Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İş Hayatında 99 Ölümcül Hata», sayfa 4

Yazı tipi:

HATA 12
Çalışanlarınızın ve Çözüm Ortaklarınızın, Sizinle ve Şirketinizle İlgili Hukuki Delil Toplamasına Meydan Vermeniz

Dijital dünyada, olabildiği kadar az iz bırakacağınız bir şekilde ilişki kurun. Ne olur ne olmaz. Bugün dostun olan, yarın düşmanın olabilir. Bu tür yazışmaları önemsiz gibi telakki etmeyin. Çalışanlarınıza unvanlarını yazılı olarak verin. Sizi sorumluluk altına sokacak e-postayı reddedin. Söz konusu kişiyi çağırın ve uyarın.

Birine jest yapmak istiyorsanız bu jesti onun adını yazılı bir materyalde -örneğin kitapta- geçirerek değil, ona ikramiye vererek yapın; başka mükâfatlar verin. Söz uçar yazı kalır, yazılı olan her şey aleyhinize delil olabilir.


Her şey iyi gidiyorken insanları tanıyamazsınız. Sorunlar baş gösterince herkesin gerçek yüzü ortaya çıkar. İngiltere’de yayın sektöründe sudoku furyasının başladığı dönemde bu ülkeye gitmiştim. O zaman uçaklarda, trenlerde, parklarda, kafelerde herkes sudoku çözüyordu. Ben de Londra’da kitapçılardan birkaç sudoku kitabı temin ettim ve Türkiye’ye döndükten sonra bunların yayın haklarını satın aldım. Daha sonra da bu kitapları yayımladım. Hatta kitaplardan biri, o hafta en çok satan kitaplar arasına girdi. O arada bizde dizgicilik yapan bir çalışan, bir program keşfetmiş. “Ben bu sudoku kitaplarına benzer kitaplar yapabilirim.” dedi. Ben de “İyi yap, görelim.” dedim. Hatta hevesinin artması için ve daha üretken olmasını teşvik etmek gayesiyle kitaplara adını da koymasını söyledim. O hercümerç içerisinde biz o çalışanımızla yayın sözleşmesi yapmadık ve ben bunun faturasını çok ağır ödedim. O arkadaş şirketten ayrıldıktan kısa bir süre sonra bizim yayınevini mahkemeye verdi. Benim bir jest olsun diye yaptığım davranış, yayınevimize 24 bin liralık maliyet olarak geri döndü. Bunun bir nedeni benim ihmalim idi. Ben onun delil toplamasına izin verdim. Nasıl verdim? Kitaba adını koymayacakken koydum.

Şu an Ticaret Kanunu, elan işten kendi ayrılan kişinin kıdem tazminatı alamayacağını öngörüyor. İşten çıkarttığınıza ise bunu ödemekle yükümlüsünüz. Ben çalışanlarımızdan kendi ayrılıp, bizi dava edip, organize şekilde aleyhimize kıdem tazminatı almaya dönük davranışlarda bulunanlara şahit oldum. Bir redaktörümüz, gönderdiği elektronik postalarda yardımcı editör unvanını kullanmıştı. Editör olmadığı hâlde insanlarla editör sıfatıyla yazışıyordu. Tabii editörün maaşının yüksek olması lazım; hâlbuki o redaktördü. Ama şirketimiz uzantılı e-posta hesabından editör olarak yazıştığı için delil üretmiş oldu. E-postalar da delil niteliğindedir.

Şu an Ticaret Kanunu, ticari defterleri en büyük delil sayıyor. Daha önceleri ticari defterlerin sadece açılışı için noter tasdiki isterken şimdi kapanış için de tasdik edilmesini istiyor. Eskiden deftere sonradan kayıt girilebiliyordu. Şimdi kapanış tasdiki de yapıldığı için defterdeki delilleri devletin mühürleriyle kabullenmiş oluyorsunuz. Onun için, elektronik yazışmalar dâhil, her türlü yazışmayı mahkemeler delil kabul ediyor. Mahkeme “Rızan olmasaydı bu delilleri kabul etmezdin.” diyor. Ticari deftere giren her türlü kayıt belge niteliğindedir. Şahsi elektronik hesabınızdan yaptığınız her türlü eylem bir delildir. Karşı tarafa koz veren bir materyaldir.

Dijital dünyada, olabildiği kadar az iz bırakacağınız bir şekilde ilişki kurun. Ne olur ne olmaz. Bugün dostun olan, yarın düşmanın olabilir. Bu tür yazışmaları önemsiz gibi telakki etmeyin. Çalışanlarınıza unvanlarını yazılı olarak verin. Sizi unvan konusunda sorumluluk ve talep altına sokacak e-postayı reddedin. Söz konusu kişiyi çağırın ve uyarın. Karşındaki kişinin planlı hareket ettiğini bilin ve size e-postayı hangi saatte attığına bile dikkat edin. Adam size saat 21.00’de mail atar, sonra mahkemede ben 21.00’e kadar mesai yaptım diye attığı maili delil olarak gösterir. Oysa o saate kadar şirketinizde karısını veya kocasını beklemiştir. Bunları ayrıntı diye atlamayın. Kimseye malzeme vermeyin.

Söylediğiniz her sözün, yaptığınız her yazışmanın, attığınız her adımın hukuki, adli ve mali sonuçları olduğunu hesaba katarak hareket edin. İşler iyi ve yolundayken göz ardı ettiğiniz her şey, işler ters gittiğinde sizi ciddi yaptırımlarla karşı karşıya bırakabilir. Bir elektronik postayı silebilirsiniz ama o, sunucuda duruyor. E-postayı Gmail, Hotmail gibi özel hesaplardan attıysanız onlar da o hesapların sunucusunda duruyor. Log kayıtları da silinmiyor.

Birine jest yapmak istiyorsanız bu jesti onun adını yazılı bir materyalde -örneğin kitapta- geçirerek değil, ona ikramiye vererek yapın; başka mükâfatlar verin. Söz uçar yazı kalır, yazılı olan her şey aleyhinize delil olabilir. Hem bankalar hem büyük şirketler karşı tarafa ihtar mahiyetinde bir şablon belirlediler. Artık elektronik posta atarken altına şunu yazıyorlar:

“Bu elektronik posta ilgilisine gönderilmiştir. İlgilisi değilseniz bu postayı reddedin. Bu e-posta hukuki bir delil olarak kullanılamaz.”

Elektronik posta artık meri hukukun da tanıdığı bir delil niteliğindedir.

HATA 13
Söz Vermeniz

Bir tacirden istenen söz ya bir ödeme ya bir teslim taahhüdü ya da bir yükümlülüğün ifası ile ilgilidir. Söz vermek zorunda kaldığınıza göre ya kasanızda para yoktur ya da elinizde mal.


Dünyanın en kolay işi söz vermektir. Ama onun gereğini yapmak çok zordur. Söz vermek, dışınızdaki şartlarla da ilgilidir. Ben bunu yaparım, öderim dediğiniz her şey o günün şartlarında söylenmiştir. Sözün gereğini yerine getirmeniz, o günün şartlarına bağlıdır. Şartlar müsait değilse sıkıntıya girmeniz kaçınılmazdır.

Her şeyin insanın aleyhine döndüğü ve döndürülebildiği zamanlardayız. Teorik olarak söz vermek, çok kolaydır. Müşkülatınız, verdiğiniz sözün gereğini yerine getirmediğiniz zaman başlar.

Ziya Paşa “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” diyor. Söz, gereği yerine getirildiğinde etkilidir. Söz vermek, o gün sizde olmayan bir şeyle ilgili bir taahhüt altına girmektir. Oysa geleceğin ne getireceğini bilmiyorsunuz. Türkiye, her an her şeyin olabildiği bir ülke. Dünyada dolar düşerken Türkiye’de yükselebilir. Petrol fiyatları da aynı şekilde. Bir sabah uyandığınızda darbe girişimi olduğunu öğrenebilirsiniz. Bunların hiçbiri sizin kontrol edebileceğiniz alanlar değildir.

Sözünüzün kıymetli olmasını istiyorsanız mümkün olduğunca söz vermemelisiniz. Çünkü siz unutsanız da söz verdikleriniz size hatırlatır. Sözünüzü tutabilmeniz, bütün şartlara hâkim olmanızla mümkündür. Bir tacirden istenen söz ya bir ödeme ya bir teslim taahhüdü ya da bir yükümlülüğün ifası ile ilgilidir. Söz vermek zorunda kaldığınıza göre ya kasanızda para yoktur ya da elinizde mal.

