Kitabı oku: «İş Hayatında 99 Ölümcül Hata», sayfa 2
HATA 03
İyi Bir Mali Müşavire Sahip Olma manız
Her şirket kendi bünyesinde lisanslı bir mali müşavir istihdam etme imkânına sahip olmayabilir. Bu durumda şirketinizin mali hareketlerinin ön muhasebesini yapan bir insan kaynağına ihtiyacınız vardır.
Şirketiniz adına her ay, üç ayda bir veya her yıl vergi dairesine gelir beyannamesini vermeniz gerekiyor. Mali müşaviriniz olmadan bunu yapamazsınız. Devlet, mükellefin doğrudan beyanname vermesine imkân tanımıyor. Bu sebeple mali müşavirinizin olması zorunludur.

İyi bir mali müşavir, vergi konusunda avantajlarınızı ve dezavantajlarınızı daha iyi kavramanızda size yardım eder. Yani daha az vergiyi nasıl ödeyeceğinizi gösterir. Temel espri budur. Ama vergi konusunda avantaj elde etmek, vergi kaçırmak değildir. Vergi kaçırmak ile vergiden kaçınmak farklı kavramlardır. Vergiden kaçınmak yasaldır, vergi kaçırmak ise suçtur.
Mali müşavir, sizin, vergi dairesi, SGK, ticaret odaları ve sanayi odalarıyla doğru ilişki kurmanıza ve bu ilişkiyi doğru yürütmenize yardımcı olur. Çünkü şirketlerin zaman zaman ana sözleşme tadilatları, gireceği ihalelerle ilgili ihtiyaç duyduğu belgelerin tanzimi de mali müşavirin görev alanındadır. Sizin ticaret odasından almanız gereken evraklar, belediyeden almanız gereken ruhsatlar, vergi dairesine verilmesi gereken beyannameler iyi bir mali müşavirin ya da müşavirlik ofisinin size sunacağı hizmetlerle ilgilidir.
Zaten şirketinizi kurduğunuz ilk gün, vergi dairesine beyanname vermeniz gerekir. Bu sebeple mali müşavir, bir şirketin olmazsa olmazıdır. Ticaret Sicil Gazetesi’ne saat dörtte müracaatta bulunduysanız aynı gün vergi dairesine de “Ben böyle bir şirket kurdum.” diye beyan etmelisiniz. Sözleşmenizi, imza sirkünüzü, muhasebeci sözleşmenizi de vergi dairesine sunmalısınız. O gün sizin mükellefiyetiniz başlıyor.
Her şirket kendi bünyesinde lisanslı bir mali müşavir istihdam etme imkânına sahip olmayabilir. Bu durumda şirketinizin mali hareketlerinin ön muhasebesini yapan bir insan kaynağına ihtiyacınız vardır. Sonra bunu devlete ibraz ederken maliye tarafından yetkilendirilmiş -halkımız tarafından muhasebeci denilen- bir mali müşaviriniz olmalıdır.
Ön muhasebe, günlük kasa trafiğini, fatura trafiğini, tediye trafiğini sürdürür. Bu sizin kendi iç muhasebenizdir. Giren ve çıkan paraya mukabil, kesilen evrakların tanzimi gerekir. Mali işlere taalluk eden işlemler, içeride ön muhasebeye tabi tutulmalıdır.
Daha önce kullandığım “vergiden kaçınmak” ile “vergi kaçırmak” sözünü biraz açacak olursak… Vergi kaçırırken gelirinizi düşük, giderinizi yüksek gösterirsiniz. Giderinizi yüksek göstermek için naylon fatura kullanırsanız suç işlemiş olursunuz. Naylon fatura kullanmanın cezası, hapistir. Oysa faturasız işlem yapmanın suçu daha azdır.
Maliye bürokrasisinde vergiden kaçınma şöyle olur:
Aralık ayında vergi rakamları netleşir. O ay, eski arabanızı elinizden çıkartıp yeni araba alabilirsiniz. Bu bir harcamadır. Bu, vergiden kaçınmadır ve suç değildir. Orada devlet, kâr matrahlarını düşürmeye çalıştığınızı bilir, görür ama bir şey yapmaz. Bu şekilde ticari bir faaliyet oluştuğu için piyasa da bundan olumlu etkilenir. Maliye karışmaz o işleme. Gidip araba alabilirsiniz, gayrimenkul alabilirsiniz… Mali müşavir, bu konularda size vergiden nasıl kaçınacağınızı gösterir. Mali müşavirin gelirin yoğunlaştığı aylarda sizi nasıl yönlendireceği önemlidir.
Türkiye’de vergi düzenlemeleri adil değildir. Devlet, vergi mükellefini ahırdaki inek gibi görür. Yakaladığı vergi mükellefinden yüksek vergi almaya bakar. Hatta verginin büyük bölümünü kaynağında keser. Dolayısıyla Türkiye’de toplanan verginin yüzde 80’i, dolaylı vergidir. Örneğin, arabanızın deposuna koyduğunuz her yakıt, sizi çok ciddi bir vergi mükellefi yapar. Sigara içiyorsanız bandrol üzerinden çok ciddi bir vergi ödersiniz. Memursanız bordro üzerinden çok ciddi bir vergi yükü altındasınızdır. Yayıncıysanız her kitap için 22 kuruş bandrol ücreti ödemek zorundasınız. Kitapları satmasanız da o bandrolü almak zorundasınız. Alkollü içeceklerde de aynı durum söz konusudur. Otomotiv sektöründe vergi kaçırmanız mümkün değildir.
Başta bankalar olmak üzere, doğrudan vergi vermekle mükellef olan büyük şirketler, vergiden nasıl sakınıldığını çok iyi bilirler. Mesela bazı bankaların bilançolarında matrahsız yazar. Matrahsız ne demektir? Bırakın vergi vermeyi, bir de zarar etmiş demektir. Ortada bir matrah yok. O yıl gelir elde edilmemiş görünüyor. O yüzden mali müşaviriniz, gelirinizi nasıl muhasebeleştireceğinizi, nasıl beyan edeceğinizi, yılın hangi dönemlerinde yoğunlaşmanız gerektiğini söyler. Türkiye’de vergi mevzuatı çok sık değişir. İyi bir mali müşavir, bu süreçlerden sizi periyodik olarak haberdar eder. Yasaları sizin lehinize ve sıkıntıya sokmayacak bir formülle yorumlar.
Şirketiniz adına her ay, her üç ayda bir veya her yıl vergi dairesine, beyanname vermeniz gerekiyor. Mali müşaviriniz olmadan bunu yapamazsınız. Devlet, mükellefin doğrudan beyanname vermesine imkân tanımıyor. Bu sebeple mali müşavirinizin olması zorunludur.
İyi bir mali müşavir sizi devlet ile karşı karşıya getirmeden, müeyyideler uygulatmadan, cezai müeyyide ile karşılaştırmadan az vergi verdirendir.
Bir mali müşavirin, büyük şehirlerdeki aylık maliyeti 750 lira kadardır. Taşrada daha az bir maliyetle -250 lira civarı- mali müşavirlik hizmeti almak mümkündür. Şirketin iş yoğunluğu da bu maliyeti etkiler. Kaç fatura kesiyor? Perakendesi var mı?
Düzenli olarak yüzlerce fiş kesiyorsanız, bu muhasebecinin de mali müşavirin de iş yükünü artırır. Ama toptancısınız ve günde 10 fatura kesiyorsunuz. Bu ayrı bir muameledir. Şirketiniz 10 şubeli ise onun iş yükü de ona göre fazla olacaktır. Mali müşavirin de size maliyeti ona göre değişecektir.
Anadolu’da “Aşa dökülen yağ, arıya gitmez.” derler. Yani pilava dökülen yağ, zayi olmaz. Avukatınıza ve muhasebecinize vereceğiniz parada cömert olmanız sizin lehinizedir.
HATA 04
Avukatınızı ve Mali Müşavirinizi Yönlendirecek Kadar İşe Hâkim Olmamanız
Vergi yasalarını veya Türk Ticaret Kanunu’nu sular seller gibi okumanıza gerek yoktur. Ama Türk Ticaret Kanunu, şirket türünüzü nasıl tarif etmişse en azından bunu okumalısınız. Buna göre mali müşavirinize yeri geldiğinde fikrinizi söyleyin.

Mesleki taassup diye bir tabir vardır. Muhasebeciniz, mali müşaviriniz sizi yönlendirmeye çalışır. Konuyla ilgili fikriniz yoksa onlar size kendi bilgilerini ve doğrularını dayatır. Bu da sizin fazla vergi vermeniz, maliyetlerinizin artması, avukatınızın sizi tahakküm derecesinde yönlendirmesi anlamına gelir.
Hukukta da “Her şarta göre bütün kararlar aynıdır.” diye bir şey yok. Senin yeni içtihatlar yapman gerekiyor. Hukuk da nihayetinde hâkimin muhakemesine dönük bir şey. Onu ikna edersen karar lehine olacak. Burada senin ortalama bir yönetici kadar, konuya hâkim olman lazım. Aksi takdirde yöneten değil, yönetilen olursun. Orada da maliyetlerin çok artar.
Antalya’da bir perakende mağazasını devralmak üzere yakın zamanda bazı görüşmeler yaptım. Biz, bir ödeme planıyla önce dükkânın aktif mal varlığını almak istedik. Muhatabım, “Ben bu işleri tamamen bırakıyorum, alıyorsanız şirketle beraber satarım. Yoksa ben bu şirketin tasfiyesini yapamam.” dedi. Ben de mali müşavirime, “Bu şirketi incele, bana bir rapor yaz.” dedim. Avukatıma da “Şu protokolü yaparsak bu şirketi devralmanın bize ne gibi mahzurları olur?” diye sordum. Borçları sıraladık. Dedik ki bu borcun dışında bir borç çıkarsa şirketi devredenler, şirketi devralanlara ahlaki ve hukuki olarak sorumludur. Bu arada mali müşavirim, “Bu şirketin çok ciddi bir sorunu var.” dedi. “Nedir o sorun?” diye sordum. “Alacağımız şirketin mali müşaviri 10 yıldır hiç kâr dağıtmamış. 10 yıldır 450 bin lira kâr birikmiş. Bu paranın sarfı için yüzde 15 vergi gerekir. O da 60 bin lira civarında stopaj çıkartır.” diye anlattı. Peki dedim, raporu aldım, inceledim. Ertesi gün mali müşaviri aradım. Vakti zamanında Kemal Unakıtan bir yasa çıkarmıştı; gayrimenkullerinizi ve şirket kârlarınızı şirket sermayesine ilave ederseniz bunu vergiden muaf tutabileceğinizi öngörüyordu düzenleme. Bir gazete haberi olarak okumuştum onu. Bunları mali müşavire anlatınca “Ben bir araştırayım.” dedi. Ertesi gün büroya geldi, haklı olduğumu söyledi. “Dağıtılmayan kâr payları vergiden muaf. Biz bunu sermayeye ilave edersek buradan bize bir vergi doğmuyor.” dedi.
Siz eğer az veya çok muhtasar nedir, KDV nedir, alınan fatura ne faturasıdır, satılan fatura ne faturasıdır diye kendi işinizde bir hâkimiyet tesis etmemişseniz muhasebecinizin öngörüsüne, vicdanına ve anlayışına tabi olursunuz. Hâlbuki vergi yasalarını, Türk Ticaret Kanunu’nu sular seller gibi okumanıza gerek yoktur. Ama Türk Ticaret Kanunu, şirket türünüzü nasıl tarif etmişse en azından bunu okumalısınız. Buna göre mali müşavirinize yeri geldiğinde fikrinizi söyleyin. Muhasebeciniz çıkan vergiyi kendi cebinden ödemez. Siz ödeyeceksiniz. Ödeyemezseniz borçlanırsınız. Borçlanırsanız 5 dakika sonra banka hesabınıza e-haciz gelir. Devlet artık bu işleri konvansiyonel olarak yapmıyor. Gelip dükkânınızdan masa sandalye kaldırmıyor. Ne yapıyor? 100 liralık alacağı için senin bankadaki 100 bin lirana haciz koyuyor. 30 saniyeden az süren haciz koyma işlemini kaldırtman bile en az 15 gün sürer. Dolayısıyla en azından Ticaret Hukuku ve Vergi Hukuku’nun başlıklarına, avukatını ve mali müşavirini yönlendirecek kadar hâkim olacaksın.
HATA 05
Yakın Arkadaşlarınızla, Akrabala rınızla, Kardeşlerinizle, Yeğenlerinizle Aynı Yerde Mesai Yapmanız
Size abi diyenlerle, sizin abi dediklerinizle sorun yaşamazsınız. Asıl sorunu akranlarınızla yaşarsınız. Bu okul arkadaşınız olur, asker arkadaşınız olur, mahalle arkadaşınız olur… Sizi kendisiyle eşit gören, kuşak dediğimiz, akran dediğimiz insan yeri geldiğinde sizin en büyük hasmınıza dönüşür.
30 yıllık, 40 yıllık hukukunuzu berhava etmeyi göze alıyorsanız yakınlarınızla, arkadaşlarınızla, yeğenlerinizle ticaret yapabilirsiniz. Bir şirketin her gün dedikodu fırtınası ile yoğrulmasını istiyorsanız bu dediğim tanıdıklarınızdan istihdam edin, ondan sonra bakın şamataya.
Bir şirketi büyütmek çocuk büyütmek gibidir. Çocukların çoğu 5 yaşında ölüyor. 10 yaşına, 20 yaşına, 40 yaşına, 100 yaşına bir şirketi getirmek dünyanın en zor işlerindendir. 100 yaşında bir şirket için dört kuşak lazım. Şirketinizin ömrünü kısaltacak karar ve davranışlardan imtina etmelisiniz.

Şirketlerde en vazgeçilmez unsur otoritedir. Kimin nerede, ne zaman, ne yapacağını, nasıl davranması gerektiğini şirketinizde belirlemezseniz o şirkette işler yürümez. Otoriteye dayalı hiyerarşiyi siz tesis etmezseniz herkes kendi ihtiyacına göre kendi hiyerarşik düzenini kurar.
Şirketinizde kardeşiniz, yeğeniniz, çok yakın arkadaşlarınız çalışıyorsa otorite tesis edemezsiniz. Kardeşiniz kardeş gibi, yeğeniniz yeğen gibi, arkadaşınız da yeri geldiğinde işin ortağı gibi davranır.
Kardeşinize, akrabanıza, arkadaşınıza başka bir yerde iş bulun. Çünkü aradaki akrabalık bağı ve yakın hukuk sebebiyle, onlarla otoriteye dayalı bir ilişki kuramazsınız. Türkiye’de bunun tam tersi bir durum var. Onun için ülkemizde şirketlerin ortalama ömrü 5 yıldır; Cumhuriyet ile yaşıt şirket sayısı bir elin parmaklarından azdır.
Şirketler çok hızlı kuruluyor, çok hızlı kapanıyor. Adam şirketi daha dün kurmuş, ertesi gün holding diyor. Bir hafta sonra baktığında şirketi tasfiye ediyor.
Batı’da, Amerika’da ve Avrupa’da şirket patronları, bir safhadan sonra şirketleri profesyonellere devrederler. Kendileri şirket yönetiminde kalırlar ama şirketlerine bir CEO tayin ederler. Kendileri şirketin tepesindedirler ancak detaylarla uğraşmazlar. Ama şirketin başında, ama yönetim kurulunda, ama yönetimde tamamen profesyonel bir kişi olur. CEO kavramı, bizde Türk Ticaret Kanunu ilk yazılırken “murahhas aza”, “seçilmiş üye” diye kavramsallaştırılmıştır. Murahhas aza aynı zamanda şirketin yönetim mercisinde, icra merci-sindedir. Yani salt genel müdür değildir. Bu güzel kavramları hayata sokamıyoruz. Ama Frenk tabiri CEO kavramı, bizde pespaye bir şekilde kullanılıyor. Kendi şirketine kendini CEO diye atayanları görüyoruz. Neden? Çünkü CEO daha janjanlı duruyor. Hâlbuki CEO, Batı’da, çok ortaklı şirketlerde, şirketin sahibi değil, şirketin çalışanıdır. Adamın şirket ile mülkiyet ilişkisi yoktur. Genel müdür veya yöneticidir. Yönetim kurulunun verdiği yetkilerle şirketi yönetir.
80’li, 90’lı yıllarda kartvizitlerde bol bol genel müdür unvanı kullanılırdı. Şimdi CEO yazıyorlar. Unvan başkaları tarafından verilir. Siz kendi kendinize tayin edemezsiniz.
Bizde akrabalık, yakın arkadaşlık ilişkileri menfi sonuçlara evriliyor. Ortaklıklar yürümüyor. Siz kadın yeğeninizi sekreter olarak istihdam ettiğinizde bununla ilgili ciddi problemlerle karşılaşırsınız. İlk olarak onun birinci dereceden akrabasısınız. Türk insanı sınırları doğru dürüst koruyamaz. Yeğeniniz gider, sizi ailenize şikâyet eder. Veya sizin dedikodunuzu yapar. Şirketinizin durumunu anlatır. Otoritenize itiraz eder. Kişiliğinize halel getirir. Diğer personeli etkisi altına almaya çalışır. Diğer personele karşı, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diliyle konuşur. Sizin ona tayin ettiğiniz alanı genişletir. Gün gelir, size telafisi mümkün olmayan zararlar verir.
Aynı okula gittiğiniz yakın arkadaşınızı yanınızda çalıştırdığınızı düşünün. Hayata başlarken benzer işler yapmışsınız. Sonra yolunuz, sahibi olduğunuz şirkette kesişti. Yanınızda çalıştırdığınız arkadaşınızın zihninde bazı yargılar dolaşır: “Onun benden neyi fazla ki… Ben neyi eksik yaptım? O neyi fazla yaptı?”
İmam hatip yıllarımdan bir arkadaşımla bu durumu yaşadım. Yayıncılığa başladığım yıl, dağıtım şirketimizin sorumluluğunu ona verdim. Bir süre sonra şirket personelini, kendi hasedi sebebiyle “Niye burada çalışıyorsunuz? Niye burada hayatınızı harcıyorsunuz?” diyerek etkilemeye çalıştığını duydum. Bu, insanın kıskançlık duygusuyla ilgili bir durumdur.
Size abi diyenlerle, sizin abi dediklerinizle sorun yaşamazsınız. Asıl sorunu akranlarınızla yaşarsınız. Bu okul arkadaşınız olur, asker arkadaşınız olur, mahalle arkadaşınız olur… Sizi kendisiyle eşit gören, kuşak dediğimiz, akran dediğimiz insan yeri geldiğinde sizin en büyük hasmınıza dönüşür. Abi dediğiniz kuşakla bir sorununuz yoktur. Size abi diyen kuşakla da bir sorun yaşanmaz. Birinden yol öğrenir, birine yol gösterirsiniz. Arkadaşınızla ise mütemadiyen çatışma hâlinde olursunuz. İnsan doğasında kıskançlık ve haset var. Gıpta etmek veya rekabet, Türk insanının doğasına aykırıdır. Birine gıpta edebilirsiniz; tavsiye edilen bir şeydir. Biriyle rekabet de edebilirsiniz. Ama birini kıskanmak, birine çelme takmaya çalışmak, birini bel altı üsluplarla yenmeye çalışmak sizi sıkıntıya sokar.
Geçmişte Gaziantep’te bir medya grubunun sahibi olan bir arkadaşım yakın zamanda beni aradı. Önceden beraber çalıştığımız için hatırını sayardım. Benden, kendisini İstanbul temsilcisi olarak atamamı istedi. Ben de ona “Sana mutlaka yardım etmem gerekiyorsa altı ay ev kiranı ödeyeyim.” dedim. Bana, “Filhakika senin hiçbir talimatının dışına çıkmayacağım. Hiçbir çerçevenin dışında olmayacağım. Seninle çalışmak istiyorum.” diye ısrar etti. Sözleştik, anlaştık. O arada İstanbul’da birtakım baskı ve dağıtım işleri organize etmiştik. Bizimle çalışırken sektörle ve yazarlarla ilişkilerimizi öğrendi. Bir gün bana bir e-posta atarak istifa ettiğini iletti. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra benim kendisini bir yazar vârisiyle görüşmek üzere görevlendirdiğim isimle e-posta yoluyla temasa geçiyor ve diyor ki: “Ben yeni bir yayınevi kurdum, bu kitapların basım ve yayınına talibim.” Karşı taraf da bir önceki haberleştiği e-postaya yazarak cevap veriyor. O da bizim şirket uzantılı bir e-posta olduğu için, gönderdiği e-posta benim bilgisayarıma düşüyor. Bunun gibi üç beş teşebbüsü oluyor.
Türkiye’de bilinen 2250 yayınevi var. 2251’inci yayınevinin kurulmasının benim açımdan hiçbir sakıncası yok. Yayınevi kurma iznini Kültür Bakanlığı veriyor. 100 lira verir, yayıncı sertifikası alırsınız. Yayınevi kurmak için illa şirket kurmanıza da gerek yok. Herhangi bir şahıs olarak gidin vergi mükellefi olun, Ticaret Odasına gidin şahıs olarak üye olun; gidip bana yayıncı sertifikası ver demende hiçbir beis yok. Biri gelip bana yayıncılık yapacağım dese bütün tecrübemi aktarırım. Ama şunu da söylerim: Yayıncılık yapma. Dinler veya dinlemez o onun sorunu. Ben üzerime düşeni yaparım, ikazımı da ederim.
Ülkemizde her yıl 50-60 bin başlık altında kitap yayımlanıyor. Sektörel büyüklük de 4-5 milyar dolar hacmine ulaşmış durumda. Birilerinin buradan istifade etmesi benim çok alakadar olacağım bir şey değildir.
30 yıllık, 40 yıllık hukukunuzu berhava etmeyi göze alıyorsanız yakınlarınızla, arkadaşlarınızla, yeğenlerinizle ticaret yapabilirsiniz. Bir şirketin her gün dedikodu fırtınası ile yoğrulmasını istiyorsanız, bu dediğim kişileri istihdam edin; ondan sonra bakın şamataya. Eğer siz illa iş bulmakla mükellefseniz insan kaynağı değiş tokuşu yapın. Filan arkadaşınızın şirketinde yeğeninize iş bulun, onun tavsiye edeceği kişiyi de siz yanınızda işe alın. Bu bile mahzurlu bir şey; onun için bunu çok çaresiz kaldığınız zaman yapın. İlla akrabanızı veya arkadaşınızı istihdam etmek zorundaysanız, o kişinin maaşını çalıştırmadan ödeyin. Böylece sadece mali olarak yükümlülük altına girmiş olursunuz.
Bir şirketi büyütmek çocuk büyütmek gibidir. Çocukların çoğu 5 yaşında ölüyor. Bir şirketi 10 yaşına, 20 yaşına, 40 yaşına, 100 yaşına getirmek dünyanın en zor işlerindendir. 100 yaşında bir şirket için dört kuşak lazım. Şirketinizin ömrünü kısaltacak karar ve davranışlardan imtina etmelisiniz. Nihayetinde bu sizin ekmek tekneniz. O teknenin su almaması, yolunu bulması, limanına varması, istikametini kaybetmemesi gerekir. Sizin ailenize, çocuklarınıza, çalışanlarınıza karşı sorumluluklarınız var.
Bir şirketi yönetirken bin denge gözetmek gerekir. Hele hele 10, 20 insan istihdam eden şirketler gözbebeği gibi korunmalıdır. Bu öyle kolay bir iş değildir.
Türkiye’de ticaret yapmak, her gün biraz daha zorlaşmaktadır. Üretim yapmak her gün biraz daha güçleşmektedir. Yok yeğendi, yok kardeşti, yok akrabaydı, yok arkadaştı diyerek işinizi kendi elinizle sabote etmemelisiniz. Çünkü yakınlarınızın çalıştığı bir şirkette, -herkesin söylediğinin tam tersini söylüyorum- siz yeteri kadar emin ve özgür olamazsınız.
Bu anlattıklarımın tek istisnası çocuklarınızdır. Onları kendi otoriteniz altında yetiştirdiğiniz için, küçük yaştan itibaren şirketinize gelip gittikleri için, erişkin yaşa geldiklerinde şirketlerinizde istihdam etmenizde beis yok. Onların şirketinizde çalışması, sizin motivasyonunuzu da yükseltir. Hele hele çocuklarınız işletme fakültelerinden mezun olmuşsa, iyi kötü işletmenin şematik bilgilerine haiz ise size katacakları çok fazla değer vardır. Çünkü o, sizin şirketinizin devamını sağlayacak temel unsurdur. Çocuklarınız şirketinizin geleceği için gereklidir. Mümkünse çocuklarınızı en erken çağlarda işe başlatın.
Şu lafı her iş adamından duyabilirsiniz: “Keşke daha çok çocuğum olsaydı!” Çocuk demek, şirketin emniyetli ellere teslim edilmesi demektir. Bazı şirketler belli büyüklüğe eriştiğinde tabii olarak muhtelif şehirlere dağılırlar. Faaliyet gösterdikleri sektörlere göre, İstanbul, Bursa, Gaziantep, Denizli, Adana, Eskişehir gibi yerlerde temsilcilikleri olur. Bu şehirlerin başında kendi çocuklarınızdan birinin bulunması kadar tabii bir şey olabilir mi? İşte bu durumda daha önce anlatılan mahzurların tam tersi geçerlidir.
Bütün burjuva aileleri çok çocukludur. Mesela Vehbi Koç, herkese iki çocuk tavsiye ederken kendisinin dört çocuğu var. Rahmi Koç’un üç çocuğu var. Üç kızından pek çok vârisi var. Bizlere tavsiye ettikleri ile kendilerinin yaptıkları ayrı ayrı şeyler. Dolayısıyla kendi çocuklarınızın ticarete hevesi varsa onların motivasyonlarını arttırmalısınız. Sizin işinizi yapmak istemiyorlarsa da baskı yapmamalısınız. O da onun seçimi. Herkes tacir olacak diye bir şey yok. Ülkemizin ayakkabı boyacısına, fırıncıya, manava, bilim adamına da ihtiyacı var.
HATA 06
Eşinizi İş Ortağı Yapmanız, Onunla Aynı Çatı Altında Çalışmanız
En iyi eş, eşinin ne iş yaptığını bilmeyen eştir. En iyi eş, şirkete para almak için uğrayan eştir. En iyi eş, iktidar oyunlarına tevessül etmeyen eştir. Bu, hem kişisel sağlığınız için hem şirketinizin istikbaldeki yeri için önemlidir.

Evlilik hayatı ve iş ortamı farklı alanlar. Rol çatışması yaşamamak için bunları ayrıştırmakta fayda var. Eğer bu ayrıştırma olmaz ise 24 saat birbirini görmenin getirdiği bıkkınlık da bu durumun ayrı bir acı faturası olur.
Yapılan araştırmalar -tıpkı şirketlerde olduğu gibi- evliliklerin ömrünün de ilk beş yılda şekillendiğini göstermiştir. Beş yılı aşan evlilikler genellikle devam ediyor. Eşinizle aynı iş yerinde çalışmak, evliliğinizin yıpranma katsayısına artırıcı bir etki yapar; ayrıca bu durum evliliğiniz için olduğu kadar işiniz için de sakıncalıdır.
Eş, iş yerinde iktidarın da bir parçasıdır. İş yerinizde arkadaşınızı, yakınınızı, yeğeninizi çalıştırmanızdan doğan sakınca, eşiniz söz konusu olduğunda daha fazladır. Eşiniz, sizin çerçevesini çizdiğiniz alanların dışına çıkmak ister. Orada kendi iktidar çerçevesini oluşturmaya çalışır. O yüzden Koç ailesinde bunun tam tersi bir uygulamaya gidilmiştir. Birkaç kuşak geriye giden burjuva aileler genellikle, gelinlerini şirketlerinde çalıştırmazlar. Onlara cemiyetçilikle uğraşmaları için vakıflar kurarlar.
Eşinize şirketinizi yönetme izni verdiğiniz zaman, şirket bir çatışma arenasına döner. Mütemadiyen enerjinizi boşa sarf edersiniz. Diğer çalışanlarınızla aranızda çatışmalar yaşanır. Bu, ikircikli bir iktidar ilişkisi oluşturur. Personel eşinize gider, “Ben eşinizle konuştum, dedi ki…” diye başlar konuşmaya. Siz, onun kontrolünü yapana kadar sıkıntılı bir tablo oluşur. Dolayısıyla personel iki başlı yapıda iki başı çatıştırarak kazanç elde etmeye çalışır.
En iyi eş, eşinin ne iş yaptığını bilmeyen eştir. En iyi eş, şirkete para almak için uğrayan eştir. En iyi eş, iktidar oyunlarına tevessül etmeyen eştir. Bu, hem kişisel sağlığınız için hem şirketinizin istikbaldeki yeri için önemlidir.
Eskiden Türk Ticaret Kanunu, “gölge ortak” diye tabir ettiğimiz bir ortaklığı mecburi kılıyordu. Siz bir anonim şirketi, en az beş kişiyle kurabiliyordunuz; bir limited şirketi ise en az iki kişiyle. Bu da lüzumsuz yere, gerekli gereksiz “gölge ortak” doğuruyordu. O zaman da komşuyu çağırmak yerine, insanlar “Gel notere, şuna ortak ol.” diyerek eşlerini şirket ortağı yapıyorlardı. Ama imza atılan hiçbir şey, imza atıldığı sadelikte kalmaz; şirketin istikbaldeki durumuyla ilgili mütemadiyen teyakkuzda olan, ne olup bittiğini bilmeye, anlamaya çalışan bir zihin oluşur. Çünkü özellikle kamu borçlarına karşı şirket ortağı, ortaklığı oranında sorumlu tutulur. Yani hem SGK’ya hem vergi dairesine karşı şirket ortağının sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk tersine bir istikamet alırcasına işin kendisinde de karşılık bulur. Yakın zamanlarda çıkan bir yasayla en azından yeni şirketlerde artık gölge ortaklıklar olmuyor. Çünkü bu şirketleri tadil etmek de şirketler için bir maliyet teşkil eder. Şirketin tek ortağa düşmesi, hisselerinin devredilmesi, statüsünün değişmesi, ana sözleşme metninin tadilatı yeni masraflar demektir. Dolayısıyla bu da sıkıntıları devam ettiren bir süreçtir. İşin eve, evin işe sirayet etmemesi için evi işe, işi eve taşımamalısınız. İkisinin arasına kalın duvarlar örmelisiniz. Aksi durumda yatak odanız şirket yönetim kurulu odasına döner.