Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yalan», sayfa 4

Yazı tipi:

Ne olursa olsun, başlangıçta her şey çok iyi gitti. Hatta Yunus’la görüşmeye başladıktan sonra, tüm arkadaşları kızcağızın ortalıkta sarhoş gibi dolaşmaya başladığını söylüyor, “Köylülüğünün üstüne bir de Kuşların Oğlu binince, bizimki feleğini şaşırdı,” diyorlardı. Her fırsatta birlikte olmaya can attıkları da ortadaydı: iki arkadaş kimi hafta sonları görüşemez oldular. Yusuf tam üç hafta süresince bir kez bile Kuşlar’ı dinleyemedi. Maçka’da, arakatta buluştukları ender zamanlarda da Yunus ozanlığın ve kekemeliğin kaynağını bir yana bırakarak hep bu kızdan söz etmeyi yeğledi. Anlaşılan, kötü tutulmuştu: bu kızdan uzakta kalmaya dayanamıyor, hep ondan söz ederek yokluğunun yarattığı sıkıntıyı biraz olsun bastırmaya çalışıyordu. Bulduğu bir başka çözüm de yanından her ayrılışında ondan bir şeyler almaktı: bir fotoğraf, bir mendil, kala kala ucu kalmış bir kurşunkalem, çayını karıştırdığı kaşık, yarım bıraktığı ekmek dilimi. Vesikalık fotoğrafını büyüttürtüp annesinin fotoğrafının karşısına astığı gibi, bu ufak tefek nesnelerin kimileriyle masasını ya da kitaplığının raflarını süsledi, kimilerini de masasının alt çekmecesinde ya da ceplerinde sakladı, derslerde canı sıkıldıkça çıkarıp baktı, çevrelerinde dönerek tutkusunu alaya almaya kalkanlara kulak bile asmadan, sesini alçaltmaya da gerek görmeden, dostuna bu küçük nesnelerin ilginç öykülerini anlattı durdu.

Bir pazartesi sabahı, çok daha gözüpek bir adım attı: sırtında sevgilisinin kırmızı kazağıyla geldi okula. O günlerde, bir erkek öğrencinin kırmızı kazakla dolaşması görülmüş şey değildi; üstelik, bu kazak hem kendisine bayağı büyük geliyor, hem de ne zamandır biçimini aldığı genç kız göğsünün çıkıntılarını belli ediyordu. Çocuklar çığlıklar kopararak çevresinde toplandılar. Orasından burasından, özellikle de göğsündeki şimdi içi boş çıkıntılardan tutup çekiştirmeye kalkanlar oldu, yumruklarla, tekmelerle dağıtmaya çalıştı onları. Ne olursa olsun, arkadaşlarının bitmez tükenmez alaylarına, öğretmenlerin şaşkın ya da kızgın bakışlarına aldırmadan, tüm hafta boyunca, göğsünü gere gere giydi kırmızı kazağı.

Ama, olay öyle büyüdü, öyle dallanıp budaklandı ki, o haftadan sonra, Yunus sevgilisinden hemen hiçbir şey koparamadı, onunla haftada iki gün buluşmak da erişilmez bir düş oldu. İkide bir telefona sarılıp aradı onu, buluşmak için sıkıştırıp durdu, ama bu ayrıcalığa çok seyrek ulaşabildi. İşin şaşırtıcı yanı, kız sanki istemediği için değil de önüne çıkan korkunç bir engeli aşamadığı için geri çeviriyordu kendisini. Çok seyrek bir biçimde, ıssız ve uzak yerlerde, çok kısa süren buluşmalarında, Canan, iki gözü iki çeşme, bu ilişkinin geleceği olmadığını, sanki bir aradalarmış gibi, ayrılmanın daha uygun olacağını söyledi, bir delilik nöbetine tutulmuşçasına, dakikalar süresince, şaşırtıcı bir hızla, iki eliyle birden, yanaklarını, saçlarını, ellerini okşadıktan sonra, hıçkıra hıçkıra, arkasından gelmemesini söyleyerek hızla uzaklaştı.

Eski aşk söylencelerinin kahramanlarını ayıran engeller gibi aşılmaz bir engel vardı sanki aralarında. Oysa ne aileler arası düşmanlık, ne zenginlik ve yoksulluk, ne yerlilik ve yabancılık, ne müslümanlık ve hristiyanlık türünden bir karşıtlık söz konusuydu; kötü sonucun boylar ve konuşma genlikleri arasındaki uzlaşmazlıktan kaynaklandığını düşündürtebilecek bir belirti de yoktu ortada. Yunus, kuramının adamı olarak, yazıdan doğan dilin kurbanı olduğunu, çünkü bu dilin yalnızca yapay bir dil olarak kalmadığını, zaman içinde bir yığın asalak tutku, yalancı gerçek yarattığını, Canan’ın da bu asalak tutkuların, bu yalancı gerçeklerin etkisiyle kendisinden uzaklaştığını söylemişti dostuna. O yıllarda kendilerini oldukça yakından izlemiş, ozan yaradılışlı bir arkadaşın: Kara Özdemir’in yorumuna göre de, söylencelerdekinden daha korkunç bir güç dikilmişti iki sevgilinin karşısına: insan dili kendisini aşağılamaya kalkan ölümlüden öcünü alıyordu: kırmızı kazağın öyküsünün kızlar bölümünde dilden dile dolaşmaya başlamış olması bir yana, Yunus’un sevgilisini okuldan almaya gittiği gün, sınıftaki kızlardan biri, pencereden onu göstererek, yüksek sesle, “Canan’ın cep sevgilisi geldi!” demişti; bir başka kız, gene yüksek sesle ve sanki “cep” sözcüğü cinsellikten başka bir şey çağrıştırmazmış gibi, “Boyunun küçük olması her şeyinin küçük olduğunu göstermez, hatta bir ters orantıdan söz edenler bile vardır!” diye yanıtlamıştı. “Cep sevgilisi” sözünü kullanan kız “O zaman, o işi de konuşmaları gibi uzatırsa, Canan yandı, ya da yaşadı!” diye bağlamıştı. Bir başka zaman, iki sınıf arasındaki bir toplantı sırasında, Yunus’un kekemeliğiyle boyunun kısalığını dillerine dolayan kızların önünde, onun kekelemesinden çok, kendisinin bu kekeme çocuğu dinlemesinin izlenmesinden rahatsız olan Canan “Ne olur, buralarda bu kadar konuşma, fazla uzatma, çabuk bitir sözünü!” diye fısıldayınca, Yunus’un, başına gelecekleri usuna bile getirmeden, çınıltılı bir kahkahanın ardından, “Bu… bu… bundan kolay ne var ki?” diyerek ağızdan söyleyeceklerini hemen cebinden çıkardığı küçük defterin yapraklarına yazarak sayfalar doldukça yırtıp eline vermesi her şeyi bitiriverdi; kızlar “Bunlar gibisi Birleşik Devletler’de bile görülmemiştir: bu kumrular burun buruna mektuplaşıyor!” demeye başladılar: Canan Mersinli’ydi, en çok korktuğu iki şeyden biri dile düşmek, öbürü göze gelmekti, bu işi burada kesinlikle noktalamaya karar verdi. Sevmesine seviyordu, annesi, babası, kardeşleri de işin içinde olmak üzere, bir daha hiç kimseyi böylesine sevemeyeceğini biliyordu; gene de, değil onunla görüşmek, telefona bile çıkmaz oldu. Yunus gene yazıya başvurdu, sayfalarca mektup yazdı her gün. Ama Mersinli kız her sözcükten fışkıran bu taşkın sevinin bir korkunç yıkım getirmesinden korktuğundan, biraz da zamanla kendini gerçekten mektupların koyduğu yerde, yani çok yukarılarda görmeye başladığından, aldığı her mektup kararını biraz daha pekiştirdi. En azından, ondan uzak durmasını kolaylaştırdı. Yunus’sa, her gün biraz daha güçlenen bir tutkuyla bağlanıyordu ona. Daha sonra, kimi arkadaşlarının açıkladığı gibi, sanki sıradan bir kız değil de karşı konulmaz bir güçtü onu çeken, ne olduğu bilinmeyen bir ateşe doğru atıldığını sanıyor, ama, her seferinde, soğuk küllere bulanmış olarak doğruluyordu. Ne var ki bu düş kırıklıklarını bile gittikçe daha seyrek yaşamaktaydı.

Yunus onu ancak üç hafta sonra, kendisinin çağrılı olmadığı bir toplantıda görebildi.

Herkes eğlenirken, o bir köşeye çekilmiş, tek başına, açık pencereden dışarıya bakıyordu. Zayıflamış, hatta nerdeyse boyu Yunus’un boyuna denk gelecek ölçüde küçülmüştü. Yunus kararlı adımlarla yanına yaklaştı, elini tutmak istedi, ateş değmiş gibi geri çektiğini gördü, irkildi. Dayatmadı, “Be… be… ben…” diye kekelemeye başladı; “Sus, konuşma, hiçbir şey söyleme!” diye uyarıldı; güç de olsa gülümsemeye çalışarak cebinden defterini, kalemini çıkardı o zaman; ama, söylemek istediklerini yazıyla dile getirmeye girişince, bir kez daha uyarıldı: “Defterini alıp hemen gitmezsen, kendimi pencereden aşağıya atarım!” Yunus zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı o zaman, durduğu yerde sallanır gibi oldu. Gene de bir kez daha zorladı durumu; ancak, daha ilk sözcüğü bile yazamadan, Canan’ın gerçekten kendini pencereden atmaya yeltendiğini gördü, belki de yaşamında ilk kez, sımsıkı beline sarıldı; onu alabildiğine yumuşak bir devinimle kendine doğru çekerek kulağına eğildi, “Ta… ta… ta… tamam: anladım!” diye fısıldadı; ama fısıldaması bile bir bağırmaydı, herkes duydu. Kendisi de anladı bunu, gülümsemeye, olup bitenlere bir şaka görüntüsü vermeye çalıştı. Sonra, tıpkı geldiği gibi, kararlı adımlarla kapıya doğru yürüdü.

Tam çıkacağı sırada, kendisini aramaya gelmiş olan Yusuf’la karşılaştı, durdu, elini omzuna koydu, gözlerini gözlerine dikerek gülümsedi bir süre, sonra, birdenbire, içeride bir şey unutmuş gibi, “Ha! Gel bir dakika!” diyerek, kendisi önde, Yusuf arkasında, toplantı yerine geri döndü. Tüm arkadaşları, oldukları yerde durmuşlar, tek sözcük söylemeden ona bakıyorlardı. Ünlü kahkahalarından birini daha kopardı, konuşurken hep sol göğsüne bastırdığı elini bu kez Yusuf’un omzuna attı, “Aa… aaa… anladım,” dedi: “Sonunu bekliyorsunuz, anlatayım.” Sonra, hep gülümseyerek, ağır ağır, nerdeyse hiç kekelemeden, anlatmaya başladı: “Çocuklarım, eğer insanoğlunun homo sapiens’e doğru gelişmesinde homo erectus’un önemli bir aşama oluşturduğu doğruysa, kendisine en yakın yaratıklar dört ayaklı maymunlar değil, iki ayaklı kuşlar olmak gerekir,” dedi. Topluluğa ilk kez katılmış bir kız gülecek gibi oldu, arkadaşı kolunu sıkarak durdurdu. Yunus gözlerini bu kıza dikti. “Sonrasını hiç düşündünüz mü?” diye sordu, sonra kimi kuşların da, tıpkı insanlar gibi ve insanlarla birlikte, evcilleştikçe dillerini yitirdiklerini, dillerini yitirdikçe de birbirlerine yaklaştıklarını anlattı, önümüzdeki binyılda insanoğlundan sonra konuşacak ilk yaratıkların tavuklar olacağını muştuladı, arkasından kısa bir kahkaha daha attı. “Ben kümesten bıktım artık, uçan kuşların, yani atalarımın arasına geri dönüyorum. Hadi, eyvallah!” dedi.

“Yaşa! Kuşların Oğlu! Helal sana!” diye bağırdı biri.

Birkaç kişi de alkışladı.

Yunus yanıt vermedi. Tam kapıdan çıktıkları sırada, Yusuf’un koluna girdi.

“Senin de dikkatini çekti mi: nerdeyse hiç kekelemedim,” dedi.

“Evet, gerçekten!” dedi Yusuf.

Yunus ayaklarının ucunda yükselerek dudaklarını dostunun kulağına yaklaştırdı, ağır ağır, ama çok da kekelemeden, “Ama dağ dağa kavuşmuş da tavşanın haberi bile olmamış!” diye ekledi, tüm gücüyle sarıldı ona. Bununla birlikte, Yusuf da aynı şeyi yapmak isteyince, durdurdu onu, eliyle yalnız gitmek istediğini belirterek adımlarını hızlandırdı. Yusuf hiçbir zaman onun isteğine karşı çıkmamıştı, bu kez de çıkmadı; öyle durdu kapının önünde, köşede gözden silininceye dek arkasından baktı. Derin bir sıkıntı duyuyordu içinde: gerçeği değiştirme oyununun sonuna geldiğini, daha kötüsü, oyunu en korkunç gerçeğe dönüştürmek üzere olduğunu usuna bile getirmiyordu.

Ertesi gün, küçücük evinde, yatağına uzandıktan sonra, sanki sözcüklerin yolunu hep bu damarlar kapatıyormuş gibi, sol bileğinin damarlarını jiletle açtığını öğrendi.

III

Yusuf Aksu, cenazede, annesinin kolunda, her şey yüzde yüz tersine dönmüş gibi, kendisine gülmeyi öğreten kişinin tabutunun başında, sessiz sessiz, ama nerdeyse soluk bile almadan, sürekli ağladı. İkinci, üçüncü, dördüncü günlerde de gözlerinin yaşı durmadı, okulda da, sınıf, bahçe, yemekhane, yatakhane demeden, her yerde ağladı durdu. Geceleri, çocuklar üzerine eğilseler, yüzünde, gözyaşlarının açtığı iki parlak ve devingen yolu hep görürlerdi. Öylesine doğal ve kesintisizdi ağlaması. Bu nedenle, hiç kimse kendisini susturmaya çalışmadı, annesi bile gözlerini kurulamaya kalkmadı. Altıncı gün, bir cumartesi, sanki cenaze onların evinden çıkmış gibi, Yusuf’la Refika hanımı görmeye geldiğinde, Enis bey de bu konuda herhangi bir gözlem ya da girişimde bulunmadı: acısını çok iyi anlıyordu, çünkü kendi acısı da onunkinden az değildi. Biraz da bu yüzden, yani aynı acıyı paylaşmaları nedeniyle, onlara bir tür birliktelik önermeye gelmişti, Firuzağa’daki küçük daireyi bırakıp kendi evine yerleşmelerini istiyor, bu arada, Yunus’u yitirdiğine göre, eğer onlar için bir sakıncası yoksa, onun en yakın dostunu yasal oğul olarak kendi nüfusuna geçirtmek ve tüm varlığını ona bırakmak kararında olduğunu söylüyordu. Yusuf gene tek sözcük söylemeden sürdürdü ağlamasını: ilk günden içine doğan bir inancın etkisiyle, Yunus’tan sonra fazla yaşamayacağını düşündüğünden, bu başdöndürücü öneri pek de ilgilendirmiyordu onu. Hemen ertesi gün, annesi ortalığı şaşırtıcı bir çabuklukla toplarken de, Maçka’daki kocaman daireye yerleşirken de olup bitenlerle hiç mi hiç ilgilenmeden, sessiz sessiz ağladı gene. Koca evde, görüp de acısı depreşmesin diye, resim, kitap, eşya, Yunus’u anımsatabilecek her şey özenle toplanıp ortadan kaldırılmış, “evim” dediği arakatın kapısının önüne de iki koca dolap yerleştirilmişti. Ne var ki, dostunun acısını benliğinde duymak için, Yusuf Aksu’nun onun odasını ya da eşyalarını görmesi gerekmiyordu: yokluğu da, varlığı da hep içinde, bedeninin tüm gözeneklerindeydi. Sürekli ağlaması bundandı.

Ama, pazartesi günü, Cadillac’tan Yunus yerine dostunun indiğini görünce oldukları yerde donup kalan arkadaşlarının yuvalarından fırlamış gözleri önünde, ağır ağır okulun ana kapısına doğru ilerlerken, birdenbire gözyaşlarının kaynağının kurumuş olduğunu ayrımsadı. Bir daha hiç ağlamadı, dostunun yokluğunu nerdeyse kanında, iliklerinde duyup başını duvarlara vuracak ölçüde acı çektiği dakikalarda bile. Gene eski sessizliğini sürdürdü. Derslerde, hocalardan da gelse, kendisine yöneltilen soruları ya baş sallamalarla geçiştirdi, ya da, kaçınılmaz olunca, tek sözcüklük yanıtlar verdi, çünkü, sözlerini azıcık uzatacak olursa, o yaşarken hep onu dinlediği, dinlerken de yüreğinin vuruşundan beyninin algılama gücüne varıncaya kadar, tüm varlığını onun kekelemesine ayarlamış olduğu için, tıpkı Yunus gibi kekelemeye başlamaktan korkuyordu. Kekelemek kötü bir şey değildi kuşkusuz; tam tersine, Yunus’un ayırıcı niteliklerinden biri olduğuna göre, konuşma biçimlerinin en güzeliydi; ancak, kekeleyecek olursa, bu hiç sevmediği insanlar kendisine güler diye korkuyordu. Kendisinin gülmesine gelince, söz konusu bile değildi: Yunus’un ölümü beslendiği tüm kaynakları kurutmuş gibi, onunla gelmiş olan gülme yeteneği de yokolup gitmişti sanki. En azından, o böyle görüyordu durumu, tüm kazandıklarını yitirdiğini, Yunus’un gelişinden önceki donuk öğrenciye dönüşmekte olduğunu sezinliyordu.

Böylece, kendini fazlasıyla beceriksiz, fazlasıyla bilgisiz, fazlasıyla gereksiz bulduğundan, üstelik, Yunus’un öldüğünü duyduğu anda gelen bir esinle, kendisinin de çok yakın bir gelecekte bu dünyadan ayrılacağına inandığından, her şeye uzaktan bakıyor, hiç kimseyle hiçbir şeyi konuşmak istemiyordu. İlk günlerde, arkadaşları da pek istekli görünmüyordu buna. Yunus’un ölümü karşısında öylesine sarsılmışlardı ki onu anımsatacak bir şey yapmaktan kaçınıyor, sevgisini alaya aldıkları, böylece Canan’ın uzaklaşmasına neden oldukları için, belki de her biri bu ölümden kişisel olarak kendini sorumlu tutuyor, suçu unutmak ve unutturmak düşüncesiyle ondan söz etmemeye özen gösteriyorlardı. Gene de, yavaş yavaş, özellikle adı çalışkana çıkmış öğrenciler, bu arada kimi öğretmenler, Yunus bu dünyadan göçtükten sonra üzerlerinden bir ağırlık kalkmış gibi bir duygu içinde yaşıyor, bundan böyle yanlışlarını, saçmalıklarını ortaya çıkaramayacağını, şakalarının bayağılığını saniyesinde gözle görülür kılarak kimsenin yüzüne bakamaz duruma getiremeyeceğini düşünerek daha rahat soluk alıyor, Yusuf’a da o dönemin kötü bir anısı olarak bakıyorlardı. Bu sönük ve sessiz çocuğun günün birinde Yunus’un yerini alma olasılığına gelince, böylesine aykırı bir şeyi uslarından bile geçirmiyorlardı.

Gene de, ilk haftalardan sonra, ortaya Yunus’un karşı çıkacağı türden bir görüş atıldı mı, çoktan yerleşmiş bir özdeşleştirme sonucu, ama daha çok bir tür öç alma isteğiyle, kimi sınıf arkadaşları gözlerini hemen onun üzerine dikmeye başladılar. Daha sonra, gizliden gizliye Yunus’a yönelen bir meydan okumayla, ikide bir çetrefil sorular sordular ona. Yusuf Aksu, oldukça uzun bir süre, ya hiç yanıt vermedi, ya da “Bilmiyorum,” deyip başını çevirdi. Ama, en inatçılarından biri, babasının ne iş yaptığı sorulunca, şaşmaz bir biçimde, önce “Şoför!” yanıtını verip arkasından “Ama elli kamyonu, on beş taksisi var!” diye ekleyen Kıvırcık Besim, bir gün, Yunus’la çoktan sonuca bağladıkları bir konuda, meydan okumayı alaya dek götürünce, Yusuf birden patlayıverdi. Hem de ne biçim! Bir yandan o çok derinlerden gelen, yumuşacık ve uyumlu sesiyle, sözcüklerini duru bir su gibi art arda sıraladığını, bir yandan her sözcüğü on parçaya bölerek kekelediğini duyuyor, bir yandan da sanki Yunus ölmemiş de şu ya da bu biçimde gelip içine yerleşmiş, bu sözleri söyleyen de oymuş gibi bir yanılsamaya kapılıyordu. Uzun mu, kısa mı konuştu, hiçbir zaman bilemedi; ama, konuşması bittiği zaman, çocukların büyük çoğunluğunun gözlerinde bir hayranlık parıltısıyla kendisini dinlediğini gördü; ne zamandır ilk kez mutluluğa benzer bir şeyler kıpırdadı içinde; Yunus’un güleç yüzü gözlerinin önüne geldi; yanlış bir iş yapmış gibi kızararak başını önüne eğdi. Sonra, anladı ki benzersiz belleği bir kez daha yardımına koşmuştu: Tchang Tcheng Ming’in, Vigenère, Duret ve van Ginneken’in düşünceleri konusunda Yunus’tan dinlediklerini anlatarak çevresinde kendisine gülmek için toplanan bunca insanı büyüleyivermişti.

Tuhaf bir rastlantıyla, aynı günün gecesi, düşünde de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yineledi: yer aynı, yüzler aynı, soru aynı, yanıt aynıydı; ancak, bu kez her sözcüğü bedeninin derinliklerinden, belki de bilek damarlarından sökerek çıkardığını, bu nedenle, uzun uzun kekelediğini iyice ayrımsıyordu; ayrımsayamadığı tek şey kekelediği sözcüklerdi. Gene de o günün ve o gecenin anısını yalnızca bir kez yaşanan bir mutluluğun anısı olarak sakladı.

O günden sonra da kışkırtmaların altında kalmadı; zorla tartışmaya çekilince, Yunus’un benimsemeyeceğini düşündüğü görüşlere gene tüm gücüyle karşı çıktı. Böylece, gülme ve sevinme yeteneğini tümüyle yitirmiş olduğundan kuşku duymamakla birlikte, benliğine Yunus’un kattıklarının onun ölümüyle silinmediğini, daha da iyisi, şimdi Enis beyin kendisini nüfusuna geçirmesinden, bir başka deyişle, Yunus’un yasal kardeşi durumuna getirmesinden sonra, her şeyi eskisinden daha iyi kavradığını, bu arada, dostunu dinlerken belleğine yerleştirdiği ilginç bilgiler ve parlak düşünceler bir yana, ansiklopedilerden eskisinden daha çok ve daha iyi yararlandığını, öğrendiklerini de yeri geldikçe nerdeyse gerektiği gibi kullanabildiğini gördü. Hatta, zaman zaman, Yunus’tan bunca kısa bir sürede bunca çok şey öğrenebilmiş olmasına herkesten çok kendisi şaştı: çok şey biliyordu, bildiğini oldukça düzgün anlattığı da açıktı.

Hiç kuşkusuz, şimdi, Yunus öldükten sonra, hem konuşacak kimsesi bulunmadığı, hem acısını unutmak umuduyla sürekli bir şeylerle uğraşmak istediği, hem de artık aradığı her bilgiyi bulabilecek durumda olduğu için, ansiklopedilere daha çok zaman ayırıyor, her şeye hazır olmak amacıyla, sürekli olarak onlara sığınıyordu. Bu ikili destekte, Yunus’un payının çok daha büyük olduğundan kuşkusu yoktu. Zaman zaman, özellikle de bir tanımın ya da bir düşüncenin usuna birdenbire doğuverdiği anlarda, bir göz kamaşması içinde, öylece susup kaldı, bu tanımı ya da bu düşünceyi daha önce Yunus’tan dinleyip dinlemediği konusunda kuşkuya düştü; ama, hemen her seferinde, hele kişisel düşünceler söz konusu olunca, içinde kendi yerine Yunus’un düşündüğünü, Yunus’un konuştuğunu duydu hep. Bu yüzden olacak, ondan öğrendiklerini yinelerken, hep kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Kısacası, yaşamına Yunus’un getirdiği ışığın bir parçası hep kalmıştı, sürükleyip götürüyordu onu, geri yanı zifir gibi bir karanlık bile olsa.

Ne olursa olsun, sınıf arkadaşları kendisine yıllar önce taktıkları “Hoca” adını o yıl daha sık kullanır oldular. Kendisi de, özellikle Yunus’un ölümünden bu yana, daha çok orta yaşlı bir adamı çağrıştıran seyrelmiş saçları, sararmış yüzü, zayıf bedeni, ağır devinimleriyle bu adlandırmayı haklı çıkardı. Bu arada, alışılmış sessizliğini hiçbir zaman tam olarak üzerinden atmasa bile, dillere ve dilbilime gittikçe daha çok verdi kendini. Yunus’un yapay bir buluş, bir yalan aracı diye küçümsediği dil olgusu bir bakıma onunla özdeşleşmenin başlıca yolu olarak en çok uğraştığı konu durumuna geldi. Biraz da bu yüzden, koleji bitirdiğinde, bir fakülte seçmesi gerekince, hiç duralamadan, “İngiliz dili,” dedi. Annesiyle Enis beye gelince, biricik yaşama nedeni olarak gördükleri Yusuf Aksu’ nun isteğine karşı çıkmaları söz konusu olamazdı. Tam tersine, ikisi de tüm yaşamlarını ona adamış görünüyordu: Enis Aksu, durumlarında hiçbir pürüz kalmaması için, Yusuf’u kendi nüfusuna geçirmekle de yetinmeyip Refika hanımla sessizce evlenmeye karar vermiş, kararı coşkuyla olmasa bile saygıyla benimsenmişti. Şimdi eskisinden de rahat görünüyorlardı, bazı bazı Refika hanım, köşesinde bir şeylerle uğraşırken, eskiden de olduğu gibi, “Gül yüzlülerin şevkine gel nuş edelim mey,” diye mırıldanmaya başladı mı Enis bey de, yüzde doksan, “İşret edelim yâr ile şimdi demidir hey,” diye tamamlamaktaydı, öyle ki Yusuf Aksu bir akşam rakı almak üzere evden çıkıp da bir daha geri dönmeyen adamın Enis bey ya da onu çok yakından tanıyan biri olup olmadığını düşünüyor, ama, hemen sonra, böyle saçma şeyler düşündüğü için, yüzünün kızardığını duyuyordu: en iyisi olayı şarkının çekiciliğine ya da annesinin yeni kocası üzerindeki etkisine bağlamaktı.

Böylece, Refika hanım, geleneksel tüllü şapkasını, geleneksel kara tayyörünü ve dantel yakalı ak bluzunu bir kez daha giydi, Yusuf Aksu, bu önemli gün için özel olarak yaptırtılan lacivert giysisini, tıpkı ilk kez kolejin yolunu tuttukları günkü gibi, anne önde, oğul arkada, Enis beyin kocaman Cadillac’ından inip Edebiyat Fakültesi’nin kapısına yöneldiler. Ne var ki, Refika hanım yıllar öncesinin giysisiyle belirli bir değişmemişlik yanılsaması yaratabilse bile, Yusuf Aksu, yeni ve çok sevdiği bir soyadıyla, ama burada da kalçalarına sonradan, iğreti bir biçimde takılmış gibi görünen, incecik bacaklarının üstünde, şimdiden kamburlaşmış bir sırtla, çiçeği burnunda bir üniversiteliden çok, oradan oraya koşan, gürültücü öğrenciler arasında yaşamaktan bıkmış, geçkin bir hocayı andırıyordu. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde, sınıfa ilk girişinde, kürsüye kurulmak yerine, sıralara yönelmesi yeni sınıf arkadaşlarını şaşırttı. Sonraki günlerde, sabahları, fakülteye benzerlerini ancak filmlerde gördükleri kocaman arabayla gelmesi, öğleleri, büyük bir olasılıkla karnını doyurmak için, en az yarım saat süresince, camlarından içi görünmeyen bu arabada kalması çevresinde yoğun bir gizlem havası yaratarak başka bir gezegenden gelmiş bir yaratık gibi görülmesine yol açtı. Sınıf arkadaşlarıyla konuşmaktan kaçınması, hatta onları görmezmiş gibi davranması da bu izlenimi artırdı. Daha çok uzaktan izlediler onu.

Kısa bir alışma döneminin ardından, usul usul yanına yaklaşarak kendisiyle konuşmayı deneyenler olduysa da tek sözcüklük yanıtlarından ölümlülerle dostluk kurmaya istekli olmadığı sonucunu çıkararak geri çekildiler; ama, fazla yorgun ve fazla yaşlı görünmesi, dolayısıyla içlerinden biri olmaması nedeniyle, tutumunu pek de aykırı bulmadılar; tam tersine, zaman zaman, kendisine yöneltilen sorulara, o herkesi derinden etkileyen sesiyle, soruldukları dile göre, yanlışsız ve vurgusuz bir ingilizce ya da türkçeyle verdiği kısa ve kesin yanıtlarla hocaları şaşkına çevirmesinden olağandışı bir öğrenci karşısında bulundukları, bugün sınıfta sözü edilen bir kitabı ertesi gün çantasından çıkararak bir yandan okuyup bir yandan satırların altını çizmesine bakarak bulduğu yanlışları düzelttiği, dolayısıyla, İngiliz dilini ve edebiyatını, İngiliz uyruklular da içinde olmak üzere, tüm hocalardan daha iyi bildiği sonucunu çıkardılar; böylece, Yusuf Aksu’ya Amerikan Koleji’nde verilen adı bu kez de onlar koydular. Eski sınıf arkadaşlarından biriyle karşılaşan bir öğrenci kolejde de aynı takma adı taşıdığını ve dil konusundaki özgün görüşleriyle tanındığını öğrendi. Bu arada, ister istemez Yunus’tan da söz edildiğinden, ya anlatan iyi anlatmadığı, ya dinleyen iyi dinlemediği için, Yusuf Aksu’ nun kimliği büyük ölçüde unutulmaz arkadaşının kimliğiyle karıştırıldı. Sonuçta, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıf öğrencileri “yaşlı” arkadaşlarına kolejlilerinkinden çok farklı bir gözle bakmaya başladılar: bir yandan dil konusunda ürettiği sanılan kuram kırıntılarını yalan yanlış demeden tüm fakülteye yayarken, bir yandan da, kolejdeki sınıf arkadaşlarınınkinin tersine bir yönelişle, olağandışı öğrenci etkinliklerini gurur ve hayranlıkla izlediler. O da kendilerini hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmadı doğrusu.

Bununla birlikte, Yusuf Aksu yeni durumundan hiç de hoşnut değildi: fakültede birkaç tutarsız ders dinlemek için, haftanın beş günü “tatsız” bir kalabalık ortasında sürüklenmek zorunda olmanın sıkıntısı bir yana, her konu en iyi ansiklopedilerde işlendiğine göre, yapılabilecek en iyi öğrenimin ingilizcesini kusursuzlaştırmasını sağlayacak bir öğrenim olduğu düşüncesiyle girdiği bu bölümde, çelişkin bir biçimde, bir yandan verilen yabancı dil bilgisinin geldiği kurumda öğrendiklerinin çok gerisine düştüğünü, öbür yandan hocaların okunmasını istediği kitapların en büyük ansiklopedilerin en çetrefil maddelerinden bile daha karışık olduğunu, bu da yetmiyormuş gibi, zaman zaman mantığına da, o güne dek Yunus’tan öğrendiklerine de ters düşen şeyler anlattıklarını, bu konuda hocaların da kitaplardan geri kalmadığını görerek kendi kendini yiyordu. Konuşmayı öteden beri sevmediğinden, başlatabileceği bir tartışmanın nereye varacağını da bilmediğinden, tüm dersleri hiç sesini çıkarmadan dinliyor, benimsemese de belleğine yerleştirmeye çalışıyordu. Ama, bölümdeki ikinci yılının ilk günlerinde, herkesin yerine yerleşip hocayı beklediği bir sırada, sınıfa kucağında bir sürü kitapla gencecik bir hanım girip kürsüye yönelince, Yusuf Aksu neye uğradığını bilemedi: bu kadın şaşırtıcı bir biçimde Canan’a, dostunun ölümüne neden olan uğursuz kıza benziyordu. O gün bugün, nerdeyse tüm genç kadınlara içgüdüsel bir kin duymaktaydı, işin içine Canan’a benzerlik de girince, genç öğretim üyesini büyük bir horgörüyle dinledi. Ele aldığı konuyu kavramakta kendisi de zorluk çeker gibi görünüyor, “yapı”, “dizge”, “eşsüremlilik”, “artsüremlilik” gibi birtakım bulanık kavramlar çevresinde dönüp duruyordu. Sonra, “sanki bilim köke inmek değilmiş gibi” dilleri tarihe başvurarak açıklamanın neden yanıltıcı olduğunu örneklerle açıklamaya kalkınca, Yusuf Aksu kendini tutamadı artık: soru sorulmadıkça konuşmama alışkanlığını bozdu; parmak bile kaldırmadan, “Siz bu söylediklerinize gerçekten inanıyor musunuz?” diye sordu.

Genç öğretim üyesi şaşırdıysa da sarsılmadı, bu işin inanıp inanmamakla bir ilgisi bulunmadığını, çünkü açıklamaya çalıştığı kavramların büyük dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün kuramının yöntemsel temellerini oluşturduğunu söyleyerek konuyu kapatacağını sandı. Ama Ferdinand de Saussure Yusuf Aksu için ansiklopedinin on binlerce maddesi arasında birkaç satırlık bir maddeydi yalnızca; buna karşılık, Yunus’tan dinledikleri hava ve su gibi doğal bulduğu şeylerdi, Yunus da her şeyi kökene, ilk kaynağa giderek açıklardı. Genç öğretim üyesi yeniden konusuna dönmeye hazırlanırken, o, kararlı bir biçimde, bu yollardan hiçbir yere varılamayacağını, bize gereken şeyin örneğin kuş dillerinin çözümlenmesiyle başlayacak bir “evrensel dilbilim” olduğunu, bir Türk dilbiliminin de ancak bu yola baş konulduktan sonra doğabileceğini kesinledi. Genç öğretim üyesi şaşırıp kalmıştı, büyük olasılıkla bir deliyle karşı karşıya bulunduğunu düşündü.

“Siz dili nasıl tanımlıyorsunuz?” diye sordu.

Yusuf Aksu sol elini yüreğinin üstüne bastırarak Yunus’un hocalar ve öğrenciler karşısında kim bilir kaç kez yaptığı tanımı bir de kendisi yineledi.

“İnsanları yetersiz bir sözcük dağarcığının içine kapatarak aralarında gerçek bir iletişim kurmalarını önleyen yapay bir dizge.”

Canan’a benzeyen öğretim üyesi, dudağında tuhaf bir gülümseme, hiçbir şey söyleyemeden, şaşkın şaşkın dikilirken, o büyük dostunun ölümünden birkaç gün önce Nietzsche’de bulduğu bir gözlemi anımsadı.

“Öyle görünüyor ki dil yalnızca bayağı, sıradan, iletilebilir şeyler için yaratılmıştır. Kişi sırf konuşmakla bile bayağılaştırır kendini,” dedi. Canan’a benzeyen öğretim üyesi Nietzsche’nin düşüncesini saçma bulduğunu söyleyince de Yunus’un bir başka sözü geldi usuna, “Bunu böyle anlamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diye ekledi.

Sınıf arkadaşlarının gözleri parlıyordu, gerçek bir dilbilim kuramının doğumunda bulunmuş gibi bir duygu vardı içlerinde. Ama bu konuda pek de donanımlı olmadığı aynı şeyleri yineleyip durmasından anlaşılan genç öğretim üyesi çabuk pes etmedi, dilin bir “bildirişimsizlik” aracı olarak sunulmasına karşı çıktı, savını doğrulayacak örnekler aradı, fazla bir şey bulamadı, sonra elindeki tebeşiri yere attı, “Ne yaptım? Tebeşiri yere attım,” dedi, arkasından, “Söylediğimi anlamayan var mı?” diyerek gözlerini öğrencilere dikti. Öğrenciler konuşup konuşmamak konusunda duralarken, Yusuf Aksu “Tebeşiri yere attığınızı söylemenize gerek yoktu, çünkü bunu hepimiz gördük!” diye yanıtladı. Sınıfta zorlu bir kahkaha koptu. Dersin de sonu gelmişti, öğrenciler Yusuf Aksu’dan çok daha genç görünen bu deneyimsiz hanımın gerekçelerini dinlemek bile istemediler. Buna karşılık, biraz da hocalara duydukları öfkenin etkisiyle, sınıfta, koridorlarda, kantinlerde, kahvelerde, sürekli Yusuf Aksu’yu konuştular, çok özgün görüşleri bulunan, gerçek bir düşünür, yerini ve zamanını şaşırmış bir araştırmacı olarak değerlendirmeye başladılar onu.

Yusuf Aksu’nun özgün bir düşünür ve dilbilim kuramcısı olarak ünlenmesi ille de bir rastlantıya bağlanacaksa, Yunus’la karşılaşmasını hiçbir zaman unutmamak koşuluyla, ilk rastlantının o rastlantı değil, bu rastlantı olduğu söylenebilir. Rastlantı gibi yüzeysel açıklamalar bir yana bırakılır da kendi anlayışına uygun olarak olayların kökenine inilmek istenirse, onun dilbilim kuramcılığının bu küçük oluntuyla başladığını söylemek gerekir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Yusuf Aksu o günlerde ne ünlenme tutkusuna kapılmıştı, ne de özgün bir dil kuramına öncülük etmeyi düşünüyordu. Bununla birlikte, bir yandan arkadaşlarının, hatta kimi hocalarının soru ya da kışkırtmalarıyla kendisini nerdeyse sürekli biçimde bu alana çekmek istemeleri, öbür yandan, dili bir bildirişimsizlik ya da bildirişimi önleme aracı olarak tanımlamasının daha çok bir meydan okuma içgüdüsünden kaynaklanmasına karşın, şimdi, hocalarını ve arkadaşlarını dinlerken, derslerde salık verilen karışık mı karışık kitapları okumaya çalışırken, unutulmaz dostunun yadsınması olanaksız bir gerçeğe parmak basmış olduğu sonucuna varması, bir başka yandan, şu Saussure denilen adama tanrı gibi tapar görünen kimi hocaların annesinin kafasına daha ilkokulda yerleştirdiği şeyi: bilimin köke inmek olduğu ilkesini yadsır görünmeleri, Yunus’un düşüncesini, bir başka deyişle, kekemeliğin hakkını savunma nedenine yeni bir neden daha ekledi. Elinin altındaki değişik ansiklopedilerde, Yunus’un bile hiç el sürmediği birtakım konuları da araştırmaya girişti. Bu arada, Paris Dilbilim Kurumu’nun daha 1866 yılında dilin kökenine ilişkin araştırmaları göz önüne almamayı tüzüğüne koyduğunu okuyunca, “Bu adamlar toptan pusulayı şaşırmış!” diye söylendi; ünlü kararı adamların altından kalkamayacakları işlere girişme korkularına yasallık kazandırma yolunda bir çaba olarak yorumladı; son günlerde hep çevresinde dolaşan birkaç öğrenciye de aktardı gözlemini.

₺95,95