Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Aşağılananlar», sayfa 2

Yazı tipi:

“– Âmin, Allah kabul etsin.”

Sonra Seğüre yengenin bileğini sıkıp, kolunu dirseğinden yukarıya büktü ve cebinin ucunu üste doğru kaldırarak tuhaf bir ustura çıkarıp, bileyerek avcuna aldı.

Seğüre yengeye oldukça kötü gelen bir ses ile:

“– Evet, güzel, tevekkül edelim” dedi.

“– Tevekkül edelim. Allah şifasını versin” dedi Sıvakay nine de.

Seğüre yenge sessiz sedasız başını eğdi. Her ekleminden kabarıp, şişerek çıkan sapsarı zayıf elleri ve korkudan kanı daha çok kaçan beyazımsı sarı yüzüyle dökülen sonbahar yapraklarını hatırlattı.

Yeneş ile Yemeş de ormandan odun alıp gelen Bibeş ile İştuğan da annesinin yanına çöktü. Çocukların ağlamaya başlamasından korkan Sıvakay nine:

“– Allah’a sığındık molla, fazla uzun sürdürme” dedi. Seğüre yenge güçsüz elini geriye attı. “– Bırak. İstemiyorum…”

Molla bunu duymamaya çalıştı. Kurbanının elinden daha sert tuttu ve bileğinin arkasındaki damara ustura ile hızlıca vurdu. Seğüre yenge belki takati kalmadığından belki de korktuğundan gözlerini kapatıp sağa sola savruldu. Çocuklar ağlayıp, söyleyecek bir söz bulamadan öylece kaldı. Ustura ile kesilen yer ilk başta bembeyaz oldu sonra rengi azalan kan ayağına doğru simsiyah indi. Molla, Seğüre yengenin elini dirseğine kadar tastaki ılık suya batırdı.

Su kan ile her birleştiğinde Seğüre yengenin yüzü beyazlıyor, rengi atıyordu. Küçücük evin içini korkunç bir sessizlik sardı. Çocuklar yüreklerinin ne zamandır duvara çekiç ile vurulur gibi güm güm ettiğini duymamıştı. Hatta bu işi büyük bir gayretle ayarlayan Sıvakay ninenin de sesi kısılmaya başladı. Kan alıcı hızlanarak:

“– İşte, gördünüz mü nasıl da kötü kan toplanmış. İyi, artık ağrı çekmezsin. İnşallah bundan sonra sağlığını toplayıp iyileşirsin gelin. Kötü kanın artık çıktı” dedi. Lakin bu sözler kimseyi ne sevindirdi ne rahatlattı. Seğüre yengenin gücü tükenmiş, evde geriye sadece korku kalmıştı. Sonra bu korkunç görüntü ilk önce küçük Yemeş’i çileden çıkardı. Yürek parçalayan bir ses ile:

“– Git buradan ihtiyar! Anneme dokunma!” diye ağlayarak bağırdı, göz açıp kapayıncaya kadar annesinin elini tastan alıp göğsüne bastırdı.

“– Yeter, annemin elini vermiyorum. Annem benim, sana vermiyorum!”

Bilekten atılan kara kan Yemeş’in mavi, burçak bezeli beyaz elbisesinin göğsünden eteğine doğru akıp gitti. Bunu gören Yeneş ile İştuğan hatta sabırlı, büyük biri gibi davranmayı öğrenmiş Bibeş bile ağlamaya başladı. Seğüre yenge kâğıt gibi bembeyaz olup divana yığıldı.

Sıvakay nine:

“– Aman Allah’ım! Ey, ne oldu şimdi molla?” diye eli ayağına dolanıp, ne yapacağını bilmeden bir kapıya bir divana doğru yürüdü. Fakat kan alıcı bir şeyler mırıldana mırıldana yırtık keçe parçasını mumda yakarak yaraya kapattı, çabuk çabuk bağlayıp sararak baştan savma bir dua etti ve keçe kilimi koltuğuna kıstırarak çıkıp gitti. Çocuklar da gürültü patırtıyla ağlaşmaya başladı. Seğüre yenge uzun süre hareketsiz yattıktan sonra kendine geldi. Gözünü açtı. Oturmak istedi. Çocuklarının başını okşayıp severek sakinleştirecek oldu. Lakin hareket edemedi. Ellerini de ayaklarını da kımıldatamadı. Bütün vücudu taş gibi ağırlaştı ve hareketsizleşti.

III

Ertesi gün ailesinin durumunu öğrenince geri dönen Baygilde ağabey, kapıdan girmesiyle ne olduğunu anladı. Seğüre yengenin gözlerine bakıp, uzun süre konuşmadan durduktan sonra derin bir of çekerek:

“– Peki, hanım benim sözümü tutmadın şimdi kendine öfkelen. Böyle yaparak çocukları yetim bıraktın” dedi.

Üzüntüsünden yüreğine kan toplanan Seğüre yenge kocasına cevap vermedi. Çökmüş, şaşkın, kaygılı gözlerinden iri iri yaş kabarcıkları dönerek çıktı, bal mumu gibi sarı yanakları boyunca kulağına, kalın kara saç tutamlarının dibine doğru akıp gitti. Ağlamamaya, gözyaşlarını tutmaya çalışarak gözlerini sımsıkı yumdu.

Baygilde ağabey onun ayak ucuna gidip oturdu. Hem annesine hem kendisine sızlanarak bakan küçük kızlarına kabanından simsiyah iki dilim ekmek çıkarıp verdi. Zengin Kormoşlar elek altından artan buğdaydan hizmetçileri için böyle ekmek pişirirdi. Kızlar birazcık keyiflenince dışarıya çıktı. Annesine endişelenip divanda oturan kızı Bibeş’e de babası ekmek uzattı.

“– Git kızım sende oyna, suya inin. Çok sıcak. Annenin yanında ben otururum” dedi.

Bibeş gecekonduya çıktı, sırığı omzuna asıp suya gitti. Fakat Yeneş ile Yemeş evin gölge tarafına çıkıp inşaat temelinin kenarına oturdu. Güneş nefes aldırmayacak kadar bunaltıcıydı. Yeneş nazik ayaklarını kabarık ekmek gibi büküp topuklarına elbisesinin eteğini örttü.

“– Sende böyle otur olur mu kardeşim? Yerken ekmek kırıntıların kenara düşmesin” diye öğretti. Ardından: “Yerse hepsi biter” diye hüzünlenerek ekmeğe döndüre dolandıra uzun süre bakarak oturduktan sonra:

“– Evet, kardeşim azıcık yiyelim olur mu?” diye önerdi.

“– Olur” dedi. Yemeş de gözlerini kısarak ekmeğine bakıp. “– Ben her zaman küçük küçük yiyorum.”

Ekmeği ufak parçalara bölüp dil uçlarıyla almaya, bu tatlı dakikayı daha da uzatmaya çalıştılar. Lakin hepsi çabucak yenildi. Sonra Yeneş tekrar bir umut buldu:

“– Ekmek iğne ucu kadar olsa da insandan büyüktür. Yere düşürüp ezersen çok günah olur. Hatta bin yıl cehennemde yanarsın. Evet, kardeşim, eteğimizdeki kırıntıları toplayıp yiyelim.”

Kızlar eteklerinde iğne ucu kadar ufak bırakmadı. Onlardan azıcık kırıntı kalır mı diye çoktandır kuyruğunu sallayan, kaşını oynatan ve arsızlık ederek karşılarında duran kocaman, iri, sivri burunlu av köpeği Kaşkar’a da sıcaklığa dayanamayarak ağızlarını açıp “kıt kıt” diye türkü söyleyen, yamuk yumuk bakarak bekleyen alaca tavuk ile sarı horoza da bir şey kalmadı. Ümitsizlikle kendi yerlerine çekildiler. Kaşkar takatten düşüp, yassı kızıl dilini çıkarıp, akıllı gri gözlerini bir noktaya dikerek çardağın altına yattı. Tavuklar çite geri dönüp kurt aramaya başladı. Fakat güneş çite toplanmış gibi daha çok yakmaya başladı. Gölgede de sıcaklığa dayanacak güç yoktu. Kızlar temelin kenarından indi.

“– Haydi, suya inelim kardeşim olur mu?” dedi Yeneş. “– Boş ver. Gitmeyelim. Ben korkuyorum” dedi Yemeş.

Onun annesinden başka biriyle evden uzağa gitmişliği yoktu. Çok geçmeden komşuları ihtiyar Şehit’in torunları olan Bibekey ile Gölkey de koşuşarak geldi.

“– Yeneş haydi suya inelim!” Yeneş, Yemeş’in eteğini çekti.

“– Haydi kardeşim. Bak senin gibi küçücük Gölkey bile gidiyor.”

Yemeş pes etti. Onlar da Bibekey ile Gölkey’in arkasından gitti. Yeneşlerin de Bibekeylerin de evleri köyün tam ortasında, Ulu Eyek nehrine doğru uzanıp giden geniş uçurumun kenarındaki “Yarsık” sokağına tümüyle tersti. Bibekey ile Gölkey “Yarsık” sokağını geçer geçmez her zamanki gibi elbiselerinin ipini çözdü.

“– Yarış, yarış!” diye ellerini yukarıya kaldırıp sallaya sallaya çıplak hâlde uçurum boyundan aşağıdaki nehre doğru yürüdüler. Yeneş de başka zaman böyle yapıyordu. Bu şekilde yürürken elbisesini çakıllığa atıp azıcık akan suya inmek çok komik oluyordu. Lakin bugün hem bakması gereken küçük kız kardeşi vardı hem de keyfi yoktu. El ele tutuşup, toz basmış büyük yol boyunca annesini kaybetmiş kaz yavruları gibi dalgın dalgın yürüyüp gittiler. Yeneşler vardığında, Bibekey ile Gölkey çoktan kendileri gibi küçücük bir sürü çocukla birlikte gürültü patırtı ederek suya giriyordu. Bibekey Yeneş’i görünce sudan çıkıp övünmeye başladı:

“– Vah, zar zor geldiler. Biz şu an beş kez suya girip çıktık!” Yeneş belli etmek istemedi.

“– Biz sabah on kez indik değil mi kardeşim?” diye cevap verdi. “– Biz bugün yirmi kez indik!” diye arttırdı Bibekey.

Bu köyün çocukları ve gençleri arasında suya çok inmek, yüzmek, dik kenarlardan ve uçurumlardan atlamak, su dibine dalarak beyaz taş çıkarmak gibi şeylerle yarışma geleneği vardı. Bibekey ile Yeneş arasında sürüp giden tartışma da bu geleneğin bir yansımasıydı. Bu yüzden Yeneş hiç tereddüt etmemek ve yarıştan geride kalmamak istedi. Bugün su kenarına ilk kez gelmesine bakmadan:

“– Fakat biz bugün yüz kez indik değil mi kardeşim?” diye Bibekey’den de fazla arttırdı:

Yeneş her sözünü Yemeş’e doğrulatmak için “değil mi kardeşim?” diyerek bitirdi, bundan bir şey anlamayan Yemeş ona sadece şaşırarak baktı. Sonunda yüzden büyük bir sayı bilemeyen Bibekey pes etti. Ona:

“– Hey, kendini öven, kendini öven! Kendini övenin sırtı açıktır” diye koşma söyleyerek, açık sırtını parıldata parıldata suya gömülmekten başka çare bırakmadı. Yeneş gururlu bir şekilde arkadaşının arkasından gitti. Onlar yüzmeye çalışmaya, suya gömülmeye başladı.

Yeneşlerin yüzdüğü yer nehrin en sığ yeriydi. Burada nehir güneşin altında parlayarak çeşit çeşit, akik gibi güzel, pürüzsüz çakıl taşları arasından cıva gibi beyaz, berrak şekilde şırıl şırıl akıyordu. Bu yere “Geçit” diyorlardı. Demek ki bu yerden nehir geçiyormuş. Buradaki su kenarı çakıllık, ufak, koyu kıvrımlı dallar, geniş yassı yapraklı ağaçlarla kaplanmıştı. Lakin ağaç gölgesinde de dayanılmaz bir sıcak vardı bugün. Kızmış çakıl taşları zemini köz gibi yakıyordu. Yemeş suya inmeye korkup o derin gölgeli yerde gücü tükenene kadar durdu. Ama nehrin kazandaymış gibi kaynayan sığ yerinde Gölkey tek başına yüzüyordu.

“– Gel Yemeş çok güzel” diyerek Yemeş’i yanına çağırdı. “– Hey korkak, gel yakmıyor!” diyerek yere dokundu. Sonra Yemeş de soyunup onun yanına indi. Suyun dibine yaslanıp dip dibe uzandılar, ayaklarını var güçleriyle şap şap ettirmeye başladılar. Güya yüzdüler. Ilık suda toplanıp bir araya gelen balık yavruları ve iğne ucu kadar küçük balıklar nereye kaçacağını bilemeden ileri geri yüzdüler. Gölkey onların bir ikisini su ile birlikte avuçladı.

“– Bibekey ablam balık yavrularını yutarsan balık gibi bir yüzücü olursun, dedi. Yemeş sen de yut. Tutayım mı?”

“– Gerek yok” dedi Yemeş. “– Balık içimde büyür.” Gölkey sonra:

“– Hey, korkak, pişmemiş börek!” diye güldü. Kahramanlığını bir kez daha doğrulamak için bir iki kere küçük balık yuttu. Yemeş onun bu kahramanlığına gerçekten hayran kaldı. Yine de kendi yutmadı.

Bibekey ile Yeneş yeşerip, dişleri dişlerine değip, takırdayıncaya kadar yüzdü.

Yemeş yalvararak:

“– Dönelim acıktım” diyerek, ağlamaya başlayınca elbiselerini giydiler. Ayak bileklerinde olan suda yüzmekten sırtına su değmemiş, tozla karışık ter akmış çamurlu yüzünü bile yıkamayan Yemeş oflaya puflaya elbisesini giydi. Yeneş, onun elbisesinin önünü arkasına giydiğini fark etmeden yürüdü. Bibekeyler Kızılyar sokağı tarafına döndü. Yeneş de onları izledi. Kızılyar’a çıkınca mavimsi yeşil kıvrılarak akıp giden, derin, rüzgârsız yerde hiç korkmadan yüzen büyüklere hayranlıkla baktılar. Buraya gelen kızlar, yengeler dalga üstünde duran kuğular gibi yüksele yüksele Ulu Eyek ortasında yüzdü. Beri uçurumdan karşı uçuruma kim geçecek diye yarıştılar. Yüzen kızların kalkarken güzel, beyaz gerdanları göründü. Bunun için midir burada kızlar, gelinler arasında gerdan kaldırarak, ayakları sudayken koşma söyleyerek suya vurmak en güzel yüzme şekli sayılırdı. Kızlardan daha fazla Kızılyar altındaki “dipsiz” uçurumda çocuklar ve yiğitler yüzüyordu. Üç dört metrelik dik uçurumdan suya atlıyorlar, uzun süre suyun altında kayboluyorlardı. Sonra başka bir yerden, uzaktan çıkıp kulaç atarak karşıya yüzüyorlardı. Çıktıktan sonra yumuşak, sarı kum üstünde yatıp mola veriyorlardı. Bazıları sırt üstü yüzmek için yarışıyordu. Kısacası her biri kendince yüzüp, yarışıp ördek yavruları gibi suyun içinde oynuyordu. Burada kızı, çocuğu ayırıp birbirlerine el değdirmek, korkutmak, utandırmak ya da kötü bir söz söylemek gibi ahlaka sığmayan herhangi bir şey yoktu. Suda onların hepsi aynı, doğanın çocuklarıydı. Burada büyük su boyunda, çok eskiden beri bu gelenek yaşatılmıştı. Hâlâ öyle de devam ediyordu. İlkbahardaki suyun taşma zamanından, sonbahardaki suyun donmaya başlamasına kadar nehirden her gün ama daha çok sabah ve akşam böyle yüzme, oynama, gülme, su sıçratma sesleri gelirdi. İnsanlar sıcakta ya ot, orak üstündeyken ya da ekinin bittiği sırada suya girip çıkmak için vakit bulmaya çalışıyordu.

Gençler yüzülen yere gelince Bibekey ile Yeneş geri dönmeyi hepten unuttu. Ama öğlen olunca tam tepeden vurmaya başlayan güneş durumu daha da zorlaştırmaya başladı.

“– Yeneş haydi geri dönelim! Yine geliriz” diye önerdi Bibekey. “– Haydi” dedi Yeneş de. “– Gidelim!”

Her gün böyle geri dönmek için ayrıldıklarında yine birkaç kez geri gittiler. Böylelikle gün boyunca nehirden çıkamıyorlardı. Lakin bugün Yeneş’in bu isteği gerçekleşmedi.

“– Gidelim, anneme gidelim!” diye ağladı Yemeş. Saçları arasından yağmur gibi ter akıyor, iki yanağı da vişne gibi kızarıyordu.

“– Haydi, Yeneş çabuk ol!” diye acele ettirdi Bibekey. O da Gölkey’i izleyerek tozlu patika boyunca kenardan yürüdü.

“– Yemeş ağlıyor” dedi Yeneş tereddüt ederek.

“– Kardeşim Gölkey nasılda akıllı. Hiç ağlamaz!” diye onu övdü Bibekey. Gerçekten de Gölkey sürekli ablasını takip ederek yürüdüğünden çok dayanıklıydı. Nereye gidelim dese oraya gitmeye hazırdı. Ama Yemeş bugüne kadar annesinin sağlıksız olmasına üzüldüğünden ona çok ilgi gösteriyor, değer veriyor kendinden ayrı bir yere de göndermiyordu. Gerektiğinde onu banyo lifi ile leğende güzelce yıkıyordu.

Su kenarından düşünce Bibekey arkasına dönüp bir kere daha bağırdı. “– Evet, haydi Yeneş! Hey, cilveli!”

Yemeş:

“– Dönelim!” deyip Yeneş’in eteğine yapıştı.

Yeneş sinirlenip, Yemeş’in kolunu çekiştire çekiştire köy tarafına doğru yürüdü. “– Sulu göz! Bundan sonra bir daha gidelim dersin sen.”

Yemeş hıçkıra hıçkıra ablasının arkasından gitti. Başı ağrımaya, midesi bulanmaya, ayakları bitap düşmeye başladı.

“– Daha çabuk yürü!” diye çekiştirdi Yeneş. “– Sen böyle yürürsen biz ne zaman varacağız?”

Yemeş ne kadar uğraşsa da hızlı yürüyemedi. Biraz sonra ayakları hamurdan yapılmış gibi eğilmeye başladı. Ama az sonra gücü tamamen tükenerek tozlu yol üstüne oturdu.

“– Yeneş dur, beni yukarıya kaldır!”

“– Aptal! Seni niye kaldırayım!” diye azarladı Yeneş.

“– Haydi, oturma gidelim.”

Yemeş kalkmadı. Hatta uykusu gelmiş gibi yapmaya başladı. Yeneş küçücük yumruklarını sıkarak başını yumruklamaya başladı.

“– Ay, seni! Görürsün bir daha seni bir yere götürmeyeceğim” dedi kendi de ağlamaklı olarak. “– Dur, yürü dedim!”

Yemeş zar zor nefes alıyordu, daha çok sinirlendiği için yüzü kızardı ve yere oturdu. Sonunda Yeneş de onun önüne çömeldi.

“– Haydi, kardeşim seni sırtıma alayım” dedi yumuşayarak. “– Atla!”

Yemeş güçlükle ablasının sırtına atladı. Yeneş başı yere değecek gibi oldu, beli büküldü ve öne doğru eğilerek yürüdü.

Lakin çok gidemeden gücü tükenip kendisi de yere oturdu. Eli ayağı ip gibi kopmaya başlayan küçük, zayıf, yedi yaşındaki Yeneş’e boyuna göre büyük denilebilecek iri, yumru gövdeli dört yaşındaki Yemeş’i kaldırıp kıyıdan yukarı çıkarmak çok zordu. Yine de kardeşini bırakıp gitmedi. Bir sırtına alıp bir düşürüp, sallana döne götürdü.

Baygilde ağabey bu sıralar Zengin Kormoş’a işe gidiyordu. Sıcaktan durulmayan evde Seğüre yenge tek başına kalıyordu. Çünkü Bibeş akşama yemek pişirmek için gecekonduya darı dövmeye, İştuğan da yakacak çalı çırpı toplamak için aşağı sazlığa gitmişti.

Eve girince Yemeş bir kepçe soğuk suyu dibine kadar içine çekerek içti ve annesinin yanına çöktü. Seğüre yenge ondan tarafa güçlükle başını çevirip:

“– Kızcağızım, yavrum hastalandın mı yoksa?” diye sordu. Ağır ve sık sık nefes alan çocuk gözlerini açamadan:

“– Uykum geldi anne” dedi. Seğüre yenge kızına bakmayı, sırtından sevip şefkat göstermeyi istedi. Lakin elleri önceki gibi hareket etmedi. Şikâyet etmeden ona bakarak ayak ucunda duran Yeneş’e gözyaşlarını göstermemek için başını köşeye doğru çevirdi. Yeneş üzüntüsünden başını aşağı eğip dışarıya ablası Bibeş’in yanına çıktı.

IV

O günden sonra Yemeş iki hafta boyunca ağır ateş içinde yattı. Geceleri sayıklayıp bağırdı. Rüyasında, annesinin kanını alan molla gibi şaşı gözlü, gövdesiz başlar sarıklarının kuyruklarını sürükleyerek onun etrafında yılan gibi kıvrılıyordu. Dişlerini gösterip, insan başı sığacak kadar korkunç, büyük ağızlarını şap şup ettirerek onu yutmaya ya da annesini parçalayıp yemeye çalışıyorlardı. Annesinin bilekleri ve elbisesi boyunca etrafa kanlar saçılıyordu.

“– Sarıklar! Başlar! Kan! Kan! Anneciğim! Dokunmayın! Dokunmayın anneme!” diye ağlayıp sayıklamaya başladı. En son ne zaman böyle bağıra bağıra uyanmıştı. Baygilde ağabey gece boyu uyumadan kızına baktı. Artık Zengin Kormoş’ta çalışmıyordu. Zengin onu: “Sen şimdi evinde uzun kalırsın. Bana öyle ırgat gerekmez” diye işten kovmuştu.

Yemeş’in bu hâli her akşam tekrar etti. Seğüre yengenin hâlini görmeye gelen yaşlılar Yemeş’in hastalığı ve nasıl iyileştirilmesi gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Birisi su cini çarpmış, başkası yer cini çarpmış diye fikir yürüttü. Ama çoğu zaman Seğüre yenge ile Yemeş’i çekip çeviren, geçindiren Sıvakay ninenin “nazar değmiş” fikri kuvvetli bulundu. Hâlini görmeye gelen konu komşuya Yemeş’in basit bir çocuk olmadığını, farklı ve nazar değecek bir çocuk olduğunu ispatladı.

“– Ben onun göbek ebesiyim. Biliyorum. Doğduğunda nasıl bir çocuktu o…” diye bu konuda gizemli tonda mırıldandı. “– Bir keresinde, ben size söyleyeyim kışın en soğuk zamanıydı, hiç unutmam ocak ayındaki gibi gece yarısında Baygilde kayın geldi. “– Yenge. Çabuk ol. Gelinin doğum yapıyor. Sonra ben kara bata gömüle geldiğimde suphanallah, çocuk doğmuş feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyor: ‘Niye beni güzelce karşılayan biri yok?’ dedi herhâlde biçare. Sonra ben çabucak göbeğini kestim, çamaşır leğenine ılık su döküp yıkamaya başladım. Baktım kızcağız iki üç aylık çocuk gibi kocaman, tombul tombul. Bilekleri kat kat. Saçları da upuzun, kapkara. Hatta kirpikleri, kaşları uzamış. Feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyordu. Sonra, ben size söyleyeyim, yıkayıp ılık kundak bezine sardığımda kızcağız pat diye nefes alıvermesin mi? Sadece bu da değil ağlamayı da kesti, başını etrafa çevirip, gözünü kısarak çatının tahtasına bakmaya başladı. Suphanallah ben anlattım, anlatmadığımı da düşündüm, bu neye alamet şimdi? Tüh, tüh! Nazar değdirmeyeyim diye çabucak annesinin yanına götürdüm. Sonra ne mi oldu dediniz? Çocuk başucundaki fırında duran yapış yapış, kör lambaya donup kalmış gibi bakmaya başlamadı mı? Estağfurullah! Ey, ben diyeyim, kesin zavallı çocuk ‘bu güzel dünya dedikleri Allah korusun bu muymuş?’ diye düşündü herhâlde dedim. Yine nazar değdirmeyeyim diye üstüne şap şup tükürdüm. Tüh tüh! dedim. Yirmi otuz yıl boyunca kaç yüz çocuğun göbek annesi olmama rağmen onun gibisini görmemiştim.

“– Hatırlıyor musun bu anlattığımı gelin?”

Seğüre yenge dalgın gözlerini uzak geçmişine dikip hâlsizce gülümsedi. “– Evet öyle. Öyle demiştin yenge. Çok tombul, çok güzel doğdu kızcağızım. Hatta ben sonra ikiz olur diye korkmuştum ama böyle güzel bir kız doğunca çok sevinmiştim. Babası da sevinmişti.”

Onun bu sözünden sonra Sıvakay nine daha da coşup geçmişini hatırlatmaya çalıştı.

“– Sonra nasıl çabuk büyüdüğüne bakın. Üç ay sonra ablası elinden tutup oynatmaya başladı. Dört ay sonra oturdu. Seğüre gelin onu eskilerin dediği gibi altı ay sonra kucağından bıraktı, yedi ay sonra elinden tuttu. Yaşı dolduğunda kızcağızı konuşmaya başladı. Böyle oldu değil mi gelin?”

Seğüre yenge derin bir of çekerek:

“– Evet, yenge öyle, öyle olmuştu…”

Uzun koyu kirpiklerinin arasından cıva gibi yuvarlak, parlak yaş damlaları çıktı, bir deri bir kemik çenesinin kenarından mindere doğru düştü.

“– Evet, böyleyken ona nasıl nazar değmesin?” deyip sözüne devam etti Sıvakay nine.

“– İşte, şimdi dört çocuk. Ama boy da akıl da yedi yaşındaki Yeneş’te daha yerinde!”

“– Öyle. Doğru. Nazar değdirirler” dedi nineler.

Böylece nazar değmesinin doğruluğu şüphesiz ispat edilince söz kimin gözü değdiği konusuna geçti. Sıvakay nine bunda da başkalarından akıllılığını gösterdi.

“– Herkesin değil ihtiyar Şehit’in gözü değmiştir” dedi sözü kesip. Sonra kendine de ninelere de bir kez daha sıcak çay yapıp ispatlarıyla onun gözünün değdiğini doğrulatmaya çalıştı.

Bibekey ile Gölkey’in büyükbabası olan ufak tefek, zayıf, çelimsiz, çevik, ustalık yapan ve nükteli konuşan ihtiyar Şehit’e “Serçe Şehit” diyorlardı. Hatta bu lakap onun bütün soyuna yayılmıştı. Şehit soyundan olan bütün kişilere “Serçeler” derlerdi. Bu lakap Şehit dede neslinin ufak tefek, çelimsiz, ama becerikli oluşlarından ve ellerinden her iş gelişinden sevgi belirterek eklenmişti, bu yüzden kimse sinirlenmezdi. İşte bu Serçe Şehit dede şimdi seksen altı yaşında olduğuna bakmaksızın sabah şafaktan gecenin karanlığına kadar hiç durmazdı. Balta ustasıydı. Kapının önünde, bir köşede duran tezgâhında gün boyunca kesip biçerek bir şeyler yapardı. Yanında her zaman yeni yapılmış bir elek, kap, kürek, ağaç, fıçı dururdu. İhtiyar Şehit’in oğlu ve Gölkeylerin babası olan Şahimurat ağabey de ona ormandan ihtiyacı olan ağaçları getiriyordu. Pazar gelince de hafta boyu yaptığı bu kürekleri, hamutları dar, uzun göğüslü orman arabasına yükleyip, pazarda satarak her hafta un, çay, şeker ve diğer levazımları alıp gelirdi. İhtiyar Şehit pazara gitmezdi. Hatta oğluna:

“– Çok mu sattın, neler aldın?” diye de sormazdı. Onun ilgisini işin kendisi, budayıp keserek ihtiyaç gereçleri yapmak çekiyordu. Ama küçük Yemeş her zaman gidip, ihtiyar Şehit’in usul usul türkü söyleyerek iş yapışını ilgiyle izlerdi. Şehit dede de Yemeş’i yaşından büyük davrandığı ve çok bilgili olduğu için seviyordu. Anneleri hasta, hayatları zor olduğu için ona acıyordu. Her geldiğinde fıkra anlatıp, oyun oynayarak onu avutmaya çalışıyordu.

“– Hey, kızım, senin bu elbisen dokuma. Zengin Kormoş’un çirkin kızı Ğilmekey hep satenden, ipekten giyiniyor. Niye öyle? Sana da lazım o güzel elbiselerden kızım” dedi.

Yemeş belli etmek istemeden:

“– Benim elbisem dokuma değil, ipek” diye ısrar etti.

Annesinin bekârken çeşitli iplerden işleyip nakışlayarak Baygilde ağabeye hediye ettiği, bugün bile sandığın dibinde duran ipek keseyi gördüğünden beri gönlünde en güzel şeyin o ipek olduğu kalmıştı. Bu onun dilinde en büyük övgü sözcüğüydü.

“– Dokuma işte, bıraksana kızım” diye ısrar etti Şehit dede.

“– Değil. İpek ipek! Benim elbisem, eşarbım, kazağım, annemin diktiği gacır gucur eden çizmem bile ipek!” dedi Yemeş. Daha da cesurca ihtiyar Şehit’in cübbesinin kollarından ve kara bağcığından tutup çekti:

“– Dede senin cübben kendir dokumadan. Kendir dokuma cübbene bıçkı küçüğü iliştirerek kirletiyorsun. Hanımınla kavga edersiniz” dedi.

İhtiyar Şehit Yemeş’in cevaba şaşırmamasına sevinip kıs kıs diye güldü.

Bazen işten yorulup mola verdiği zaman Yemeş’e hikâyeler anlatıyordu. Yemeş daha çok “Keçi ile Kurt”

hikâyesini dinlemeyi seviyordu. O hikâyenin melodiyle söylenen kısmı daha bir güzel geliyordu.

 
“Nine ile dede,
Horul horul uyuyor,
Yanlarında bir çocuk.
Ahırdaki beş keçi,
Hırt hırt çiğniyor,
Saraydaki alacalı tay,
Bağıra bağıra kişniyor.
Girişteki kudurmuş enik,
Ilgıt ılgıt uluyor,
Beş keçinin beşini de,
Yemeye çalıştı beni de!
 

deyip ahenkli ahenkli, aç kurt diye uzatarak koşma söylüyordu Şehit dede. Yemeş de ses çıkarmadan dinleyerek onun yanında oturuyordu…

Sıvakay nine onları bu hâlde pek çok kez görmüştü. İhtiyarın hayranlıkla:

“– Vah vah, kurnaz bir çocuk olacak bu Yemeş. Erkek olsaydın bir yiğit çıkardı senden. Kız olarak ziyan olmuşsun” diye söylediğini de duymuşluğu vardı. Şimdi bunları hatırlayıp korkarak:

“– Onun gözü değmiştir” diye tekrarladı.

“– Öyledir, öyledir. Onun gözü çok keskin. İnsanı geçerken görür, dümdüz deler gibi bakar o” dedi diğer nineler de. Sonra hiç vakit kaybetmeden ihtiyardan bir yama alıp yakarak Yemeş’e koklatmaya karar verdiler. Ertesi gün sabah erkenden Sıvakay nine Şehit dedelere geldi. İhtiyar bu sırada her zamanki gibi gamsız gamsız terennüm ederek, sıcaktan kuruyup çatlamış fıçısına yeniden halka vurmaya çalışıyordu. Sıvakay nine hâl hatır sorup, fıçının nasıl birleştiğine bakarak ihtiyarın etrafında döndü, pantolonundan bir yırtık aldı. Halk ağzında “kırk yama” denen, gömlek ya da pantolondan kopan bu parçalar ihtiyar Şehit’te çok olduğundan Sıvakay nineye bu işi yapmak hiç zor olmadı. İhtiyar Şehit hiç fark etmeden işine devam etti.

Aynı gün bu yırtığı ısıtıp Yemeş’e koklattılar. Lakin bu da ona huzur getirmedi. Yemeş sürekli eskisi gibi ateşler içinde yanarak daha da hastalandı. Sıvakay nine başka çareler aramaya başladı. Şu an hiç olmazsa bu çocuğu iyileştirip Baygilde’nin ailesine huzur getirmeyi istiyordu. Bu hastalığın sebepleri hakkında sürekli düşünüyordu:

“– Nazar değmemiş. Ama çok korkmuş. Tedavi etmek gerek” dedi. Baygilde ağabey Yemeş’e sıcak çarptığını ya da terliyken suya indiğinde ciğerinin şiştiğini düşünse de şimdi tüm ailesine bakıp yardım eden Sıvakay ninenin hatırına tedaviye karşı çıkmadı. “Haydi, yapsın. Faydası olmayacağı gibi zararı da olmaz” diye düşündü. Hatta tedavi edilirken kızını kendisi getirdi. Sıvakay nine “dinden çıkmış kişi” olan Baygilde’nin böyle iyi olup, sakinleşmesine sevinerek:

“– İşte görüyorsun Baygilde kayın, iki defa oldu. Allah’ın izniyle hastalığı bedeninden ovarak alacağım” diye ara vermeksizin konuşarak tedavi etmeye başladı. İlk önce kaşık başı gibi olan ak kurşunu kepçeye atıp eritti. Sonra (bir dua bilmese de) ağzının içinden bir şeyler okuya okuya soğuk suyu Yemeş’in tepesinde döndürerek erimiş kurşunu cos! diye suyun içine döktü. Yemeş bu sesten korkup, elini ayağını sallayarak ağlamaya başladı. Baygilde ağabey kızını çabucak annesinin yanına götürüp sakinleştirmek istediyse de Sıvakay nine izin vermedi.

“– Dur. Bak, kayın. Neyden korktuğunu öğrenelim. Korktuğu şey belli olmazsa tekrar dökeceğiz” dedi. Sonra soğuk suyun içinde etrafa sıçrayarak, anlamsız bir şekilde katılaşan kurşuna dikkatle döndüre döndüre bakmaya başladı. Sonra:

“– Örümceğe benzemiş. Örümcekten korkmuş” sonucuna vardı. “– Öyleyse test etmek için bir daha bakalım” dedi. Sonra kurşunu tekrar eritip, yine cos ettirerek Yemeş’in başucundaki suya döktü. Yemeş yine korktu, yine ağladı. Bu sefer de kurşun horoza benzemiş, Yemeş horozdan korkmuş oldu.

“– Sağlığı geri gelirse yürek sureti düşmesi lazım” diye doğruladı Sıvakay nine. Baygilde ağabey de karşı çıkmadı. Sıvakay nine Yemeş’i sürekli böyle korkutup ağlatarak hevesli bir şekilde tedaviye devam etti. Sonra kurşun dökülerek ısınan suya düşen şeyler çok sıçramayınca, daha yuvarlak bir şekilde katılaşan kurşunu kâseden alarak:

“– İşte sağlığı geldi. Yürek sureti düştü. Şimdi iyileşir inşallah” dedi ve kurşunun daha sivri bir yerini delip, ip geçirerek Yemeş’in boynuna taktı. Korkup ağlayarak hâlsizleşen çocuk babasının elinde uyuyakaldı. Sıvakay nine Baygilde ağabeye gururlu bir bakış atarak:

“– Gördün mü kayın, sağlığı gelince çocuk nasıl da sakinleşti! Söyledim, şifasını bulur dedim!”

Kendinden çok çocuğu için endişelenen anne sadece sessiz sessiz ağladı.

Bu koca karı ilaçlarından sonra Yemeş sadece geceleri değil gündüzleri de uykusunda sayıklayarak, korkusundan tekrar hastalandı. İki hafta sonra bir gün neredeyse ölecek hâle geldi ve hastalığı çok ağırlaştı. O zaman Şehit dede yeni kesilmiş bir koyunun derisini alıp Yemeş’i ona sardı. Yemeş ılık deri içinde baştan ayağa terleyerek hastalık başladığından beri ilk kez rahatça uyudu. Şehit dede yaptığı işten memnun olup:

“– Ben size çok önce söyledim. Çocuğa ter hastalığı gelmiş. Terletmek lazım dedim ama siz dinlemediniz. Şimdi de ekin zamanında yeriz diye büyüttüğüm koyunumu kestim, derisini de sıcak sıcak getirdim. Kızıma çorbasını da annesi içirir. İyileşir” diye söylendi. Baygilde ağabey ile Seğüre yenge ona nasıl teşekkür edeceklerini bilmeyip sessiz sedasız kaldı. Şehit dede onları bu durumdan kurtarmak için:

“– Tamam, tamam koyununuz olmayınca nereden deri bulacaktınız? Ne yaparsın, durum yok. Zenginlik akıl karıştırmaz, yoksulluk akıl buldurmaz demişler. Sizdeki de aynısı” dedi üstüne ve takatsiz şekilde yürüyerek çıkıp gitti.

O günden sonra gerçekten de ılık deri içinde terleyince hastalığının buhranı geçti, Yemeş’in ateşi düştü, sağlığı düzeldi. Yerinden kalkıp, onun da annesinin de gözüne, ağzına yapışıp onlara eziyet eden sinek sürüsünü kovmaya başladı. Sadece dışarıya oynamaya çıkacak hâli yoktu. Seğüre yengenin hâlini görmeye, ailenin üzüntüsünü paylaşmaya konu komşu ve yaşlı kadınlar sürekli gelip gidiyordu. Gençlerin bazısı kızların saçlarını tarayıp, üst başlarını yıkayıp ekmek pişirdi, daha büyük olanları ülkedeki, köydeki olayları anlattı. Bu olayların çoğu kuraklık, kıtlık gelmesi ile ilgiliydi. Derin of çeke çeke, kötü ses tonuyla bahardan beri yere bir damla yağmur yağmaması, gökte bir tane bulut görünmemesi, küçük çocukların mide bozulmasından ölmesi, açlık, otun kuruyup bitmesi hakkında konuştular. Ne zamandır devam eden bu kıtlıkta insanların köpek, kedi hatta insan eti yedikleri ve köy köy öldükleri hakkında birbirinden korkunç olayları hatırladılar. Bir keresinde Sıvakay nine gün boyu o korkunç olaylar hakkında konuştu.

“– Japon savaşından önce oldu bu açlık” diye başladı hikâyesine. “Ey, gün gibi aklımda. Allah’ım o günü tekrar göstermesin. Tövbe estağfurullah, o yıl yol kenarına direklerin yerine cesetler dizilmişti! Açlık korkusuyla sokağa dağılan zavallılar, köy aralarındaki yol boyuna doluşup ileri geri yürüyor, nereye varsalar orada ölüp kalıyordu. Sonra bir merhametsiz onları direk gibi yol kenarına dikti. Böyle bastıkları şekilde taş gibi kalmışlardı… Sonra aç kurtlar gelip çekiştirince çeşit çeşit surette dimdik kaldı zavallılar. Toplanacak külleri de yoktu. Ne hâle getirdiler… Canlı olanlarda yarı ölü olduğundan umursamaz hâle gelmişlerdi sanki… Kimse de bu direklere şaşırmıyordu. Kendileri de bir gün böyle yığılıp kalıncaya kadar onların yolundan yürüyordu zavallılar… Ey Allah’ım… Vah, felaket!”

“Bu nine Seğüre’yi öldürmeden susmaz” diye endişeyle düşündü Baygilde ağabey. Kapı dibindeki yükselti üzerinde İştuğan’ın çizmesine kapanmış hâlde oturuyordu. Bugün gece İştuğan ile birlikte Ural’a, eskisi gibi Zengin Kormoş’a günlük ekinde çalışmaya gitmeyi istiyorlardı.

Sıvakay nine melodili şekilde bir türkü söyleyip biraz sessizleşti, Seğüre yengeye aniden eğilerek:

“– Biliyor musun gelin, Allah niye ülkeye kıtlık veriyor?” sorusuyla söze başladı.

“– Ezmezulla Molla söyledi, dünyada günahı çok olan kullar çoğalmış. İnsanlar zengini zengin, çarı çar, mollayı molla diye bilmemeye başladı. İşte Petersburg’da fabrikadakiler çara karşı el kaldırmış. Tövbe estağfurullah çar gibi çara karşı çıkmışlar. Her yerde köy halkı da azaldı. Çarın boyarla savaşa girmesine karşı çıkmaya başladılar. Evet, böyle iş olur mu? Allah bu işe razı gelmez. Allah’ın kimini zengin kimini yoksul yaptığını kendileri de bilir. En sevdiği insanı yoksul, hasta yapabilir. İşte sen de Seğüre gelin Allah’ın en sevdiği kullarından olduğun için böyle eziyet çekiyorsun. Bu ağır eziyete ağlayıp sızlamadan sabrettiğin için Allahȗ Teâlâ seni cennetin başköşesine oturtacak. Bu dünya fani değil mi? Hepimiz burada misafiriz. Burası nasılsa geçici, ilk evimizde o dünyada Allah cennetten mahrum etmesin. Ama birçok insan Allah’ın razı olmadığı işleri çoğaltıp onlarla meşgul oluyor. Evet, böyle iş olur mu? Ezmezulla Molla, böyle olunca Allah niye dünyaya felaket vermesin dedi.”

₺54,27

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
371 s. 2 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6981-65-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 2, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre