Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yalan», sayfa 3

Yazı tipi:

Görünüşe bakılırsa, insanların bu türlü tepkilerine çoktan alışmış, buna herkesten önce kendisi gülmeyi daha bu okula gelmeden öğrenmişti. Gene de, öyle anlaşılıyordu ki, kekemeliğinin bir eksiklik, daha da kötüsü bir sakatlık gibi görülmesini içine sindiremiyor, zaman zaman, bunun tam tersine bir üstünlük, bir özgünlük olduğunu düşlüyor, belki her şeyi ötekilerden daha iyi bilişine, bu arada Yusuf’un hayranlığına bakarak doğanın kekemelikle açtığı boşluğu başka şeylerle, örneğin sezgi ve usla kapattığını, bunun sonucu olarak da kendi koşulunun başka birçoklarınınkinden daha iyi olması gerektiğini düşünmeye yöneliyor, uykusuz gecelerinde, uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken, yavaş yavaş bir saplantıya dönüşmeye başlayan değişmez düşünü doğrulayacak kanıtlar arıyor, sonunda bu kanıtları bulacağını da umuyordu. Nasıl bulacağına gelince, kesinlikle bilmiyordu. Yusuf’a da söz etti bundan, o da hiç duralamadan benimsedi varsayımı, ne olursa olsun, düzgün konuşmanın bir üstünlük olmadığını söyledi. Sık sık döndüler bu konuya. Bu konuşmaların etkisiyle olacak, Yunus’un kolejdeki ikinci yılının ilk tarih dersinde, her sözünü özgün ve tartışılmaz bir gerçek gibi söyleyen, bilgiç tarih öğretmeni, binyıllar arasında konudan konuya atlarken, birden dilin ve yazının kökenleri konusuna gelip de insanların çağımızdan en az yüz bin yıl önce konuşmaya başladıklarını, çağımızdan elli bin yıl önce, yani konuşmaya başlamalarından elli bin yıl sonra da yazıyı bulduklarını söyledikten sonra, insanlığın dilsizlikten dile, yazısızlıktan yazıya geçmeleri kendi kişisel başarısı ya da üç kıtada at oynatmış atalarımızın sayısız utkularından biriymiş gibi, ballandıra ballandıra anlatmaya, yazının resim kökenli olduğunu kanıtlamaya yönelen örnekler sıralamaya girişince, Yunus’un tüm bedeninde bir tuhaf titremedir başladı, sonra birden yerinden fırladı, bayağı sinirli bir sesle, “Ha… ha… hayır, ya… ya… yanlış! Ben buna inanmıyorum!” dedi, ama nicedir bir uyurgezer gibi aradığı kapının önüne geldiğinin ayrımında değildi.

Öğretmen böyle bir tepkiyle ilk kez karşılaşıyordu, horgörüyle yüzünü buruşturdu.

“Saçmalama! Bunda inanılmayacak ne var?” dedi. “Kitaplar yazıyor! Önce piktogram’lar çıktı, sonra onlardan ideogram’lar, sonra da fonogram’lar, böylece bildiğimiz yazılar doğdu. Şimdi anladın mı?”

Yunus Aksu sol elini yüzüne götürüp bir süre düşündü, sonra göğsüne bastırdı.

“Be… be… benim sorunum anlayamamak değil, ama bu… bu… bunlar varsayım!” diye kekeledi. “Bence dile o saydıklarınızdan gelindi, yani dilden önce yazı vardı.”

Öğretmen azıcık gözünü açıp da baksaydı, Yunus Aksu’nun yüreğinin göğsünü parçalamak istercesine çarptığını yüzünden anlayabilirdi, ancak kekeme öykünüsü yaparak ve söylediklerinin tersini savunarak kendisiyle dalga geçmeye kalkışan bir şakacı karşısında mı, yoksa kafası hiç çalışmayan bir öğrenci karşısında mı bulunduğu konusunda bir karara varamadı, anlattıklarında dayatmayı yeğledi.

“Bırak saçmalamayı! Herkes bilir ki dilin doğuşu yazının bulunuşundan elli bin yıl öncedir!” dedi güvenle. “Mağaralarda bunca yazı var.”

Yunus ünlü kahkahalarından birini daha attı o zaman.

“Mağaralardaki yazılar neyi kanıtlar? Kulaklarımızı kayalara dayasak, sesleri de duyar mıyız diyorsunuz?” dedi. “Herhalde ilkel toplulukların tarih öncesinden beri hep aynı ilkel topluluklar olarak kaldıklarını da düşünmüyorsunuz. Hayır. Yazı var, dil yok! Kimse de çetele tutmadı. Bence dil yazıdan çıktı, yazı dilden değil! Birinin doğduğunu, ötekinin bulunduğunu söylemeniz de bunu gösteriyor.” Bir an durup düşündü, sonra anlatılmaz bir biçimde gülümsedi. “Her şey işte o zaman bozuldu!” diye ekledi.

“Oğlum, hiç duymadın mı sen, önce söz vardı,” dedi öğretmen. “Hristiyanların kutsal kitapları bunu böyle söyler.”

Yunus Aksu tarih öğretmeninin yüzüne acır gibi baktı, ama acımadı.

“Be… be… bence yalan,” dedi. “Öyle olsa, başlangıçta insanın da olması ve bülbül gibi konuşması gerekirdi. Başlangıçta, yani bundan yüz bin yıl önce değil, çok daha önce.”

Tarih öğretmeni kürsüye bir yumruk indirdi o zaman.

“Tüm tarih ve dilbilim kitapları böyle yazar!” dedi.

Yunus gene gülümsedi.

“Hepsini okudunuz mu?” diye sordu.

Tarih öğretmeni bir yumruk daha indirdi kürsüye.

“Çık dışarı!” diye bağırdı. “Hemen çık dışarı!”

“Ama kutsal kitap doğruysa, tarih ve dilbilim kitapları yanlış; tarih ve dilbilim kitapları doğruysa, kutsal kitap… Benim bunda hiçbir suçum yok, efendim.”

“Çık dışarı dedim sana!”

Yunus, hocanın sesinin kinle titremesine karşın, derin bir mutluluk içinde, gülümseyerek kapıya doğru yürüdü, tam çıkacağı sırada, geriye döndü.

“Sö… sö… sözlerimi anlayamamanız çok acı, hocam; benim için değil, sizin için!” dedi.

“Çık dedim sana!” diye haykırdı öğretmen, önündeki kitabı var gücüyle Yunus’a doğru fırlattı.

Yunus kitabı havada yakaladı, özenle kapatıp en yakın sıranın üzerine bıraktı; yüzünde mutlu bir gülümseme, öğretmeni ve sınıfı selamlayıp çıktı kapıdan. Birkaç dakika sonra, okul müdürüyle burun buruna gelince de silinmedi gülümsemesi.

Müdür ders saatinde neden sınıfta olmadığını sordu. O da, hep gülümseyerek, bu soruyu tarih öğretmenine yöneltmenin daha doğru olacağını, çünkü onun hiç kekelemeden, yani ezbere konuşmayı iyi becerdiğini söyledi. Müdür gülümsedi, elini Yunus’un omzuna koydu, “Şimdi de bu mu çıktı?” dedi. “Benden sana baba öğüdü: hocalarla zıt gitme!”

Yunus mutluluktan uçuyordu.

“Haklısınız, efendim: bir nasihatte bin musibet vardır,” deyip bahçeye doğru yürüdü.

Buluşunun tadını çıkarmak istiyor, bahçede, ağaçlar altında, hiçbir şeye bakmadan yürürken, “Daha önce bunu nasıl düşünmedim?” deyip duruyordu. Yusuf’a da yineledi bunu. Ama kekelemeden konuşanlar kalabalığının gurur duyduğu anlaşılan dilin ortaya çıkışını bir bozulmanın başlangıcı olarak göstermesi, bir de, yazıdan sonra geldiğini söyleyerek, insanlığın uzun tarihinde dilin görece yeni bir kurum olduğunu, dolayısıyla doğal bir veri sayılamayacağını, bunun sonucu olarak da kekemeliğin bir sakatlık olmadığını anıştırmış olmak hoşuna gidiyordu. Ancak, tüm bunlarla nicedir kafasını karıştıran arayış arasında doğrudan bir bağ kurmayı usundan bile geçirmemişti. Dersten atıldığı sırada, çok yakında böyle bir etkinliğe gireceğini söyleseler, kahkahalarla gülerdi.

Ama, o günden sonra, Yunus’la Yusuf’un, bir ölçüde de tüm okulun yaşamında, yepyeni bir dönem başladı: kimilerine göre bir uydurmaca, kimilerine göre bir kurmaca, iki arkadaşa göre de bir araştırma ve bulgulama dönemi: iki arkadaş, özellikle pazar günleri, ansiklopedilerde ve kitaplarda hep ilginç kuramı doğrulayacak bilgiler aradılar. En sonunda, bir gün, akşamüzeri, kuramlarını kanıtlamaktan umutlarını kesmeye başladıkları bir sırada, Yunus, gözleri çakmak çakmak, “Buldum! Buldum! Buldum!” diye haykırdı, sonra, elindeki kitabı dostuna uzatmak varken, kekeleye kekeleye okumaya başladı: değişik dönemlerde, değişik düşünürler yazının dilden önce bulunduğunu öne sürmüşlerdi. Örneğin Fransa’da, daha on yedinci yüzyıl başlarında, Vigenère ile Duret coşkuyla savunmuştu bu kuramı, örneğin yirminci yüzyılda Jacques van Ginneken’in aynı kuramı aynı coşkuyla, hem de daha güçlü kanıtlarla savunduğu görülmüştü. Ona göre, ilk piktogram’lar elin devinimlerini yansıtmaktaydı, yazı da, çok daha sonra eklemlenimli diller de bu devinimlerden kaynaklanmıştı. Kanıtı da en eski Çin harflerinin büyük bölümünün bu devinimleri göstermesiydi. Leibniz’in, bilerek ya da bilmeden, Çin yazısını uluslararası dil olarak önermesinin nedeni de bu olmalıydı: Çin yazısı ilk ve doğal yazıydı. Savın yanlışlığını kanıtlamaya kalkanlar da vardı kuşkusuz, ama onlar umursamıyordu: bu kadarı yeterdi. Yusuf kalktı, hiçbir şey söylemeden kucaklayıp havaya kaldırdı dostunu. Gözlerinde sevinç gözyaşları, yanaklarını öpüp usulca yere bıraktı.

Ertesi gün, okulda, önlerine gelene allayıp pullayıp anlatıyorlardı büyük buluşlarını. Daha doğrusu, bu iş için belirledikleri yöntem uyarınca, Yunus kuramı açıklıyor, Yusuf da, onun belleği çok sağlam ve konuşması çok düzgün destekçisi olarak, kuramın kanıtlarını sıralıyordu. Sınıf arkadaşları, başka sınıflardan meraklı öğrenciler, kafaları iyice karışmış bir durumda, anlatılanları dinliyor, bir türlü kesin bir kanıya varamıyor, ama içlerinden biri nicedir kesin olarak benimsenmiş görünen bir saptamayı böylesine sarsabildiği, İngiliz ve Amerikalı öğretmenler arasında bile hiç kimse karşısına çıkamadığı için gurur duyuyorlardı. Bir öğrenci topladığı kanıtları kendisini sınıftan atan tarihçiye göstermesini salık verdi. Yunus “Boş ver, değmez!” demekle yetindi. Ama genç bir ingilizce öğretmeni, “Senin van Ginneken kesinlikle yanılıyor,” deyince, kuşkusuz hep kekeleyerek, ama güven içinde, “Bence hiç de yanılmıyor, ama benim kuramım onunkinden farklı, efendim,” diye yanıtladı. “Ben önce söz yoktu demedim hiçbir zaman; bana göre, başlangıçta, söz yalnız insan için değil, tüm yaratıklar için vardı.”

Yunus daha önce hiç usuna getirmemişti böyle bir şeyi, nerdeyse hiç düşünmeden, birdenbire, bir savunma güdüsüyle söyleyivermişti, ama, hemen o gün, dostunun da desteğiyle, kuramını geliştirmeye başladı: evet, söz her zaman vardı, ancak, başlangıçta, hayvanlar için olduğu gibi insanlar için de eklemlenimsiz bir söz, yani bir tür ötüş söz konusuydu, kimi insanlar, dilin yetersiz kaldığı kimi durumlarda, kimi hayvanların da yaptığı gibi, el ve yüz devinimlerini kullanmaya başlamış, devinimlerin yaygınlaşıp ortak özellikler kazanması üzerine, işin içine somut nesneleri de katarak piktogram denilen yazıya geçmiş, yazıdan da zaman içinde eklemlenimli dili çıkarmışlardı.

Amerikalı genç öğretmen bayağı etkilendi bu sözlerden, sevgiyle saçlarını okşadı Yunus’un, “Ama devinimlerden yazıyı çıkarmanın gereğini açıklamak hiç de kolay görünmüyor, dostum,” dedi.

Yunus bir süre düşündü.

“İnsanlar karşı karşıyayken, şimdi bizim konuştuğumuz gibi konuşmaya da, yazmaya da gereksinimleri yoktu, ama, karşı karşıya gelememeleri durumunda, anlamlı devinimleri taşa, toprağa çizmelerinden daha doğal bir şey olamazdı,” dedi.

“Olabilir, ama, biliyorsun, bugün bile dünyanın kimi yerlerinde yazısız toplumlar görüyoruz,” dedi Amerikalı.

Yunus bir an duraladı, sonra, kararlı bir biçimde, ama hecelerini her zamankinden çok daha fazla yineleyip aralarını çok daha fazla açarak “Bunlar hep tarihsiz toplumlar, efendim,” diye yanıtladı, “yazıyı söze geçtikten sonra bırakmadıklarını kim ileri sürebilir?”

Amerikalı gülümsedi.

“Tam inandım diyemem, ama sen başka türlü bir çocuksun, burası kesin,” dedi.

Yunus’un utkusunun kesinlenmesi için bu kadarı yetti de arttı bile: bundan sonra, daha bir güvenle girişti araştırmasına. Hiç kuşkusuz, bu konuda ansiklopedilerin ve kitapların istenen kanıtları sağladığı söylenemezdi, ama o, genel bir kandırmaca karşısında bulunduklarını kesinledi, ansiklopedilerde ve kitaplarda bulamadığını gene ansiklopedilere ve kitaplara dayanarak kendisi üretti. Sınıf arkadaşları tarih öğretmeniyle tartışmasını sürekli bir şaka konusuna dönüştürüp de dostuyla koyu söyleşilere daldığı her seferde, “Gene neler kesiyorsun, kuramcıbaşı?” dedikleri ya da ondan bu tartışmada ortaya attığı görüşün gerekçelerini istedikleri zaman, bir tür meydan okumayla, yüzlerden giysilere, yollardan evlere ve baltalara varıncaya kadar, ortamın tüm ayrıntılarına da girerek, daha konuşma evresine ulaşmamış insanların bildirişim için çizdikleri resimlerin ister istemez belirli bir yalınlaşmanın ardından tek biçimliliği, tek biçimliliğin de yinelemeyi getirdiğini, bunun sonucu olarak, tarihöncesinde benzerleri çok bulunan bir öykünmeyle, artık gösterdiklerine hiç benzemeyen resim birimlerinden belirttiklerine hiçbir zaman benzemeyecek olan söz birimlerine, yazının gittikçe daralmış kalıplarından bu daralmışlığı her zaman sürdürecek olan dilsel kalıplara gelindiğini anlattı, arkasından, sanki dil yaratılırken kendisi de oradaymış gibi, uzun ve karmaşık betimleme ve açıklamalara daldı, sonra, belleği ya da imgelemi çenesine direnmeye başlayınca, ünlü kahkahasını koyverdi. Hemen her seferinde de sözlerini, “Benim bunda bir suçum yok!” diye bitirdi. Hiç kuşkusuz, sık sık yinelenen kahkahalarının sezdirdiği gibi, Yunus’un her şey gibi kendi varsayımını da fazla önemsemediği düşünülebilirdi, ama, biraz da çevresindekilerin kışkırtmasıyla, gittikçe daha coşkulu, gittikçe daha güvenli konuştu.

Konuşmakla da kalmadı: bir gün, yaşlı türkçe öğretmeninin verdiği serbest yazı ödevinde, yeryüzünde en gelişmiş dilin kuşların dili olduğunu, insanların konuştuğu dile gerçek bir dil bile denilemeyeceğini, çünkü gerçek dillerini çoktan yitirdiklerini, bu açıdan bakılınca, hayvanlar arasında en geri türü oluşturduklarını anlattı. Beklediği etkiyi de fazlasıyla sağladı: bir hafta sonra, kâğıdını verirken, yaşlı öğretmenin elleri titriyordu. “Okurken başım döndü, uydurmacılığın da bir sınırı olmalı!” dedi. Ama, hemen arkasından, ileride iyi bir ozan olabileceğini söyleyince, Yunus sinirlendi. Tartışma uzadıkça uzadı. Sonra Yunus, gerekçesini kimsenin anımsayamadığı bir sıçramayla, kekemeliğin bir geçiş dönemi olduğunu ve insandan çok kuşlara yakınlığı belirttiğini kesinlemeye dek götürdü işi. Sınıfta bir kahkaha koptu. Hoca da bu kahkahayı yengisinin göstergesi olarak değerlendirdi. “Tamam, Kuşların Oğlu, böyle saçmalıklarla uğraşma artık!” diyerek tartışmayı kesti.

Yusuf Aksu, o günün akşamı, kolejin bahçesinde, yaşlı bir çamın dibinde, Yunus’un kendisine kekemelik konusunda kekelemesini büsbütün abartarak anlattıklarını hem apaçık, tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı, hem benzersiz bir ezgi gibi dinledi, her zaman da öyle anımsadı. Öyle ki, yıllardan sonra bile, biraz kendini zorlasa, sözcüğü sözcüğüne yineleyebilirdi hepsini. “İnan bana, kekeme kesik kesik konuşur, sözcükleri parçalar durur, ama konuşması insanların ilk dilinden, insanların tıpkı kuşların dili gibi kesintisiz dilinden bir şeyler saklar, en azından onun özlemini taşır,” demişti. Ona göre, hecelerin ve sözcüklerin arasındaki sessizlikler hiçbir zaman boş değildi, belki bir ölçüde sözcüklere koşut olan, ama onlarla örtüşmeyen, onları aşan anlamlarla doluydu, yani sözcüklerin arasına dolan sessizlikler sözcüklerin söylediğinin çok daha fazlasını söylerdi, yani, dinlemesini bilenler için, kekemelik çok seslilik ya da çok boyutluluktu, dilin yoksullaştırıcılığını aşma çabasıydı. “Anlam hep aralıklardadır,” diye bitirmişti.

Bu noktaya geldikten sonra, durması söz konusu olamazdı artık. Durmadı da; tam tersine, kaptırdıkça kaptırdı bu işe kendini, bir görünge oyunuyla, varsayımlar arasına bir varsayım daha sokuşturmakla kalmıyor da tarihi baştan düzenliyormuş, daha da iyisi, dünyayı yeni baştan kuruyormuş gibi coşkuluydu. İşin ilginç yanı, bu konudan söz ederken daha az kekeliyormuş, hatta, kendini iyice kaptırdığı anlarda, bayağı akıcı konuşuyormuş gibi geldi ona. Biraz da bu nedenle, hem sesini büsbütün yükseltti, hem de varsayımını evrenin tüm canlılarını kapsayacak biçimde genişletti. Yusuf bir gün kuramından hiç kuşku duyup duymadığını sorunca da “Üzerinde durmuyorum,” diye yanıtladı. “Doğruyu söylemesek de sırf herkesin söylediğinin dışında kalan bir şey söylemekle bile boyun eğmediğimizi göstermiş oluyoruz: seninle ben boyun eğenlerden en az bir parmak daha yukarıdayız.”

Böylece, bahçenin kocaman ağaçlarının gölgesinde ya da kitaplığın rahat bir köşesinde, hemen her zaman Yusuf’a, arada bir de çevresinde toplanmış dört beş okul arkadaşına, evrenin tüm canlılarının, bu arada insanların, daha ilk ortaya çıktıkları günden başlamak üzere, kendilerine özgü bir sesleri, kendilerine özgü bir söyleme, bir kendini anlatma biçimleri, en kestirme deyimiyle, bir ötüşleri bulunduğunu anlattığı görülüyordu.

“Nasıl herkesin kendi sesi varsa, tıpkı öyle,” diyordu. “Her hayvanın, her böceğin kendi ötüşü, yani, sizin anlayacağınız, kendi dili var. Tüm hayvanlar da birbirlerinin, en azından türdeşlerinin dilini anlar. Ama insanlar böyle mi? Örneğin Türkiye’den çıkıp Yunanistan’a ya da Bulgaristan’a geçtiler mi birer dilsiz oluverirler, Andersen’in kuşları bile bilir bunu. İnsan dili evrensel değil, çünkü yapay. Oysa hayvanların her türünün kendi dili var, her yerde anlaşıyorlar, çünkü dilleri doğal.”

“İyi de hayvanların dili olduğunu nerden biliyorsun?” diye soruyorlardı.

“Bilmiyorum, seziyorum; ama, öyle seziyorum ki hiçbir bilgi böylesine inandırıcı olamaz,” diye yanıtlıyordu. “Bunca yaratık, at, eşek, inek, domuz, kaz, tavuk, kanarya, yılan, börtü böcek içinde, yalnız insan yitirmiş dilini, hem de bu dünyanın konuşan tek yaratığı olacağım diye yitirmiş. İşin korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz?”

“Ama diller değişiyor, gelişiyor, kimi zaman da ölüyor!”

“Bu da onların zayıflığını ve yapaylığını gösterir. Bülbülün ötüşü değişiyor mu?”

“Ama ben inanmıyorum, buna ne diyorsun?” diyordu biri.

Yunus ünlü kahkahalarından birini daha koparıyordu.

“Ne diyeyim? Sen salağın tekisin! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlıyordu.

Çocuklar, belki elli kez, Yusuf’a dönüp onun düşüncesini sordular. O Yunus’un kuramının doğruluğundan bir an bile kuşku duymamıştı.

“Yunus yüzde yüz doğruyu söylüyor,” diye kesip attı her seferinde.

“Bu hıyar hep Kuşların Oğlu’na hak verir,” dedi biri.

Bu sözle herkesin düşüncesini dile getirdiği söylenebilirdi: Yunus’a bir Yusuf gerçekten inanmaktaydı onlara göre; buna karşılık, tıpkı kendileri gibi, arada bir bu ilginç kuramların çekimine kapılarak inanır gibi olsa bile, Yunus gibi akıllı bir çocuğun kendi uydurduğu bu aykırı masallara inanması olanaksızdı. Yusuf çok kızıyordu bu tür gözlemlere, dostunun, ansiklopedilerden söz ederken, “En iyisi dağıtmaktır!” demesine bir anlam veremediği gibi, sürekli olarak gerçeği değiştirmeye, her şeyi oyuna dönüştürmeye yöneldiğini, yaşamı bir ansiklopedi gibi “dağıtmaya” çalıştığını düşünemiyor, onun her söylediğini tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı olarak algılıyordu. Biraz yakından bakanlar rahatlıkla sezebilirlerdi bunu. Bir gün, derste, bilgiç tarih öğretmenine kuramını özetleyip görüşünü sordukları zaman da gösterdi bunu. Tarihçi, anlatılanları horgörüyle dinledikten sonra, tiksinmiş gibi, “Salaklık bunlar!” deyip de öğrenciler Yunus’a dönerek “Peki, buna ne diyorsun?” diye sordukları zaman, umursamazlıkla gülümsedi, “Bi… bi… bir şey demiyorum, gerçeği söylüyor! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlaması, dersten sonra, başına toplanarak “Gördün mü, sen de gerçeğe boyun eğdin işte!” diye alaya başladıkları zaman da horgörüyle yüzünü buruşturup “Gerçek böyle hıyarların yalanlarının son dönüşümüdür!” diyerek önündeki japonca dilbilgisine dalması da bunu gösterirdi.

Böylece, bu kendine özgü dağıtma taşkınlığı içinde, her sözün altından kalktığı gibi, her zaman yeni açıklamalar, yeni örnekler, yeni karşılaştırmalar buldu, kendisine karşı çıkanlara gözlerini ve kulaklarını açmalarını salık verdi örneğin: sıcak yaz günleri, iyice kulak verilirse, her cırcırböceğinin ayrı öttüğü, akşamları, kumruların her birinin eşini bir başka sesle çağırdığı duyulurdu; hiç kuşkusuz, insanlar da böyleydi bir zamanlar, birbirlerini anlarlardı, üstelik, hem daha çabuk, hem daha kolay anlarlardı; sonra, başka yaratıklar bu gereği duymazken, kendilerinin de buna hiç gereksinimi yokken, şu hep en kolayı arama hastalıkları yüzünden, tekilin yerini çoğula, bireyin yerini topluma, özgünün yerini genele, derinin yerini yüzeysele verdikçe, yazıyı bulmuşlar, bununla da yetinmeyerek bildirişimin yerine bildirişimin öykünüsünü egemen kılmak pahasına, dili uydurmuş, doğadan ve doğallıktan kopmuşlardı. Dil tarihöncesi insanının ötüşünü hiçbir zaman veremezdi, değil vermek, onu tasarlayabilmemiz için bir ipucu sağlaması bile çok zordu.

Yunus Aksu, varsayımının burasında, kuşlarla kekemeler arasındaki koşutluğu daha da geliştirdi: kekemelik bir sakatlık değildi, bir kusur bile değildi, tam tersine, insanların yazıya öykünülerek oluşturulmuş yapay dili karşısında içgüdüsel bir direnmenin iziydi, kaynağından kopmuş bir iz de değildi, bilinçsiz bir biçimde bile olsa, kaynağa dönme çabasının sürdürülmesiydi, dolayısıyla, ne kadar çelişkin görünürse görünsün, insan ötüşüne en yakın konuşma biçimiydi. İnsanlar gerçek dilin kökenlerine ulaşmak istiyorlarsa, işe kekemeliği incelemekle başlamaları gerekirdi. Bu varsayımı ortaya atmasından birkaç gün sonra, arkadaşlarından biri, hem de kuramlarıyla en çok dalga geçeni, dilbilimcilerin daha az çaba ilkesi diye bir ilkeden söz ettiklerini, kekemeliğinse, konuşma çabasını birkaç katına çıkardığını söyleyerek kendisini alaya almaya kalktı. Ama o ünlü kahkahalarından birini daha kopardı.

“Biliyorum, biliyorum,” dedi. “Dilbilimciler olayı açıklarlar da nedeninden hiç söz etmezler: daha az çaba ilkesi insanların içinden hâlâ silinmemiş olan kökene, yani doğala dönme özleminin belirtisidir.”

“Ya kekemelik?”

“Kekemelik özlemin daha ileri bir aşamasıdır.”

“Yani, sana göre, kekemeler bir üstün tür mü oluşturuyor?”

“Evet, bir bakıma. Beğenemedin mi?”

Dinleyenler kahkahalarla güldüler.

Ama Yusuf, gözleri gözlerinde, tartışılmaz bir gerçeği öğrendiğinden bir an bile kuşku duymadan kendisini dinlerken, dostunun kuramına bir ayrım da kendisi kattı, “O… o… o… ozanlarınki gibi,” dedi.

“Çok güzel! Tam üstüne bastın!” diye atıldı Yunus: ozanlar da, hecelerle, uyaklarla uğraşırken, bilerek ya da bilmeden, benliklerinin derinlerinden gelen bir yönelimle, her bireyin kendine özgü türküsünün yerini almış olan yapay dile başkaldırır, insanın ilk sesini ararlardı; bir bakıma, onlar da birer kekemeydi. “Müzik de böyledir,” dedi. “Şöyle can kulağıyla bir Mozart ya da Ravel ezgisi dinlerseniz, sezersiniz: ezgiler de hep aynı özlemi dile getirir, ilk dile dönme özlemini.”

Yunus önermesinin tersinin de doğru olup olmadığını araştırmadı; ama, tıpkı ozanlar gibi, o da zoru denemeye karar verdi: kekelemenin yazıdan sonra doğmuş yapay dilin payını indirgemek, hiç değilse insanın doğal dilinin başlangıçta nasıl eklemlendiğini kavrama yolunda bir çaba olduğunu gösterebilmek için her şeyin altında onun izlerini aramaya başladı. Hiç kuşkusuz, amacını gerçekleştirmek için fazla olanak yoktu elinde; ama elinde fazla olanak yok diye kollarını kavuşturup oturacak değildi. Önceleri, dostuyla birlikte, daha çok ansiklopedi okuyabilmek için giriştiği işi: yeni yeni diller öğrenmeyi yaşamın temel gizlerinden ya da, kendi deyimiyle, “insanlığın dönüm noktalarından” birini kavramak amacıyla, büsbütün hızlandırarak sürdürdü artık: yeni bir dil öğrenmenin, yeni bir dilin sözcüklerini kekelemenin, ilk bakışta zorlama ve yapay görünmesine karşın, bizi yapay dillerin bu denli dizgeleşmediği, insanın kendi doğal türküsüyle yeni yeni taşlaşmaya başlayan yapay dil arasında bocaladığı dönemlere götürmesi gerektiğini düşündü. Sonra, işi ilerlettikçe, düşündüğüne inanmaya başladı. Öte yandan, ona göre, kekemeler, özel yaradılışları gereği, yapay dile ayak uydurmakta zorluk çektiklerinden, kendisinin değişimi başkalarından daha iyi kavrayacağına inandı. Böylece, Yusuf’la birlikte, insan ötüşüne daha yakın gibi gördüğü dilleri, örneğin italyancayı, çinceyi, japoncayı kitaplardan ve plaklardan öğrenmeye girişti; gene Yusuf’la birlikte, dilimizin ilk seslere yakın gibi görünen sözcüklerinin değişik dillerdeki karşılıklarını aradı; anlasın anlamasın, olanak buldukça yabancı radyoları dinledi, yapay, doğadışı, kulak tırmalayıcı, asalak sesler arasında, insanın ilk sesini yakalamaya çalıştı; arada bir yakalar gibi de oldu; ama, belki de dilin taşlaşmışlığı yüzünden, yakalar gibi olduğunu sözcüklere dökemedi. O zaman, bir yandan dilbilgisi ve dilbilim kitapları okuyarak, bir yandan imgelemini kullanarak, yapay dil konusunda söylenmiş her şeyi tersine çevirecek gerekçeler aradı, bulur gibi oldukça da sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yüksek sesle söyledi. Örneğin, ayrı ayrı dillerin doğması toplumları düzelmez bir biçimde bölmüştü, şimdi de her biri, kendi içinde, bireyleri bölüyordu, çünkü, nesneleri kendilerine doğal bir bağla bağlanmayan seslerle adlandırdığından, seslerin nesnelerden bağımsız olarak, en saymaca biçimlerde düzenlenmesini önleyebilecek herhangi bir düzeneği de bulunmadığından, yalanı olanaklı, olanaklı da söz mü, egemen kılıyor, gerçek bildirişimi önlüyordu. Öyleyse tüm bu yapay dillerin gerçek bildirişimi önlemeye yönelik birer tuzak olduğu söylenebilirdi. Dilcilerse, dilin tüm bu açmazları konusunda bizi uyarmaları, daha yalansız bir bildirişime ulaşmanın yollarını araştırmaları gerekirken, her şeyi çorbaya çeviriyorlardı: örneğin, durup dinlenmeden yineledikleri gibi, dilin bir dizge olduğu doğruysa, ister istemez kapalı olması gerekirdi, kapalılığıysa, sayıca sınır tanımayan adlar değil, hem sayıca çok sınırlı kalan, hem de aralarında bir ölçüde mantıksal bağlar bulunan adıllar ve adıllar gibi öğelerin sağlaması beklenirdi; ama onlar, ağız birliği etmiş gibi, adların adılların değil de adılların adların yerini tuttuğunu söyleyerek gerçeği yüz seksen derece tersine çeviriyorlardı.

İlk çıkışında, dilin yazıdan doğduğunu söylediği zaman, tarih öğretmeni Yunus’u sınıftan dışarı atmıştı; bu son çıkışında, yaşlı türkçe öğretmeni Rıza bey anlayış gösterdi: aykırı önermesini iki kez üst üste baştan anlattırttı, sonra, “Yani sen adıllar adların yerini değil de adlar mı adılların yerini tutuyor diyorsun?” diye sorup “Evet, öyle diyorum, hocam, adlar adılların yerini tutuyor, yani geçici olarak onların yerine kullanılıyor: o dedik mi sizden ve benden başka herkes girer işin içine, ama Veli dedik mi bu Veli sayısız o’lardan yalnızca biridir, onun sayısız durumlarından biridir, yani onun yerini tutar!” yanıtını alınca da gene anlayışla güldü, bildiği kadarıyla, kitapların bunu böyle yazmadığını söyledi. Yunus’sa, usulca Yusuf’un kolunu dürttükten sonra, “Hocam, bunu yalnız ben söylemiyorum, koskoca Ferdinand de Lesseps de böyle söylüyor,” dedi.

“O da kimmiş?” diye sordu Rıza bey.

“Süveyş kanalını açan adam.”

“O kendi kanalıyla uğraşsa, daha iyi olmaz mıydı?”

“Ferdinand de Lesseps aynı zamanda büyük bir dilciydi, hocam; gerçek ve özgün bir dilciydi.”

“Ben duymadım.”

“Dilciydi, hocam.”

“Ben de değildir demedim, ama bizim dilbilgisi kitapları bize bu adamdan hiç söz etmiyor,” dedi Rıza bey.

Yunus Aksu kendi savını da yaralamak pahasına, ünlü kahkahalarından birini daha kopardı o zaman. Sınıf da onu izledi. Rıza bey kızdı, daha dersin bitmesine en az on dakika bulunmasına karşın, çıkıp gitti. Zorlu bir alkış koptu; çocuklar, bir ağızdan, “Yaşa, Kuşların Oğlu!” diye haykırdılar. Yunus kalktı, alışılmış oyunculuğuyla, gol atmış futbolcular gibi, yumruğuyla aşağıdan yukarıya doğru bir eğri çizerek arkadaşlarını selamladı. Hiç kuşkusuz, sınıfta ve bahçede sık sık yinelenen bu alkışların birer alay belirtisinden başka bir şey olmadığını biliyordu; ama artık iyiden iyiye kaptırmıştı bu oyuna kendini, arkadaşlarının alayı da, öğretmenlerinin eleştirileri de hoşuna gidiyor, en azından tutumunu daha da kesinleştirmesine yardımcı oluyordu. Aykırı önermelerini çoğalttıkça çoğalttı böylece, varsayımlar birbirini bütünlemeye, kopuk kopuk karşı önermeler, çok bulanık bir biçimde, dizgeye benzer bir şeyler oluşturmaya yöneldi. İyice güvene geldi o zaman, öğretmenler dil konusunda ne söyledilerse, hepsinde karşı çıkılacak bir şeyler buldu. Yusuf da, genellikle pek konuşmamakla birlikte, her söylediğine katıldı. Sınıf arkadaşlarına gelince, karşı çıktığı öğretmene besledikleri duyguya ya da o günkü havalarına göre, kendisini desteklediler ya da yerdiler. İngilizce öğretmeniyle giriştiği uzun bir tartışmadan sonra, basketboldan başka hiçbir şeye kafa yormayan, çok uzun boylu bir arkadaşı gülümseyerek yaklaşıp elini başının üstüne koydu, “Yaşa be, Kuşların Oğlu, sen bu işin kitabını yazacak adamsın!” dedi. “Doğru dürüst konuşamadığına, üstelik, yazının dilden önce geldiğini savunduğuna göre, otur da yaz bari!” Yunus kahkahalarla gülerek göğsünü kabarttı, “Evet, bir gün, çok yakın bir gelecekte, boyum bir doksan olunca, ben de bir kitap yazacağım: Evrensel dilbilim,” diye yanıtladı. “Bu kitapta, insanlardan kuşlara, balıklara, böceklere, hatta otlara değin, tüm canlı varlıkların dilini anlatacağım!” Dinleyenler güldüler, hep bir ağızdan, üç kez üst üste, “En büyük dilci bizim dilci!” diye bağırdılar. “Türkiye seninle gurur duyuyor!”

Bir sessizlik çöktü ortalığa. O zaman, çocuklardan biri, Sarı Selim, gözünün içine baka baka, “Hepsi çok güzel, çok hoş da en büyük dilcimiz bir kekeme! Gel de bu ülkede kalkınma bekle!” dedi. Şakanın da bir sınırı olmalıydı: Yunus, okula gelişinden bu yana, ilk kez sinirlendi.

“Bu… bu… bu sınıf bir tımarhane,” diye homurdandı.

“Ağzını topla!” dedi Sarı Selim.

Yunus bu kez gülümsedi.

“Deliyi tımarhaneye koymuşlar da dünya varmış demiş, tıpkı senin gibi,” dedi, arkasını döndü, Yusuf’u da alıp ağır ağır uzaklaştı, bir daha da bu Sarı Selim’in yüzüne bakmadı.

Ne var ki her ilişki böyle kolaylıkla kesilemiyordu. Yunus, o yılın ortalarına doğru, kolejin kızlar bölümünden, kendi yaşında, ama kendisinden en az yirmi santim daha uzun bir kıza tutulduktan sonra anladı bunu. Yusuf, arkadaşının durmamacasına bu kızdan söz etmesine, odasında gitarının yukarısına, yani annesinin fotoğrafının tam karşısına, onun küçücük bir vesikalıktan büyütülmüş, kocaman bir fotoğrafını asmasına bakarak, dostluklarının artık eskisi gibi sürmeyeceğini, gittikçe daha az görüşeceklerini düşündü: Yunus’a öylesine hayrandı ki onun ilgi duyduğu bir kızın sevgisine hemen karşılık vereceğinden, onu başkalarından koparıp zamanını kendisiyle geçirmesini sağlamak için elinden geleni yapacağından kuşkusu yoktu. Ayrıca, Yunus’un kendisini de sürüklediği kimi arkadaş toplantılarında, boyunun kısalığına, konuşmalarının yoruculuğuna karşın, nerdeyse tüm kızların hep onun çevresinde döndüğüne sık sık tanık olmuştu. Onun kızlar üstündeki karşı konulmaz etkisini arkadaşları hep kıskanmışlar, ama kendisinin onlar karşısında genellikle ilgisiz kalmasına bir anlam verememişlerdi. Bu yüzden olacak, bu “yıldırım aşkı” herkesi şaşırtmıştı: Kuşların Oğlu nasıl olurdu da bunca kız arasında Canan gibi bir köylüyü seçerdi ki? Sınıf arkadaşlarından biri kendisine de sormuştu bunu. O zaman, hiçbir şeye kolay kolay kızmayan Yunus, boyuna bakmadan, arkadaşının üstüne yürümüş, ama, ne o gün, ne başka bir zaman, herhangi bir yanıt vermemişti.

₺95,95