Matbaacısınız diyelim ve bir teslimatınız var. “Üç gün içinde teslim ederim.” diye söz veriyorsunuz. Üç günün iki gününde öngöremediğiniz bir şekilde elektrikler gidebilir. Veya araya başka bir iş girebilir. Diyelim ki Taksim’de bir iş yeriniz var ve işler yolunda gidiyor. Günlük cironuz çok yüksek. Pat diye bir olay meydana geldi. Dükkânınız bir hafta kapanmak zorunda kalabilir. Günlük hayatta mütemadiyen karşılaştığımız hâller… Yahut nakliyecisiniz. Malı teslim edeceğiniz yere 200 km kala aracınızın tekeri patladı. Beklemediğiniz bir anda motorunuz arızalandı. Sözünüzü çiğnemenizi zorunlu kılan hâller bunlar.

İnsanlar sizi verdiğiniz sözle yargılar ve muaheze ederler, bardağın boş tarafını görürler. Birine 1 milyon ödemişsinizdir, 100 bin lira bakiye kalmıştır. O aldığı bir milyonu görmez, alacağı 100 bin liraya bakar.

Hiç kimse var olan parayla ticaret yapmaz; bu durum, daha baştan ilişkilerin derme çatma kurulmasına yol açar.

İnsanların Türkiye’de babadan dededen kalma yüz milyonlarca değerinde paraları, gayrimenkulleri yok. Herkes kendi gayretleriyle ticaret yapmaya çalışıyor. Bu da başlangıçta işin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.

Sözünüzü yerine getirmemeniz aleyhinize sonuçlar doğurur. Ticaret yapan sizsiniz. Yıllarca büyük gayretle oluşturduğunuz itibarınızı yitirirsiniz. Müşterinizi kaybedersiniz. O sebeple, mutlaka söz vermeniz gerekiyorsa ihtimalleri de hatırlatarak söz verin. Buna gri alanlar bırakmak denir. Hayatta da böyledir. Hayatın her cephesinde olduğu gibi bu hususta da temkini elden bırakmamak, her attığınızı vuramayacağınızı bilerek hareket etmek lazımdır.

HATA 14
Alacakla Borç Ödeyecek Noktaya Gelmeniz

Sınırsız krediniz, sınırsız sermayeniz, sınırsız borçlanma imkânınız yok. Böyle bir dünya da yok. Bakkal plasiyerin parasını iki hafta geciktirdiğinde üçüncü haftada plasiyer ona mal vermez. Çünkü plasiyerin de hesap verdiği bir otorite vardır.

Akıllı ve basiretli bir tacir asla ve kata mahkeme kozunu gündelik hayatta kullanmaz. Avukatını hemen devreye sokmaz. Bunlar itfaiye gibi en son başvuru kapılarıdır. Zaten bir işi mahkemeye tevdi eder etmez envanterinizden çıkarmayacaksınız ama zihninizde o işi unutacaksınız.


Dünyanın en rahat ve kolay işi, bir şeyleri teorik olarak konuşmaktır. Bu kitap, anlatımı itibarıyla şematik gibi görünebilir fakat filhakika hayatın kendisi de şematiktir. Eğer siz alacaklarınızı tahsilde müşkülat çekiyorsanız yapacağınız şeyler son derece sınırlıdır. Sermayeniz yetersizse alacaklarınızı tahsil etmek sizin için çok daha önemlidir. Alacaklarınızı tahsil edemediğiniz takdirde, borçlanma yoluna gitmek zorunda kalırsınız. Basiretli bir tüccar, alacaklarını tahsilde sıkıntı yaşayacağını hissettiğinde “Gaza basmayayım, ama hızımı da hafif azaltayım.” der. Hemen borçları azaltıp vadeleri uzatacak önlemler alması gerekir. Muhtemel tarihleri ileriye atarak alacaklara dönük bir eylem planı yapması lazımdır. Esas olan donan alacağını süratli bir şekilde tahsil edebilmektir. Bunu yapabilmek için:

1- Karşı tarafa iskonto yapabilirsiniz.

2- Kamudaki alacağınızı hemen alma yoluna gidebilirsiniz

3- Para yerine mal da alabilirsiniz.

Bunlar birer yöntemdir. Başka tahsilat yolları da bulabilirsiniz.

Herkesin ödeme kapasitesi, borçlanma kabiliyeti ve sermayesi kadardır. Sermayeniz 100 bin lira, borçlanma kabiliyetiniz 50 bin lira ise 151 bin liralık bir taahhütte bin lira açığınız var demektir. Bu durumda borçlanamazsınız.

Borcunuz, sermayenizden fazlaysa ciddi bir sorunla karşı karşıyasınız demektir. Sınırsız krediniz, sınırsız sermayeniz, sınırsız borçlanma imkânınız yok. Böyle bir dünya da yok. Bakkal plasiyerin parasını iki hafta geciktirdiğinde üçüncü haftada plasiyer ona mal vermez. Çünkü plasiyerinde hesap verdiği bir otorite vardır.

Ticaret, süratli davranman, ani kararlar alman gereken bir mücadele alanıdır. Filmlerde Hulusi Kentmen’in başkanlık ettiği yönetim kurulunun toplandığı sahnelerdeki gibi değildir ticaret. O sahneler son derece şematiktir. Bunu söylerken “Büyük holdinglerde yönetim kurulu toplantıları yapılmıyor.” gibi bir şey demiyorum. Ama filmlerdeki yönetim kurulu toplantıları da gerçek yönetim kurulu toplantılarını yansıtmıyor.

En büyük alacaklınız battığı takdirde, size belki tesiri bir yıl sürecek bir finans külfeti bırakabilir. 10 yıldır çalıştığınız ve ödemelerini tıkır tıkır yapan bir firmanın batması, sizi de güç durumda bırakır. Çünkü siz onun borçlanma parametrelerini bilmiyorsunuz. Şirketin içinde ne olup bittiğinden haberiniz yok. Ama birden iflas erteleme istiyor. Yasa dört yıl koruma kalkanıyla onu koruma altına alır. Siz ona bir müeyyide uygulayamazsınız. O yüzden o alacağın sıkıntı teşkil edeceğini fark eder etmez bir çözüm yolu bulup -iskonto, takas gibi- ilgili kişiye önerin. Sorunu mahkemeleşmeden çözmeye çalışın. Mahkeme, bütün ümidinizi yitirdiğinizde, alacaklarınızdan ümidinizi kesip üzerine bir bardak su içecek duruma geldiğinizde başvuracağınız bir mercidir. Akıllı ve basiretli bir tacir asla ve kata mahkeme kozunu gündelik hayatta kullanmaz. Avukatını hemen devreye sokmaz. Bunlar itfaiye gibi en son başvuru kapılarıdır. Zaten bir işi mahkemeye tevdi eder etmez envanterinizden çıkarmayacaksınız ama zihninizde o işi unutacaksınız. Zihninizi onunla meşgul etmeyeceksiniz. O sizin değil, avukatınızın işidir. Şirket toplantısının bir satırlık bir konusuna dönüşmüştür. Mahkemeye çok sık başvurduğunuz zaman, sektörde adınız, uzlaşmaz, geçimsiz, iş yapılmaz kişiye çıkar. İlgili şahıs hemen “Borcu üç gün geciktirdik, bizi icraya verdi; yedi gün geciktirdik böyle oldu.” gibi piyasada tezvirat yapmaya başlar. Türkiye’de bir sektörde bir şeyin duyulma ve rakiplerinizin ondan haberdar olma süresi 15 dakika. Dünyadaki bir felaketi haber alma süreniz de 15 dakikadır. Milyonlarca insan, elinde kamera, ses kayıt aleti ve canlı yayın cihazı ile gezmektedir. Adam cuma hutbesini bile Facebook’tan canlı yayınlıyor. Teşhir etme diye bir sorunumuz var. Bu da bizi her türlü fenalıktan anında haberdar ediyor. Negatif çok satıyor; kötülük çok daha hızlı taraftar buluyor. Medya, âdeta kötülükleri duyurma yarışı içinde. Bu yüzden her durumun her an sektörde işitilebilir olduğunu dikkate almadan iş yapamayız. Öfkemiz kabardığında süratle o zehirli iklimden uzaklaşmak gerekir. Herkesle çatışırsanız ürettiğiniz emtiayı satın alacak insan bulamazsınız.

HATA 15
Çalışanlarınıza Vefalı Olmamanız

Bir şirkette 15, 20 yıl çalışmak, tek başına çok kayda değer bir iştir. Bizde birçok şirketin ömrü 15, 20 yıl olmadığı için bir kişinin bir şirkette 15, 20 yıl çalışması fevkalade önemlidir. Bu, şirketin müessese hâline geldiğinin de göstergesidir.

İnsanlar şirketlerini yönetirken merhamet, vefa gibi duygularını göz ardı ederlerse “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!” düsturu, gün gelir önlerine çıkar. O sebeple, şirketin çalışanlarına karşı, özellikle şoför, kapıcı, aşçı, hizmetli, sekreter gibi insan kaynaklarına, diğer insan kaynaklarından daha fazla değer verip onlara vefa göstermek gerekir.

Şirketlere kıymetiharbiye kazandıran insanlardır. İnsanlara -en alt katmandakinden en üst katmandakine kadar-kıymetli, vazgeçilmez olduklarını hissettirmek lazımdır. İnsanlar hor görüldükleri, tahkir ve istiskal edildikleri müesseselerde çalışmak istemezler.


Aslında vefa, hayatın her safhasında korunması gereken bir erdem. Özellikle müesseselerin çalışanlarına karşı vefalı olması, müessese olmanın da bir şartıdır. Hayatın her cephesinde vicdana ve merhamete ihtiyacımız vardır. Vicdan, Allah’ın merhametinin bizdeki tezahürüdür. Vicdanın olmadığı yerde Allah’a itikat yoktur. Merhametin, vicdanın veya vefanın olmadığı bir iş yeri, bizi umutsuzluğa düşürür. Bir iş yerinde karşılaşmak isteyeceğimiz en son şey, vefasızlık, nankörlük, kadir kıymet bilmezliktir. Bu, siyasette de ticarette de yönetim anlayışında da devlet yönetiminde de geçerlidir. Vatandaşına vefa gösterilmeyen ülke, yaşanabilir bir ülke değildir. Kim ki yaptığı işte vefayı, kadirşinaslığı önemser, o daha kalıcı ve daha köklü olur.

İyilik, dalga dalga yayılan bir duygudur. Şirket-çalışan ilişkisi de dalga dalga yayılan duygulardan müstağni değildir. Eğer çalışanlarınıza merhamet göstermezseniz onlardan verim alamazsınız. Türkiye’de çalışan nüfusun yaşlanması, beraberinde vefasızlığı da getiriyor. Devlet, emekliliği ve sosyal hakları bir şarta, bir belgeye bağladığı için orada işlerin nasıl döneceği memurun veya kamu işçisinin bildiği bir şey. Son yıllarda özel sektörde sendikalaşma neredeyse bittiği, artan işgücüne rağmen sendikalı çalışan sayısı azaldığı için şirketle çalışanı arasındaki ahlaki ve vefaya dayalı ilişki önem kazanmıştır.

Özel sektörde de çalışan insan kaynağı yaşlanmaya başladığında çalışanla ilgili iki türlü soru/sorun karşımıza çıkıyor;

1- Kıdem tazminatı. Oranı her yıl artmaktadır. Şirketlerin ömrü uzadıkça şirket üzerindeki kıdem tazminatı yükü artıyor.

2- Verimlilik azalması. Çalışanın yaşı ilerledikçe verimi düşüyor. Varsayalım 25 yaşında bir kişiyi işe aldınız. 15 yıl sizinle çalıştı. 40 yaşına geldiğinde cevvaliyeti, verimliliği minimize oldu. Geçen her yıl verimliliği biraz daha azalır. Tecrübesi var ama enerjisi yok. Zamanla tahammülü azalıyor. Yaptığı iş onun için giderek daha sıkıcı hâle gelmeye başlıyor.

Bir şirkette 15, 20 yıl çalışmak, tek başına çok kayda değer bir iştir. Bizde birçok şirketin ömrü 15, 20 yıl olmadığı için bir kişinin bir şirkette 15, 20 yıl çalışması fevkalade önemlidir. Bu, şirketin müessese hâline geldiğinin de göstergesidir.

Düşen enerjinin yanında, yıllar geçtikçe çalışanın ücreti de artıyor. Her yıl mütemadiyen zam yapıldığı için çalışanın ücreti belli bir istikrara kavuşuyor. Bu arada, çalışma süresi uzadıkça çalışanın iş yerinden alacağı kıdem tazminatı da iyice birikiyor. Enerjisi düşük, kıdem tazminatı yüksek, 2000 lira maaşı olan bir çalışanın yerine 1500 lira maaş ile daha yüksek enerjili, kıdem tazminatı olmayan bir çalışan bulabilirsiniz.

Bana göre, kapitalizmin en büyük iki icadından biri, kadının istihdam alanına sokulmasıdır. Kadın çalışan işgücünü yarı yarıya düşürür. Kapitalizmin ikinci büyük icadı ise asgari ücrettir.

Eskiden insanlar kölelerine, hizmetkârlarına eşit davranırlardı. Onlarla aynı evde yaşarlardı. Köle, en kötü ihtimalle evin efendisinin eskilerini giyer, yediği yemekten yer, aynı yerde barınırdı. Dahası kölenin hastalık gibi başına gelebilecek her türlü sorundan efendisi sorumluydu.

Şimdi kapitalizm bir insanı sabah 9’dan akşam 6.30’a kadar asgari ücretle çalıştırıyor. O insandan en verimli, en enerjik anlarını istiyor. Ondan sonra evine git dinlen, sabah da aynı zindelikle yine gel diyor. Hastalığına, barınmasına, beslenmesine karışmıyor. Tabii buna ilişkin sigorta müessesesi vs. oluşturmuş. Sağlık için hastaneler, güvenlik için karakollar kurmuş.

Kapitalizm hem çevreyi kirletir hem de çevrecilere yardım eder. Kapitalizm seni moda ve sair enstrümanlarla borçlandırır, borcunu ödemediğin takdirde seni her türlü felakete maruz bırakır. Kapitalizm insanı müteyakkız yaşamaya zorlar. Ama mütemadiyen müteyakkız yaşanmaz. İnsan sürekli önüne bakarak yürüdüğünde bir çukura düşmese bile bir direğe çarpar. Bu, sürdürülebilir bir hayat biçimi değildir.

Kadınların çalışmasına karşı değilim. Sadece kapitalizmin kadının işgücünü istihdam piyasasında istismar ettiğini anlatmaya çalışıyorum. Keza asgari ücrette de bu böyle. “Sen bunu al, ölmeyecek kadar yaşa, bana hizmete devam et.” diyor kapitalizm. Tabii bu noktada asgari ücretin dünyanın her yerinde aynı olmadığını söylemek gerekiyor. Ülkelerin gayrisafi millî hasılasına göre asgari ücretin miktarı değişiyor. Türkiye’de asgari ücret 300 avro kadar, Almanya’da 2000 avro. Hâliyle iki ülkenin asgari ücretle çalışanlarının refah düzeyleri de birbirinden çok farklı. Gelir düzeyi yüksek ülkelerde, asgari ücret alan bir kişi ömür boyu hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayabilir. Konforlu bir evde oturabilir. Senede bir veya iki kere tatile çıkabilir. İyi bir arabaya sahip olabilir. Türkiye’de asgari ücretli birinin Doğan, Şahin veya Kartal gibi bir arabası da olmaz. Zaten mesele sadece arabanın satın alınması da değildir; arabanın bakım ve masrafı ayrı bir maddi külfettir.

Normal şartlarda, merhametsiz, kaba, vefasız bir işveren, bir kişiyi 5 yıldan fazla istihdam etmez. Altıncı yılda bir bahane bulup hem kıdem tazminatı düşükken hem de genç nüfustan istifade etmek için onu işten çıkartır. Ama bu takdirde hem kurumsallaşamaz hem de ahlaki bir davranışta bulunmamış olur.

İnsanlar şirketlerini yönetirken merhamet, vefa gibi duygularını göz ardı ederlerse “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!” düsturu, gün gelir önlerine çıkar. O sebeple, şirketin çalışanlarına karşı, özellikle şoför, kapıcı, aşçı, hizmetli, sekreter gibi insan kaynaklarına, diğer insan kaynaklarından daha fazla değer verip onlara vefa göstermek gerekir.

Şirketler, nefes alan, hayat mücadelesi veren canlı organizmalar gibidir. Şirketi yaşatmak ile bebek büyütmek aynıdır. 1 yaşında, 2 yaşında, 3 yaşında, 5 yaşında, 10 yaşında, rüştünü ispat edeceği yaşta, erbain yaşında gibi… Bunlar Türkiye gibi sermaye kültürünün yeni yeni neşvünema bulduğu, gelişmeye başladığı bir ülkede önemlidir.

