemen dolaşmaya gideceksin anlamına gelmiyor. Dinlensen iyi olur.”
Baoyu durdu, başını önüne eğdi.
“Haklısın. Ama başka ne zaman dışarı çıkıp eğlenme fırsatı bulacağım? İnsaf et!” dedi.
Bunu öyle bir yalvaran tonda söyledi ki Xiren yumuşadı.
“Peki.” dedi gülerek.
Bu arada öğle yemeği servisi yapıldı, Baoyu kalıp yemeğini yedi. Bitirince ağzını çalkalayıp hemen çıktı. Tıpkı bir duman kümesi gibi hızla Bambu Evi’ne gitti. Zijuan avluda mendilleri asıyordu.
“Bayan Lin öğle yemeğini yedi mi?” diye sordu kıza.
“Erkenden yarım kâse pirinç lapası yemişti.” dedi Zijuan. “Ama şimdi aç değilmiş, uyuyor. Başka bir yere gitseniz iyi olur, Efendi Bao, daha sonra gelin.”
Baoyu hiç istemese de nereye gideceğini bilmeden ayrıldı oradan. Birden birkaç gündür Xichun’ü görmediği geldi aklına. Kokulu Lotus Köşkü’ne doğru yürümeye başladı. Avluya varıp pencerelerden birinin önünde durunca, her yer çok sakin ve terk edilmiş gibi geldi ona. Onun uyuduğu ve rahatsız edilmemesi gerektiği sonucunu çıkardı. Tam geri dönmek üzereyken, içeriden, anlaşılmayacak kadar hafif bir ses geldiğini duydu. Daha net duyma umuduyla bekleyip tekrar kulak kabarttı. İşte! Bir şıkırtıydı! Ne olabileceğini düşünürken, bir konuşma sesi geldi.
“Onu hareket ettirirsen, oradaki durumun ne olur?” diyordu içeriden biri.
Go oynuyorlardı. Ama Baoyu konuşanın kim olduğunu anlayamadı. Xichun’ün cevabını duydu sonra.
“Umurumda bile değil! Onu alırsan ben de bu tarafa gelirim. Şunu alırsan, bu tarafa gelirim. Sonuçta bütün burayı kuşatırım.”
“Ya böyle yaparsam?”
“Ay!” diye bağırdı Xichun. “Böyle bir hamleye karşı önlemim yok!”
Öteki kızın sesi de tanıdıktı! Ama hâlâ çıkaramadı. Kuzenlerinden biri değildi, bundan emindi. Xichun bir yabancıyı ağırlıyor olamazdı. Kapı perdesini kaldırıp içeriye baktı. Go arkadaşı Yeşil Kafes Manastırı’ndan Eşiğin Ötesindeki Kişi, Miaoyu’ydü. Daha fazla rahatsız etmeye yeltenmedi. Kızlar oyuna öyle dalmışlardı ki gizlice izlendiklerinin farkında bile değillerdi. Baoyu orada durup seyretmeye devam etti. Miaoyu oyun tahtasının üzerine eğildi.
“Bu köşeyi istemiyor musun?” diye sordu Xichun’e.
“İstiyorum tabii.” dedi Xichun. “Ama senin bütün taşların öldü, korkacağım ne var ki?”
“Emin misin? Bir dene bakalım.”
“Tamam. İşte hamlem. Sen ne yapacaksın görelim.”
Miaoyu’nün yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Taşını zaten tahtanın kenarında var olan taşıyla birleştirdi, sonra Xichun’ün taşlarından birinin üzerinden atlayıp bütün köşeyi ele geçirdi.
“Buna tersyüz etmek denir!” dedi gülerek.
Xichun henüz cevap veremeden, sessiz seyircileri kendisini tutamayıp bir kahkaha attı. İki kızın ödleri patladı.
“Tek kelime etmeden gizlice içeri girmek de ne demek?” diye bağırdı Xichun. “Bu nasıl bir kabalık! Ne zamandır oradasın?”
“O köşede oynamaya başladığınızda gelmiştim.”
Miaoyu’ye selam verdi.
“Merhaba, Muhterem Kardeş’im!” dedi gülerek. “O mistik Zen kapısından bu nadir ayrılış neden? Hangi karma seni tozlu diyara getirdi?”
Miaoyu kulaklarına kadar kızardı, hiçbir şey demeden başını önüne eğip go tahtasına baktı. Baoyu onu utandırdığını fark etti ve telafi etmeye çalıştı.
“Gerçekten, sıradan fâniler dünyadan elini eteğini çeken senin gibilerle nasıl kıyaslanabilir?” dedi sevimli bir gülümsemeyle. Her şeyden önce iç huzuruna ermişsin. Bu huzurla beraber derin bir maneviyat, bu maneviyatla beraber de net bir sezgi gelir.”
O konuşurken, Miaoyu hafifçe gözlerini kaldırıp baktı. Sonra hemen tekrar bakışlarını indirdi ve koyu bir kızarıklık yüzüne yayıldı. Baoyu, onun bilerek kendisini görmezden geldiğini fark etti, masanın yanına oturdu. Xichun oyuna devam etmek istedi ama Miaoyu kısa süren sessizliği bozdu.
“Başka bir gün oynayalım.” diyerek ayağa kalktı; üstüne çekidüzen verip tekrar oturdu. Sonra Baoyu’ye döndü, tuhaf bir ses tonuyla, “Nereden geliyorsun?” diye sordu.
Kendisiyle konuşması Baoyu’yü çok rahatlattı; önceki gafını telafi etme fırsatı bulduğuna memnun oldu. Sonra birden bu sorusunun göründüğü kadar basit olmadığı geldi aklına. Bu da Zen kurnazlıklarından biri miydi? Dili tutulmuş, yüzü kızarmış bir hâlde oturdu. Miaoyu gülümseyerek Xichun’e döndü. Xichun de güldü.
“Kuzen Bao, bu kadar zor bir soru muydu? ‘Geldiğim yerden geliyorum.’ deyimini duymadın mı? Yüzünün rengini gören de yabancıların arasındasın sanır. Utanma!”
Miaoyu bu konuşmayı üstüne alınmış gibi görünüyordu. Tuhaf bir duygu kıpırdanması hissetti ve yüzüne sıcak bastı. Yine kızaracağını hissedip daha fazla kızardı. Ayağa kalktı.
“Çok kaldım. Artık manastıra dönmem lazım.” dedi.
Xichun, Miaoyu’nün mizacının çok tuhaf olduğunu bildiğinden kalması için ısrar etmedi. Onu geçirirken, Miaoyu gülümseyerek, “Seni görmeye gelmeyeli çok zaman oldu. Dönüş yolu kıvrımlar ve dönemeçlerle dolu. Yolu bulamamaktan korkuyorum.” dedi.
“Ben sana yol göstereyim!” diyerek atıldı hemen Baoyu.
“Şeref duyarım.” dedi kız. “Lütfen buyurun!”
Xichun’le vedalaşıp beraber Kokulu Lotus Köşkü’nden çıktılar. Kıvrımlar çizen yol onları Bambu Evi’nin yakınlarına getirdi, oraya yaklaşırlarken müzik sesi duydular.
“Qin çalınıyor.” dedi Miaoyu. “Nereden geliyor acaba?”
“Kuzen Lin odasında çalıyor herhâlde.” dedi Baoyu.
“Sahi mi? Bu da bir başka yeteneği mi? Sözünü ettiğini hiç duymadım.”
Baoyu, Daiyu’nün ona anlattıklarını tekrarladı.
“Gidip seyredelim mi?” dedi.
“Dinleyelim demek istiyorsun sanırım.” dedi Miaoyu. “İnsan qini dinler, seyretmez.”
“İşte bu!” dedi Baoyu sırıtarak. “Ben sıradan bir fâni olduğumu söylemiştim.”
Bambu Evi’nin yanındaki kayalığa geldiler. Oturup sessizce dinlediler, melodinin dokunaklılığı onları etkisine aldı. Sonra bir mırıltı eşlik etmeye başladı.
Sonbahar şiddetleniyor, rüzgâr acı esiyor,
Aşkım çok uzakta, ben yalnız başıma.
Evime doğru bakıyorum, nerede?
Gözyaşları içinde dururum balkonumda.
Kısa bir aradan sonra şarkı tekrar başladı.
Uzak tepeler, uzun nehirler geceye karışır.
Parlak mehtap penceremi ışıtır.
Uykusuz uzanırım samanyolunun altında.
İpekler içinde titrerim, rüzgâr ve çiy üşütür.
Yine kısa bir duraklama oldu.
“Birinci dörtlükte ‘başıma’ ile kafiye yapılmış, ikincide ‘karışır’ ile. Acaba sonrakinde ne olacak?” dedi Miaoyu.
Şarkı tekrar başladı.
Kaderimizi seçemeyiz,
Benimki dert dolu;
Sen ve ben iyi dostuz,
Eskilere saygı duyup teselli buluruz.
“İşte bir kıta daha ama çok trajik!” dedi Miaoyu.
“Müzik konusunda pek bir şey bilmiyorum ama çok hüzünlü geliyor kulağa.” dedi Baoyu.
Bir sessizlik daha oldu ve Daiyu’nün qini akort ettiğini duydular.
“Si bemol çok yüksek perdeden!” dedi Miaoyu. “Ölçeğe uymuyor.”
Şarkı yine başladı.
Bu dünyadaki yaşam toz zerresi,
Karma, fânilerin kaderini belirliyor;
Öyleyse üzülmek de nesi?
Ay gibi bir saflık yüreğimin gayesi.
Miaoyu dinlerken yüzünün rengi soldu.
“Neden birdenbire yüksek tondan çaldı? Ses perdesi bronzu ve taşı bile parçalamaya yeter! Çok keskin!” dedi.
“Çok keskin ne demek?” diye sordu Baoyu.
“Bunu devam ettirebileceğinden şüpheliyim.”
Onlar böyle konuşurlarken, ana telin koptuğunu duydular. Miaoyu ayağa kalkıp yürüdü.
“Ne oldu?” diye sordu Baoyu.
“Sonra öğrenirsin; şimdi bir şey söyleme.”
Baoyu’yü büyük bir şaşkınlık içinde bırakıp gitti. Sonunda Baoyu de keyifsiz bir şekilde evinin yolunu tuttu. Hikâyemiz burada ondan ayrılıyor.
***
Miaoyu, Yeşil Kafes Manastırı’na geri dönünce, yaşlı gönüllü rahibeleri kendisini beklerken buldu. O girince kapıları kapattılar; bir süre yanlarında oturdu, sutra okudu; yemekten sonra buhurdanlar yenilendi. Hepsi Bodhisattva mabedinin önünde eğildiler ve görevli kadınlar onu yalnız bırakıp gittiler. Kanepesi ve sırt dayanağı hazırlanmıştı. Perdeleri indirdi, kanepeye bağdaş kurup oturdu ve nefeslerini düzenleyerek gözlerini kapattı. Bütün sıkıcı düşüncelerden arındırdığı zihni, yüce gerçek diyarına doğru gitti. Gece yarısını geçene kadar meditasyon yaptı ve birden çatıdan gelen takırtıyla irkildi. Hırsız geldiğinden korkup kalktı ve ön taraftaki salona gitti. Dışarı bakınca gökyüzünde uzanan bulutları gördü, soluk bir pusun ardından ay ışıldıyordu. Hava ılımandı, bir süre parmaklıklara dayanıp orada durdu.
Birden çatıda iki kedi feryat etmeye başladı. O öğleden sonra Baoyu’nün söyledikleri geldi aklına. Kalbinde çarpıntı hissetti, kulakları yanıyordu. Kendine gelmek için kararlı bir çaba göstererek meditasyon odasına geri döndü, kanepesine oturdu. Çabaları boşa çıktı. Onu etkileyen bir şeyler vardı. Sanki on bin at kalbinin üzerinde koşuşturuyordu. Kanepe sarsılıyor, bedeni oradan ayrılıyor gibiydi. Yakışıklı ve soylu erkekler etrafını çevrelediler, hepsi onunla evlenmek istiyordu. Çöpçatanlar onu gelin arabasına doğru çekiştiriyorlardı. Sonra sahne değişti. Şimdi kaçırılıyordu. Kılıçları ve sopaları olan bir zorba çetesi onu hırpalayarak tehdit ediyordu. Yardım için çığlık atmaya başladı.
Bunun üzerine yaşlı rahibeler ve gönüllü rahibeler uyandılar ve neler olduğunu görmek için mumlarla salona daldılar. Miaoyu’yü kollarını açmış, yerde yatarken buldular, ağzından köpükler çıkıyordu. Belli ki komadan uyanmıştı, gözlerini sabitlemiş, yanakları alev alev bir hâlde bağırıyordu.
“Koruyucum Buda! Bana dokunmayın, haydutlar!”
Dehşete düşen kadınlar sadece bağırabildiler.
“Uyan! Uyan! Biz buradayız!”
“Eve gitmek istiyorum!” dedi Miaoyu. “Kim benim dostum olup eve götürecek?”
“Burası senin evin zaten!”
Diğerleri onunla konuşurlarken, rahibelerden birini dua etsin diye Merhamet Tanrıçası’nın mabedine gönderdiler. Sunakta tutulan bambu fiş kutusunu salladı ve kehanet kitabındaki ilgili paragrafı açıp, güneybatı köşesindeki Yin ruhunun kızdırıldığını okudu.
“Tabii ya!” diye bağırdı birisi, rahibe geri dönüp anlatınca. “Bahçe’nin güneybatısında oturan kimse yok, orada kötü ruhlar olmalı!”
Bazıları çorba hazırlamakla meşgul olurlarken, diğerleri su getirdiler. Güneyden Miaoyu ile beraber gelen, dolayısıyla da ona diğerlerinden daha yakın ve düşkün olan rahibelerden biri kanepede yanına oturdu ve kolunu beline doladı. Miaoyu başını çevirdi.
“Kim o?”
“Benim.”
Kız bir süre ona merakla baktı.
“Gerçekten sensin!” diye bağırdı ve kollarına atılıp hıçkırarak ağlamaya başladı. “Ah anne, kurtar beni, yoksa öleceğim!”
Rahibe ona seslenip kendisine getirmeye çalıştı ve yavaşça masaj yapmaya başladı. Yaşlı kadınlar çay getirdiler ve şafak sökene kadar beraber oturup beklediler; nihayet Miaoyu uykuya daldı. Rahibe doktor çağırttı, birkaç doktor gelip nabzına baktılar. Doktorların sayısı kadar farklı teşhis kondu. Aşırı endişe dalağı harap etmiş; kanına iltihap karışmış; kötü ruhlar kızdırılmış; içten ve dıştan üşütmüştü. Bir görüş birliğine varamadılar. Sonunda bir doktor daha geldi.
“Genç hanım meditasyon yaptı mı?” diye sordu nabzına baktıktan sonra.
Kadınlar düzenli olarak yaptığını söylediler.
“Bu hastalık dün akşam birdenbire mi oldu?”
“Evet.”
“Hiç şüphesiz zihninden kötü düşünceler geçmiş ve iltihaba neden olmuş.”
“İyileşecek mi?”
“Neyse ki meditasyon çok fazla ilerlememiş de kötü ruh derinlere kadar girememiş. Büyük ihtimal iyileşecek.”
İltihabı giderecek bir ilaç yazdı ve Miaoyu bir doz aldıktan sonra düzelme belirtileri göstermeye başladı. Onun hastalık haberi yayıldı ve kentteki delikanlılar için dedikodu konusu oldu.
“Bu kadar erdemlilik ve dindarlık onun yaşındaki bir kız için çok fazla. Özellikle de bu kadar çekici ve hayat dolu biri için… Önünde sonunda şanslı birisine kapılıp kaçacak.” diyorlardı.
Birkaç gün sonra Miaoyu biraz daha iyileşti. Ama normale dönemedi, zihni hâlâ bulanıktı. Hep hülyalı bir hâldeydi.
Xichun birkaç gün bu olayı duymadı. Bir gün odasında otururken Caiping hızla içeri girdi.
“Hanımım, Rahibe Miaoyu’ye olanları duydun mu?”
“Hayır, ne olmuş?”
“Bayan Xing ve Bayan Zhu’yu dün konuşurlarken duydum. Burada go oynadığınız günü hatırlıyor musun? O akşam nöbet geçirmiş. Haydutların onu kaçırdıklarını söylüyormuş. Hâlâ tam olarak iyileşmemiş. Çok acayip değil mi?”
Xichun sessizce düşündü.
“Bütün saflığına rağmen hâlâ dünyevi bağlarını koparmadı, karmasını tamamlayamadı. Keşke ben başka bir ailede doğsaydım! Keşke rahibe olmakta özgür olsaydım! Kötü ruhlardan hiç etkilenmezdim. Bütün kötü düşünceleri bastırır, dünyayla ve karmaşasıyla ilişkimi keserdim.”
Bu düşüncelerle ani bir aydınlanma yaşadı ve bir ilahiyle dile getirdi.
Başlangıçta hiçbir yer yoktu,
Biz nerede yaşayacaktık?
Boşluktan geldiğimiz için,
Boşluğa dönmemiz lazım.
Bir hizmetçiye tütsü yakmasını söyledi ve bir süre meditasyon yaptı. Sonra bir go kitabı alıp iki ünlü go ustası Kong Rong ve Wang Jixin’in taktiklerini okumaya başladı. Birkaç sayfa okudu ama hamlelerin bazılarını etkileyici bulmadı; bir tanesini de hem anlamak hem de sonradan hatırlamak çok zordu. ‘Dörtnala giden on dragon’ hamlesi ilgisini çekti. Onu incelerken birisinin avluya girip, “Caiping!” diye seslendiğini duydu.
Misafirin kim olduğunu öğrenmek için gelecek bölümü okumalısın.
88. BÖLÜM
Baoyu büyükannesini memnun etmek için yetim bir çocuğu över.
Jia Zhen, evde disiplini sağlamak için iki itaatsiz uşağı dövdürür.
Xichun go kitabını incelerken, dışarıdan birisinin “Caiping!” diye seslendiğini duydu. Yuanyang’ın sesini tanıdı. Caiping avluya çıktı; Yuanyang ve peşindeki küçük bir hizmetçiyle beraber geri geldi; kızın elinde sarı ipeğe sarılmış bir bohça vardı.
“O nedir?” diye sordu Xichun merakla.
Yuanyang açıklama yaptı.
“Gelecek yıl büyük hanımefendi seksen bir yaşına giriyor. Seksen bir, dokuz kere dokuz olduğundan, dokuz gün dokuz gece ayin yapmaya ve üç bin altı yüz elli bir kopya Elmas Sutra4 yaptırmaya karar vermiş. Hepsi yazıcılara verildi. Ne derler bilirsiniz, ‘Eğer Elmas Sutra gerçeğin dış kabuğuysa, özü de Bilgeliğin Kalbi Sutrası’dır.’ Yani adak sunumuna, erdemini yüceltmek için Kalp Sutrası’nı da eklemek gerekir. Bu yüzden büyük hanımefendi şimdi onun da kopyalarını çıkarttırıyor. Bilgeliğin Kalbi Sutrası hem metin olarak daha önemli hem de Guanyin’le bağlantılı olduğundan hanımefendi, saygı göstergesi olarak üç yüz altmış beş kopyanın ailenin küçük hanımları ve genç hanımefendileri tarafından yapılmasını istiyor. Ev işleriyle çok meşgul olan ve yazma bilmeyen Bayan Lian hariç diğer bütün hanımlara az ya da çok paylaştırılacak, Bayan Zhen ve öteki konaktaki Bay Zhen’in diğer eşleri de buna dâhil. Tabii buradaki bütün hanımların katılması gerekiyor.”
Xichun başını salladı.
“Sutra kopyalama benim inançla yaptığım bir şeydir. Oraya bırak. Çay içer misin?”
Yuanyang paketi masaya bırakıp oturdu. Caiping çay getirdi.
“Sen de kopya çıkaracak mısın?” diye sordu ona Xichun gülerek.
“Dalga geçmeyin, hanımefendi!” dedi Yuanyang. “Üç dört yıl önce belki yapabilirdim ama artık köreldim. Siz en son ne zaman fırçayı elime aldığımı gördünüz?”
“Ama bu çok saygıdeğer bir görev.”
“Ben çaresine bakıyorum.” dedi Yuanyang. “Her gün büyük hanımefendiyi yatırdıktan sonra Buda’ya dua ediyorum, adını her andığımda bir pirinç tanesi koyuyorum kenara. Üç yılı aşkın zamandır, bu gibi durumlarda Buda’ya adamak ve büyük hanımefendiye hayır ve bağlılık ifadesi olarak sunmak için biriktiriyorum.”
“Görünüşe bakılırsa Büyük Hanımefendi Jia Guanyin olduğunda sen de onun ayrılmaz yoldaşı Dragon Kız5 olacaksın!” dedi Xichun.
“Yok canım!” diye karşı çıktı Yuanyang. “Bu benim için çok fazla. Büyük hanımefendiden başka hiç kimseye hizmet etmediğim doğru tabii. Geçmiş yaşamımdan gelen bir karmayla ona bağlanmış olmalıyım.”
Bu sözleri söyledikten sonra kalktı, küçük hizmetçiye bohçayı açmasını söyledi ve içindekileri Xichun’e gösterdi.
“Bu kâğıt, sutra yazmak için kullanılacak.” dedi ve bir deste Tibet tütsü çubuğu da verdi. “Yazarken de bunları yakarsınız.”
Xichun başını salladı; Yuanyang küçük hizmetçiyle birlikte Büyükanne Jia’nın dairesine döndü. Li Wan’la tavla oynayan yaşlı kadına rapor verdi ve oyunlarını seyretti. Li Wan birkaç kere iyi zarlar atıp yaşlı kadının pullarını alınca Yuanyang için için gülmeden edemedi.
Baoyu, içinde yeşilçekirgeler olan, ince bambu dallarından, iki minyatür kafesle gelince onunla ilgilendiler.
“Duyduğuma göre iyi uyuyamıyormuşsun, büyükanne.” dedi Baoyu. “Bunları biraz rahatlaman için getirdim.”
Büyükanne Jia güldü.
“Seni yaramaz! Baban evde olmadığı için…”
Baoyu masum olduğunu iddia ederken yaşlı kadın devam etti.
“Neden okulda değilsin o zaman? Bunlarla ne işin var?”
“Benim fikrim değildi, büyükanne.” diye açıklama yaptı Baoyu. “Bir iki gün önce, Huan ve Lan’ın birer beyit yazmaları gerekiyordu. Huan işin içinden çıkamayınca, ben bir şeyler fısıldayarak yardım ettim. Öğretmene okuyunca çok övgü aldı. Huan teşekkür hediyesi olarak bana bunları getirdi. Ben de sana vermek istedim.”
“Her gün derslerine çalışmıyor mu?” diye bağırdı Büyükanne Jia. “Kendisinin yazabilmesi lazımdı! Yazamıyorsa, öğretmeninden dayağı hak etmiş! Böylece aklı başına gelir. Sana gelince, baban evdeyken sana şiir sorduğunda ne durumda olduğunu unuttun mu? Fazla kendini beğenmişlik yapma. Vay serseri Huan! Yardım istiyor, sonra da sana yağcılık yapmak için bir şeyler buluyor! İş hileye gelince erkenden büyüdü, kendinden utanması lazım! Kim bilir büyüdüğünde nasıl olacak…”
Odaya bir kahkaha dalgası yayıldı.
“Peki ya Lan?” diye sordu Büyükanne Jia. “O yazabiliyor mu? En küçükleri olduğundan Huan yardım ediyordur mutlaka…”
Baoyu sesindeki kinayeyi fark edip güldü.
“Yok canım! Yardıma ihtiyacı yok ki. Kendisi idare ediyor.”
“İnanmıyorum sana!” dedi Büyükanne Jia. “Eminim yine numaralarından birini yapıyorsun. Koyunların içindeki devesin sen! Artık büyüdüğün için kompozisyonlarında başarılısın…”
Baoyu gülümsedi.
“Yok, Lan gerçekten bu işte çok iyi. Öğretmen çok beğendi ve geleceğinin çok parlak olduğunu söyledi. Bana inanmıyorsan, onu getirt buraya ve kendin teste tabi tut.”
“Eğer öyleyse bunu duyduğuma çok memnun oldum… Ama bana uyduruyormuşsun gibi geliyor. Bu yaşta böyle şeyler yapabiliyorsa büyüdüğü zaman kendisini gösterebilecek.” dedi yaşlı kadın ve Li Wan’e bakarak Lan’ın babası Jia Zhu’yu düşündü. “Ağabeyinin ölümünden sonra bu ne büyük bir teselli olur! Onu yetiştirmek için annesinin çabalarına karşılık iyi bir ödül! Zamanla babası gibi ailenin büyük bir destekçisi olacak!”
Bu düşünce gözlerini yaşarttı. Li Wan de etkilendi ama yaşlı kadının duygusallaştığını görünce gözyaşlarına hâkim oldu.
“Bütün iyi talihimizi sana borçluyuz, büyükanne.” dedi cesur bir gülümsemeyle. “Lan’ın senin beklentilerini karşılaması ve bütün aileye şans getirmesi için dua ediyorum. Onun başarısı neşe kaynağı olacak. Lütfen kendini üzme.” Sonra Baoyu’ye döndü. “Yeğeninin başarılarını överken abartma sakın, Bao.” dedi. “O daha çocuk, unutma. Cesaretlendirmeye çalıştığını anlamaz, seni ciddiye alabilir; sonra kibirli ve kendini beğenmiş olur, gelişim göstermez.”
“Doğru diyorsun, canım.” dedi Büyükanne Jia. “Ama sen de unutma ki o daha çok genç, fazla zorlanmaması lazım. Çocukların gücü de belli bir yere kadar. Bu kadar erkenden zorlarsan mahvedebilirsin. Sonra doğru dürüst çalışamazlar, bütün çabaların boşa gider.”
Li Wan kendisini daha fazla tutamadı ve ağlamaya başladı. Hızla yaşlarını silerken, Jia Huan ve Jia Lan Büyükanne Jia’ya saygılarını sunmak için içeri girdiler. Lan annesini de selamladıktan sonra büyükannesinin yanında esas duruşta bekledi.
“Bao amcandan duyduğuma göre, güzel şiir yazmış, öğretmeninden övgü almışsın.” dedi Büyükanne Jia.
Lan ağırbaşlılıkla gülümsedi. O sırada Yuanyang gelip yemeğin hazır olduğunu söyledi.
“Bayan Xue’yi davet etmek istiyorum.” dedi yaşlı kadın.
Hupo bu mesajı iletmek için derhâl Wang Hanım’ın dairesine birisini gönderdi. Baoyu ve Jia Huan odadan ayrıldılar, Li Wan’in hizmetçisi Suyun ve birkaç genç hizmetçi tavla oyununu toplayıp kaldırdılar. Li Wan, Büyükanne Jia’ya hizmet etmek için kaldı. Jia Lan da annesinin yanında durdu.
“Siz ikiniz benimle yemeğe kalabilirsiniz.” dedi Büyükanne Jia.
“Peki, büyükanne.” dedi Li Wan. Bir iki dakika sonra yemekler getirildi, Wang Hanım’ın dairesine gönderilen hizmetçi bir mesajla geri geldi.
“Hanımefendi, Xue Hanım’ın gelemeyeceğini söyledi. Kısa bir ziyaret için gelmiş ve evine geri dönmüş.”
Büyükanne Jia, Jia Lan’a yanına oturmasını söyledi. Hikâyemiz bu akşam yemeğinin detaylarına girmeyecek. Yemeğin ardından Büyükanne Jia ellerini ve ağzını yıkadıktan sonra kanepesine oturup Li Wan ve oğluyla sohbete başladı. Küçük bir hizmetçi içeri girip Hupo’ya Zhen Bey’in saygılarını sunmak üzere beklediğini söyledi. O gün Jia Zheng ve Jia Lian’in yokluğunda Rong Konağı’ndaki işlere nezaret ediyordu.
“Söyleyin ona, zahmet etmesin, çok teşekkür ederim. Eve gidip dinlenebilir. Onca işten sonra yorulmuştur.” dedi Büyükanne Jia.
Hizmetçi kız bu mesajı dışarıdaki kadın hizmetçilere iletti. Kuzen Zhen’e bilgi verildi, o da Ning Konağı’na döndü.
***
Jia Zhen ertesi gün yine konağın işleriyle ilgilenmek üzere geldi. Kapıdaki görevliler ona birkaç meseleyi ilettikten sonra başka bir genç hizmetkâr, çiftlik kâhyasının mevsim ürünlerini getirdiğini söyledi. Kuzen Zhen listeyi görmek istedi, delikanlının verdiği listedeki çoğu taze meyve ve av eti olan malzemeleri inceledi.
“Bunlardan sorumlu uşak kim?” diye sordu.
“Zhou Rui, beyefendi.” dedi kapı görevlilerinden biri.
Zhou Rui çağrıldı, Kuzen Zhen ona talimat verdi.
“Listedeki bütün maddeleri kontrol et ve dağıtımını sağla. Sonra bana da bir kopyasını gönder. Mutfağa haber verin, uşaklar için yemek hazırlarken birkaç tabak daha eklesinler. Kâhya gitmeden önce yemek yesin, bahşişini de verin.”
“Peki, efendim.”
Zhou Rui uşaklara malzemeleri Xifeng’ın avlusuna taşımalarını ve listeyi kontrol etmelerini söyleyip gitti ama kısa bir süre sonra Kuzen Zhen’in yanına geri geldi.
“Affedersiniz, efendim, gelen ürünlerin miktarlarını kontrol ettiniz mi?” diye sordu.
“Ne zaman yapacaktım?” dedi Kuzen Zhen sabırsız bir şekilde. “Listeyi verip işleri sana devrettim.”
“Ben elimden geldiğince hepsini kontrol ettim, efendim, her şey düzgün görünüyor. Ama sizde de listenin bir kopyası olduğuna göre belki kâhyayı çağırtıp gerçek liste mi, değil mi emin olmak istersiniz.”
“Birkaç tane meyve için velveleye ne gerek var?” dedi Kuzen Zhen. “Hiç önemli değil. Ben senin sözüne güveniyorum.”
O anda Bao Er odaya girip Kuzen Zhen’in önünde secde etti. Belki hatırlanacağı üzere, bu Bao Er, geçmişte hem Kuzen Zhen hem de Jia Lian’e fayda sağlamıştı. Şimdi de Kuzen Zhen’e yardım ediyordu.
“İzin verirseniz dışarıdaki işleri yapmaya gideyim, efendim.” dedi.
“Bu da ne demek oluyor?” dedi Kuzen Zhen hem Bao Er hem de Zhou Rui’e.
“Kimse fikrime kulak vermeyecekse burada durmamın ne anlamı var?” dedi Bao Er.
“Fikrini soran kim?” dedi Kuzen Zhen ters bir şekilde.
“Başka insanlar için casusluk yapmaktan yoruldum!” diye söylendi Bao Er kendi kendine.
“Beyefendi.” diye araya girdi Zhou Rui hemen. “Ben yıllardır çiftlik kiraları ve gelirlerden sorumluyum. Bu kadar önemsiz bir mesele bir yana, her yıl yaklaşık dört yüz bin tael elimden geçiyor, ne beyefendiden ne hanımefendilerden ne de küçük hanımlardan bir şikâyet duydum. Bao Er’a kalırsa, efendilerimizin mallarını yiyip bitirmişiz!”
“Görünüşe bakılırsa, Bao Er bela arıyor.” diye düşündü Jia Zhen. “En iyisi ondan kurtulmak.”
“Çekil gözümün önünden!” diye gürledi. Sonra Zhou Rui’e döndü.
“Hepsi bu kadar. Sen de işine bak.” dedi.
İki hizmetkâr çıktı.
Çok geçmeden Jia Zhen çalışma odasında dinlenirken, ana kapı tarafında korkunç bir gürültü koptu. Ne olduğunu öğrenmek için bir uşak gönderdi; geri gelen adam Bao Er ile Zhou Rui’in evlatlık oğlu arasında kavga çıktığını bildirdi.
“Kim bu evlatlık?” diye sordu Jia Zhen.
“Adı He San, efendim.” dedi uşak. “Zamanının çoğunu içip bela çıkarmakla geçiren serserinin teki. Bazen buraya geliyor, kapıdaki kulübede zaman geçiriyor. Belli ki Bao Er ile Zhou Rui arasındaki tartışmaya karışmış.”
“Bu kadarı da fazla!” diye bağırdı Kuzen Zhen. “Bao Er ile bu He San’ı hemen bağlayın! Ya Zhou Rui?”
“Kavga başlayınca ortadan kayboldu, efendim.”
“Hemen bulun onu! İnanılmaz!”
“Peki, efendim!”
Bu hengâmenin arasında Jia Lian geldi ve Kuzen Zhen o yokken olup biteni anlattı.
“Bakalım sırada ne var!” diye bağırdı Lian. Zhou Rui’in yakalanmasına yardım etsinler diye bir uşak daha gönderdi. Zhou Rui kaçmanın imkânsız olduğunu anlayınca vazgeçip beyefendilerin karşısına çıktı.
“Onu da bağlayın!” diye emretti Kuzen Zhen.
“Daha önceki tartışmanız göz ardı edilmiş olabilir, efendiniz ikinizi de gönderdi. Neden kavgaya tutuştunuz? Bu kadarı yetmezmiş gibi bu serseriyi de işe karıştırmışsınız. Onları dize getireceğine ortadan kaybolup kendi hâllerine bırakmışsın!” dedi Jia Lian, Zhou Rui’e ve birkaç tekme attı.
“Zhou Rui’i dövmek yetmez.” dedi Kuzen Zhen zalimce ve adamlarına Bao Er ve He San’a ellişer kırbaç vurup kovmalarını söyledi. Sonra Jia Lian’le oturup ailevi meseleleri konuştular.
Hizmetkârlar kendi mekânlarında bu konu hakkında konuşuyorlardı. Bazıları bunu Kuzen Zhen’in kendi beceriksizliğini örtme girişimi olarak görüyor, bazıları da nahoş karakterinin başka bir örneği olarak düşünüyorlardı.
“You kardeşlerle o pis işte, Bao Er’ı, Bay Lian’e tavsiye eden o değil miydi? Muhtemelen Bao Er’ın karısı Zhen Bey’e Bay Lian’e olduğu gibi davranmadı, o da acısını kocasından çıkardı…” Çeşit çeşit yorum vardı.
Bu arada Jia sülalesi, Jia Zheng’ın Çalışma Bakanlığındaki terfisini maddi avantajları için kullanmakta hiç zaman kaybetmediler. Jia Yun de geri kalmadı, hemen kendisi için oranları müzakere ederek müteahhitlere vaatlerde bulundu; rağbette olan nakışları toplayıp eski hanımı Xifeng’ın evinin yolunu tuttu.
Xifeng, hizmetçilerinden Zhen Bey ve Jia Lian’in öfkeli olduklarını ve uşaklarını dövdüklerini duyunca, olup biteni öğrenmek için birisini göndermek üzereyken, Jia Lian geldi ve hikâyenin tamamını ondan dinledi.
“Hepsi önemsiz bir şeyden çıkmış olabilir ama ne pahasına olursa olsun, bu tür davranışlara bir son vermeliyiz.” dedi. “Şimdi ailenin talihi yerindeyken bu işten kurtulabileceklerini düşünürlerse, daha genç kuşaklar işleri devraldıklarında ne olacak? İsyanı ele alırlar. Bir ya da iki yıl önce Ning Konağı’nda korkunç bir sahneye şahit olmuştum. Jiao Da merdivenlerin dibinde sarhoş yatıyor ve büyük küçük herkese hiç durmadan küfrediyordu. Hiç birimiz eksik kalmadık! Geçmişte ne işler yaptığı hiç umurumda değil. Uşaklar hadlerini bilmek ve saygı göstermek zorundalar. Beni yanlış anlama ama Kuzen Zhen’in karısının problemi, hiçbir şeyden şüphelenmemesi ve hizmetkârlarının kendilerini bir şey sanmalarına izin vermesi. Bao Er başka! Bir düşünsene, geçmişte sen ve Zhen için çok faydalı olmadı mı? Şimdi onu kırbaçlatmakla nankörlük yapmıyor musun?”
Rencide olan Jia Lian konuyu değiştirmeye çalıştı. Bir işi olduğunu hatırlayıp çıktı. O sırada, Xiaohong Jia Yun’ün geldiğini haber verdi.
“Bu sefer neyin peşinde?” diye düşündü Xifeng. “İçeri al.” dedi sonra.
Xiaohong çıktı. Jia Yun’ün yüzüne bakıp arsızca güldü, her şeyi hemen kavrayan Jia Yun kıza sokulup, “Bayan Lian’e burada olduğumu söylediniz mi, Bayan Xiaohong?” dedi.
Kız kızardı.
“Herhâlde çok fazla işiniz vardır, Bay Yun…” dedi.
“Tam tersine, buraya daha sık gelip sizi sıkıntıya sokmak için nedenlerim var, Bayan Xiaohong… Geçen yıl siz Bao amcamın yanında çalışırken…”
Devam edecekti ama Xiaohong birisinin geleceğinden korkarak aceleyle araya girdi.
“O zaman sizin için bıraktığım mendilimi gördünüz mü, efendim?” dedi.
Jia Yun o kadar heyecanlandı ki patlamaya hazırdı ama daha tek kelime bile edemeden, Xifeng’ın odasından bir hizmetçi çıktı. Xiaohong ile beraber içeri girmek zorunda kaldılar. Fısıldaşacak kadar yakın yürüyorlardı.
“Ben giderken mutlaka dışarıda görüşelim. Hoşunuza gidecek bir şey söyleyeceğim.” dedi.
Kız kıpkırmızı kesildi, hiçbir şey demeden ona baktı. Xifeng’a haber vermek için içeri girdi, sonra çıkıp onu aldı. Kapı perdesini kaldırıp buyur etti, bu arada anonsunu yaptı.
“Hanımefendi sizi görmekten memnuniyet duyacak, efendim.”
Jia Yun gülümseyerek odaya girip Xifeng’ı selamladı. Annesinin saygılarını iletti, Xifeng da aynı şekilde kibarca karşılık verdi.
“Seni hangi rüzgâr attı buraya?” diye sordu Xifeng.
Jia Yun konuşmasına başladı.
“Geçmişte benim için yaptıklarınızı asla unutmayacağım ve her zaman minnet duyacağım. Saygımın bir işaretini sunmak için fırsat kolluyor ama bunu uygunsuz bulacağınızdan korkarak geri duruyordum. Yaklaşan Çifte Dokuz Festivali size küçük bir hediye getirmem için yeterli bir sebep oldu. Her şeyinizin olduğunu biliyorum ama samimi sadakatimin bir ifadesi olarak kabul etme şerefini bahşedin lütfen.”
Xifeng güldü.
“Haydi ama. Gevezeliği bırak. Ne oluyor? Otur da anlat.” dedi.
Jia Yun sandalyenin ucuna ilişti, hediyesini yavaşça yanındaki masaya bıraktı.