Kitabı oku: «Yalan», sayfa 5
Bununla birlikte, işi bir kavgaya dönüştürmeyi usundan bile geçirmiyordu. Derslerde de pek öyle sesini yükseltmedi. Yalnız, en fazla üç kez, İngiliz dilbilgisi okutan genç hanım Yunus Aksu’nun görüşlerine ters düşer gibi görünen şeyler söyleyince, kaşlarını çatıp başını sallamaktan kendini alamadı. Daha sonra, nicedir birlikte bir şeyler yiyelim diye dayatan kızlı erkekli bir arkadaş topluluğuna, bir öğle yemeğinde, çok kısa olarak, dilin nasıl yazıdan geldiğini, böylece insanlar arasındaki gerçek ve doğal bildirişimi nasıl önlediğini anlattı. Birkaç kez de, ingilizcesi zayıf olan sınıf arkadaşlarına tüm kitaplarda bulunan kuralları, kimi sözcüklerin yazılışlarını gösterdi, kimilerini uygun tümceler içinde kullandı, kimilerinin yalnızca türkçe karşılıklarını söyledi. Bu arada, dünyanın tüm dillerinde, gerçekte adılların adların yerini değil, adların adılların yerini tuttuğunu vurgulamayı da unutmadı. Böylece, çok kısa bir sürede, tüm fakültede, ingilizceyi üniversite hocalarından, hatta İngilizler’den de iyi bilen öğrenci olarak tanındı; sonra, yavaş yavaş, nerdeyse kendiliğinden, dünya dilbiliminde Türkiye’nin sesini duyurmaya hazırlanan olağanüstü bir genç dilbilimci olarak ünlenmeye başladı.
Ancak, Yusuf Aksu ün karşısında da, ünün sağlayabileceği yararlar karşısında da ilgisizdi. Biraz olağanüstü dilci ününün, biraz da kendisini fakülteye getirip götüren kocaman, parıl parıl arabanın etkisiyle, birtakım kızlar çevresinde dört dönüyordu, bu tür girişimler karşısında da soğuk davrandı. Yunus Aksu’nun ölümünden beri, Mersinli Canan’ın günahını tüm türdeşlerine yükleyerek onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışmaktaydı. Hem de dostunun ölümünün üzerinden epey bir süre geçmiş olmasına karşın, çok yakında ona kavuşacağı duygusu hep canlıydı içinde: ölümün çok yakınlarda olduğunu, her an yakasına yapışmaya hazır durumda, çevresinde dönendiğini duyuyor, hatta, arada bir, derste, yemekte ya da yatakta, ortada hiçbir neden yokken, iyice yaklaştığını, artık ölmek üzere olduğunu sezinler gibi oluyor, “Tamam, Yunus beni yanına çağırıyor!” diyerek bir an, hiç korkmadan, ama soluk da almadan, kekelerken iki hece arasında donup kalmış gibi, kanının bilek damarlarından boşalmasını bekliyordu; kısacası, Yusuf Aksu dünyada daha çok bir konuk gibi görüyordu kendini, yaşamdan bir beklediği yoktu.
Bu nedenle, öğrenimini bitirmesine bilemedin bir buçuk yıl kalmışken, ölüm, kendisi yerine, önce Refika hanımın, onun hemen arkasından da Enis beyin yakasına yapışınca, bir daha fakülteye dönmedi: artık kendisinden diploma bekleyen bir kimse kalmadığına göre, öğrenimini sürdürmenin bir anlamı kalmadığını düşünmekteydi. Buna neden olarak Enis beyin kendisine bıraktığı bir yığın taşınmaz, değişik ortaklık payları ve işyerleriyle ilgilenmek zorunda kalmasını gösterenler de olmadı değil. Doğrusu ilgilendi de. Babasının yaşlı avukatı Münür beyin yardımıyla, tüm ortaklık paylarını paraya dönüştürdü, yalnız Enis beye bağlı olan birkaç işyerini, avukatının uyarılarını dinlemeden, gülünç paralar karşılığında elden çıkardı. Buna karşılık, satılmaları durumunda, Yunus’tan ve Enis beyden bir şeyler gidecekmiş gibi, taşınmazlara dokunulmasına izin vermedi. Aynı biçimde, Maçka’daki evde de hiçbir değişiklik yapmadı, tek koltuğun, tek sehpanın, hatta tek sigara tablasının yerini değiştirmediği gibi, bir şeyler değişir korkusuyla, evde hep ayaklarının ucuna basarak gidip geldi. Sessiz ve kımıltısız kaldığı oranda yitirdiklerine yaklaştığını, buna karşılık, konuşup devindiği, yani kendi ağırlığını duyurduğu oranda onlardan uzaklaştığını sezinlediğinden olacak, izlerini silmemeye özen gösterdi. Buna bir değişiklik denilebilirse, evde yaptığı tek değişiklik annesiyle Enis beyin odasını erişilmez kılmak oldu: Enis bey “Yunus’un evi”ni nasıl kapattıysa, o da öylece kapattı onların odasını, hiçbir şeye dokunulmasına, hatta yatağın yapılmasına bile izin vermeden, kapısını dikkatle kilitleyip anahtarını masasının gözündeki küçük kasaya sakladı.
Kendisi de onların zamanındaki gibi yaşadı. Dışarıya çok az çıkmasına karşın, her sabah sakalını özenle kazıdı, her akşam ve her sabah dişlerini fırçaladı, yemeklerini, Enis beyin ve Refika hanımın yaşadığı günlerdeki gibi, gene büyük masada, kendi yerinde yedi, salonun uzantısı durumunda olan kitaplıkta, gene her zamanki yerine yerleşip ansiklopedilerini karıştırdı, yabancı radyoları dinledi, değişik dillerin dilbilgilerine daldı, kendi yatak odasında yatmayı hep sürdürdü; ancak, hem Enis beye saygısından, hem de onu orada bulamamanın acısına katlanamamaktan korktuğundan, Yunus’un evine hiç çıkmadı; çıkmak şöyle dursun, kapısının önünü kapatan dolaplara bile dokunmadı. Evde öteden beri çalışan uşaklardan, hizmetçilerden, aşçı kadından, kapıcı Vartan efendiden hiç yakınmadı. Uşakların ve hizmetçilerin çoğu yaşlıydı, kimileri öldü. Ölüm çok acı olduğu ve başka bir ölümü anımsattığı için, Yusuf Aksu zorunlu olmadıkça yeni uşak almadı. Bu arada, Cadillac’tan artık çok az yararlanmakla birlikte, şoför Ahmet efendinin aylığını hep ödedi. Yaşlı adam, tıpkı eskisi gibi, bir başka çağı düşündüren özel kılığı içinde, hep bekledi aşağıda. Ama Yusuf Aksu’nun şaşmaz bir biçimde kendisine gereksinim duyduğu günler yalnızca bayram günleriydi. Yunus’un, Enis beyin ve Refika hanımın yan yana sıralanmış mezarlarının başına dikilip uzun süre, ama bir fatiha bile okumadan, öylece duruyordu; neden sonra, bacakları bedenini taşıyamayacak kadar yorulunca, arabaya dönerek Ahmet efendiye Edirnekapı’ya çekmesini söylüyor, bu kez de Merkez Efendi’de, anneannesiyle teyzesinin mezarlarının başında dikiliyor, en sonunda, bayağı uzun bir süre, babasının mezarını arayan bir çocuk gibi, mezarlar arasında dolaşarak taşlarının yazılarını okuyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yalnızlığının ilk zamanlarında, arada bir koca Cadillac’la dolaşmaya çıktığı da oldu, ama, nereye giderse gitsin, insanların sürekli üzerine dikilen şaşkın ve düşman bakışları onu hem ürküttü, hem yaşamdan uzaklığını kesinledi. Gittikçe kalınlaştırdı kabuğunu.
Oysa, yaşamını biraz olsun renklendirme konusunda çözüm önerenler yok değildi. Örneğin babasının emektar avukatı Münür bey bunlardan biriydi: işlerinin yönetimini kendi yorgun omuzlarından alması için sürekli dil dökmekteydi. Ancak, en kararlı ve en coşkulu görüneni annesinin çalıştığı okuldaki en yakın arkadaşı Sulhiye hanımdı. Sulhiye hanım Refika hanımın Enis beyle evlenmesinden sonra da birkaç kez gelmişti Maçka’ya, ama, ölümünden sonra, nerdeyse her hafta gelmeye başladı. Her gelişinde Yusuf Aksu’yu karşısına alıp oturuyor, onun için bir ikinci anne sayılabileceğini vurguladıktan sonra, yaşamının yönetimi konusunda öğütlere girişiyordu. Başlıca öğüdüyse, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, bir an önce doğru dürüst bir kız bulup evlenmesiydi; böylece, hem yalnızlıktan kurtulur, hem babasının adını yaşatır, hem de adamcağızın bıraktığı büyük servetin ileride devlete kalmasını önlerdi. Söylediğine göre, bilgili, görgülü, namuslu, eli yüzü düzgün birkaç aday tanıyordu; isterse, kendisini onlarla görüştürebilir, bir tanışma dönemi geçirmelerini sağlayabilirdi. Ne var ki, önerisini her yineleyişinde, Yusuf Aksu, saygılı ve kararlı bir biçimde, şimdilik evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Sulhiye hanım da fazla üstelemedi. Bir süre, gelip gitmelerini seyrekleştirdi, evlenme konusuna da hiç dokunmadı. Sonra bir gün yepyeni bir öneriyle geldi: tanıdıklarından okumuş bir kız, tıpkı kendisi gibi, anasını ve babasını birbiri ardından yitirdikten sonra, sözcüğün tam anlamıyla ortada kalmıştı, ne bir gelir kaynağı vardı, ne oturacak bir odası. Ufak bir ücretle yanına alacak olursa, kızcağız her işine bakar, evini düzene sokar, uşak ve hizmetçileri denetim altında tutardı. Yusuf Aksu kızcağızı böyle bir işte çalıştırmaktansa, kendisine yardımda bulunmayı önerdi. Ancak, Sulhiye hanım “Burada olursa, gözüm arkada kalmaz,” diye dayattı, bu arada, sanki bir ayrıcalık söz konusuymuş gibi, ikide bir, “Adı Necla’dır,” diye yineleyip durdu. Öyle çok yineledi ki Yusuf Aksu boyun eğmek zorunda kaldı.
Ne var ki, sıradan ve üstü başı dökülen bir hizmetçi kız beklerken, güzel giyimli, alımlı çalımlı, ekonomiden politikaya, neden söz açılsa, kendi yorumunu getiren, bu arada, solculara atıp tutmak konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan, güvenli havasıyla insanı ezen bir hanım buldu karşısında. Elden geldiğince uzak durdu ondan, yanına gelip söyleşime girişmek istediği zamanlarda da işi başından aşkınmış gibi davrandı. Buna karşın, aradan iki hafta geçmeden, bir gece, uykunun en tatlı yerinde, çırılçıplak yatağında buldu onu: pijamasının altını çıkarmış, üstünü de çıkarmaya çalışıyordu. Tepeden tırnağa titredi. “Ne oluyor? Siz kimsiniz? Nerden geldiniz?” diye sordu yüksek sesle. Kız parmağını dudaklarına bastırdı, “Yavaş! Bütün evi uyandırmak mı istiyorsun?” dedi. Yusuf Aksu kiminle karşı karşıya olduğunu o zaman anladı, hemen çıkıp gitmesini söyledi ona, istediği de buydu. Ama Necla oralı bile olmadı, kulağını dudaklarının arasına almaya çalıştı, “Sen sus, hiçbir şeye karışma,” diye fısıldadı, “Sen öyle dur, bana bırak her şeyi.” O da boyun eğdi sonunda, çırılçıplak kaldı, kendisinden istendiği gibi, hiçbir şeye karışmadan, öylece durdu, beklenmedik konuğunun bir yandan elleri, bir yandan dili ve dudaklarıyla, bedeninin her yanını öpüp okşayışını dinledi. Karşılık vermedi, dudaklarını dudaklarına yapıştırmaya kalkmadıkça, fazla bir tepki de göstermedi. İçinde tuhaf bir korku vardı, yüreği de kötü çarpıyordu, bu yüzden fazla bir haz duymuyordu; ancak bu gittikçe hızlanan dokunuşlar çok da kötü gelmiyordu. En iyisi kızın kendisini karşılık vermeye zorlamaması ve artık hiç konuşmaması, kendini nerdeyse tüm varlığıyla devinimsiz bedenini okşamaya vermesiydi. “Tanrım, çok geç uyanıyorsun!” diye söylendiğini duydu bir ara, bir süre sonra da “Ama hiç uyanmıyor da değilsin, işte uyanıverdin!” dediğini, hemen arkasından da, kendisi bacaklarını karnına doğru çekerken, en sonunda kollarını gevşeterek, “Olamaz! Boşalıverdi!” diye inlediğini işitti, yüzünü duvardan yana döndü. Ama kız yılmadı, eğilip yanağını öptü, “Sen sıkma canını, bunun yarını da var!” diye fısıldadı kulağına.
Ertesi gece de, sonraki gecelerde de geldi. Üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaptı, üç aşağı beş yukarı aynı sonuçları aldı, aynı sözcükleri yineledi: “Geç uyanıp erken boşalıyorsun, ama sıkma canını, bunun yarını da var!” Gündüz, evin adamları arasında gidip gelirken, kendisine, genellikle kendi uygun bulduğu saatlerde, çay ya da kahve getirdiğinde ya da yakınında bir koltuğa ilişip solcuları çekiştirirken, gece karşılaştığı başarısızlık hiç keyfini kaçırmamış gibi görünüyordu; tam tersine, anlatılmaz bir şenlik havası yayıyordu çevresine; bu yüzden olacak, kadın, erkek, herkes kendisine hayrandı evde, elini sıcaktan soğuğa vurdurtmamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yusuf Aksu’ya gelince, yatağına geldiği ilk geceden beri, onu her görüşünde başını önüne eğmesi bir yana, avukatından kapıcısına, bir insanla karşı karşıya geldiği her seferde, o gece yatağında olanlar gözlerinden ellerine her yanında açık açık okunuyormuş gibi, yüzünün kızardığını duyuyor, en sıradan soruları yanıtlarken bile Yunus gibi kekeliyor, yatak odasının kapısını kilitlemeye karar veriyordu. Annesi onu cinsel konulardan hep uzak tutmuş, mutlu olmak istiyorsa, kadın ardından koşmamasını, özellikle de erkek düşkünü kadınlardan uzak durmasını yinelemişti hep, o da öğütlere uymuştu. Üstelik, Yunus’un kendini öldürdüğü günden beri kadınlara gücül düşmanlar olarak bakmaktaydı. Gelişlerinden çok hoşlandığını söylemek de zordu. Uykunun en derin yerinde çırılçıplak yatağına dalması, bedeninin her yanında dilini ve dudaklarını gezdirmesi tüylerini diken diken etmişti her zaman, gelmekten vazgeçse, sevinirdi, rahat rahat uykusunu uyurdu. En azından, o yatağındayken hep böyle düşünüyordu. Buna karşılık, gündüzleri, çalışma odasında kitap karıştırırken, salonda otururken, geceleri, yatağında, uykuya dalmadan önce, ikide bir onu düşlemeye başlıyor, kolay kolay da bu düşten sıyrılamıyordu: kimsesiz kız, dili, dudakları, göğüsleri, elleri, kalçaları ve bacaklarıyla kolay kolay veremediği, verince de nerdeyse başlamadan biten hazzı bu yarı uyanık düşlerde veriyordu ona: beden kısa sürede uyanıp geriliyor, gerginliği de bayağı sürüyordu. Öyle ki Yusuf Aksu aynı şeyin o yatağa gelince de süreceğine inanmaya başlıyor, bir kez daha, kapısını açık bırakıyordu. Ama bir kez bile gerçekleşmedi umduğu. “Bu iş ancak bu kadar olur,” diye düşündü. Ondan aldığı, daha doğrusu onun zorla verdiği hazzın başka kadınlardan alabilecekleri konusunda iyi bir ölçüt olduğunu düşünmekten de kendini alamadı, her geçen gün biraz daha soğuk davrandı ona, hiç böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, arada bir terslediği bile oldu. Böylece, kısa sürede tüm evin gözdesi olan Necla hanım bir sabah erkenden sokağa çıktı, akşamüzeri Sulhiye hanımla birlikte döndü, evde nesi var, nesi yoksa hepsini topladılar, hiçbir açıklamada bulunmadan alıp gittiler. Bir daha da ortalarda görünmediler. Yusuf Aksu bir süre bekledi, gergin düşleri birkaç ay eskisinden de güçlü bir biçimde sürdü, sonra, yavaş yavaş, hem zayıfladı, hem seyrekleşti, sonra her iki kadın da çıkıp gitti düşüncesinden: böyle şeyler hiçbir zaman fazla çekmemişti onu.
Alışılmış düzenine geri döndü böylece, her şey değiştikten sonra, o pek bir şey değişmemiş ya da değişmeyen yalnızca nesneler ve alışkılarmış gibi davrandı, ölüm düşüncesi de yavaş yavaş yakasını bıraktı. Dışarıdan bakılınca, bundan hoşnutmuş, evin eski düzeninin ve eski görüntüsünün sürmesi kendisini mutlu etmeye yetiyormuş gibi görünüyordu: günlerce, pencereden denize ve karşı kıyılara bile bakmadan, sanki ivedi yetiştirilmesi gereken bir çalışma hazırlarcasına ansiklopedilerle oyalanması, dünyayı sarsacak bir olay bekliyormuş gibi yabancı radyo istasyonlarını dinlemesi de bunu kanıtlar gibiydi. Üzerine birdenbire koyu bir sis gibi çöken yalnızlığın yaşamında açtığı boşluğu bunlarla dolduruyordu. Ayrıca, denilebilirdi ki, ansiklopedi de, yeni diller de, yabancı radyolarda onda biri anlaşılıp onda dokuzu anlaşılmayan konuşmalar da birer kekelemelik edimiydi, dolayısıyla, çok yetersiz bir düzeyde bile olsa, Yunus’la özdeşleşmenin değişik biçimleri olarak değerlendirilebilirdi. Bununla birlikte, Yunus’la özdeşleşmenin kekelemeden sonra en anlamlı ve en ilginç biçimi kendi deyimiyle “kuşların konuşmalarını dinlemek”ti belki.
Bir mayıs günü, akşamüstü, uzaktan denize ve karşı kıyılara, yukarıdan apartmanın kocaman bahçesine bakan bir pencerenin önünde, dalgın dalgın otururken, nerdeyse kendiliğinden başlamıştı bu alışkanlık. Yunus’un kuşların dili çevresinde söyledikleri hep usundaydı, onun her sözü gibi bu sözlerine de hâlâ inanıyordu, ama Yunus gibi o da inandığının doğruluğunu denemeyi hiçbir zaman düşünmemiş, o da çevresindeki canlı kuşlara hiç mi hiç ilgi duymamıştı. Ancak, o akşamüstü, pencerelerde, bahçede, damların ve denizin üstünde, özellikle denizin üstünde, öyle çok kuş vardı ki, öyle çok gidip geliyor, öyle çok ve öyle canlı, öyle sevinçle ötüyor, birbirlerine sesleniyor, birbirlerini yanıtlıyorlardı ki ilgisiz kalmaya olanak yoktu, o da etkilendi ister istemez, her şeyi unutarak onları izlemeye başladı. “İstanbul’da bu kadar çok, bu kadar değişik kuş bulunduğunu bilmezdim,” dedi kendi kendine. “Ne bu böyle? Kuşların bayramı mı bugün?” Kalktı, pencereyi açtı, uzakta, denizin üstünde dönenen martıları, kimi zaman uzaktan, kimi zaman çok yakından uçan, ok gibi içeriye dalacakmış gibi yapıp son anda yön değiştiren kırlangıçları, bahçede, yerde, dallarda, oraya buraya atlayan serçeleri, sakaları, çalıkuşlarını, sığırcıkları, kumruları, güvercinleri, kargaları hayranlıkla izledi. Nereden geldiğini bilmediği, belki de insanlığın dil öncesindeki arılık dönemlerine bağlanan bir özlemle başı döndü. Aynı anda, uçsuz bucaksız ve göz kamaştırıcı bir aydınlıkta, kuş seslerinin aydınlığında buldu kendini, gözlerini yumdu, öyle durup kuşların sesini dinledi bir süre, “Evet, Yunus haklı, Yunus yerden göğe haklı: kuşlar konuşuyor işte, ama bu konuşmadan da fazla bir şey,” diye söylendi. “Fazlasıyla fazla bir şey!” Fazla olan neydi? Tüm kuşların ortak ezgisi mi, doğanın mayıs dinginliğinin etkisiyle kuş konuşmalarının ezgiye dönüşmüş biçimi mi? Fazla oyalanmadı bunun üzerinde. Doğa hiçbir zaman fazla ilgilendirmemişti onu. Kuşların konuştuğuna inandığına göre, doğada doğal olmayanı daha ilginç bulduğu da söylenebilirdi. Gerçek olan bir şey varsa, o da bu şenlik karşısında büyülendiği, kendini her şeyden soyutlanmış, Yunus’un yokluğunun acısından bile uzaklaşmış olarak bu seslerin odağında bulduğu ve burada kalmaktan başka hiçbir şey istemediğiydi. Kaldı da, uzun süre kaldı. Mutfak yanında bir ayak sesi işitip de gözlerini açtığı zaman, güneş batmış, ortalık kararmaya yüz tutmuştu, dışarıdan değil de kendi içinden geliyormuş ya da yalnızca gözkapaklarının açılıp kapanmasına bağlı bir oyunmuş gibi ezgi de yok oluverdi. İçini çekti. Aynı anda, önündeki pencerenin pervazından daha önce hiç görmediği iki ak kuş havalandı, bir çift ışık çizgisi gibi, yan yana, birbirine değecek kadar yakın, ok gibi uzaklaşıp göğün mavisinde siliniverdiler. Yusuf Aksu gözlerini gökyüzünde dolaştırdı, pencereden eğilip bahçenin ağaçlarına baktı. Nerdeyse tüm kuşlar ortadan çekilmişti. “Olur şey değil!” diye mırıldandı, şurada en az iki saattir yaşadıklarının yalnızca bir düş olup olmadığını düşündü.
Gene de, o günden sonra, kuşlar hep çekti ilgisini, radyo dinlerken, ansiklopedi karıştırırken, koltuğunda uyuklarken, güvercin kuğurdaması bile olsa, şöyle biraz canlı, biraz farklı bir kuş sesi işitti mi nereden geldiğini ve kuşun bu sesi çıkarırken ne yaptığını anlamaya çalıştı. Bu arada, örneğin güvercinlerin ya da kumruların karşılıklı ötüşlerine eşlik eden devinimlerin anlamını çözmekte hiç zorlanmadı, konumlarını kendisininkinin tam tersi olarak nitelediği de çok oldu. Ama, belki de yalnızca konuşmanın varlığını saptadığı, hiçbir zaman tümce ya da sözcük düzlemine inmediği için, hiçbir biçimde bir üzüntü nedeni çıkarmadı bu karşılaştırmadan. Buna karşılık, kimi geceler, ama ayda yılda bir kez, çok yakınlarda bir yerlerde, birbirine saniyesinde yanıt veren iki görünmez kuşun ince, yumuşak, anlaşılmaz söyleşisi karşısında gözleri yaşardı her zaman, görünmediklerinden olacak, tüm ilişkileri bu seslerdeymiş, bu seslerle yalnızca konuşmakla kalmıyor, aynı zamanda oynaşıyor, sevişiyorlarmış gibi bir duyguya kapılıyor, onların sesini işitti mi her şeyi bırakıyor, sabaha kadar da konuşsalar dinliyordu. Nerdeyse bir dostluk gereğiydi bu, çünkü, ona öyle geliyordu ki, bu iki kuş olsa olsa kuş bayramı diye nitelediği gün pencereden bir ok gibi fırlayarak göğü delip geçen ak kuşlar olabilirdi. “Yunus’un kuşları,” diye söyleniyordu.
Yusuf Aksu o günden sonra hep dinledi ve izledi kuşları. Ancak, onlar da dünyaya bağlayamadı kendisini: hâlâ arada bir ölümün geldiğini duyarak soluğunu tutup elleri göğsünde, öylece beklemesi, beklediği gerçekleşmeyince, derin derin göğüs geçirerek ıslak gözlerini silmesi göz önüne alınınca, bu koca evde kendini yalnızca bir konuk olarak gördüğü, hiçbir şeyi bozmamaya özen göstermesinin de bundan kaynaklandığı düşünülebilirdi. Enis beyin emektar avukatı Münür bey, iş görüşmelerine geldiğinde, babasının, şimdi de kendisinin bir dostu olarak, onu biraz silkelemeye çalıştı, biraz açılmaya zorladı, kimi işlerin çözümü için birlikte çıkmayı önerdi, tasarılarını öğrenmeye, yaşamına birtakım amaçlar sokmaya çalıştı, ama çabaları sonuç vermedi. Bu arada, gerek kolejden, gerek Edebiyat Fakültesi’nden birtakım eski sınıf arkadaşları arasında, kapısını çalanlar da oldu. Bunlara arkadaş denilebilirse, kolejdeki arkadaşlarının, kimileri sonradan konduğu büyük servetin başında ne yaptığını öğrenmek, kimileri ortak iş önermek, kimileri kendisini bir yakınıyla başgöz edip yalnızlıkta boğulmasını önlemek, çok azı da, hiç değilse görünüşte, büyük dostunun unutulmaz anılarını canlandırmak istedi; Edebiyat Fakültesi’nden gelen arkadaşlarıysa, konuşmayı daha çok bilimsel konulara doğru çekiyorlardı. Hepsine de iyi davrandı. Ama hiçbiri ilgisini çekmiyor, hiçbiri içinde bir sevinç kıpırtısı uyandırmıyordu; tam tersine, hepsi de Yunus’un yokluğunu her zamankinden de acı bir biçimde duyurmaktaydı. Yavaş yavaş, özellikle lise arkadaşlarından başlamak üzere, kapısını herkese kapatmaya başladı. Edebiyat Fakültesi’nden ayrılmasından şöyle böyle üç yıl sonra, evde çalışanlar ve işlerini yürüten avukat dışında, hiç kimseyle görüşmez oldu.
Ne olursa olsun, Amerikan Koleji’ndeki arkadaşları adını daha çok Yunus Aksu’dan söz ettikleri zamanlarda ya da sözü Yunus Aksu’ya getirmek için anarken, Edebiyat Fakültesi’ndeki arkadaşları bambaşka bir yol izlediler: hem yalnızca kendisi olarak, hem de gittikçe artan bir saygıyla, nerdeyse önlerini ilikleyerek andılar onu, ne zaman bir hoca dersi biraz karışık anlatsa ya da ingilizce bir sözcüğü yanlış söylese, ne zaman arkadaşlarından biri olmayacak bir saçmalık yapsa, ne zaman dilin doğasından ya da yapısından söz açılsa, İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencileri hemen onun benzersiz bilgisine ya da konuya mantığın damgasını vurduğunu düşündükleri kuramına ilişkin öykülere giriştiler. Hem de bunu öyle sık ve öyle bir coşkuyla yaptılar ki gelenek kendisini doğrudan tanımış öğrencilerin bölümü bitirmelerinden, kendisine ders vermiş olan kimi hocaların emekliye ayrılmasından sonra da sürdü; üstelik, ünü hem fakülte sınırlarını aşarak çok değişik öbeklere yayıldı, hem de, örneğin fazla bilgili ve fazla yaratıcı bir öğrenci olması nedeniyle ileride karşılarına bir profesör olarak çıkmasından çekinen kıskanç ve yeteneksiz hocalarca bölümden ayrılmak zorunda bırakıldığı gibi temelsiz söylentilerle zenginleşerek yeni boyutlar kazandı. Bu arada, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, ünü yaygınlaştıkça görüşleri konusundaki yetersiz bilgiler her geçen gün biraz daha bulanıklaştı. Ne var ki, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bırakmasından yirmi yıl sonra bile, fakülte içinde ve dışında, gerek üniversitenin gerçek üniversite olduğu günleri özlemle anımsayanlar, gerek Türk bilim adamlarının Batılı bilim adamları yanında ezilmeyeceği parlak bir bilimsel gelecek düşleyenler için, Yusuf Aksu aynı zamanda hem göğüs kabartan, hem iç sızlatan bir söylendi.
Ama o her geçen yıl biraz daha içine kapalı, biraz daha yalnız, biraz daha yaşlı bir adam olmakta, bulanık ününden tümüyle bağımsız bir yaşam sürmekteydi. Yalnızlıktan haz duyuyordu sanki. Maçka’daki daireler boşaldıkça, sırf yeni insanlarla karşılaşmak korkusuyla, kapıyı kapatıp anahtarını masasının dolabına atıyor, bunları bir daha kiraya vermediği gibi arada bir şöyle bir dolaşıp bakmayı bile düşünmüyordu. Bu arada, yıllar yılı insanların dilini küçümsedikten sonra, yazgının bir çelişkisiyle, koltuğunda otururken, kitaplıktan bir ansiklopedi cildi alırken, radyo dinlerken, hatta yatağında yatarken, kendi kendine konuşmakta olduğunu ayrımsayarak irkiliyor, ama, irkilme nedeni önemini saniyesinde yitirmiş gibi, gene yüksek sesle, “Ne oluyor? Yoksa deliriyor muyum?” diye soruyordu. Delirmiyordu kuşkusuz, alışılmış yaşamını sürdürüyordu. Bununla birlikte, kimi zorunlu durumlarda, on beş yirmi yıl öncesinin giysileriyle büyük kapıdan çıkıp da emektar Cadillac’a yöneldiği zaman, insanlar bir hortlak görmüş gibi irkiliyor, çocuklar en çekici oyunlarını bile bırakıp birbirlerine, “Adam sokağa çıktı!” diye seslenerek içlerinde incecikten bir ürpertiyle arabaya yaklaşıyorlardı. Bereket, Yusuf Aksu’yu dilbilimci ünüyle tanıyanlar kendisini bir üniversite öğrencisi olduğu zamanlardaki gibi, önünde çok parlak bir gelecek bulunan, genç bir bilim adamı, yani ünüyle uyumlu bir kişi olarak düşünmeyi sürdürüyorlardı.
Uluslararası Dilbilim Günleri’nin gerçekleşmesi kesinleştikten sonra, ne pahasına olursa olsun, onun bu günlere katılmasını sağlamaya karar veren genç doçent Tamer Altınsoy da Yusuf Aksu’yu yalnızca bir söylen olarak tanıyanlardandı. Bu nedenle, uzun araştırmaların ardından, Maçka’daki apartmanı bulduktan sonra, kapıcıya ve hizmetçiye dökülen diller, avuçlarına sıkıştırılan okkalı bahşişler yardımıyla, pek öyle herkese açılmayan kapısından girerken, bin yıldır kapalı kalmış bir tapınağa giriyormuş gibi bacakları titredi; pencereleri yüzyıl başlarından kalma koyu kırmızı kadife perdeler arasından Kızkulesi’ni aşarak Salacak’a ve Sarayburnu’na bakan görkemli salonda, kocaman bir koltuğun ucuna iliştikten sonra da uzun süre yenemedi titremesini. İlk dakikalarda, gerek kendisini karşılayan kır saçlı, uzun bacaklı adamın kötü onarılmış robot yürüyüşüne, diz verip kısalmış pantolonuna ve koltuk altları sökülmüş, lekeli, kalın balıkçı kazağına, gerek anlamsız yanıtlarına ve çocuksu tepkilerine bakarak doğru yerde, ama yanlış adam karşısındaymış gibi bir izlenime kapılarak ürperdi. Sonra, yavaş yavaş, nicedir yabancılardan uzak duran Yusuf Aksu ürkek ve şaşkın davranışlarının, özellikle de bakımsız giyiminin yaptığı çağrışımın etkisiyle güvene gelerek daha candan davranmaya başladıkça, o da ilk bakışta yoksulluk, sakatlık ve alıklık izlenimi uyandıran bu belirtilerin gerçekte birer alçakgönüllülük ve bilgelik göstergesi olduğunu düşündü, sol yanda büyük boy kitaplarla dolu, kocaman kitaplıkta, görkemli bir masanın ve antika sehpaların üzerinde kimi açık, kimi kapalı, üst üste, yan yana duran, kocaman ciltli kitapların varlığından da kendi özgün kuramını geliştirme yolundaki araştırmalarını sürdürdüğü sonucunu çıkardı. Önerisini yapmanın tam zamanı olduğunu düşündü.
Yusuf Aksu, öğrenciliğinde, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, dil konularına büyük bir ilgi gösterdiğini, ama hiçbir zaman kendi başına bir kuram oluşturmaya yeltenmediğini söyledi; dilin kökeni ve yazıyla ilişkileri üzerine “ufak tefek birtakım kişisel gözlemleri” bulunmakla birlikte, “alaylı” niteliğiyle büyük bilim adamları arasında “sırıtacağını” belirtti, Uluslararası Dilbilim Günleri’ne katılma önerisini kesin bir dille geri çevirdi. Ancak, bu saygılı, güler yüzlü, iki dirhem bir çekirdek adamın evin değişmez ortamında serin bir hava estirdiğini, ona pek benzemese bile, gençliği, aklığı ve ufak tefekliğiyle uzaktan uzağa Yunus’u çağrıştırdığını düşünüyor, sözü üniversiteye ve burada yarattığı büyük etkiye getirmesi hoşuna gidiyordu. Kendisi de şaştı buna: bunca yıldır çevresinde evde çalışanlar ve baba dostu yaşlı avukat Münür bey dışında, kimsecikleri görmüyordu; yalnız birkaç yıl önce, Vartan efendinin ölümü üzerine, Münür beyin Müslüm adında orta yaşlı, ama tıpkı Vartan efendi gibi çocuksuz bir kapıcı bulmasından, onun ardından artık çok yaşlanmış olan aşçının da değişmesinden sonra, tüm yaşamı altüst olmuş gibi bir duyguya kapılmış, bu iki sıradan yardımcıya alışmakta bile güçlük çekmişti. İlk kez gördüğü bir yabancıdan hoşlanacağını hiç sanmazdı, ama durum ortadaydı işte: belki yalnızlık çok uzun sürdüğünden, belki yaşlanmaktan, belki Yunus’la dolup taşan gençlik anılarının büyüsünden, belki de gelen konuk canayakın ve içten göründüğünden, yavaş yavaş gevşedi, hem, karşısındakinin de ikide bir kesinlediği gibi, bilgisinin ötekilerinkine göre daha sağlam ve daha yeterli olabileceğini düşündü, hem de aracı böylesine kibar ve dürüst bir bilim adamı olunca, topluluk karşısına çıkmayı pek de aykırı görmemeye başladı. Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un, “Sizin yazı ile dilin ilişkisi konusundaki özgün düşünceleriniz kimi belleklerde yer etmiş, ama yalnızca kimi belleklerde ve bulanık bir biçimde; bunu somutlaştırmak bir yurttaşlık, hatta insanlık görevidir,” demesi üzerine, hem koltukları kabardı, hem de bir zamanlar Yunus’un kendi görüşlerini benimsetmek için nasıl çırpındığını anımsayarak genç adamın istediği bildiriyi sunmanın gerçekten bir görev sayılabileceğini düşündü, “Evet, ben ve arkadaşım van Ginneken’in kuramını temellendirmeye ve geliştirmeye çalışmıştık,” dedi.
Doç.Dr. Altınsoy bu adı hiç duymamıştı, hemen defterine yazdı, sonra övgünün oranını yükselttikçe yükseltti. Yusuf Aksu duygulandı, kendini Yunus’un yaşadığı günlerde bulur gibi oldu; daha da önemlisi, bu görev kendisinden değil de Yunus’tan isteniyormuş gibi bir duyguya kapıldı; bayağı yumuşadı. Sonunda, direnci tümden kırıldı, konuyu düşüneceğini söyledi. Genç öğretim üyesinin üçüncü gelişinde, daha önünde dört buçuk ay gibi uzun bir süre bulunduğunu, dolayısıyla kararını her an değiştirebileceğini düşünerek “Peki, sizin dediğiniz olsun,” dedi. O gittikten sonra, oturup görüşlerini kâğıda dökmeyi denedi, bu amaçla bir sürü ansiklopedi karıştırdı, ama, tarih dersindeki tartışmanın olduğu gibi gözlerinin önüne gelmesine, Yunus’un varsayımlarını ve karşı-tanımlarını çok iyi anımsamasına karşın, alışkanlığını yitirdiğinden olacak, tek satır yazamadı. “Günümde değilim bugün,” diye düşündü; birkaç gün sonra bir kez daha denedi, gene olmadı. “Olsun, nasıl olsa hepsi belleğimde, hatta dilimin ucunda,” diye düşündü, sonra tümden unuttu konuyu.
Görüldüğü gibi, Yusuf Aksu’nun Southampton Üniversitesi’nden gelmiş bir yaşlı profesörle İngiliz uyruklu bir hanım okutman ve Amerika Birleşik Devletleri basın ataşesinin de katılımı sağlandığı için uluslararası olarak nitelenen bu dilbilim toplantılarına rastlantıyla katıldığını ya da, gene rastlantıyla, birdenbire ünlendiğini söylemeye olanak yoktu. Hiç kuşkusuz, ünü o güne dek hem çok sınırlı, hem yalnızca sözel bir ündü: bilindiği kadarıyla, ne gazetelerde adı geçerdi, ne dergilerde; ancak, biraz da Doç.Dr. Altınsoy’un girişimleri sonucu, toplantının ikinci günü, yani bildirisini sunacağı gün, iki büyük gazete kendisinden “efsanevi dilbilimci” diye söz etti, bir başkası “büyük Türk dilbilimcisi emekli profesör Yusuf Aksu” diye andı; ayrıca, gazetecilerin, açılışlar ve şölenler dışında, bu türlü toplantılara pek uğramamalarına ve geceden beri ortalığı sele veren zorlu bir kasım yağmurunun ulaşımı altüst etmiş olmasına karşın, uzmanlara ve izleyicilere ayrılan sıralar gibi basına ayrılan sıraların da tümden dolmuş olması sözel ününün bayağı etkili olduğunu ya da, Doç.Dr. Altınsoy ve dostlarının katkısıyla, birden büyüyüverdiğini kanıtlıyordu; çünkü, ikinci sırada, sırtında modası geçmiş, üstelik oldukça yıpranmış bir kahverengi ceket, boynunda sıkıca bağlanmış bir incecik kravat, gözleri ürkek ve şaşkın, kendisini bu toplantıya nerdeyse zorla getirmiş olan genç doçentin yanında büzülüp otururken, kimileri gelip saygıyla elini sıkıyor, kimileri yanındakilere onu göstererek adını fısıldıyordu. Ama o, tıpkı sokakta bıyıklı adamlardan korktuğu günlerdeki gibi, tüm bu insanlardan çekiniyor, kendi evinde güleç bir insanla görüşmekle yabancı bir ortamda kalabalık içine çıkmanın aynı şey olmadığını düşünüyor, genç adamın güzel sözlerine kandığı için kendi kendine kızıyordu. Oturumun başkanlığını yapan keçi sakallı profesör “Şimdi tarih içinde yazı ve dil arasındaki ilişkiler konulu bildirisini sunmak üzere büyük hocamız sayın Yusuf Aksu’yu kürsüye çağırıyorum; hocamızın Türk dilbilimindeki önemli yerini herkes bilir; bu nedenle, kendisini ayrıca tanıtmayı gereksiz buluyorum,” dediği zaman, tüm salon güçlü bir akımla dalgalandı, sonra, uzun ve coşkulu alkışların ardından, derin bir sessizliğe gömüldü.