Bir şirketin 20 yıl, 40 yıl yaşaması son derece önemlidir. Bu nasıl mümkün olur? Şirketi tek başına sermaye ayakta tutmaz. Şirketlere kıymetiharbiye kazandıran insanlardır. İnsanlara -en alt katmandakinden en üst katmandakine kadar- kıymetli, vazgeçilmez olduklarını hissettirmek lazımdır. İnsanlar hor görüldükleri, tahkir ve istiskal edildikleri müesseselerde çalışmak istemezler.

Türkiye’de bazı şirketlerin çalışanları canhıraş bir şekilde çalışmak istiyor. Devlette çalışan bir kişi de canhıraş bir şekilde görevini yapmak istiyor. Neden? Çünkü oralarda kurallar, kaideler, sorumluluklar, yetkiler, görevler tam olarak uygulanıyor. Devlet çok büyük ücretler ödemese de gününde ödemesini yapar. Çalışanın maaşını ne zaman alacağı bellidir. Kişiler, hukuki haklarını bilirler. Bir hata yaptıklarında hangi yöntemle yargılanacakları belirlenmiştir. İlave bir görev yaptırıldığında ilave bir ödeme de yapılır. Bunu yapan şirketler de var. Siyasette de aynı durum geçerlidir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çok vefalı bir insan olduğu biliniyor. Asker arkadaşını şurada istihdam etti, dava arkadaşını burada istihdam etti, filan mahalleden dostuna şöyle bir iyilik yaptı, etrafında 30 40 yıllık arkadaşları var, Kasımpaşa’dan hâlâ görüştüğü insanlar var, ihanete uğramazsa hiçbir insanı yarı yolda koymuyor gibi sözlerle bu vefası anlatılıyor. Her siyasi liderde bu vefayı görmüyoruz. Örneğin rahmetli Erbakan Hoca’nın bu kadar vefalı olmadığını söylerler yakından tanıyanlar. “Kendi işine yaradığı sürece bazı şeylere müsamaha gösterirdi.” diye anlatırlar.

Yaptığınız her işte, astınızla insanlara iyi davranıp üstünüzle olan mesafenizi muhafaza etmeniz gerekir. Özel sektörde de olsa herkesin bir üstü vardır. Patron da devlete ve haciz memurlarına hesap verir. Yani herkesin korktuğu bir akıbet vardır.

Adamın biri bir köye gider, köy meydanındaki kahveye girer. Bir köylünün masasına oturur. Hoşbeşten sonra kahvenin bir ucunda oturan heybetli bir adamı gösterir. “O adam var ya bütün köylünün korktuğu biridir. Herkes o adamdan korkar ama o adam da benden korkar.” der. Ben de diyorum ki o adam da faraza karısından korkar.

Nedir bu? Bir otorite tesisidir. Diktatör de olsanız korktuğunuz biri vardır. Hitler’in, sevgilisi Eva Braun’dan korkması gibi… Nihayetinde otorite, insanların evlerinde de sürdürebildikleri bir şey değildir. Nobel Ödülü alan Aziz Sancar ödül töreninin akşamını anlatırken “Eve gittim, baktım eşim ‘Aziz çöpü dışarı çıkaracaksın!’ diyor. ‘Ya ben Nobel aldım.’ dedim. ‘Sen yine de çöpü dışarı çıkaracaksın!’ dedi. Ondan sonra Nobel işini karıştırmadık ev işlerinde.”

Ayakkabıyı çıkartıp eşikten içeri adım attığınız anda, otoriteniz kapıda kalmıştır. Evde geçerli olan, evin hanımının otoritesidir. “Sen dışarıda birtakım unvanlarla anılabilirsin ama burası benim alanım.” der eşiniz.

Vefayı yaşattığımız müddetçe şirketin ömrü uzar, geçmişi geleceğe taşırız. Eğer pragmatik olmazsak verimi düşen, kıdem tazminatı yükü artan bir şirkete dönüşürüz. Tabii burada kendini yenileyen ve sürekli büyüyen şirket için devamlılığın maliyeti o denli ağır olmayabilir.

Bu sebeple, kökleşmek ve kurumsallaşmak isteyen firmalar, çalışanlarına bu vefayı göstermeliler. Hayatın içindeki gerçekliklerin dışında da bir hayat olduğunu düşünmeliler. O dengeyi bozmamak gerekir.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
60 s. 100 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-919-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 6 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre