Kitabı oku: «Yalan», sayfa 6
Yusuf Aksu, genç doçentin dürtmesi üzerine, korka korka doğruldu, sonra, kulaklarında yalnızca kendi ayak sesleri, bozuk robot yürüyüşüyle kürsüye doğru ilerledi. Kürsüde, tüm bedeninin zangır zangır titremekte olduğunu ayrımsadı, en az bir dakika süresince, yerine dönmekle bildirisine başlamak arasında duraladı; sonra, birdenbire, Yunus gibi kekelemeye başlayacakmış, hatta, daha şimdiden, için için kekeliyormuş gibi bir duygu uyandı içinde; aynı anda, ak kâğıt üstüne kara kalemle yazılmış gibi, belleğinde, daha da iyisi, gözlerinin önünde, Yunus’un tümceleri belirdi, birden rahatladı. Kalmaya karar verdi. Sağ elindeki kâğıt tomarını açıp önüne koyarak kaçmasını önlemek istercesine parmaklarını uçlarına bastırdı, bu tomara doğru eğildi, en ufak bir saygı girişi yapmadan, “İnsanoğlu uygarlık yolunda dev adımlarını atmaya başladığı zaman, henüz konuşmasını bilmiyordu, ama yazmayı ve okumayı biliyordu,” dedi. Durdu, başını kaldırdı, sanki az önce elleri titreyen adam kendisi değilmiş gibi, meydan okumak istercesine, ön sırada oturanlara baktı, “Dilciler genellikle tersini söylerler, ama yazının resimden çıktığını benimsiyorsak, eklemlenimli dilden önce yaratıldığını da benimsememiz gerekir,” diye sürdürdü. Yunus’un sözlerinin gerisi de sözcük sözcük belleğindeydi, gene de duraladı, az önce söylediklerini pekiştirmek için, coşkulu bir kekeleme içinde, Yunus’un bir tümcesi daha geldi diline: “Okumayı ve yazmayı demiyorum, yazmayı ve okumayı diyorum,” diye ekledi.
Tam bu anda, ön sıralardan arka sıralara doğru bir başka dalgalanma başladı. Toplantının başlıca düzenleyicilerinden olan seksen sayfalık Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı yaşlı profesör kızgın bir at gibi ayağını yere vurdu, “Korktuğum başıma geldi: bilimi bırakıp soytarılığa başladık!” diye homurdandı; yaptığı açıklama üzerine, yanındaki Southampton’lı profesör de şaşkınlık ve kızgınlıkla ellerini havaya kaldırarak kendi dilinde bir şeyler geveledi; Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı ayağa kalktı.
“Peki, yazısız toplumlara ne diyorsunuz?” diye bağırdı. “Yazının y’sini bilmeden bülbül gibi konuşan ilkel toplumlar ne oluyor?”
Yusuf Aksu gözlerini yaşlı profesöre dikti, bir süre korkunç bir hüzünle, acır gibi süzdü adamı, gözlerini gene kâğıtlarına çevirdi, hiç sesini yükseltmeden, Yunus’un yıllar önce türkçe öğretmenine verdiği yanıtı yineledi.
“Sayın hocam, yo… yo… yoksa siz ilkel toplumların tarih öncesinden beri, Tanrı’nın bıraktığı yerde, hep aynı ilkel topluluklar olarak durduğunu mu düşünüyorsunuz?”
Yaşlı profesör yanıtın mantığını da, amacını da anlamadı, ama, altta kalmak istemediğinden, sesini daha da yükseltti.
“Hayır, ama bu toplantı resmi bir toplantıdır, burada yazının dilden önce bulunduğunu söyleyemezsiniz,” dedi.
Yusuf Aksu, hep aynı kekelemeyi sürdürme duygusu içinde, bilgece gülümsedi.
“Doğru, ben resmi dilbilim yapmıyorum; sizin gibi ‘Önce söz vardı,’ diyecek değilim, ama, yazı da tıpkı dil gibi bir bildirişimsizlik aracı olabilir,” diye yanıtladı, öfkeli adam, gırtlağının tüm gücüyle, saçmalığın bu kadarının fazla olduğunu söyleyince de Yunus’un böyle durumlarda başvurduğu en etkili yanıtı anımsadı, “Bunu anlayamamanız gerçekten acı, benim için değil, sizin için. Benim bunda bir suçum yok!” dedi.
Başta kendisi olmak üzere, Yusuf Aksu’nun ne demek istediğini hiç kimse tam olarak anlamış değildi, ama, ön sıralarda oturan bilim adamları onun Amerikan Koleji’ndeki arkadaşlarına pek benzemiyorlardı, öğrendiklerinin tartışma konusu edilmesini somut, hatta bedensel bir tehlike gibi algıladılar, salon çökmek ya da sular altında kalmak üzereymiş gibi, hep birden ayağa fırladılar, birbiri ardından patlayan flaşların parıltısı altında, gırtlaklarının tüm gücüyle yuh çekerek yumruklarını sallamaya başladılar. İçlerinden birkaç kişi de, yumrukları havada, “İn aşağı, in aşağı!” diye bağırarak kürsüye doğru yürüdü. Yusuf Aksu, tepeden tırnağa titredi, Yunus’u sınıftan atan tarih öğretmenini görür gibi oldu, hocaların, nerede olursa olsun, saldırganlık alanında öğrencileri fazlasıyla aştıklarını düşündü, bu düşünce bir ölçüde içini rahatlattı: kendisi de Yunus gibi tepki gördüğüne göre, doğru yolda olduğu kesindi. Ne var ki, tüm engellemelere karşın, adamlar üzerine geliyorlardı; bir an, yuvalarından fırlamış gözleri, yardımına koşacak birini arar gibi, tüm topluluğu taradı; çocukluğunda, top oynayan çocukların arasına düştüğü zamanlardaki gibi, belki de umutsuzluğun getirdiği esenlikle, gülümsedi. Bu sırada, kızgın bilim adamları kürsünün çevresini sarıvermişti. En irisi, Yusuf Aksu’yu kravatından yakalayıp aşağıya doğru çekerken, bir başkası cebine koymak üzere topladığı kâğıtlarını almak amacıyla koluna yapıştı; Yusuf Aksu, bilgece gülümsemesi bir an bile gölgelenmeden, “Bir dakika, bir dakika, kolumu koparacaksınız! Kâğıtlarımı istiyorsanız, buyurun!” dedi; sonra, kızgın bilim adamlarının, hangi içgüdüyle, bilinmez, bıraktığı kâğıtların üstüne üşüşmelerinden yararlanarak aralarından sıyrıldı, kimi resmini çekmeye çalışan, kimi ilk tümcesinin yarattığı tepkiler konusunda sorular yağdıran gazetecilerin varlığının ayrımında bile değilmiş gibi, başı yukarıda, gözleri uzak bir noktada, ağır ağır kapıya doğru ilerledi, çıktıktan sonra, usuna bir şey gelmiş gibi birden koşmaya başladı, kara Cadillac’a zor attı kendini.
“Hadi, Ahmet efendi, hemen gidelim buradan!” dedi.
Daha sonra, tam kapıdan çıktığı sırada, tüm duvarı kaplayan kocaman “Uluslararası Dilbilim Günleri” yazısı altında fotoğrafını çekmeye çalışan bir gazeteci, “Üniversitenin ikinci bitişi” ya da “Üniversiteyi ikinci bitirişim” gibi bir şey mırıldandığını ileri sürecekti. Ancak, o anda oldukça uzun bir söyleve girişmiş bile olsa, pek işiten olmayacaktı, çünkü, çoğu gazetecilerin gözünden kaçmış olması bir yana, tam o anda, kâğıtlarını elinden almış olan dilbilimci (ileri sürdüğüne göre, amacı bildiriyi yok etmek değil, içindeki savları inceleyerek tek tek çürütmekti), kürsüde, öfke ve şaşkınlık içinde, çok daha önemli bir gerçeği dile getiriyordu: “Ama bu kâğıtlar bomboş! İşte görüyorsunuz! Bu adam tek satır yazmamış!”
Yusuf Aksu’nun kendisi de bir ölçüde doğruladı bu saptamayı: birkaç gazeteci, kızgın bilim adamlarına inat, gazetelerinde olduğu gibi yayımlamak üzere, bildirisini istedikleri zaman, “Bende bildiri yok,” demekle yetindi. “Benim hiçbir bildirim yok!” Onlar da, yanıtın bulanıklığından yararlanarak, bildirinin göz göre göre çalındığını, günün birinde, dünyanın herhangi bir yerinde, başka bir bilim adamının, büyük olasılıkla bir Amerikalı’nın imzası altında “insanlığa ulaşacağını”, bundan da, her zaman olduğu gibi, Türkiye’nin zararlı çıkacağını yazdılar. Kendi uzmanlık alanının dışında kalan her konuya yakın ilgi gösteren, ama, yaşam ilkesi gereği, herhangi bir konuda açıkça yan tutar görünmekten özenle kaçındığı için patırtıyı oturduğu yerden izlemiş olan ünlü bir toplumbilim profesörüyse, ser verip sır vermeyen dar arkadaş çevrelerinde, basının bu olaya ve Yusuf Aksu’nun kişiliğine gösterdiği büyük ilgiyi “halkımızın ümmilik tutkusuyla” açıkladı; bildirisini yazılı olarak sunan bir Yusuf Aksu’ nun yaratabileceği ilginin boş kâğıtlarla yarattığı ilginin gölgesi bile olamayacağını, kısacası, her şeyi bu boş kâğıtların belirlediğini anlattı. Boş kâğıtlara ayrılan satırların oranı da kendisini haklı çıkarır gibiydi: kimi konularına fazlasıyla egemen olduğu, kimi gözlemlerini kâğıda dökmeyi kendini beğenmişlik sayacak ölçüde alçakgönüllü davranmak istediği, kimi bizim bilim adamlarımızın henüz onun düşüncelerini anlayacak düzeye gelmediklerini önceden bildiği için, bildirisini yazma yoluna gitmeyip “bir Fransız atasözünün dediği gibi yürekten okuduğunu” yazıyor, ama konunun bu yönüne hepsi de özel bir önem veriyordu.
Hangi açıklama benimsenmiş olursa olsun, konuya büyük ilgi gösterildiği kesindi: Uluslararası Dilbilim Günleri’nin açılış törenine tek sözcükle yer vermemiş olan gazeteler bile Yusuf Aksu olayına birinci sayfalarında yer verdiler. Böylece, yayımladığı çıplak kadın fotoğraflarının çarpıcılığıyla ünlü bir gazete Yusuf Aksu’nun elinden alınan boş kâğıtların fotoğrafını renkli göğüs ve kalçalar arasında, “Soymadığımız bir bilim adamları kalmıştı!” başlığıyla sunuyor, “bildiri söğüşçülüğü”nün öyküsünü oyuncu ve şarkıcıların aşk öykülerinden daha uzun bir yazıyla veriyordu; ilerici diye adlandırılan ünlü bir gazete aynı ayrıntıları “Üniversitede sansür” başlığı altında sıralıyor ve Yusuf Aksu’nun alçakgönüllü kılığı üzerinde özenle durduktan sonra, bizi bu büyük dilcinin kim bilir hangi gerekçelerle bilim kurumlarımızın dışında bırakıldığını düşünmeye çağırıyordu; kendine özgü yorumlarıyla ün salmış sağcı bir gazete “Devlet dilbilimine karşı çıkan Yusuf Aksu susturuldu” başlıklı haberinde, olayı oldukça yansız bir biçimde özetledikten sonra, Yusuf Aksu gibi “dünyaca ünlü” bir bilim adamının siyonistlerin oyununa gelmesinin üzücü olduğunu yazıyordu. İşin ilginç yanı, hepsinin de Yusuf Aksu’yu kamuoyunun yakından tanıdığı “dünya çapında dilbilimcimiz” olarak sunmasıydı. Öfkeli profesörlerin resimlerini “İncil’in paralı askerleri” yazısıyla sunduktan sonra, Yusuf Aksu’yu Kuran’ın savunucusu olarak niteleyen dinci gazete bir yana, hiçbirinin üzerinde durmadığı bir konu varsa, o da insanlığın konuşmaya mı, yoksa yazmaya mı daha önce başladığıydı.
Ancak, olayı izleyen günlerde, konuya geri dönenler hiç de az değildi, özellikle Uluslararası Dilbilim Günleri’nde toplantı salonunu yuhalarla çınlatmış olan dilciler, davranışlarını aklamak amacıyla tüm gazetelere yollanan ortak bir yazıda, Yusuf Aksu’nun görüşüne şiddetle karşı çıktıktan sonra, yazının bulunuşunun dilin oluşumundan binlerce yıl sonra geldiğini kanıtlamak için birçok bilim adamına göndermede bulunup birçok tarih ve olgu sıraladılar. Ne var ki gazeteciler arasında bu yazıya değer veren olmadı: kimi, “Adam saçmalamış olsa, bu kadar patırtı kopar mıydı?” diyerek gülüp geçti, kimi, kanıtları geçerli bulduğu zaman bile, “Bu hocalar gerçekten kelek: Yusuf Aksu’nun kendileriyle ince ince alay ettiğini hâlâ anlayamamışlar!” dedi; kimi, “Adamı konuşturmadılar bile, gerçekten böyle dediğini kanıtlayacak bir belge yok ki ellerinde! İki çift lafını da kıçından anladılar herhalde!” diye gülüp geçti; kimi de, yayımlansın diye yollanmış uzun yanıtı buruşturup çöp sepetine atarken, “Sen herifin sözünü daha ilk tümcesinde ağzına tıka, sonra da söyletmediğin sözlere sayfa sayfa yanıt ver! Onun da bir bildiği vardı herhalde, önce onu dinlemek gerekir!” diye homurdandı.
Bu olanağı kendileri yaratmak için ellerinden geleni yaptılar doğrusu: hem “bilimsel olduğu söylenen bir toplantıda” bilim adamlarınca engellenen söz hakkını gazetede kendisine fazlasıyla sağlamak, hem de yaşamı ve görüşleri konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için, nice gazeteci günler boyunca Maçka’daki tarihsel apartmanın kapısını aşındırdı. Şimdi bunu yapmak daha bir doğal, daha bir gerekli görünüyordu: başlangıçta fısıltıdan doğmuş ünü ve alçakgönüllü görünüşü, kendini tüm varlığıyla bilime adamış adam imgesi çekmişti onları, şimdi, uzaktan bile olsa, kendisini somut olarak görüp izlemelerinden sonraysa, oturduğu bu görkemli apartman, bu apartmanın tümünün kendi malı olması, bindiği eski model, ama pırıl pırıl Cadillac ve özel kılığıyla bir önceki yüzyıldan kalmış izlenimi uyandıran ak saçlı şoförü büyülüyordu. Onu yüceltmek için elinden geleni yapmaya hazırdı hepsi. Ama Yusuf Aksu kalabalığı, gürültüyü ve gevezeliği oldum olası sevmemişti; umulmadık bir gözükaralıkla, patırtının odağına dek gittikten sonra, bu tatsız deneyimi unutmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Gene de, bir akşamüstü, tam on gündür sabahın sekizinden akşamın dokuzuna kadar apartmanın önünde nöbet tutan bu genç insanlara acıyarak dairesinin kapısının önünde görüştü onlarla, ama Uluslararası Dilbilim Günleri’nde kendisine yapılanlar konusundaki bitmez tükenmez soruları karşısında, ya sustu, ya da bilim adamlarına her zaman saygı duyduğu, bu olayın da saygısını azaltmadığı gibi pek de inandırıcı görünmeyen sözler söyledi; geliştirdiği özgün dilbilim kuramına ilişkin sorular sorulunca da Yunus’un alaycı bakışlarının üzerine dikildiğini görür gibi oldu, ermişlere yaraşır bir alçakgönüllülükle boynunu büktü, “Kuram mı? Hangi kuram? Ben kimseye bir kuram geliştirdiğimi söylemedim,” demekle yetindi.
Bir bayan gazeteci birden ileriye fırladı o zaman.
“Peki, efendim, Sezen Aksu’yla bir akrabalığınız var mı?” diye sordu.
Yusuf Aksu şaşırdı.
“Sezen Aksu mu? Hangi Sezen Aksu?” dedi.
“Hangi Sezen Aksu olacak, hocam? Sanatçı Sezen Aksu, yani Minik Serçe. Yoksa siz bir Sezen Aksu daha mı tanıyorsunuz?” dedi bayan gazeteci.
Yusuf Aksu şaşkın şaşkın başını salladı.
“Hiçbir Sezen Aksu tanımıyorum, hiç kimseyle de akrabalığım yok,” dedi, “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor,” diye söylenerek evine girdi.
Genç gazeteciler, Yusuf Aksu’dan bundan fazlasını koparamayacaklarını anlayınca, yaşadığı ortamdan bir şeyler çıkarabilmek umuduyla, kendilerine evini gezdirmesini rica ettiler, o da isteklerini geri çevirmedi. Bu insanlar, fazlasıyla sıkıntılı bir akşamüstü, loş bir sahanlıkta, kapalı bir kapı önünde uzun süre ayakta dikildikten sonra, kendilerini, birdenbire, batmaya yüz tutmuş bir kasım güneşinin karşısında buluverince, nerdeyse hep birlikte, derin bir oh çektiler, amaçları Yusuf Aksu’nun evini gezmekken, bu yoğun ışığın kaynağına ulaşmak istercesine, gene hep birlikte pencerelere doğru yürüdüler, gözlerinin önüne serilen görünümün enginliği, derinliği ve yakınlığı karşısında başları döndü, bedenleri de bakışları gibi, başdöndürücü bir hafiflikle, Dolmabahçe Camisi’nin ve Kızkulesi’nin üstünden aşıp Salacak’ın damlarında, Topkapı Sarayı’nın ağaçları üzerinde dolaşırcasına, yürekleri denizin yüzeyinde parçalanan ışıklar gibi kıpır kıpır ve bu ışıklarla özdeşleşmiş durumda, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey söylemeden, öylece dikilip kaldılar. Yusuf Aksu’nun oturup biraz dinlenmelerini önermesi üzerine, nesnelerin insanlardan daha önemli olduğunu vurgular gibi görünen bu evde, her birinde ikişer buçuk adamın rahatlıkla oturabileceği, aslan ayaklı koltuklara yerleşip kollarını kocaman dirsekliklere dayadıkları zaman, bu gizemli özdeşlik duygusuna bir de şaşkınlık ve hayranlık eklendi; ayrıca, gözleri bilinmedik bir altın çağdan kalmış ve nerdeyse başka tür yaratıklar için yapılmış izlenimini veren, dev sehpaların, vazoların, halıların, tabloların bulunduğu çok geniş salona açılan ikinci bir salonun duvarlarında, Yusuf Aksu’nun görkemli çalışma masasının arkasında ve yanlarında, gül ağacı raflarda dizili pırıl pırıl ansiklopedi ve sözlüklerin görüntülerine alıştıkça, özdeşliğin odağı burasıymış, Dolmabahçe, Üsküdar, Salacak, Topkapı Sarayı, hepsi bu benzersiz dairenin birer uzantısı, ayrılmaz parçalarıymış gibi geldi onlara. Bu izlenimin etkisiyle olacak, karşılarında açılmaya başlamış alnı, ensesini aşmış kır saçları, tuhaf bir biçimde solgun yüzü, yakalarının uçları yukarı doğru kıvrılmış, damalı gömleği, fermuarı tam kapanmayan, ütüsüz pantolonu, hafiften uç vermiş göbeğiyle, kendilerine çocuksu bir utangaçlıkla gülümseyen Yusuf Aksu’ya da büyülü bir perdenin ardından bakar gibi baktılar, bu görkemli ortamla çelişen, sıradan ve nerdeyse yoksul görünüşüne karşın, bilinmeyen bir dinin peygamberi karşısındaymış gibi titrediler ve içlerini dolduran özdeşlik tansığını onun yarattığını düşündüler. Sonra, çevresine dalga dalga ağır bir ter kokusu yayan iriyarı kapıcının dağıttığı çaylarını yudumlarken, nesneleri ve insanları gerçek boyutlarına daha yakın bir düzlemde görmeye başlamakla birlikte, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir biçimde, bu görkemli evi Yusuf Aksu’nun uzun bilimsel çalışmalarının bir ürünü olarak değerlendirmekten kendilerini alamadılar. Bir ara, içlerinden biri, belki de en gerçekçileri, arkadaşının kulağına, “İnsan bu evde bilim adamı da olur, ozan da!” diye fısıldayarak sanının tersinin de doğru olabileceğini vurguladı. Bir başkası “Derviş de!” diye ekledi. “Ya da her üçü birden: bilim adamı, ozan ve derviş.” Aynı kişi, birkaç gün sonra, gazetesinde, bu yarım saatlik konukluk üzerine yarım sayfalık bir içli yazı yayımlayarak savının pek de temelsiz olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Ama, yazısının sonlarında, “Hangi profesörün evinde bu kadar çok ansiklopedi var?” diye sorarken, ağırlığı evden çok, içinde oturana veriyor, dolayısıyla öteki düşünceyi de yabana atmadığını gösteriyordu.
O dönemde, Uluslararası Dilbilim Günleri ve Yusuf Aksu’ya ilişkin haber ya da söyleşi nitelikli son yazı bu oldu. Ancak Yusuf Aksu adı köşe yazılarında uzun süre boy gösterdi.
Söylemek bile fazla, yazarlarımızın elinin altında daha yazıya bile dökülmemiş bir tümceyle yıllar öncesinden gelen bir söylen dışında hiçbir kaynak yoktu, Yusuf Aksu’nun kişiliği ve düşünce evreni çevresinde uzun boylu yorumlara girişemezlerdi; “dünya çapında bir bilim adamı”, “tarihi felsefeyle harmanlamış bir dilbilimci”, “ulusal bir onur” ya da “bildiğini açıklamak için kâğıda bakmak gereksinimini duymamakla birlikte, cüceler aşağılık duygularının altında ezilip büsbütün cüceleşmesinler diye bildirisini kâğıttan okur gibi yapan dev” gibi nitelemelerle yetindiler; ancak, “bilime yuh çeken diplomalı cehalet”i, “bilinçsiz İncil savunuculuğu”nu, “gerçeği her gördüğü yerde ezen kara cüppeli despotluğu”nu, “yolunu şaşırıp amfiye girmiş stadyum amigoluğu”nu yerden yere vurmaları için bu nitelemeler de az değildi. Sonra, bir ad ve bir olaydan öte hiçbir ağırlığı bulunmadığından, Uluslararası Dilbilim Günleri nerdeyse tümden unutuldu, ama Yusuf Aksu adı bilgiyle bilgisizliğin, özgürlükle baskının, özgünle beyliğin, yeniyle eskinin, kısacası, iyiyle kötünün karşıtlaştırılmak istendiği her durumda, şaşmaz bir biçimde olumlu terimle özdeşleşen bir gönderge olarak kaldı. Böylece, kürsüden indirilişinin üzerinden en az iki yıl geçtikten sonra bile, çok ünlü bir köşe yazarı, ülkenin genel durumunu eleştirirken, “Başbakan konuşur, halk susar; kayınbirader karşılıksız kredi, işçi emek karşılığı hava alır; profesör kürsüde sabah akşam kapitalizmi över, kimseden çıt çıkmaz; ama kırk yılda bir bir Yusuf Aksu çıkıp da kralın çıplak olduğunu söyleyince, yaka paça kürsüden indirilir,” diye yazıyor; ondan tam altı ay sonra, bir başka köşe yazarı, üniversite diplomasının nasıl değer yitirdiğini anlattıktan sonra, yazısını, “Yusuf Aksu belki de diploması olmadığı için böylesine büyük!” diye bitiriyordu.
Şu var ki, ne denli “en büyük” olursa olsun, ününü bir anda tüm ülkeye yaymış olan olay unutuldukça, Yusuf Aksu’yu ananlar da gittikçe azalıyordu. Yusuf Aksu’ysa, eski durgun yaşamına dönmüştü gene: sabah kalkınca ilk işi dişlerini fırçalayıp tıraş olmak oluyor, sonra, nereden kaynaklandığını kendisinin de bilmediği bir esinle, belki yıllar önce büyük dostuyla birlikte yaptığı dil araştırmalarının, belki yalnızlığın getirdiği durgunluğun etkisiyle, daha az çaba ilkesini yaşamına da uyguluyor; salondan yatak odasına, kitaplıktan banyoya ya da mutfağa giderken, daha önceden belirlenmiş en kısa yoldan yürümeye özen gösteriyor, dalgınlıkla çizginin dışına çıktığı olunca da geri dönüp baştan başlıyordu. Hiçbir zaman fazla konuşkan olmamıştı, ama, böyle ne yaptığını sordukları zaman, aşçıya, hizmetçiye ya da kapıcıya bunları bir ansiklopedi maddesi okur gibi, düzgün ve yöntemli bir biçimde anlatmaktan da çekinmiyordu. Onlar da kendi aralarında, “Yusuf bey bir tuhaf oldu,” diye konuşuyorlardı. Öyleydi gerçekten, yani eskisinden daha tuhaftı. Ne var ki, birkaç ayrıntı bir yana, fazla değiştiği de söylenemezdi. Hayır, eskiden olduğu gibi, gazetede gördüğü ya da radyoda işittiği bir sözcüğün esiniyle sözlüklerine ve ansiklopedilerine eğiliyor, yorulunca radyosunu karıştırıyor, ondan da bıkınca, bilmediği bir dile ilişkin bir kitap açıyor, sanki hâlâ Yunus’un dostu olmayı hak etmek söz konusuymuş gibi, canla başla öğrenmeye çalışıyordu. Şu var ki, şimdi dikkati çok daha çabuk dağıldığından, elindeki sözlük ya da ansiklopedi ona çok geçmeden Yunus’u çağrıştırıyor, o da Yunus’un tükenmez anılarına dalarak kimi zaman gülümsüyor, kimi zaman basbayağı gülüyor, kimi zaman da acıyla içini çekiyordu; arada sırada avukat Münür bey, yeni kapıcı Müslüm efendi ve öteki adamlarıyla giriştiği kısa söyleşiler bir yana bırakılırsa, durumunu değiştirme, alışkılarının kalın kabuğunu kırıp insanların arasına dönme yolunda parmağını bile oynatmıyordu; son deneyim herhangi bir değişiklik girişiminin ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermişti: “Boyumun ölçüsünü aldım,” diyordu kendi kendine. Hatta insanlardan bayağı ürküyordu. Bunu da beklenmedik bir oluntuya borçluydu.
Sokağa çıktığı ender günlerden birinde, arabasını beklerken, belki kılığının, belki yaşının, belki başka bir şeyin etkisiyle, kapının önünde, sokakta oynayan çocuklardan birinin, atmak üzere olduğu topu bağrına basıp öylece durarak “O adam!” dediğini duymuş, bunun üzerine, sokaktaki tüm çocukların oldukları yerde durup yarı şaşkınlık, yarı ürperti, biraz da saygıyla kendisine baktıklarını, araba gelince bile, bir süre öylece kaldıklarını görmüştü. Daha sonra, çevreye biraz daha dikkat edince de gördü: ne zaman kapının önüne çıktıysa, çocuklar oyunu kestiler, birdenbire yeni bir oyuna başlarcasına, “O adam! O adam! Apartmanın adamı!” diye fısıldaştılar. Evet, “apartmanın adamı” diyorlardı, “apartmanın tini” ya da “apartmanın hayaleti” der gibi. Ne olursa olsun, bir yabancılık ve aykırılık izlenimi uyandırdığı kesindi. Böylece, daha uzak durdu insanlardan. Boşalan dairelere yeni kiracı almamakta ne kadar haklı olduğunu düşündü.
Gene de, arada bir, özellikle kimi akşamüstleri, salonun beş penceresinden birinin önüne oturarak denizin üstünde durmamacasına bir yerlere doğru yol alan büyüklü küçüklü tekneleri izleyip kentin uğultularını dinlerken, kendinden uzaklarda sürüp giden bir yaşamın varlığını duyar gibi oluyor, gözleri dolacak ölçüde içleniyordu. Çok karışık bir biçimde, babalarının ya da annelerinin elinden tutmuş çocuklar, daracık bir odada bir sofranın çevresinde sıkışmış kadınlı erkekli topluluklar, mezarlıkta mezarların başına dikilip fatiha okuyan kadınlar ve çocuklar, çok ender olarak da bir ağacın altında birbirine öyküler anlatıp kahkahalarla gülen insanlar geçiyordu gözlerinin önünden. Ama o yaşamlar konusunda olumlu ya da olumsuz bir görüşü bulunmadığı gibi şu yaşadığı yaşamı seçmekle iyi edip etmediğini de, hatta gerçekten seçip seçmediğini de bilmiyordu. Tüm bildiği, bazı bazı, çevresindeki nesnelerin, içindeki anıların da açıkça tanıklık ettiği gibi, gerçekte çoktan bitmiş bir yaşamın bekçiliğini yaptığıydı. Bekçiliğini yaptığı yaşam biraz yakından bildiği tek yaşam olduğuna göre de fazla yakındığı yoktu. Nasıl olsa, altmışının eşiğinde, yeni bir yaşama başlaması söz konusu olamazdı.
Bununla birlikte, bazı bazı, dışarıda kentin ışıkları yanıp da çevresindeki karanlık gittikçe yoğunlaşırken, belli belirsiz bir biçimde, örneğin Doç.Dr. Tamer Altınsoy gibi genç ve candan bir insanın özlemini duyduğu, hatta, nerdeyse kapıyı çalmak üzereymiş gibi, onu basbayağı beklediği oluyordu.