Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Aşağılananlar», sayfa 4

Yazı tipi:

VII

Baygilde ağabey eş aradığı bu günlerde Sıvakay nine sabah erkenden gelip Bibeş’e evi toplattırdı. Çocukların üst başlarını yıkadı, giydirdi, saçlarını taradı, ördü, her şeyi düzenledi. Sık sık of çekerek:

“– Ey, doğum acısını da annelik duygusunu da tatmayan biri çocuklara acır mı, bakar mı? Olmaz, imkânı yok” diye söylendi. Çocuklara gizemli şekilde fısıldayarak:

“– Üvey, üvey olur çocuklar. Öz anneniz olmaz. Ona “anne” demeyin. “Abla” diye hitap edin” diye tembih etti.

İşini bitirince:

“– Şimdi çocuklar babanızı kendiniz karşılayın. Seğüre gelinin evine yedi kat yabancı bir kadının geldiğini görüp buna dayanmaya benim gücüm yetmez” diye ağlamaklı şekilde dönüp gitti. Çocukların dördü birden:

“– Nine gitme dur!” diyerek kapıya kadar yürüdü. Anneleri öldüğünden beri eve de girseler dışarıya da çıksalar, yetim yavrular gibi bir yere birikip sürekli birlikte yürüyorlardı. Şimdi Sıvakay nine de gidince, daha da efkârlanıp kapının dibinde sessizce durdular. Sokak da onların evinin içinden neşeli değildi. Köy boş, sessizdi. Erkeklerin çoğu yiyecek ve iş için Ruslara gitmişti. Karaltı gibi sessiz, düşünceli olan kadınların, kızların, çocuk çoluğun çoğu kazayağı, tohumlu bitki başları toplayıp tomurcuklarını alarak dağdaki vadiye gidiyordu. Köydeki dedeler ve ağabeyler Yemeşler gibi küçük, yetim görünüyordu.

Ağustos’un ortası olmasına bakılmaksızın ağaçların, ekinlerin sararıp kuruması köye ayrı bir keyifsizlik ve keder katıyordu. Üstelik güneyden aralıksız esen sıcak, kuru yel dağın sırtından ot yığını büyüklüğündeki siyah kuru deve elmalarını getirip sokak boyunca döndürerek dolaşıyordu. Bu tuhaf şekilde büyük, örümcek gibi iri kabarık deve elmaları, zayıf kuru dalları ile yere gelişi güzel vurup, bir şeylere sevinmiş gibi zıplayıp, sokağa dolarak dans ediyordu. İşte onların en büyüğü ve korkunç olanı kuru dallarını kaldırıp, Yemeşlerin yanına geldi, ufak ufak hareketlerle dir dir edip durdu, sonra birden sağa sola uçup zıplayarak daha ileriye döndü. Sanki kuraklığın ardından gelecek olan korkunç açlığın kurbanlarını gördüğünden sevinerek zıpladı, yüksek sesle güldü.

Kuru deve elmalarının danslarına gözünü dikip, uzun süre sessiz kalan İştuğan, büyükler gibi derin bir of çekerek:

“– Bu kadar iri deve dikenlerini de sokağı böyle doldurup, dönerek dolaştıklarını da hiç görmemiştim” dedi.

Bu çirkin, yabancı manzara çocukları daha da keyifsiz hâle getirdi, onların içine nedeni bilinmez, anlamsız bir korku, sıkıntı kattı. Onlar nehir ortasında küreksiz kalan gemi gibi nereye gideceğini ne yapacağını bilmeden sallanıp, bir tümsekten diğerine geçip, damakları kuruyuncaya ve güçleri tükeninceye kadar böyle kapının dibinde, sıcak güneşin altında ezilerek durdu. Sonra Bibeş sevinmek yerine korkmuşa benzeyen bir ses ile:

“– Geliyorlar!” diye bağırdı.

“– Geldiler!” diye tekrarladı İştuğan. Ağaç destekli kapının kanadını sürükleyip daire şeklinde açtı. Gerçekten de bu sırada Zengin Kormoş’un bal rengi atı gibi dörtnala koşan bir atta, çiğ sarı renkte Keşmir kumaştan ince bir şal örtünmüş kadını sol yanına oturtan Baygilde ağabey yukarı uçtan sokağa indi. Kızlar kurttan ürkmüş taylar gibi birbiri ardına eve inerek kayboldu. Kapının dibinde sadece İştuğan kaldı. O anda tüm düşüncesini ve hislerini çeken; at koşumlarını çıkarma, atı sulama, sonra Zengin Kormoş’a kadar dörtnala koşup gitme mutluluğu onun babasının gelmesini sabırsızlıkla beklemesine ve orada durmasına mecbur etti. Atları seviyordu. Hatta atları olsa onlara nasıl kıymet verip eğiteceğini, bindiğinde nasıl hissedeceğini düşünerek gecelerce uyuyamadığı zamanlar çoktu. Babası bu yıl baharda Zengin Kormoş’a bir tay için yıllık işe kiralanınca buna çok sevinmişti. Kendi atları olması konusundaki hayali şimdi bütünüyle hayata geçmiş gibi hissetmişti. Lakin onun bu ümidi annesinin ölüp babasının zenginin işinden çıkarılmasıyla paramparça oldu. İştuğan bu konuyu şimdi hatırlamaya bile korkuyordu. Bu düşünce annesi hakkındakiler kadar ağır, özlemli, kederliydi. Ona şu an böyle birinin atına binip hızlı hızlı gitmenin sevinciyle kanatlanma isteği geldi.

Bal rengi at coşup, kişneyerek dört nala kapının önüne geldi. İştuğan sevincinden ne yapacağını bilmeyerek atın başına yapıştı.

“– Tırrr! Sarı at!”

“– İşte, size anne getirdim oğlum” dedi Baygilde ağabey tuhaf bir ses ile. “– Selamlaş oğlum.”

Tüm dikkatini bal rengi ata veren İştuğan bunu duymadı hatta yeni anneyi de fark etmedi. Kızlar korkup farklı farklı köşelere kaçıştı. Hatta Yemeş eskisi gibi yatak, döşek yığılan sandığın arkasına geçip ses çıkarmadan durdu.

Serbiyamal erkeklerin beğeneceği kadar cilveli, tombul vücutlu, iki yanağının kızarmasından sağlıklı olduğu belli olan becerikli, cesur, yaklaşık yirmi beş otuz yaşlarında bir kadındı. Üstünde Orenburg’daki tüccar eşlerinin elbiselerine benzetmeye çalıştığı önü etekli, kuyruklu, omuz başları kabartmalı, kol uçlarını dirseğine kadar daraltılıp parmak ucuyla tutulmuş gibi zarif düğümler dikilmiş pembe bez bir elbise, ayağında yüksek topuklu yepyeni siyah çizme, başında tamamı süslü sarı Keşmir kumaşından şalı ile- buradaki genç kadın ve kızların severek örtündüğü bir şal- Serbiyamal, kılık kıyafeti de kendi de göz kamaştırıyordu. Yürüyüşünden ve duruşundan engel tanımayan, dediğim dedik, cesurluk, kadın ve kızlara has mağrur bir güzellik saçıyordu. Evet, erkeklerin beğendiği kadınmış bu Serbiyamal! Baygilde ağabey de onu ilk bakışta beğendi. Daha çok onun enerji dolu sağlıklı rengini, gür çıkan emir verici sesini, becerikli oluşunu, güçlü duruşunu beğendi.

“Merhum Seğüre ile biz çok saftık… Saf insana hayat kurmak… Bolluk içinde gamsız yaşamak zordur…” diye düşündü Baygilde ağabey. “Sadece çocuklara sert davranmasın…” diye diledi.

Serbiyamal evin sahibi gibi mağrur şekilde yürüyerek eve girdi. Baygilde ağabey de tam aksine her zamankinden daha mağrur görünüyordu.

“– Kızlarım” dedi sesini güçlükle çıkarıp. “– Kızlarım neredesiniz? Çıkın, annenizle tanışın…”

Fırının arkasına kaçtığı yerden ilk önce Bibeş çıktı. Yeneş de onun arkasından geldi.

“– Aman, bunlar mı benim kızlarım? Baksana nasıl da küçücük, zayıflar…”

Serbiyamal yüksek sesle gülüp çocuklara birbiri ardına kolunu uzattı. “– Elbette tanışacağız. İsimleriniz ne?”

Korkup şaşıran kızlar bir şey söyleyemedi. Onların yerine Baygilde ağabey cevap verdi.

“– Büyüğü Bibiğeyşe, ortanca Yenbike, şu sandığın arkasından bakıp duran da en küçüğü Gölyemeş. Onlara kısaca Bibeş, Yeneş, Yemeş diyoruz.”

Serbiyamal ne içindir tüm dikkatini, kendisine aklını kaybetmiş gibi bir korku ve şaşkınlıkla dimdik bakıp duran Yemeş’e yöneltti.

“– İşte, orada birisi mi varmış! Ne diye saklanıyorsun aptal! Çık, gel tanış!” Seğüre yengenin kadife kumaş gibi yumuşak, usul sesine alışılan evde Serbiyamal’ın güçlü, sert sesi çok kaba ve çirkin bir şekilde yankılandı. Yemeş iyice sandığın arkasına saklandı, Serbiyamal parmağıyla korkutarak:

“– Aman! Nasıl da vahşi. Vay, dağ keçisi!” Baygilde ağabey kızı için özür dileyen bir ses ile:

“– Olur, küçük o. Öğrenir, alışır” dedi. Yavaş yavaş öğretiriz…”

“– Öğrenir. Öğretirim. Görülüyor ki bu çocuklar terbiye almamış” dedi Serbiyamal.

İnce şalını silkeleyip döşeme kalasına astıktan sonra divana geçip oturdu. Samimi şekilde gülümsemeye çalışıp bir kez daha kızlara birbiri ardına baktı. Lakin onun ağzı gülse de burun delikleri birbirine çok yaklaşıyor, sonuna kadar açılan küçük, yuvarlak gözleri son derece soğuk ve merhametsiz bakıyordu. Çocuklar sadece bu bakışı gördü, sadece bu kaba, korkunç sesi duydu. Kızlara bu çok kötü ve çirkin geldi.

Yemeş’e her gece Sıvakay ninesinin söylediği hikâyedeki yaşlı cadıyı hatırlattı. Sıvakay nine dün gece boyunca onlara kederli bir ses ile ahenkli ahenkli Yemeşlerin şimdiki hayatına benzeterek yetim çocuklar ve üvey anneler hakkında hikâyeler anlattı.

“Çok eskiden bir anne ile bir baba varmış. Onların çok güzel bir kızı ile bir oğlu olmuş. Günlerden bir gün anne çok hastalanmış ve ölmüş. Baba da komşu köye gidip bir üvey anne getirmiş. Ama o… cadı anneymiş. Gelir gelmez babanın çocuklarını yemek için hileler yapıp kendini hasta etmiş. Baba ona ne kadar üfleyip tükürse de iyileşmemiş. Günlerden bir gün baba yeni bir deva aramak için yolda gidiyormuş ki o cadı anne Hızır İlyas olup babanın karşısına çıkmış:

“– Aleykümselam! Niye böyle dalgınsın insanoğlu?” diye sormuş. Baba üzüntüsünü anlatınca o:

“– Karın iyileşsin istiyorsan oğlunu kesip ona kalbini yedir” diye söylemiş. “Bu Allah’ın emri. Başka çare yok” demiş kaybolurken de.

Böylece baba zavallı hâlde ağlaya yakına geldiğinde o cadı anne çoktan dönüp, babaya kendini acındırarak sızlanıp:

“– Evet, ölümüme deva buldun mu?” diye bakmış. “– Hayır. Bir deva bulmadım” diye cevap vermiş baba. “– Kutsal biriyle karşılaşmadın mı?” diye ısrar etmiş anne. Baba da:

“– Hayır” diye cevap vermiş tekrardan.

“– Yalan söylüyorsun. Gözünden anladım. Sana kutsal biri devayı söylemiş. Sen beni iyileştirmek istemiyorsun!” diyen anne bu kez daha da hastalanmış. Sonra baba çaresiz kalarak, karısına oğlunu kesip yedirmiş. Çocuğun ablası üvey annesinin yediği abisinin kemiklerini ağlaya ağlaya toplayıp beyaz bir beze sararak kayın ağacının dibine gömmüş. Sonra bu kemiklerden çocuk boz bir serçe olup, uçup gitmiş. Şimdiki o gri serçelerin hepsi işte ondan yayılmış.

Onlar bu yüzden böyle yürek parçalayan kederli bir sesle ötüyor… İşte bir vakit o çocuk- boz serçe- onların penceresine konmuş ve ötmeye başlamış.

 
Bronz kazan kaynıyor,
Baba bıçak biliyor,
Üvey anne “kes!” diyor,
Öz annem “bırak!” diyor.
 

diye ötmüş zavallı. Sonra evlerine uçup babasının omzuna konmuş:

“– Baba, baba ağzını aç!” diye söylemiş. Babası ağzını açınca ona bir kaşık yağ yedirmiş.

Ondan sonra ablasının omzuna konup:

“– Abla, abla ağzını aç!” diye söylemiş. Ablası kardeşinin sesini tanıyıp, sevinerek ağzını açmış. Sonra serçe ona bir kaşık bal yedirmiş. Sonra üvey annesine gidip:

“– Anne, anne ağzını aç!” diye söylemiş. Üvey annesi onu yutayım diye ağzını kocaman açmış, boz serçe de ona bir kap iğne yedirip, uçup gitmiş. Cadı anne oracıkta ölmüş…”

Bu korkunç hikâye sadece diğer çocukların değil, küçük Yemeş’in de yüreğine taş gibi oturmuştu. Bu yüzden üvey annesi ona şimdi daha korkunç gelmeye başladı. Onu görmemeye, ona görünmemeye çalışıp tekrar sandığın arkasına saklandı. Börkünü asmayı unutup, elini ovalayarak yabancı biri gibi kapının dibinde duran Baygilde ağabey her zamanki gibi yumuşak bir şekilde: “– Bibeş kızım semaveri koy” dedi. “– Semaver kaynamış” diye cevap verdi Bibeş.

“– Öyleyse çay içelim. Biz yoldan geldik, susadık” dedi babası.

Bibeş divana yamanmış olsa da bembeyaz, temiz kendir sofra bezini getirip serdi. Tepside çaydanlık, porselen fincan, ekmek, süt getirdi. O sırada at ile işini bitiren İştuğan da çardaktaki büyük pirinç madeninden yapılma semaveri kaldırıp getirdi. Şimdi herkes her zamanki yerine oturup çay içmeye başladı. Onların evinde de başka evlerdeki gibi herkesin yemek yerken oturduğu belli yeri vardı: Sağ taraftan en yüksekte, evin başköşesindeki yorganla, çaprazındaki yorganın kesiştiği yerde, küçük minderin üstünde baba oturuyordu. Onun sağ tarafı, divanın kenarı, semaverin yanı annenin yeriydi. Burası çay yapmak için en uygun yerdi.

Sol tarafta babasına karşı İştuğan, divanın kenarında annesine karşı Bibeş oturuyordu. Yemeş babasıyla ağabeyi arasında oturuyor, Yeneş ağabeyi ile ablası arasında sol tarafta oturuyordu. İşte herkes önceki gibi kendi yerine geçip oturdu. Sadece Seğüre yengenin yeri boştu. Oraya şimdi elini yıkayarak dışardan gelen Serbiyamal’ın oturması gerekiyordu. Lakin o an Yemeş bütün korkusunu unutup, sandığın arkasından fırlayarak annesinin yerine oturdu. Yabancı, sert bir sesle:

“– Git kara kadın. Benim annemin yerine oturma. Orada ben oturacağım” dedi.

Ama gözleri yaş ile dolup her an ağlamaya hazır duruyordu.

Baygilde ağabey de hatta mağrur Serbiyamal da ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden şaşıp kaldı. Eve üvey anne alıp getirdiği gün bu küçük çocuğu dövüp ağlatmak da onun bu hâlini cezasız bırakmak da zordu. Sonra Baygilde ağabey sol tarafa geçti.

“– Serbiyamal biz bu tarafta oturalım. Annesinin yeri Yemeş’e kalsın.”

“– Sol taraftan bana çay yapmak zor olacak” diye Serbiyamal karşı çıktığında Baygilde ağabey:

“– Tamam, alışırsın” diye sözü bitirdi.

Serbiyamal Yemeş’e deler gibi bakıp sol tarafa oturdu. İştuğan, Yeneş, Bibeş sağ tarafa geçti. Evin içinde her zaman devam eden düzen böylece ilk kez bozuldu.

Çaydan sonra Serbiyamal bu küçük, kötü kızı kendine alıştırma ya da gönül yarasını daha da derinleştirme niyetiyle Yemeş ile uğraşmaya başladı.

“– Gel kızım, seveyim seni. Ben senin annenim” diyerek yaklaştı. Yemeş’in eli ayağına dolanarak, var gücüyle kaçtığını görünce yapmacık, yüksek bir sesle güle güle onu kovalamaya başladı. Ömründe kucağına çocuk almayan biri olarak tüm hareketleri kaba ve sertti. Baygilde ağabey yersiz gülümseyip, içinden endişelenerek bu eğlenceyi izlemeye başladı.

Yemeş kaçarak az önceki sandığın arkasına saklandı. Serbiyamal onu bileğinden tutup sandığın arkasından çıkardı, zorla eteğine oturttu:

“– Evet, yakalandın mı seni vahşi! Niye kaçıyorsun? Evet, anne de. Ben senin annenim ya? Anne de!” diye yakınlaştı.

Yemeş var gücüyle mücadele edip, sağa sola sıçrayarak onun elinden kurtulmaya çalıştı. Lakin küçük bir çocuğun bu kanca gibi sert, yapışkan ellerden kurtulması mümkün mü? Serbiyamal hafifçe gülerek Yemeş’in ağzına emziğini vermeye çalıştı.

“– Em dedim! Emzik veriyorum em. Sen benim çocuğum olacaksın!”

Yemeş dişlerini kısıp ağzını açmamaya çalıştı. Olmadı. Serbiyamal büyük, soğuk emziğini Yemeş’in ağzına zorla tıktı, burnunu göğsüne batırıp sıkıştırdı. Sanki emzikle kapattığı çocuğun nefessiz kalmasının mümkün olacağını bilmiyordu.

“– Ha ha ha! Em, yavrum em!”

Yemeş boşa tutulmuş balık gibi elini ayağını sallayıp durdu. Kurtulamadı, kurtulmak için başka çare kalmayınca emziğini sertçe ısırdı.

Serbiyamal:

“– Abo! Kahretsin! Dişin kopsun!” diye acıyla beddua ederek Yemeş’i yere fırlattı. Sonra kalkıp, vurayım dediği sırada Bibeş araya girip kardeşi Yemeş’in üstüne kapandı. Serbiyamal’ın yüksek topuklu kara çizmesi onun tam beline geldi. Lakin bu kaba, vahşi harekete yüreği sızlayan Bibeş ağrıyı hissetmedi. Yemeş’i kaldırıp, seve sakinleştire dışarıya çıktı. Yeneş ile İştuğan da onun arkasından gitti. Onlara şimdi sadece bu çirkin üvey anne değil küçük serçelerin böyle eziyet çekmesine neden olan babaları da birden yabancı biri gibi geldi. Çardağa gidip bu yeni ve ağır duyguyla uzun süre konuşmadan oturdular. Ama genç kadın evden bir şey savurdu.

“– Aman aman, bu yetişmiş kızını niye evlendirmiyorsun? Çocukları ona arka çıkıp bana boyun eğmeyecekler” diye bağırdı Baygilde ağabeye. “– O kızını benim gözümün önüne getirme!”

“– Ne demek yetişmiş? Daha on dört yaşında” diye çekinerek karşı çıktı Baygilde ağabey. Serbiyamal gözyaşına boğulup:

“– Aman, on dört yaş az mı? Büyümüş, büyümüş. Bibeş’ini bugün yarın evlendirmezsen seninle durmam. Duyuyor musun, durmam!” diye tekrarladı.

Ailede kavga dövüş, ağlama bağrışma görmeyen Baygilde ağabey ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden şaşıp kaldı.

VIII

Bu olaydan sonra on hafta geçince Baygilde ağabeylere, çok güzel bir at koşulmuş yepyeni yük arabasında yedi kat yabancı biri geldi. Uzun boylu, kızıl yüzlü, bal rengi sakallı bu kişi ayağına giydiği plastik çizmesi, yağlanmış kara kadife başlığı, çizgili ipek kıyafetiyle Yemeş’e annesinin kanını alan Ezmezulla Molla'yı hatırlattı. Bu kişi yük arabasından inip:

“– Aleykümselam!” diye Baygilde ağabeye doğru gelmeye başlayınca, korkup çardağa saklandı. Bibeş ile Yeneş: “Bu kimmiş?” diye şaşırıp dimdik ona baktı. Bir şeylere sevinip ağzı kulağına varan Serbiyamal yabancı, mırıldanan bir sesle:

“– Bibeş kızım gel, sende çardağa in. Yetişmiş kıza yabancı birine böyle bakmak yakışmaz!” dedi. Oldukça mütevazı davranıp, kıs kıs gülerek bu yabancı kişiye doğru geldi.

“– Buyurun, buyurun Hisbulla sofu rahat edin, eve girin başköşeye geçin!”

Bundan bir şey anlamadan şaşıp kalan Baygilde ağabeyin ayağından sertçe çimdikledi.

“– Kocacığım misafiri karşıla. Aman aman, niye şaşırıyorsun! Buyurun, buyurun haydi evde rahat edersin sofu! İştuğan oğlum misafirin atını tut!” diye emirler vere vere Hisbulla’yı eve doğru alıp gitti. Ne söyleyeceğini ne düşüneceğini bilemeyen Baygilde ağabey, başını tutarak onların arkasından gitti. Serbiyamal misafiri başköşeye geçirip, minderin üstüne oturtunca:

“– Kocacığım konuşup tanışın. Ben çay hazırlayacağım” deyip ördek gibi yalpalayarak çardağa gitti. Lakin Baygilde ağabeyin bu davet edilmemiş misafir ile konuşmaya da tanışmaya da niyeti yoktu. O siğil olmuş parmaklarını kıvırcık sakalına batırıp, koyu kara kaşlarını çatıp, uzun kirpikli, dalgın, büyük gözlerini hem misafirin tilki kuyruğu gibi uzun bal rengi sakalına hem de başlığı altından parlayarak görünen kızıl kellesine dikerek: “Minderin üstüne yayılarak oturuyor bu ihtiyar. Medresede çok kaldığından herhâlde” diye öfkeyle düşündü. Hisbulla daha otuzuna gelmemiş olsa da giyimi, dış görünüşü, davranışıyla yaşlı, kırkına gelmiş biri gibi göründü ona. Çünkü annesi Taiba ninenin öğrettiği gibi mağrur, zengin, okumuş biri gibi görünmek için söze kendisi başlayıp yaşlılar gibi güzel konuşmaya çalışıyordu.

“– Evet, güzel!” dedi gerinerek. “– Nasılsınız? Hayvanlar, çoluk çocuk, konu komşu iyiler değil mi?” diye birkaç kez söze başladı. Lakin Baygilde ağabey:

“– İyi” diye sadece bir sözle konuşmayı bitirdi. Sonra ne konuşacağını ne söyleyeceğini bilemeyen Hisbulla:

“– Çok şükür, çok şükür” diye yerinde kalkarak boğazını temizledi. Aksi gibi, annesinin öğrettiği faydalı sözler de tükendi. Ama Baygilde ağabey hiç konuşmadı. O sırada Serbiyamal gelip çay yerini hazırladı. Çayın yanına oturunca durmadan konuştu ve en saf, en iyi anneymiş, kızlarının mutluluğu konusunda gece gündüz kaygılanan düşünceli biriymiş gibi davrandı. Koca kıymeti bilmeyen, yoldan çıkmış kadınları köpekten alıp köpeğe atarak hakaret etti, saf ve Allah kulu kocaları koruyarak yakındı. Hatta uygun zamanı bulunca, bir iki damla gözyaşını çayına damlatıp, hüp hüp ederek içti. Serbiyamal’ın bu davranışına Hisbulla önceki kötü görüntüsüyle sallanarak:

“– Çok şükür, çok şükür!” demekten başka bir cevap bulamadı. “Medreselerde bundan başka sözde öğretmemişler herhâlde. Evet, bu baykuş ne diye gelmiş? Ne var burada ona?” diye canından bezerek düşündü Baygilde ağabey.

“– Kocacığım tanıştırayım bu Hisbulla bizim İlseğol yiğidi” diye yüzü gülerek konuştu Serbiyamal. Sonra Hisbulla’nın olan olmayan tüm iyi tarafları hakkında konuştu.

Hisbulla, Taiba ninenin “şakirt” lakaplı oğluymuş. Selime adında çok güzel hanımı varmış. Bir gün aralarına şeytan vesvese vermeye başlamış. Hisbulla’nın ilk doğan ağabeyi ve güreşçi olan kahraman Hammat şeytan olup araya girmiş. Sonra Selime yerinde duramayıp Hammat ile evlenmiş. Hisbulla saf biri olduğundan onlara:

“– Haydi yaşayın. Allah size cezayı kendisi versin.” demiş elini sallayarak. Artık ona dürüst bir hanım olacak akıllı, iffetli bir kız lazımmış. Bu yüzden Bibeş’i kendine gelin edecekmiş…”

“Bak sen şuna, bu ihtiyara genç kız lazımmış! Utanmaz! Benimle yaşıt neredeyse…” diye sinirlenerek düşündü Baygilde ağabey. Hisbulla’nın birincisi geleneği bozup, dünür olmadan eve gelmesi ikincisi erkek hâliyle çocuğa heveslenmesi onu çok sinirlendirdi. Birden onu tutup evden atası geldi. Bu yüzden sözünü keserek:

“– Yaşlı adama verecek kızım yok benim” dedi.

“– Aman, aman yaşlı değil. Aralarında sadece on yaş var! Bu yaşlılık mı?” diye karşı çıktı Serbiyamal. “– Allah isterse denk olurlar, “ihtiyar koynunda ekmek var” diye eskiler boşuna dememiş. Aptal gibi davranma kocacığım. Kızının mutluluğunu geri çevirme!”

Ama Hisbulla kendine has kötü görüntüsüyle hafifçe gülümseyip, bir Baygilde’ye bir Serbiyamal’a çekingen şekilde bakarak sadece oturdu. Çünkü onun “çok şükür” demekten başka sözü yoktu. Ama söz buraya gelmedi. Üstelik ona fark etmezdi. Baygilde kızını verse de vermese de olurdu. O buraya annesi döverek gönderdiği için gelmişti.

Bu kulun az çalışıp, böyle mağrur şekilde dosdoğru ona gelmesini şimdi daha da iyi anlayan Baygilde ağabey acı acı gülümseyerek:

“– İhtiyar koynunda ekmek var. Ekmeğinden kan damlar. Genç koynunda kamçı var. Kamçısından bal damlar” demiş değil mi eskiler?” dedi ve sustu.

“– İhtiyar ağaca sığınan genç ağaç yüz yıl yaşar” diye söylemişler diye tartıştı Serbiyamal. Lakin ne kadar uğraşıp tüm hile ustalığını kullansa da Baygilde ağabeyden cevap alamadı. Ama Hisbulla keyfi hiç bozulmadan gidince evde bugüne kadar görülmemiş, duyulmamış bir fırtına koptu. Evin içinde yaşamanın, yemenin, çalışmanın, huzurla uyumanın da mümkün yanı kalmadı.

“– Bu yıl açlık yılı. Kırım askeri çocuklarınla kışı nasıl çıkaracaksın? Açlıktan kırılırız şimdi, ey Allah’ım! Niye ben böyle işe yaramaz bir kocayla kendime yazık ettim? Hisbulla sebebini anladı mı? Sen akıllı, uslu, okumuş birisin! Senin dengin mi? Senin işe yaramaz kızını insan yerine koyanın değerini bilmedin, anla! Eğer ki Bibeş’ini Hisbulla’ya vermezsen seninle bir gün bile durmayacağım! Duydun mu?” diye gece gündüz sıraladı. Baygilde ağabey başta bir iki sözle olsa da tartışıp, sonra elini sallayarak: “Haydi, ancak konuş sen!”

Lakin Serbiyamal konuşmakla kalmadı. Baygilde ağabeye fark ettirmeden Taiba nineye haber gönderdi:

“– Hisbulla’yı gönder beğenirse ve paradan kaçmazsa kız sizin olacak!” Ama Baygilde ağabeye:

“– Eğer Hisbulla sofu tekrar gelirse ters bir söz söyleme, işitsin kulağın. Evet, Bibeş, Bibeş’ini ona vermezsen ben geri giderim. Yetimlerinle ortada kalırsın!” diye tekrar tekrar uyardı.

Baygilde ağabey iki ateş ortasında kaldı: Bibeş’e acımanın da kadınsız kalmanın da çok çocuk üstüne kadın bulmayı ümit etmenin de mümkün olmadığı bir durumdu. Ne düşüneceğini ne yapacağını bilemeden bütünüyle şaşıp kaldı. Ama Serbiyamal onun bu tereddütlü hâlinden ustaca faydalandı. “Demiri sıcakken dövmek iyidir” deyip Baygilde ağabey bir karara varmadan önce işi çabucak bitirmeye çalıştı.

Çok geçmeden Taiba nine Hisbulla’yı hakaret ede ede İsenbet’e gönderdi: “– Bak, dinle, gelinsiz geri dönecek olma!”

Bu kez Serbiyamal onu tümden:

“– Haydi, rahatına bak damat!” diye kolunu açarak karşıladı. Sonra Baygilde ağabeye ağız açtırmadan Bibeş’i evlendirme hazırlığına başladı. Hisbulla, annesinin geline hediye et diye verdiği pulu, gümüş parayı, süslü iki bileziği yanlışlıkla ona verince, Serbiyamal tümüyle coşup acele etmeye başladı. Konu komşu şaşıp kaldı. Şehit dede gelip:

“– Ne yapıyorsunuz Baygilde? Niye gencecik çocuğuna yazık ediyorsun! Büyüsün. Olgunlaşsın. Bibeş güzel kız olacak. Sonra ona denk yiğitler bulunur” diye nasihat etti. Sıvakbike nine gelip:

“– Niye siz onu kadın gibi dul adama veriyorsunuz? Allah’tan korkmuyorsanız elden utanın hiç değilse! Ey Allah’ım eskiler: “Annen üvey olursa, babanın damadı olur” diye bildiklerinden söylemişler. Çocuklarını önemsemiyor musun imansız, dinden çıkmış!” diye hakaret etti. Olmadı. Baygilde ağabey su yutmuş gibi başını sıkarak oturdu. Bu yüzden hepsiyle Serbiyamal tartıştı.

“– Veriyoruz. İşte zengine veriyoruz! Burada iziniz kalmasın. Başkasının kızıyla sizin ne işiniz var?” diye bağırdı. Şehit dede de Sıvakbike nine de:

“– Kötü kadından dev peri bile kaçar” dedi. “Bu kötü kadın öğüt vererek yenilmez” diye önemsemeyip çıkıp gittiler, bir daha da gelmediler. Serbiyamal çardağın altına kaçıp, ağlayan Bibeş’i kolundan çekerek çabucak getirdi, çardağa indirdi:

“– Saçını tara albastı!34 Çabuk ol!”

Bibeş çardağın bir köşesine gidip, korkusundan ağlayınca Serbiyamal onu bileğinden çekip, sandalyeye oturttu, saçlarını kopara çeke taramaya başladı. Bibeş o kadar küçük, güçsüzdü ki! Divanda oturduğunda ayakları yere bile değmiyordu. Omuzları tığ gibi sivri, göğsü de tahta gibi dimdikti. Onun genç kız olduğunu, büyümeye başladığını gösteren bir tarafı yoktu. Saçları annesinin saçı gibi kalın, uzun olduğundan tarayıp, savurunca küçük gövdesini tamamen kapattı. Ama onun aklını yitirmiş gibi keder ve endişe fışkıran büyük, parlak mavimsi gözlerinden sürekli kaynar yaşlar akıyordu. Lakin Serbiyamal bunların hiç birini görmüyor, fark etmiyordu. Sanki önünde çocuk değil bebek oturuyordu.

Saçları taranıp örüldü. Sonra Serbiyamal Bibeş’in sürekli yalın ayak yürümekten yarılıp çatlamış ayaklarına damadın getirdiği büyük deri çizmeyi, üstüne de kat kat dikilmiş kızıl saten elbiseyi giydirdi. Sonra Bibeş’in dişi, tırnağı ile intikam almasına bakmadan başına zorla eşarp bağlayarak işlemeli, yeşil Keşmir kumaş şalı örttü. Bu, Bibeş’in genç kızlığa geçtiğinin, yeni gelin olduğunun ilk göstergesiydi.

Böylece Serbiyamal geleneklere göre yengelerin yapması gereken tüm işi kendisi yapıp, Bibeş’i gelin olmaya hazırladıktan sonra onu çardağa kilitleyip gitti. Bu sırada dışarıya alacakaranlık düşmüş, evde ateş yakmışlardı. Serbiyamal şimdi de ailenin geri kalanına girişti.

Sabahtan beri ağlayıp, yemeden içmeden çardağın başında duran İştuğan’a kulaklı şapka gibi bir minder fırlatarak:

“– Bugün burada uyu!” diye bağırdı.

Kapının önünde sessiz sedasız oturan Baygilde ağabeye bakarak:

“– Damatla kızın yerini yaptım. Yeneş ile Yemeş de evde uyuyor. Çocuk onlar ne bilecek!” diye söylendi. Sonra karşılık vermesine yer bırakmayan bir ses ile: “– Biz çardakta yatarız” diye ekledi.

Baygilde ağabey hiçbir şey söylemedi. Böylece kız verme işi sessiz sedasız yapılmış oldu. Sonra Serbiyamal akşam çayına müezzini çağırıp dua okuttu ve işi bitirdi. Ağlaya ağlaya yarı ölü hâle gelmiş Bibeş’i götürüp damada verdi ve kapıyı dışarıdan kilitledi.

Ertesi gün Hisbulla Bibeş’i alıp götürdü.

“– Annem orada yalnız. Ona çabucak gelin götürmem lazım” dedi hafifçe gülümseyerek.

Serbiyamal mosmor olmuş, ağlamaktan yüzü şişmiş Bibeş’i sürükleyerek yük arabasına oturttu, memnun bir sesle:

“– Güzel, sağlıcakla kalın damadım!” diye kısık sesle söylendi.

Baygilde ağabey hiçbir şey söylemedi. İştuğan da kapının önünde görünmedi.

Baygilde ağabeyin gencecik kızını dul bir adama satmasını kabullenemeyen konu komşunun hiçbiri kızı uğurlamaya gelmedi. Hisbulla da annesinin öğrettiği gibi mağrur, zengin görünüşlü olmaya çalışıp, boğazını temizleyerek:

“– Deh, küheylan!”

Boz yorga onu bekliyormuş gibi hareketlenip, kişneyerek kapıdan çıkıp gitti. Ne olduğunu hiç anlamadan şaşırıp kalarak, yük arabasının yanında dönen Yeneş ile Yemeş atın arkasından sokağa çıkıp ablalarının çubuk gibi bükülen küçük gövdesi tozlu yol içinde kayboluncaya kadar baktı. Ablasının aklını yitirmiş gibi endişeli ve acılı gözyaşıyla dolu son bakışı Yemeş’in gönlüne sonsuza dek silinmemek üzere yazıldı. İşinden çok memnun olup, ağzı kulaklarına varan Serbiyamal birden aklına bir şey gelmiş gibi yürüyüp çardağa gitti, sonra bir kova kül alıp Bibeşlerin gittiği tarafa serpti:

“– Arkasına kül! Dönüp gelmesin!”

Güneyden ters esen güçlü kuru yel külü üfürüp Serbiyamal’ı baştan aşağı kapladı.

“– Tüh, kahretsin gözüme kül doldu! Oy gözüm, gözlerim! Gitse de geri gelir, rahat vermez bu kötü kız!” diye beddua ve hakaret edip, yüzünü temizlemeye çalışarak çardağa gitti. Ama Baygilde ağabey sarhoş gibi takatsiz şekilde yürüye yürüye sokak boyunca Bibeşlerin gittiği ara sokağa döndü. Çok geçmeden çocuklar onu kanadı kırılmış kaz gibi kollarını serbestçe sallayıp, ayak ucuna basıp, büyük yol boyunca bir öne bir arkaya doğru giderken gördü. Ne yapıyor, nereye gidiyor? Çocuklar elbette bunu bilmiyordu.

Bir gün Baygilde ağabey eve gelmedi. Ama ertesi gün akşam geri döndüğünde ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Babalarını ilk kez bu hâlde gören çocuklar şaşkınca ona bakıyordu. Lakin Baygilde ağabey onlara dikkat etmedi. Serbiyamal’ı kucaklayıp oyun oynamaya yabancı, vahşi bir sesle onunla çirkin şekilde konuşmaya başladı.

“– Evet, canım gönlün oldu mu şimdi? Başka ne isteğin var? Söyle onu da yapayım, yanıp tükeneyim! Çok iyi bir erkeğim, on dört yaşındaki kızını satan iyi bir babayım ya! Ha ha ha!”

Serbiyamal buna hiç şaşırmadı. Hatta sarhoş kocasına katılıp niyedir, sevinip güldü. Baygilde ağabeyin eteğine oturup, boynuna sarılıp etrafında döndü. Bu hareketi ilk kez gören çocukların gönlünde sonsuz tiksinme, nefret uyandı. Onlar sadece Serbiyamal’dan değil babalarından da usanıp hızlıca etrafa dağılıştı.

Ertesi gün sabah erkenden Baygilde ağabey yine kayboldu.

Gece yine sarhoş döndü. Bu uzun süre böyle tekrar etti. Çocuklar tümüyle sahipsiz kaldı. Sadece ara sıra Sıvakay nine çocuklara bakmaya gelip onları yıkayıp, saçlarını tarayıp örerek süt içiriyor, yoğurt yediriyordu. Bu sırada da oflana sızlana babalarının kötü yola düştüğü, bunun iyiye gitmeyeceği hakkında konuşuyordu. “– Üzüntüsünden böyle oldu zavallı” diye gerçekten kederlenerek söylüyordu. “– Birbiri ardına iki ağır üzüntü. Genç karısının sözünü çiğnememek için kızını sattı, şimdi de üzüntüsünden, utancından ne yapacağını bilemeyip içkiye düştü” dedi. Sonra çocukları teselli etmeyi, sakinleştirmeyi isteyerek:

“– Tamam, kızını satarak kazandığın parayı iç bitir. Nereye giderse gitsin dersen” dedi.

“– Sadece eski atalarının, soyunun yapmadığı bir şeyi yaptığı için üzüntümden söylüyorum. Evet, kim güpegündüz içip sarhoş olarak utanmadan insan içine çıkar? Hayır, Baygilde’den başka böyle kimse yok, olmasın da. Allah korusun” dedi.

Baygilde ağabey böyle içip, gerçekten de köyde kimsenin yapmadığını yapınca bir gün çok dayak yemiş, kafası yüzü dağılmış, üstü başı yırtılmış hâlde eve geldi. Sonra inleyerek, ara sıra da kan tükürerek kimseyle konuşmadan haftalarca evde yattı. Yeneş ile Yemeş eve girdiği sırada onun parça parça, sarhoş mu yoksa ayıkken mi söylediği: “– Ne yapıyorsun? Ne yapıyorsun?” Sözlerini duymuşlardı. Lakin elbette bir şey anlamamışlardı. Sadece babaları da böyle yatar yatar sonra anneleri gibi ölür diye korktular.

Bir gün onlar böyle korkuyla, endişeyle inşaat temelinde oturdukları sırada çanlar çaldı, uzaktan sokağa doğru üç atlı araba geldi. Yeneş ile Yemeş heveslenseler de nereye gittiğine bakmaya yetişemediler ama üç kara at koşumlu araba onların dengine gelip durdu. O sırada üç at koşumlu arabadan parlak düğmeli, siyah giyimli, kılıçlı, silahlı üç kişi indi. İkisi oradaki eve gitti. Ama birisi Kör Sapıy ile muhtarı bulup getirdi. “Tanık, arama” diye yabancı bir şeyler, anlamsız sözler söyleye söyleye aceleyle Yemeşlerin evine gittiler. Yeneş ile Yemeş korkudan, şaşkınlıktan ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden oldukları yerde donup kaldı.

34.İnanca göre parlak sarı saçlı, büyük göğüslü kadın şeklinde tasvir edilen bir cin ya da peri.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
371 s. 2 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6981-65-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Аёл қисматидан қиссалар
Народное творчество (Фольклор)
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
After Dark
Wendy Etherington
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок