Kitabı oku: «Yalan», sayfa 2
1.
Yusuf’un ilk soyadının Elbasan olduğunu hemen belirtelim.
II
Yusuf Aksu, yıllar yılı, sık sık düşünmekle birlikte, hiçbir zaman doğru dürüst açıklayamadı bu olanları, hiçbir zaman tam olarak anlayamadı, yeniden yaşamakla kaldı. Böylece, çok kısa sürmüş bir iki kuşku dönemi bir yana bırakılacak olursa, o ilk karşılaşmayı ve bunu izleyen büyük dostluğu tüm yaşamı boyunca bir tansık olarak düşündü. Üstelik, birkaç tansık birden giriyordu işin içine: Yunus’un koca sınıfta başka birine değil de, en arkada, yalnız başına oturmasına karşın, kendisine yönelmesi, kendisinin de, genel olarak herkese surat asarken, birdenbire başka bir insan oluvermiş gibi, ona gülümsemeye başlaması, daha da önemlisi, sınıfta hiçbir öğrencinin bu dostluğu bozma yolunda en küçük bir girişimde bulunmaması. Bir de, nasıl söylemeliydi, Yunus’un kendisi tansıktı.
Alabildiğine ak, nerdeyse dokununca yok olacakmış gibi saydam yüzü ve elleri mi, çevresini aydınlatır gibi görünen saçları mı yaratıyordu bu izlenimi, insanlara hep aşağıdan bakması gibi tatsız bir durum yaratan kısa boyu mu, yaşıtlarının tersine, daha sakalı çıkmamış olmasına, çıkacağa da benzememesine karşın, en kendini beğenmiş kızların bile göz göze gelince bir akıma kapılmış gibi titremesine yol açan çekici ve güleç yüzü mü, her an düğüne gidecekmiş gibi, tiril tiril, kusursuz giyimi mi, ne zaman bir başka gözle karşılaşsa, karanlıkta üzerine ışık vurmuş bir su gibi ışıldayan gözleri mi, her şeyden bir kahkaha nedeni çıkarması mı, kendisini dışlamış olanları alaya alması mı, canlı bir ansiklopedi gibi her şeyi bilmesi, ansiklopediyi de aşarak olguları, nesneleri ve sözleri birbirine kendince yeniden bağlayıp yeniden anlamlandırması mı? Başkaları gibi Yusuf Aksu da herhangi bir yanıt getiremiyordu.
Anlamaya çalışmadığından değil; tam tersine, çok kafa yordu bu konuya, uzun yıllar süresince, nice deviniyi, nice sözü, nice kahkahayı, nice bakışı, belki ilk doğdukları andakinden de kapsamlı bir biçimde, belleğinde yeniden canlandırdı, ama iş anlamlarını, en azından nedenlerini çıkarmaya gelince, varlığını ancak sezmekle kaldığı bir nesneye ulaşmak üzere, çok derin bir suya dalmak gibi bir şeydi: soluğu tükeniyor, çevresi karanlığa kesiyor, yarı yola bile varmadan geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir kez daha, yaşanmışı yeniden yaşamaktı tüm yapabildiği. Örneğin Yunus elleriyle göğsünü döverek gülmeye başladığı zaman, kendisi de hemen o saniyede, aynı biçimde, elleriyle göğsünü döverek, gözlerini onun gözlerine ya da baktığı noktaya dikerek gülmeye başlıyordu. Onun gülünç bulduğunun gülünçlüğünü de apaçık görüyordu. Ama burada duruyordu her şey, nesnenin kendisi mi gülünçtü, yoksa Yunus’un bakışı ya da kahkahası mı gülünçleştiriyordu, o zaman olduğu gibi yaşını başını aldıktan sonra da çıkaramadı, çünkü her şeye gülebiliyor, ama ne zaman neye güleceği kolay kolay kestirilemiyordu. Örneğin yazın öğretmeni bir tatlıdan söz edecekmiş gibi dudaklarını şaklatarak, “Bakın, bugün ne okuyacağız,” deyip de “Birçok gidenin her biri…” diye şiir okumaya giriştiği zaman kopardığı kahkahaya da bir açıklama bulamamıştı. Tüm bildiği, nerdeyse saniyesinde, aynı kahkahayı kendisinin de kopardığıydı
Hiç kuşkusuz, Yunus benzerine kolay kolay rastlanmayacak bir çocuktu, nerdeyse her şeyi bildiği gibi, her konuda hep en kestirme çözümü buluyor, tahtada bir matematik ya da fizik problemi çözerken, tebeşir tutan elini izlemek bile zor oluyordu, ama, hele biraz coşunca, öyle bir kekeliyor, en kısa ve en sıradan sözleri söylemesi bile öylesine uzun bir süre gerektiriyordu ki kolejdeki ilk günlerinde bunu oyun olsun diye, yani “milletle dalga geçmek için” yaptığını ileri sürenler olmuştu. Daha sonra, varsayımın yanlışlığı anlaşılmış olmakla birlikte, Yunus’un kekemeliği çevresindekileri hep rahatsız etmişti: her konuda arkadaşlarınınkini kat kat aşan bilgisine, inci gibi yazısına ve sınav kâğıtlarında sergilediği kusursuz türkçeye, aynı ölçüde kusursuz ingilizceye karşın, en deneyimli hocalar bile bu özelliğini bir sakatlık olarak gördüklerini belli etmekten kendilerini alamıyor, Yunus’un belki çok doğru, çok anlamlı, ama kesintili konuşması uzadıkça, yerlerinde kıvranmaya, esnemeye, gözlerini ovuşturmaya başlıyorlardı; öte yandan, Yunus, sözcükleri dosdoğru yüreğinden fışkırtmak istermiş gibi, sol eli hep sol göğsünün üstünde, belki bir tür meydan okumayla, belki gerçekten başka türlü yapamadığından, hep yüksek sesle, nerdeyse bağıra bağıra kekelediğinden, onu dinlerken ister istemez dişlerini sıkıyor, parmaklarını kulaklarına bastırmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Onlar bunu yapmasa da kendisi görüyor, tahtaya çağrıldığı zaman, bir süre hecelerle boğuştuktan sonra, hiçbir biçimde, hiçbir gerekçe göstermeden, tümcesini birdenbire yarıda keserek gidip yerine oturduğu, şaşkınlık içinde kendisini izleyen hocaya buradan dostça gülümsediği oluyordu. Ayrıca, yüzlerine hep alabildiğine içten bir gülümsemeyle bakmasına karşın, belki de böyle alabildiğine içten bir gülümsemeyle baktığı için, içlerinden geçenleri olduğu gibi görüyormuş gibi bir duyguya kapılarak ürküyorlardı ondan, gözlerini gözlerinden kaçırmaya çalışıyorlardı.
Böylece, onun karşısında kendilerini daha yüzeysel, daha yetersiz, daha içinden pazarlıklı bulduklarından, gene de bunun suçunu ona yüklediklerinden olacak, nerdeyse tüm öğretmenler kendisiyle ilişkilerini en aza indirgemişlerdi. Öğrencilerin tutumu da çok farklı değildi bu konuda; ama onlar daha açıktı hiç değilse: heceler arasında geçirdiği süre çok uzun olduğundan, tümcenin başında işittiklerini ortasında unuttuklarını söyleyerek kahkahalarla gülmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Yunus’a gelince, topu topu iki hecelik adını dünyanın en uzun adı olarak nitelemelerine, adının başına bir hece daha ekleyerek Yuyunus’a çevirmelerine, bununla da yetinmeyerek “Yuyunus ne olabilir? Kekeme bir yunus!” türünden soğuk mu soğuk söz oyunları çıkarmalarına kızmadığı gibi buna da kızmıyordu, ünlü kahkahasını bir kez daha koparıyordu yalnızca. Öyle de içten görünüyordu ki böyle zamanlarda yaşamı kesintisiz bir şenlik olarak algıladığı söylenebilirdi. Tersi de söylenebilirdi kuşkusuz. Örneğin bir gün, elleri pantolonunun ceplerinde, başı önünde, ağır ağır bahçede yürürken, ilgisiz biri, hiçbir şeyden anlamaz görünen genç jimnastik öğretmeni, yanındaki arkadaşına onu göstermiş, “Şu çocuğu görüyor musun, hiçbir zaman mutlu olamayacak!” demişti. En azından o sırada, pek de haksız sayılmazdı: arada bir, birden dalıp gittiği anlarda, Yunus’un yarı yumulmuş gözlerini görenler bu genellikle gülen gözlerin ardında derin bir kederin, daha da kötüsü, aşılmaz bir umutsuzluğun yattığını düşünebilirlerdi. Ne var ki böyle birden dalıverdiği zamanlar hem çok azdı, hem de çok kısa sürüyordu: çabucak topluyordu kendini.
Öyle görünüyordu ki her zaman söyleyecek bir şeyleri vardı, hem de, heceleri yinelerken yitirdiğini daha çok konuşarak kurtarmak mı istiyordu, neydi, yalnızca sıra arkadaşı Yusuf’la değil, öteki arkadaşlarıyla da konuşmak için hiçbir olanağı kaçırmıyordu. Onlarsa, özellikle anlamakta güçlük çektikleri fizik ya da matematik konularını soluklarını kesintili hecelerin akışına uydurarak sonuna dek dinleseler bile, belki çok daha ilginç, ama çıkarları dinlemelerini gerektirmeyen konulara geçtiği zaman, solukları hemen düzlem değiştiriyor, yüzlerinde yavaş yavaş alaycı gülümsemeler beliriyordu. Kim bilir, belki de ağzını açmasına bile gerek kalmadan tüm varlığından yayılan o başkalık ve üstünlük havası neden oluyordu buna. Kendisi de bunu bilir ve vurgular gibi davranıyordu. Örneğin, zaman zaman, özellikle de sınıfta çalışkan diye bilinen arkadaşlardan biri yanına gelip içinden çıkamadığı bir fizik ya da matematik problemini çözmesini isteyince, her işi bırakıp istenileni yapıyor, ama konuyu bir kez de sormuş olana açıklattırdıktan sonra, “Çok güzel! Ama sen de herkes gibisin: üstesinden geliyorsun da altından kalkamıyorsun, tıpkı benim gibi,” diyordu. Belki yaşamında gerçekten altından kalkamadığı bir şeyler bulunduğundan, belki şaka olsun diye, belki de, bu sözden sonra hemen herkes “Eşşoğlu eşşek!” diye söylenerek uzaklaştığına göre, onları minnet borcundan kurtarmak ya da yardımı bir söz alışverişine dönüştürmek için böyle konuşuyordu. Ancak, üstün bilgisi ve çekici görünüşü de işin içine girince, bu türden davranışların sınıfla arasındaki uzaklığı daha da büyüttüğü kesindi. Okula gelişinin daha üçüncü ayında, ilk günden dosdoğru Yusuf’a yanaşmasını da bir gösterge gibi değerlendirerek, bir tür deli olarak niteliyorlardı onu. Bir tür deli olarak niteledikleri için de ne bilgisini kıskanıyor, ne ona gereğinden fazla kızıyorlardı.
“Yetti, be! Fazla uzattın!” deyip uzaklaşıyorlardı yanından.
Ama Yunus’un bu tür davranışlara öteden beri alışkın olduğu belliydi: hiç alınmadığı gibi, onları tutmaya da çalışmıyordu, “Hıyarlar, insan ne kadar çok kekelerse, o kadar doğru konuşur, çünkü aralarda düşünür. Bunu anlayamamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diyerek meydan okuyordu onlara. Şu var ki tek kaygısının doğruyu dile getirmek olmadığı da belliydi: çoğu zaman, sözü uzattıkça uzatıyor, onlar için katlandığı özverinin karşılığını almak istercesine, sol elini sol göğsüne bastırıp her konuda uzun mu uzun ayrıntılara dalıyor, her mevsimi meyveleri ve renkleri, her insanı boyu posu, kenti, evi, dostları ve düşmanları, her evi eşyaları ve insanlarıyla anlatmaya girişiyor, sanki sözcüklere ne denli çok başvurulursa, iletişimin o denli olanaksızlaştığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amacı buysa, kanıtlıyordu da: çocuklar, anlayamadıkları bir konuyu sormak için gelmişlerse, ona gene işleri düşeceğini düşünerek dayanmaya çalışıyorlardı; ama, amaçsız bir biçimde bir araya gelmiş olmaları durumunda, söyleşi fazla uzamıyor, kimi, “Yeter! Bundan fazlasını kaldıramam!” diye açıkça sözünü kesiyor, kimi de, sanki gerçek sakatlığı tek elle konuşmakmış ya da el yerinden oynayınca konuşma bitecekmiş gibi, ikide bir sol kolunu çekerek elini yüreğinin üstünden uzaklaştırmaya çalışıyordu; en sonunda, içlerinden biri, uzun bir tümcenin orta yerinde, “Yuyunus, sen adamı öldürürsün: gene çok uzattın!” deyip kalkıyor, yanındakileri de ardına takarak uzaklaşıyordu. Yunus, anlatılmaz gülümsemesinin içinde incecik bir gölge, kısa bir kahkahanın ardından, “Orospu çocukları!” diye haykırıyordu. “Du… du… durun! Bi… bi… bitiyor şimdi!” Çocukların arkasından seğirtir gibi yapıyor, sonra, gene aynı topluluğa seslenir gibi, gene yüksek sesle, ama yalnızca Yusuf’a anlatıyordu öyküsünü. Yusuf’sa, kim bilir kaçıncı kez, güçlü bir akıntıya kapıldığını duyuyordu. Ona öyle geliyordu ki Yunus’un değil sözleri, kahkahası bile her anlama açık bir sözce gibiydi, kimi zaman bir olayı başlatıyor, kimi zaman noktalıyor, kimi zaman olgunun kendisi olarak belirip haksızlık karşısında başkaldırı biçiminde yükseliyor, kimi zaman da tüm anlamları ve tüm tutumları birden üstleniyordu. Açıklıkla dile getiremese bile, kesinlikle seziyordu bunu. Bu nedenle, ötekilerin tersine, dudaklarının her devinimini hayranlıkla izliyordu. Kendisi, eskisi gibi şimdi de fazla konuşmamakla birlikte, her sözcüğü beş tümcenin süresini de alsa, dostunu dinlemekten bıkmıyor, üstelik, o ne söylerse söylesin, doğru ve anlamlı buluyordu. Bir iki deneyimden sonra, çocukların dostunun düşüncelerini alaya almaları karşısında, “Yunus’un söylediği yanlışsa, ne doğru olabilir ki?” diye düşünüyor, onun söylediğiyle, hatta söyleme biçimiyle alay edilmesini gerçeğin alçaltılması olarak değerlendiriyor, biraz da bu yüzden, Yunus’un başkalarıyla iletişim kurmaya çalışması hiç hoşuna gitmiyordu. Başlangıçta, kekelemesinden rahatsız olmasa bile, kekeme olması canını sıkmıştı: söyledikleri incir çekirdeğini doldurmayan bunca insan saçmalıklarını rahat rahat sıralarken, hep doğru, anlamlı ve güzel şeyler söyleyen dostunun üç sözcüklük bir tümceyi karşısındakine iletebilmek için uzun süre elini yüreğine bastırıp gırtlağını paralamasını boyun eğilmesi olanaksız bir haksızlık olarak değerlendirmekteydi. Bununla birlikte, çocukları dostundan biraz da kekemeliğin uzaklaştırdığının ayrımına varınca, daha bir hoşgörüyle değerlendirdi bu sakatlığı. Sonra, iyice alıştı, hatta, bir adım daha atarak, kekemeliği düşünen insanın doğal koşulu olarak değerlendirmeye başladı. En sonunda, gerçekte en rahat olmasa bile, en güzel konuşanın Yunus Aksu olduğunda karar kıldı.
Şimdi, açıkça dile getirememekle bile, öyle sezinliyordu ki, gerek anadilinde, gerekse ingilizcede bildiği sözcük sayısının herkesin bildiğinin birkaç katını bulması bir yana, kekemeliği, ruhsal ya da bedensel bir aksaklıktan çok, kendine özgü bir konuşma biçimiydi, başka hiç kimseninkinde bulunmayan bir uyumu vardı, bu uyum da, şimdi, soluğunu onun kekelemesine gereğince uydurmayı başardıkça sezinlediği gibi, olsa olsa düşlemin ya da düşüncenin uyumu olabilirdi. Örneğin “Orospu çocukları!” ya da “Hey millet!” gibi kimi sözleri oldukça kolay söylerken, tahtaya kaldırıldığı her seferde, soruyu dinledikten sonra, hiç mi hiç kekelemeden “Çok güzel bir soru!” diyebilirken, çok daha kolay ve sıradan gibi görünen kimi sözcüklerin gırtlağından bir türlü tek parça çıkmaması bundandı belki, başkalarının sözcükleri gibi söylenmek yerine, yeryüzüne doğdukları, ilk kez yaratıldıkları, bir kez yaratıldıktan sonra da bir daha yinelenmedikleri, hep tekil ve özgün kaldıkları içindi. En güzeliyse, onu her dinleyişinde, soluğunu soluğuna uydurup her hecesini onunla nerdeyse aynı zamanda, içinden hecelerken, düşlemi ya da düşünceyi birlikte doğurduklarını, bir başka deyişle, birlikte kekelediklerini sanmasıydı. Bu paylaşım tutkusunun kaçınılmaz sonucu olarak, derslerde olduğu gibi ders aralarında da hep Yunus’un yanındaydı; çalışma saatlerinde, gözleri hep onun dudaklarında, her hecede kafa sallayarak yutarcasına onu dinliyordu. Yunus sesini alçaltmayı başaramadığı için de ötekiler bundan rahatsız olmaya başlıyor, bir süre dişlerini sıktıktan sonra, “Yetti be! Gidin, başka yerde konuşun!” diye bağırıyorlardı. Onlar da, Yunus önde, Yusuf arkada, bahçeye ya da koridora çıkıyor, coşkulu konuşmalarını burada sürdürüyorlardı.
İki arkadaşın konuşmasından, daha doğrusu, birinin kekeleyip ötekinin dinlemesinden en çok rahatsız olanlardan biri de üç dersinden ikisinde öğrencilere serbest ve sessiz çalışma yaptırtıp birinde yaşamın zorluklarından yakınan coğrafya öğretmeni Naim beydi, ikide bir “Hey ikizler, kesin sesinizi!” diyor, biraz sonra yeniden başladıklarını görünce de “Hey, ikizler, ya susun, ya dışarıya buyurun!” diye bağırıyordu. Kendisinin kumral, Yunus’un nerdeyse sarışın olmasına, üstelik kendisinin yanında onun boyunun bayağı kısa görünmesine karşın, Yusuf Aksu Naim beyin bu nitelemesinden çok hoşlanıyor, hemen her işitmesinde, kısa bir süre için de olsa, Yunus’un kardeşi olduğunu düşlüyordu.
Ne olursa olsun, Yusuf Aksu yaşamında en çok düşü o günlerde gördü, nerdeyse tüm düşlerinde de Yunus’la birlikte ya da tek başına kekeler gördü kendini, zaman zaman, insanlarla konuşurken, örneğin annesine okulda geçmiş bir olayı ya da ansiklopedide okuduğu bir açıklamayı anlatırken, kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı; hatta, bir kez, tarihten sözlüye kalktığında, tahtada ders anlatırken, Yunus gibi kekelemeye başladı; çocuklar kahkahalarla gülerek duruma uygun atasözleri sıraladıkları zaman, kızacak yerde, bundan gurur duydu; üç dört gün sonra, annesi, birkaç kez üst üste, “Oğlum, senin konuşman değişti! Hasta mısın, nesin?” deyince de bayağı sevindi: kekeme değildi kuşkusuz, ama, olgunun adını koyamamakla birlikte, kekemeliği bir iççağrıya dönüştürmeye başlıyordu. Sonuçta dinlediklerinden belleğinde çok güzel bir düşün tadı dışında çok az şey kalsa bile, onun için konuşmaların en güzelinin Yunus’un kekelemesine katılmak olduğu kesindi: bir gün, annesine anlatmaya çalıştığı gibi, insan düşünüyordu onu dinlerken, uslamlamasının çevrimine girip onunla birlikte ilerliyor, Yunus en yaygın sözcükleri bile içinde bir yerlerden söke söke çıkarırken, onu dinlemiyormuş da söylediklerini onunla birlikte söylüyormuş gibi bir duygu içinde yaşıyordu.
Bunca zamandır böylesine düzgün konuşmuşken, birdenbire başlayan bu kekemelik tutkusu bir neden mi, yoksa bir sonuç muydu? Öğretmeninden öğrencisine, herkes ondan uzak durmaya çalışırken, şu okulda dört yıl süresince herkesten uzak durmuş olan Yusuf’u yalnızca kekemelik mi çekiyordu bu Yunus’ta? Daha ilk karşılaşmalarında, ilk ve en yakın arkadaş olarak kendisini seçmesi mi, kekelemesi mi, hepsinin bir araya gelmesi mi, yoksa bambaşka bir şey mi? Daha önce de belirtildiği gibi, Yusuf Aksu hiçbir zaman doyurucu bir yanıt bulamadı bu soruya. Yalnız, özünü pek de iyi kavramamakla birlikte, ocak ortalarında bir perşembe akşamı, Yunus’un ağzından, yakınlıklarının bir nedeni daha bulunduğunu öğrendi.
Belki de tanışmalarından bu yana ilk kez, Yunus’un keyfi pek yerinde değildi, hiç yoktan bir hocayla takışmıştı, “Ömrümde böyle salak görmedim, bu herif millete zırva şeyler öğretmekten haz duyuyor!” deyip duruyordu. Hava da bahçede dolaşılacak gibi değildi. Yusuf okulun kitaplığına gitmeyi önerdi. Ancak, kitaplığın kapısından içeriye girdikten sonra, iyileşmez bir ansiklopedi tutkunu olduğunu gizlemesine olanak yoktu: başdöndürücü bir hızla, bilinmedik bir dansın devinimlerini gerçekleştirir gibi, bir ansiklopediden bir başka ansiklopediye, bir ciltten bir başka cilde gidip gelmeye, daha doğrusu uçmaya başladı. Kitaplığa girmelerinin üzerinden on dakika bile geçmeden, Yunus ünlü kahkahalarından birini daha kopardı. Sonra, çevredeki masalarda çalışanlara aldırmadan, yüksek sesle, “Bu… bu… buraya gel!” dedi. “Sana beni neden sevdiğini söyleyeceğim.”
Yusuf ansiklopedilerini bırakarak karşısına dikildi.
“Ne… ne… neden?” diye kekeledi.
Yunus elinden tutup karşısına oturttu onu.
“Çü… çü… çünkü ansiklopedileri çok seviyorsun,” dedi: “Ansiklopediler de kekemedir, onlar da her şeyi bölüp dağıtır, tıpkı benim gibi…”
Yusuf’un gözlerinden bir kuşku gölgesi geçti.
“Sen benimle dalga geçiyorsun,” dedi.
“Hayır, dalga geçmiyorum, en iyisi dağıtmaktır.”
Yusuf bu sözden pek bir şey anlamadı, gene de başıyla onayladı.
“Sağ ol,” dedi.
“Çok da güzel bakıyorsun, Britannica’nın eli ayağı olmuşsun sanki.”
Yusuf mutlulukla gülümsedi; sonra, iyice yüreklenerek, elinden tutup Brockhaus ciltlerinin önüne götürdü onu, birini alıp açtı, fazla bir açıklamaya gerek duymadan, derinlerden gelen, yumuşak ve uyumlu sesiyle, olağandışı yeteneğini bir kez daha gösterdi. Yunus, dostunun hem az da olsa bir yabancı dil daha bilmesine sevindi, hem bilgisinin yetersizliğine karşın gösterdiği büyük beceriye hayran kaldı, hem de, Refika hanımdan fazla olarak, becerisinin özellikle ansiklopedi tutkusundan kaynaklandığını anladı. Bir kahkaha daha kopardı.
“Bu pazar öğle yemeğine bize gel, bizim evde ansiklopediye doyarsın!” dedi, kendisini arabayla aldırtmak için, evinin adresini istedi, arkadaşı yalnız başına sokağa çıkmaya alışkın olmadığından, annesiyle birlikte geleceğini söyleyince, biraz şaşırır gibi oldu, ama fazla duralamadı, “İyi ya, annenle gelirsin,” dedi. “O zaman, ikinizi de yemeğe bekleyeceğiz.”
O pazar, öğleye doğru, Yunus’ların kocaman arabasından inip kapılarından içeri girdikten sonra, görkemli dairenin sahanlığında, Enis beyin gülümseyen yüzüne bakarken, onu öteden beri tanıyormuş gibi bir duyguya kapıldı Yusuf, bir tuhaf oldu. Aynı anda, Enis beyle annesinin bir an kaçamak biçimde birbirlerine gülümsediklerini ve kızardıklarını ayrımsadı. Sonra, birkaç adım ilerleyip de çevresine bakınca, evin eşyalarının olağanüstü büyüklüğü başını döndürdü. Kocaman masalar, geniş mi geniş koltuklar ve iskemleler devler ülkesinde bir eve düşmüş gibi bir ürperti uyandırdı içinde, sonra salonun tavanının yüksekliği, pencerelerinin biçimi ve boyutları şaşırttı onu, şaşkınlığını belli etmemek için başını önüne eğdi. Hiç böyle bir yer görmemişti, kolejin salonları ve eşyaları bile bu denli büyük değildi. Yunus hemen ayrımsadı şaşkınlığını, ağzını kulağına yaklaştırdı, “Bizimkiler hep kısa boyludur, ama evlerini ve eşyalarını büyük tutmuşlar,” diye fısıldadı. Yusuf yanıt verebilecek durumda değildi, gülümsemekle yetindi. Bir düşte ilerler gibi, kocaman salonun bir ucundan öbür ucuna yürüdüler. Önlerinde nerdeyse kendiliğinden açılan kocaman bir kapıdan geçip ikinci bir salona girdiler. Burada da tüm eşyalar aynı biçimde kocamandı, sanki bir kez bu koltuklardan birine oturma çılgınlığına kapılanlar hemen görünmez olacak ve bir daha dönmemesiye yaşamdan yalıtlanacaklarmış gibi bir ürperti uyandırıyorlardı insanda.
Ama tam karşıdaki duvarda, bir boydan bir boya, tavandan döşemeye, oymalı dolaplar içinde, sıra sıra dizilmiş ansiklopedileri gördü, rahatlayıverdi; ona öyle geldi ki, ansiklopediler sıradan kitaplara göre neyse, bu ev de başka evlere göre oydu; Yunus’a doğru eğildi, “Burada her şey ansiklopedilere göre,” diye fısıldadı. Gözlemini dostu da doğrulayınca, sevindi. Yunus dolapları açtı, Yusuf değişik ansiklopedi ciltlerini elleriyle uzun uzun okşadı, hayran, hiç konuşmadan. Sonra, birdenbire, okşamakta olduğu eski meşin ciltlerin Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin ciltleri olduğunu ayrımsadı, tepeden tırnağa titredi. “Olamaz, olamaz!” diye söylendi. Gözlerinin yaşardığını duydu. Ama çabuk topladı kendini, Diderot’nun büyük yapıtına, dünyanın tüm ansiklopedilerinin en şanlısına dokunmuş bir insan olarak, hiçbir şeyden fazla etkilenmedi artık: dostunun kendi evinden belki on kat daha büyük evi de, başka türden yaratıklar için yapılmış gibi büyük ve görkemli eşyaları da, dört kişilik bir sofra kurmak dünyanın en büyük olayıymış gibi durmadan oraya buraya koşuşturan özel kılıklı uşak ve hizmetçiler de fazla etkilemedi artık onu. Yunus, koluna girmiş, “İlk kez babamın dedesinin babası başlamış bunları toplamaya; söylendiğine göre, kaçığın biriymiş, ama sonunda herkes beğenmiş yaptığını, babam da içinde olmak üzere, herkes bir şeyler eklemiş, gene de bunca ansiklopediyi nasıl bir araya getirdiklerini hep merak ederim. Öteki kitapları sorarsan, onlar da hep ansiklopedilerde adı geçen kitaplardır,” diyordu, ama o dinlemiyordu bile, büyülenmiş gibi ansiklopediler ansiklopedisine dikiyordu gözlerini.
Daha sonra, yemekte, çok uzun ve kocaman masanın bir yanına oturtulunca, hafiften ürperdiyse de, bayağı uzaktan bile olsa, dostunun kendisine gülümsediğini gördü, biraz olsun rahatladı. Bu yüzden olacak, tüm yemek süresince ona bakmayı yeğledi. Gene de, arada bir, belki yalnızca denetlenip denetlenmediğini anlamak için, gözleri Yunus’un babasından yana kayınca, üzülmüş ya da utanmış gibi, ama, hep derin bir hüzünle, annesine baktığını görüyor, içgüdüyle ürpererek başını önüne eğiyordu. Çevrelerinde dönen uşaklar da bayağı rahatını kaçırıyordu: sanki hep lokmalarını sayarmış gibi, tabakları boşalır boşalmaz hemen önlerinden alıyor, yerlerine yenilerini koyuyorlardı. Kimse karşı çıkamıyordu onlara, Enis bey bile. Yemeklere gelince, bu kadar lezzetlisini hiçbir yerde, hiçbir zaman yemediğini söyleyebilirdi, ama bunları tanıyabilecek, aralarındaki ayrımı saptayabilecek durumda değildi.
Ne olursa olsun, iki arkadaş, bu arada büyükleri, bundan sonra tüm pazarlarını Maçka’daki dairede, birlikte geçirmeye başladılar.
Bir süre büyüklerle oturduktan sonra, sanki kendi aralarındaki dostluk Refika hanımla Enis bey arasında da geçerliymiş gibi, onları baş başa bırakarak kitaplığa geçtiler hep. Burada, en sevdiği insanla baş başa olmanın mutluluğuna nerdeyse dünyanın tüm ansiklopedilerinin varlığının verdiği sevinç de eklenince, Yusuf kendinden geçti her seferinde, The New International Encyclopædia’nın, Grand Larousse Encyclopédique’in, Der Grosse Brockhaus’un, Universal Jewish Encyclopædia’nın, Enciclopedia populare’nin, Enciclopedia italiana di scienze, lettere ed arti’nin, İngilizler’in, Amerikalılar’ın, Fransızlar’ın, İspanyollar’ın, özellikle de İtalyanlar’ın daha birçok ansiklopedilerinin bez ya da meşin kapaklarını saygılı bir ürkeklikle okşadılar, boylarını ve kalınlıklarını karşılaştırdılar, zaman zaman da bir cildi usulca yerinden çekip sayfalarını ağır ağır çevirerek kâğıdın ve baskının niteliğini, düzenini ve kimilerinde gözün zor seçebildiği çizgilerden, kimilerinde doğayı bile kıskandıracak renklerden oluşmuş resimlerini incelediler, içeriği konusunda bir görüş edinmek için de uzunca bir madde seçip okumaya giriştiler. Sonra, daha Maçka’da buluştukları ikinci pazarda, Yunus her ikisi için de doyumsuz bir tür oyun çıkardı: biri bir ansiklopedi aldı, öbürü başka bir ansiklopedi: kentler, savaşlar, ünlü kişiler, büyük buluşlar konusundaki maddeleri karşılaştırdılar, sonra sıra birtakım kavramlara geldi. Gene bu ikinci buluşmada, Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin serüvenini bir kez daha anımsayarak şu yeryüzünde her sorunun ansiklopediler aracılığıyla çözülebileceğine bir kez daha inandıktan sonra, Yusuf tüm bu ansiklopedilerin en az onda sekizinin dilini bilmememesine çok üzüldüğünü söyledi, her birini kendi dilinden okuyabilecekleri günlerin düşüne daldılar. Ama Yunus bu konuda da umulmadık çevrenler açtı onun önünde: görünüşünü çok beğendiği bir ansiklopedinin dilini bilmemenin üzüntüsünü belirttiği zaman, o, hemen, masallardaki derviş gibi, elinden tutarak “benim evim” dediği yere, girişteki küçük bir kapının ardındaki daracık döner merdivenden yalnız kendisinin oturduğu arakata götürdü onu. Yusuf salonlarda uğradığı şaşkınlıkla bir kez daha titredi: birincisinin tam tersi bir görünüm egemendi burada: masa, iskemle, dolap, yatak, kitaplık sıradan eşyalardan da küçüktü; öyle görünüyordu ki, bu eşyalar daha Yunus çok küçükken, altı yedi yaşındayken, onun boyutlarına göre yapılmıştı, ama duvarlardan birinde, saçları ortadan ayrılıp omuzları düzeyinde kesilmiş, uçları yana doğru açılan, açık renk gözlerinden anlatılmaz bir hüzün yayılan, genç, zayıf ve çok güzel bir kadını, iki yıl önce ölmüş olan annesini gösteren büyük boy bir fotoğraf, çekmecelerde, sıkı sıkı bağlanmış mektup ve fotoğraf desteleri, bir zamanlar annesinin kullandığı anlaşılan firketelerle, taraklarla, yüzüklerle, bileziklerle dolu kutular, komodinlerin üstünde gene annesinin fotoğrafları ve ufak tefek eşyaları aynı zamanda bir küçük kadının odasına dönüştürüyordu her şeyi, annenin odasında mıydı, çocuğun odasında mı, yoksa çocuk ölmüş annesinden kalan kimi eşyaları buraya mı taşımıştı, insan anlamakta zorlanıyordu.
Yusuf karşılarındaki duvarda, iki büyük fotoğraf arasında asılı gitarı gösterdi.
“Bu da annenin miydi?” diye sordu.
“Hayır, benim gitarım,” dedi Yunus.
“Gitar çalmasını da mı biliyorsun?”
Yunus dostunun sorusuna yanıt vermedi. Kalktı, duvardan gitarı alıp karşısına oturdu, çalmaya başladı. Yusuf birden büyülenmiş gibi oldu: bir çocuk ezgisine benziyordu çaldığı, ama öyle güzeldi ki, arkadaşı da öylesine güzel çalıyordu ki dinleyenin gözleri yaşlarla doluyor, zaman ve uzam duygusu silinip gidiyordu. Bitirdiği zaman, Yusuf ne geçen sürenin ayrımındaydı, ne de bulunduğu yerin.
“Biraz daha çalamaz mısın?” dedi yalnızca.
Yunus gene aynı ezgiyi çalmaya girişti. Sonra, bitirince, kalktı, gitarı yerine astı. Arkadaşının kendini toplayıp herhangi bir soru sormasına zaman bırakmadan, “Bunun adı Kuşlar,” dedi. “Benim tek bestem. Yalnız anneme çalmıştım, şimdi bir de sana çaldım.”
Yusuf, öyle donakalmış, şaşkın şaşkın kendisine bakıyordu.
“Şimdi başka şeylere dönelim,” dedi Yunus.
Bir başka odaya geçtiler, burada, saatler boyunca, sayısız dil kitapları, dil plakları arasında, bilinmeyen dilin gizlerini zorladılar ya da çalışma odasındaki kocaman radyoda, cızırtılar içinde, bilmedikleri dili konuşan insanları dinlediler. Kimi zaman, bununla da yetinmediler, arkasını okulda getirmek üzere, kafa kafaya verip ispanyolca ya da japonca öğrenmeye giriştiler, Yusuf, bu işe her girişmelerinde, her şeyi kendisiyle karşılaştırılmayacak ölçüde çabuk öğrenen, hatta, kim bilir, belki dünyanın tüm dillerini anadili gibi bilip de yeni öğreniyormuş gibi davranan, insanüstü bir yaratık karşısında bulunduğunu düşünmekten kendini alamadı.
O dönemde iki dostun sınıf arkadaşlarının hemen hepsi “Yunus’la Yusuf birbirine hiç benzemez: biri kekeler, biri kekelemez!” deyip gülerlerdi. Ama aralarındaki gerçek ayrımı çok iyi bilirlerdi. Ne de olsa, Yusuf’u hep ağzı açık, yüzünde silinmez bir gülümseme, gözlerini Yunus’un ağzına ya da gözlerine dikmiş görüyorlardı, son günlerde ona eskisinden de büyük bir hayranlıkla bağlandığı açıkça belli oluyordu: sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yürürken, ayakta dikilirken, otururken, her zaman, her durumda. Hepsi de, Yunus’un bu sınıfa adımını attığı andan sonra, sessiz sınıf arkadaşlarının tümden değiştiğini, başsız sonsuz bir şaşkınlık, bir hayranlık, bir mutluluk içinde yaşadığını biliyor, gözlerinin önünde doğup gelişmiş olan bu dostluğa çoktan alışmış olmaları gerekirken, zaman zaman, Yusuf’un Yunus’u dikkatle dinlediğini gördükçe, kendinden daha küçük bir gezegen çevresinde dönen koca bir uydu görmüş gibi şaşırıyorlardı. Ancak, bir kez daha, bunu çok da aykırı buldukları söylenemezdi. Şimdi, her konuda söylenecek bir sözü bulunduğunu, her konudan kahkahalarla gülünecek bir şeyler çıkardığını iyice anladıktan sonra, arada bir, özellikle de karşılıklı kahkahalarının ardından, birer ikişer yanlarına yaklaşıp “Gene neyin dalgasını geçiyorsunuz?” diye soruyor, böyle durumlarda daha çok kekelemesine karşın, Yunus’un cömertçe baştan aldığı öyküyü soluklarını kekelemenin dalgasına uydurarak dinlemeye başlıyorlardı. Yunus, onlarla konuşurken, elleriyle, bakışlarıyla öyküsünü bütünlemeye çalışsa bile, söylemini kısa tutma yolunda en ufak bir çaba harcamadığından, ilk günlerde olduğu gibi o sıralarda da sonuna dek dayanabildikleri enderdi: öykü fazla uzadığı ya da kendi düzeylerini aştığı zaman, karnına yalandan bir yumruk atıyor, “Ulan, Yuyunus, sen ölüyü bile güldürürsün! Şu kekemeliğin olmasa, bayağı kıyak bir herif olacaktın!” diyerek yanlarından uzaklaşıyorlardı. Yunus, gözlerinde belli belirsiz bir hüzün, bir süre arkalarından bakıyor, “Orospu çocukları!” diye söylenerek ünlü kahkahasını koyveriyor, arkasından da, şaşmaz bir yankı gibi, Yusuf’un kahkahası patlıyordu. Çocuklardan biri, şimdi iki arkadaşın ikide bir hiç kimsenin üzerinde durmadığı, yalnız adını bildiği birtakım diller üzerinde çalıştıklarını görünce, böyle bir sürü dil öğrenmeye kekemeliğin verdiği aşağılık duygusuyla giriştiğini düşündü, bunu yüzüne karşı söylemekten de çekinmedi. Yusuf oğlanın üstüne atlamamak için kendini zor tuttu. Yunus’sa, güldü yalnızca, “Be… be… belki,” demekle yetindi. Bir başkası, “Ne diye öğreniyorsun bu dilleri, anlamıyorum, konuşamadıktan sonra!” diye araya girince, Yusuf artık dayanamadı, yaşamında ilk kez, kavga etmek üzere, bir insanın üzerine yürüdü, ama Yunus ona da güldü.