Kitabı oku: «Aşağılananlar», sayfa 3
Baygilde ağabey iyice katlanamaz hâle gelip:
“– Yenge” diyerek onun sözünü böldü. “– Petersburg’da o beşinci yıl olmuştu. Ama şimdi on bir sene geçti. Allah niye cezasını bu kadar geciktirsin? Eskiler: “Bir yıl sıkıntı verirse bir yıl vermez demişler değil mi? Üstelik çarlar ve zenginler bunun için intikam almadılar mı? Silah da iktidar da onların elinde… Allah’ın yardımına mı muhtaç onlar!”
Sıvakay nine böyle imansız bir soruya nasıl cevap vereceğini bilemeyip gözlerini sonuna kadar açtığı anda Baygilde ağabey yeniden öfkesiz, iyi niyetli bir ses ile:
“– Sonra yenge Allahȗ Teâlâ niye sürekli o çarları, zenginleri himaye etsin? Yoksa kendisi de mi zengin soyundan?” dedi üstüne.
Sıvakay nine korkusundan aklını yitirecek gibi olup:
“– Git imansız! Tövbe estağfurullah, dinden çıkmış!” diye bağırdı.
“– Sonra yenge, Ezmezulla Molla niye yoksul, hasta olup Allah’ın en sevdiği kulu olmamış? Oradan buradan çekip çalarak sürekli zenginleşmeye, çok yiyip güçlenmeye çalışıyor!”
Sıvakay nine döne dolana kapıya fırladı:
“– Sende benimle konuşacak iman yok, tüh dinden çıkmış!”
“– Niye yaşlı birine öfkeleniyorsun!” diye fısıldadı Seğüre yenge. “Gücendirirsen sonra bana kim bakar? Sen de gidiyorsun…”
“– Dayanılmıyor. Nasıl hiç konuşmadan sabredeceksin?” dedi Baygilde ağabey üzülerek. Sonra elini sallayarak yamalı çizmesini annesinin yanında oturan İştuğan’ın ayağına fırlattı.
“– Al, giy oğlum. Gidelim, bugün biraz çalışmamız lazım.”
İştuğan çizmesini giyince annesine bakıp, közün kenarında biraz daha büzüşüp, yavaşça yürüyerek dışarıya çıktı.
“– Orağa kırpılma oğlum” dedi Seğüre yenge. “–Ural’da yılan çok oluyormuş… Sakın kendini!”
Baygilde ağabey gözlerini kocaman açıp sessiz sedasız oturan Yemeş’in sırtından dürttü.
“– Annene bak olur mu kızım?”
Seğüre yengenin balmumu gibi sarı, hareketsiz ellerini hafifçe okşadı. “– Pes etme karıcığım güçlü ol…”
Sonra birden aceleyle dışarıya fırladı. Evin içi daha karanlık, daha endişe dolu hâla geldi. Seğüre yenge donuk gözlerini uzağa dikip, sessiz sedasız nefes alarak öylece yattı. Sinekler de aç gözlülükle onu bitap düşürmeye çalışıyordu. Yemeş’in hâlsiz kolları peştamal çırpıp onları kovalamaktan çabucak yoruldu. Çok geçmeden kendisi de annesinin yanına çöküp uykuya daldı. Bu ıstıraplı hastalıktan ve üzüntüsünden günden güne daha da solan, bitap düşen Seğüre yenge yalnız başına kaldı.
V
Birbirinden daha neşesiz daha kederli günlerle bir hafta daha geçti. Yemeş tamamen iyileşip Yeneş ile birlikte dışarıda dolaşmaya başladı. Ama günler hızla geçti. Orak zamanı geldi. Çabuk vurana açlık yoktu. Yumuşak olan eski toprakları sürüp tohum eken yoksul halkın tarlasındaki bitkiler kökünden kurumuş, toprakta kara tozlar uçuşuyordu. Sadece zengin tarlasında boyu kısa olsa da iri başaklı, kızıl boynuzsuz buğday yetişiyordu. Bunu gören halk şaşırıyordu. Onları tanımayanlar: “Allah sürekli yoksulun ağzından alıp zengine veriyor” diye söyleniyordu. Ama tanıyanlar:
“– Onlar gibi sonbahardan toprağı aktarırsan… Yazın erken ekersin. Üstelik kurak yere alışan, dayanıklı olan kızıl boynuzsuz ya da ak boynuzsuz ekersen bizim de ekinimiz etek boyu olur. Bizim zayıf atlarla toprağı aktararak zamanında ekim yapmak olmuyor” dediler.
Birçoğu ağlayıp yalvararak Allah’tan yağmur diliyordu. Zengin fakir malını kurban edip o Ezmezulla Mollaya yediriyordu. Sonra yetmiş tane kara taşı üfleyip Ulu Eyek’e atıyorlardı. Böyle de olmayınca “bulutları ürkütüp yağmuru yağdırmayan tavuklar varmış. O tavukların kanatlarının altı çıplak olurmuş. Bu tavukları tutup mollaya vermek lazım. Molla onları üfleyip, boyunlarını vurup gece suya batırırsa yağmur yağarmış” diye bir söz yayıldı. İşte bir gün köy tavuk sesleriyle doldu. Gençler, çocuklar, kadınlar bağıra bağıra tavuk tutmaya başladı. Hangi tavuğu tutup baksalar hepsinin de kanatlarının altı elbette zayıflıktan çırılçıplak hâle gelmişti. Böylece “yağmur yağdıracak” çıplak kanatlı tavuklar tutulup molla kazanına atıldı ama hiç yağmur yağmadı. Güneş hep önceki gibi kavurmaya, yakmaya devam etti. Hatta geceleri de sıcak olmaya başladı. Köyde birbirinden korkunç ve kötü sözler yayıldı. Halk tümden ümitsizliğe kapıldı. Merhametsiz açlık haberi, acımasız pençesinin boyunlarına batmaya başladığını hissettirince birçoğu iş, yiyecek arayarak bir öte bir beri gitti. Herkes endişeye kapıldı. Nineler, konu komşular Yemeşlere gelip uzun uzun konuşmamaya başladı. Dudakları kuruyup, renkleri kararıp sessiz karaltılara dönen anneler âdetince:
“– İyi misin gelin? Nasılsın? Hastalanmadın ya?” diye hâlini sorup kimsenin inanmadığı bir sesle:
“– Allah yardım ederse meleğin âmin demesiyle sağlığına kavuşursun gelin endişelenme” gibi teselli sözlerini söyleyerek çıkıp gidiyordu. Hatta bugüne kadar onlara hiç gitmemezlik etmeyen Sıvakay nine de bir gün hiç akla gelmeyecek bir şekilde Baygilde ağabey ile konuştuktan sonra onlara daha seyrek gelmeye başladı. Geldiğinde de Baygilde ağabey ile karşılaşmamaya, konuşmamaya çalışıyordu.
Böyle keyifsiz günlerden birinde Baygilde ağabey Ural’a, Zengin Kormoş’a günlük ekin işinde çalışmaya gitmedi. İştuğan da evde kaldı. Onlar ne içindir, Seğüre’nin yanında oturdu. Bibeş de evden çıkmadı. Seğüre yenge yavaşça ara sıra konuşuyor, her zamankinden de sessiz duruyordu, küçücük olmuş, eriyip biten yağ ve mum misali yok olmuştu. Yeneş ile Yemeş de evde annesinin yanındaydı, Baygilde ağabey onlara:
“– Kızcağızlarım gidin dışarıda oynayın annenizin yanında ben otururum” dedi. Kızlar kaz yavruları gibi iki taraftan biri yürüyerek sessiz sedasız Gölkeylere gitti. Onlar vardığında Şehit dede kapının yanındaki çardağın altında çalışıyordu. Bazıları yepyeni olan, araba tekerlekleri yapmakla uğraşıyordu. Yeneş ile Yemeş de onun yanına, kütüğün üstüne gidip oturdu.
“– Geldiniz mi kızlarım?” dedi Şehit dede. Onlara bakmaya çalışır gibi oldu.
“– Geldik” dedi kızlar. Bununla birlikte konuşma da bitti. Şehit dede bugün eskisi gibi türlü komik sözler söyleyip Yemeş’i neşelendirmeye çalışmadı. Sadece ara sıra işten kalkıp, etrafa yabancı bir bakış atıp, başını sallayarak:
“– Hey gidi yıllar! Sizin kuşağa da geldi yıllar ha Yemeş kızım? Geldi!” diye neşesizce gerindi.
Yemeş elbette bu sözlerin hiçbirini anlamadı. Bu yüzden dedeye fark ettirmeden ablasının kolunu çekti:
“– Gidelim! Gidelim dedim Yeneş!”
Yeneş kıpırdamadı. Çok geçmeden uzaktan ağzı yüzü yoğurda bulanmış Bibekey ile Gölkey de geldi. Bibekey Yeneş’i görür görmez her zamanki gibi:
“– Hadi ahretlik suya gidelim!” diye bağırdı. “– Gitmeyelim. Burada oynayalım” dedi Yeneş.
Çocuklar sokağa çıktı. Sokak boş, güneş bunaltıcı ve sıcaktı. Çocukların hiç birinin canı oynamak, suya inmek istemedi. Büyükler gibi dalgın şekilde kapının dibinde durdular. Sonra Bibekey tekrar söze başladı.
“– Öyleyse haydi. Kızılyar başına gidip çöplükten kolye arayalım. Ben oradan akşama kadar kolye aradım! Bakın kaç çeşit!”
Sözünü doğrulatmak için Yeneş’in önüne gelip boynundaki bir dizi yeşilli mavili kolyeyi dürterek gösterdi.
“– İşte, gördünüz mü?”
“– Gerek yok” diye karşı çıktı Yemeş. “– Gitmeyelim, orada artık kolye yok.”
“– Var” diye ısrar etti Bibekey. “– Büyükbabamın söylediğine göre eskiden orada büyük, zengin bir köy varmış. Kahraman Salavat ile kahraman Yemelke zamanında o köyde yaşlı çar askerleri yangın çıkarıp külünü gökyüzüne savurmuş. O zaman yanan tüllerin ve başlıkların mercanları, kolyeleri o çöplüğün arasına saçılmış anladın mı?”
“– Biliyorum…” dedi Yeneş. “– Sıvakay ninem anlatmıştı…”
Evet, Yeneş de bunu biliyordu. O da zamanla toprak rengine dönüşen bu kızıl çöplükten mercanlar, kolyeler, yaşlı çar sureti düşmüş gümüş süsler bulmuştu. Yine de Yeneş’in bugün oraya gidesi gelmedi.
“– Boş ver gitmeyelim. Sıcak. Haydi, Kormoş ihtiyarların çöplüğüne inelim. Orada çeşit çeşit güzellikte porselen parçaları çok olur. Onları toplayıp gölgeli porselen oynarız olur mu Bibekey ahiretlik?” dedi.
Bibekey buna razı oldu. Kız kardeşlerinin ellerinden tutup yokuş yukarıya yeşil demir tepeli evleri olan, maviye boyanmış, nakışlı kapılarıyla tüm sokağı güzelleştiren Zengin Kormoş’un evine doğru yürüdüler. Elbette onların bu kapılardan içeriye girmişliği, zengin kapısının tuhaf cazibeli hayatı ile tanışmışlığı yoktu. Zenginin duvarını aşıp ara sokağa atılan çöplüğe vardılar.
Çöplükte gerçekten de porselen parçaları, çay fincanları, boş kibrit kapları çoktu. Lakin çocuklar şimdi bunlara değil tümden başka bir şeye heves ediyordu. Çöplüğün üstünde Yemeş’in yumruğu kadar tombul ve iri kara meyveler parlıyordu. Ne tuhaf? Kızlar böyle meyveleri ne görmüştü ne de yemişti!
Çocuklar ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden, gözlerini meyvelerden alamayıp ona doğru baktı. Sonunda Bibekey dayanamadı:
“– Dur. Birisinin tadına bakayım. Güzel miymiş?” dedi. Sonra tadına bakmak yerine alıp ısırdı.
“– Anneciğim, nasıl da tatlı!” dedi gözlerini sıkıca kapatarak. “– Dilini ısıracaksın!”
Gölkey de ablasını izleyerek bir tane meyve yedi. “–Çok tatlı!”
Kızlar geçerken bu meyveleri ziyan etmemek için durdukları sırada, şanslarına Zengin Kormoş’un arabacısı gelip onları kovdu.
“– Gidin işe yaramaz çocuklar! Niye onları yiyorsunuz! Zengin Kormoş’un frengi hastası oğlunun yediğinden kalan meyveler bunlar! Size de frengi geçirir!” diye üzüntüyle bağırdı.
Kızlar korkarak çöplükten kenara çıktı. Zengin Kormoş’un boynu ve yanakları delinmiş en küçük oğlunu biliyorlardı. Büyüklerin:
“– Oğlu frengi olmuş. Babasının günahları ve kötülüğü yüzünden oğlu eziyet çekiyor!” diyerek kötü düşünceler uyandıran o konuşmalarını anlamasalar da çok kez duymuşlardı. Kızların o an korku ve tiksinmelerinin bir sonu olmadı. Daha çok da meyveyi yutmaya çalışan Bibekey ile Gölkey’in durumu zordu. Tükürünce dilleri, damakları kurudu, sesleri kısıldı. Yerinde duramayan Bibekey bundan da kurtulmanın bir yolunu buldu.
“– Biliyor musunuz?” dedi gizemli şekilde. “– Büyük babamın söylediğine göre eğer birisi haram bir şeyi yanlışlıkla yerse bismillah diyerek kırk kere tükürmeliymiş. Böylece günah da olmazmış can da çıkmazmış. Biz kardeşimle şimdi böyle yaparız bize frengi hastalığı bulaşmaz!”
Bibekey hata yapa yapa da olsa sayarak bismillah deyip kırk kere tükürdü. Gölkey de ablası gibi yapmaya çalıştı. Sonra kızlar içleri biraz rahatlayarak evlerine gitti. Çoktandır hasta olmayan Yemeş’in midesi tekrar bulanıp başı ağrımaya başladı. Yeneş onun elinden tutup çeke sürükleye güçlükle evlerine götürdü. Sonra Yemeş’i çabucak annesinin yanına götürüp ondan kurtulmak için acele etti. Lakin evin önünde her zamankine benzemeyen bir manzarayla karşılaşınca kapının dibinde durdu.
İnsanların içinde kadın ve kızlardan ziyade her zamankinden daha çok yaşlı kadınlar ve ihtiyar erkekler de vardı. Oğlu Sehiulla ile Sıvakay nine de Bibekeylerin babası Şahimurat ağabey ile Şehit dede de buradaydı. Az önceden beri üzüntülü ve endişeli bir şekilde sık sık eve girip çıkıyorlardı. Sessiz sessiz bir şeyler konuşuyorlardı. Evden birilerinin bağırarak Kuran okuma sesi geldi.
“– Müezzin ikinci kez Yasin okuyor. İmanıyla gitsin zavallı” diye fısıldadı Sıvakay nine.
“– Allah mekânını cennet etsin zavallının. Bu dünyada rahatlık görmedi. Öbür dünyada görsün hiç olmazsa” diye dilek diledi Bibekey’in babaannesi Zelife nine.
Giriş kapısının kenarında sopaya dayanmış hâlde kamburlaşarak oturan Şehit dede birilerine öfkesini bildirir gibi:
“– Genç gitti genç… Otuz iki yaşındaydı. Tam yaşayacak zamanıydı. Cefa çekti cefa! Yokluk helak etti!” diye söyledi.
Yeneş ile Yemeş bu yabancı manzaraya bakarak kapının dibinde biraz durduktan sonra birden akıllarına bir şey gelmiş gibi eve doğru yürüdü.
Onlar geldiğinde Baygilde ağabey, İştuğan ve Bibeş sabahki gibi Seğüre yengenin ayak ucunda oturuyordu. Bibeş ile İştuğan’ın gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Seğüre yengenin baş ucunda ayaklarını bükmüş hâlde minderin üstünde oturan müezzin, çocuklar geldiğinde yüksek sesle:
“– Âmin!” diyerek okumayı bitirdi. Anlaşılan bir Yasin daha bitmişti. Yeneş ile Yemeş gidip divana oturdu ve ikisi aynı anda:
“– Anne!”
“– Anneciğim!” diye bağırıp ağladı… Seğüre yenge cam gibi bulanıklaşmış gözlerini kocaman açıp kızlarına dolu dolu baktı ve tekrar yumdu. Sararmış yüzünden ağlamaya benzer ıstıraplı bir yansıma geçti. Lakin gözlerinden yaş akmadı. Biraz sonra gözlerini tekrar açıp duyulur duyulmaz bir ses ile parça parça:
“– Yavrularım gidin dışarıda oynayın… Olur mu?” dedi.
Onun son eziyet çekişini göstererek çocuklarının yüreklerini yaralamak istemediğini iyice anlayan Baygilde ağabey telaşlanarak:
“– Yeneş kızım. Git kardeşini ihtiyar Şehit’e götür, çabuk ol” dedi.
Lakin gönüllerinde kaçması mümkün olmayan bir mutsuzluk hisseden çocuklar annelerine dimdik bakarak, oldukları yerden kımıldayamadı. Baygilde ağabey onları bir bir kaldırdı, ellerinden tutup kapıdan çıkardı.
“– Gidin, Bibekey ile Gölkey orada sizi bekliyor!”
Yeneş ile Yemeş kapının dibine gidip orada biraz durduktan sonra tekrar eve geldi.
Divana çıkıp annelerinin yanına gittiler.
“– Anne!”
“– Anneciğim!”
Anneleri onlara bu kez ses vermedi. Gözlerini açıp bakamadı. Çocuklarınki gibi küçük, zayıf göğsünü ve çenesini kaldırmış, balmumundan yapılan bir heykel gibi donuk, sessiz biçimde yatıyordu şimdi. İki tarafından ayak ucuna kadar uzanan saç örgüleri, kıvrılmış yay kaşları, çocuklarınki gibi küçücük kabarık dudakları bu heykelin tuhaf şekilde çok güzel biri olduğunu apaçık anlatıyordu.
“– Anne, anne!” diye tekrarladı Yeneş ızdırap içinde.
İştuğan ile Bibeş hıçkıra hıçkıra ağlayarak dışarıya çıktı. Baygilde ağabey gözyaşlarını göstermemek için kızlarına sırtını döndü.
“– Anneniz uyuyor, gidin kızlarım dışarıda durun” dedi Sıvakay nine. Yeneş ses çıkarmadı. Ama Yemeş gözlerini kocaman açıp kirpikleri bile hareket etmeyen annesine uzun uzun ağlamadan bakarak tuhaf ve sakin bir ses ile:
“– Evet uyuyor! Annem ölmüş. Annem yok artık benim” dedi.
Cesedi yıkamak, mezar kazmak için toplanan insanlar şaşkınca birbirine bakışarak aşlarını salladı. Kimse tek söz etmedi. Sadece Sıvakay nine endişelenerek:
“– Git! Dört yaşındaki çocuğun bileceği iş mi şimdi bu? Vah, ahir zaman çocuğu” diye söylendi. Ona cevap veren olmadı. Evin içindeki herkes tabiatın bu acımasız, dehşet verici kanunu karşısında ezilerek sessizce durdu. O an etraf birden karardı. Gökyüzünü çaprazlamasına alevli bir şimşek yarıp geçti. Bu sessizliği bozarak hiç beklenmeyen bir anda gök gürledi, yer titredi, pencereler zangırdadı. Güneşli bahardan beri ilk kez kara bulut kapladı ve Seğüre yengenin son gözyaşları gibi sıcak, ağır yağmur damlaları pıt pıt ederek birbiri ardına pencerelere, kuruyup çatlamış tozlu toprağa vurmaya başladı.
Kederden neredeyse dilsiz kalmış insanlar birden canlanıp dışarıya dağıldı, börklerini alıp yağmur altına çıktı. Herkes kendince sevindi, ümitlendi, dilek diledi.
“– Bakın, bu bulut ne ara çıkmış? Hiç görmedik.”
“– Seğüre safmış. Onun ölüm saatinde Allahȗ Teâlâ sağ kalanlar için yağmur gönderdi!”
“– Ya Allah, rahmetinle ver.” “– Hayırlı, şifalı yağmur olsun.”
“– Toprağı doyuracak kadar yağsa ekilen tohumlar nefes alıp çıkardı…” Evlerinden sokağa çıkan çocuklar bağrışarak gelip yağmur dilemeye başladı. Kimileri:
“Yağmur yağ, yağ!
Açlık geç, geç!
Ülkeye ver, ülkeye ver!
Ülkeden daha çok bize ver!”
diye diledi. Diğerleri de:
“Yağmurum yağ, yağ, Fıçı ile taş,
Kova ile koy, Ekinleri büyütüp,
Ülkeye ekmek ver!”
diye koşma söyledi.
Yağmur büyükler isteyince toprağı doyurmadı. Çocuklar isteyince kova kova taşmadı. Öylesine çıkmış gibi birden gelip geçti. Toprağın tozunu bile ıslatmadı. Ara sıra düşen iri damlalar da bulutun altından daha çok parlayarak, ışıldayarak çıkan güneşin sıcak ışığı altında sise dönüşerek uçup gitti. Hava öncekine göre daha sıcak, daha bunaltıcı oldu. Pencere camlarına düşen damlalar, beyaz lekeler bırakarak buharlaştı. İnsanlar daha çok korkuya kapıldı.
“– Tuzlu yağmur yağdı görüyor musunuz? Şifalı yağmur yağmadı!”
Sıvakay nine fazlasıyla kederlenip, karakterine özgü olmayan bir şekilde yakınarak:
“– Ey Allah’ım, aylardır sıkıntıyla bekliyoruz, yalvarıp yakararak dilediğimize verdiğin yağmurun bu mu? Allah korusun! Bir damla suyuna kıymıyorsun!” Sonra Şehit dedenin yanında sessiz sessiz sızlanan Yeneş ile Yemeş’e bakarak:
“– Hiç olmazsa şu yetimler için toprağı doyuracak yağmur verseydin. Duymuyorsun bizim üzüntümüzü, duymuyorsun merhametli Allah!” dedi üstüne. Bu son sözlerini kendi de anlamayarak sanki Allah’ın merhametine karşı bir alaymış gibi hissetti. Kolunu ümitsizce sallayarak eve gitti.
“– Haydi, nineler cesedi yıkayalım. Bugün defnetmek gerek.” Nineler onun arkasından gitti.
Baygilde ağabey başka zaman olsa:
“– Sıvakay yenge vay vay sana ne oldu? Sonunda sen de Allah’a öfkeli sözler etmeye başladın değil mi?” diye şaka yapmaktan geri kalmazdı elbette. Lakin şimdi şakalaşıp iğneli söz söyleyecek zaman mıydı? Sessiz sedasız ensesine küreği alıp, hiçbir zaman şikâyet etmeden kaderine razı olan, her daim mutlu ve neşeli Sıvakay nineyi böyle ümitsizleştirip çileden çıkaran ve onun küçücük çocuklarını yetim bırakan acımasız hayata içinden lanet ede ede mezarlığa doğru gitti. Mezar kazmak için gelen diğer erkekler de onun ardından çoğaldı. Şehit dede kefen satın almak için Zengin Kormoş’un dükkânına yöneldi. Bibeş ile İştuğan ağlayarak annelerinin cesedinin yanından ayrılmadı. Kapının önünde sadece Yeneş ile Yemeş kaldı.
“Yetimler…Yetimler… Yetimler…”
Kendilerine ilk kez söylenen bu sözün çocuklara ne kadar ağır bir tesiri olduğunu kelimelerle anlatmak mümkün değildi.
Yemeş kapının önünde yalnız kalınca bu sözün bütün anlamını fark etmiş gibi birden korkup, ızdırap içinde kalarak:
“– Vah, anneciğim, annem!” diye bağırarak ağlamaya başladı. Yeneş onu zayıf, küçük elleriyle kucaklayıp, şefkat göstererek sakinleştirmeye çalıştı.
“– Şşş! Ağlama kardeşim tamam mı?”
Sonra o da ona katılıp ağlamaya başladı. İnşaat temelinin kenarında oturan Kaşkar da yürek parçalayan bir ses ile uluyarak onlara katıldı. Sanki o da bu eşsiz kayıp için çocuklarla birlikte üzülüyor, ağlıyordu.
VI
Seğüre yengenin kırkını okutunca, Baygilde ağabey sonra günlükte çalışıp ödemek şartı ile Zengin Kormoş’tan bir günlüğüne at isteyip İlseğol köyüne gitti. Ona o köyden Serbiyamal isimli bir dul kadını tavsiye etmişlerdi.
“– Hem zeki hem de kuvvetli. Dilinden de elinden de her iş gelir. Üstelik yeri yurdu, hayvanları da var. En iyisi de çocuğu yok. Senin çocukların yeter” dediler. Baygilde ağabey onun kısır bir kadın olduğunu düşündü. “Kendi çocukları olmayınca benim çocuklarımı itmez, öz çocuğu gibi davranır” diye düşündü.
Şehit dede:
“– Evet, sana otuz beş yaşında birine, işte böyle bir kız gelir. Eskiler: “Dolambaçlı olsa da yol güzel, kör olsa da kız güzel” diye boşuna dememiş. Kız alırsan sana alışır. Çocuklarına kötü davranmaz. Dul kadın alırsan hilekârlığı çok olur” diye öğüt verse de faydası olmadı.
Böylece Baygilde çocuklarına üvey anne alıp getirmeye gitti. Ama Serbiyamal’ın kendinden önce haberi geldi. Kimileri:
“– Babasının tek kızıymış. Çok nazlı, öz sözlü yetişmiş. Babası, kızını biriyle insan gibi hayat kursun diye çok güzel yerlerde sekiz kez evlendirmiş. Ama o sekizinden de kaçıp geri gelmiş. Sonunda kimse onu istemez olmuş” diye anlatmış. Başkaları:
“– Öyledir, öyle olmasa cesaret edip, isteyerek üç dört çocuk üstüne gelmezdi” diye doğrulamış. Hatta bazıları:
“– Kendi gücüne güvenip, çocukları oraya buraya dağıtacağına inanarak gelmiştir. Boşu boşuna değildir” diye korkuya kapıldı. Lakin bu haberlerden hiçbiri “koca sevmez” Serbiyamal’ın birden aklına gelerek dört çocuklu yoksul bir kocaya varmaya nasıl razı olduğunun asıl sebebini açıklamıyordu. Doğrusu bu söylentilerin temelinde hakikatler de yatıyordu. Serbiyamal’ın sekiz kez olmasa da üç dört kez kocadan kaçıp geldiği hiç şüphesiz doğruydu. Bununla birlikte “kaçak Serbiyamal” lakabını almıştı. Yine de çocuk sahibi olamadığı doğruydu.
Serbiyamal’ın annesiyle babası zengin olmasa da gücü kuvveti yerindeydi. Tek kız olan Serbiyamal özgür, dediğim dedik biri olarak yetişmişti. Genç kız olur olmaz, köyde yaramazlığı ve kurnazlığı ile nam salmış Ehmetşa denen bir yiğit ile yakın ilişki kurmuştu. Ehmetşa’yı hem Kestane Şımbay’ın oğlu olduğu için hem de gençken “at hırsızı” diye adı çıktığından Serbiyamal’ın anne babası sevmezdi. Bu yüzden kızlarını bu ilişkiden kurtarmak niyetiyle komşu köyden iyi, uslu bir yiğitle evlendirdiler. Lakin Serbiyamal oraya vardığında bir ay geçmeden Ehmetşa’nın: “Geri dön, seni kendime alayım” demesine inanıp, kışın en soğuk gününde on kilometre yeri yürüyerek geri geldi. Ehmetşa ile önceki gibi ilişkisine başladı. Lakin Ehmetşa onu ileride alırım dese de bir kez bile istemeye gitmedi.
Bundan sonra babasıyla annesi Serbiyamal’ı birkaç kez daha evlendirdi. En son Serbiyamal yine Ehmetşa’nın sürekli seni “alacağım” demesine aldanıp, elli atmış kilometre yerden, bozkır tarafından kaçıp geri geldi. Bu onun dördüncü kez kocadan kaçışıydı. Tek kızlarıyla bir araya gelmeye utanan anne babası hastalığa yakalandı. İnsan içine çıkacak hâlleri kalmadı. Sonra Ehmetşa evlenince, Serbiyamal buna dayanamayıp, evlerinden kaçarak büyük pazarlı komşu Yakup köyünde yaşayan tüccar bir kadına aşçılık yapmaya gitti. Bu olaydan sonra anne babası yatağa düştü.
Serbiyamal’ın işe gittiği Batıyma abla (Başkurtlar Tatar kadınlarına böyle “abla” diyorlardı) kapıya sığmayacak kadar iri yapılı, dul bir kadındı; arşınlı kumaş, çay, şeker gibi şeylerle çok iyi ticaret yapmasının yanı sıra pazar günleri misafir edecek birilerini bulma, içki ziyafetleri verme, güzel kadın ve kızları kocalarla bir araya getirip yoldan çıkarmak gibi bozuk işleriyle de nam salmış biriydi. Bu yüzden sadece kadın ve kızların değil hatta erkeklerin bile insanların gözünden düşmesi için Batıyma ablanın evine gelip bir gece misafir olması yetiyordu. Serbiyamal bundan korkmadı. Çünkü Ehmetşa ile karşılaşmak için buradan daha uygun bir yer yoktu. Ehmetşa buraya en sık gelen misafirlerden biriydi.
Serbiyamal, Batıyma abla için çok çalıştı. Onu destekleyip “ablasına” faydalı olmak için uğraştı. Halkın söylemiyle akıllı bir köpek misali sahibin gözüne bakıyordu. Bu sırada yedi, sekiz yıl çalıştığı süre içinde çok iyi bir usta olup yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi sadece Başkurtça değil hem Tatar hem de Rus dillerinde güzel konuşmayı öğrendi. Çünkü Batıyma ablaya her milletten “misafirler” geliyordu. En önemlisi de o burada zenginliğin, paranın nasıl bir gücü olduğunu anladı. Hilenin, aldatmanın sırrını öğrendi. Bir kuruş için insanın gözünü oyacak kadar cimri olmayı öğrendi. Git gide kendi de o “Batıyma abla” gibi zengin bir hanım olup “pat diye” hayat kurma konusunda sık sık hayal kurmaya başladı. Bu yüzden geçen kış birbiri ardına ölen anne babası için hiç üzülmeden, endişelenmeden geri dönüp evin sahibi oldu. Ona göre bu Serbiyamal’ın “Batıyma ablaya” dönüşmesinin ilk adımıydı. Lakin hayat bildiği gibi yaptı. Ticaretçi olduğu için çok para, babadan kalan hayvanlara bakma ve çekip çevirme için de ona bir koca lazımdı. Bunları nereden almalıydı? Etrafta sadece çok parasıyla değil kötülüğüyle de tanınan Serbiyamal’a artık koca bulmak da kolay değildi. Arada bir uğrayıp, saklana saklana misafirliğe gelen Ehmetşa’dan ona bir kuruş yardım yoktu.
Böyle tuhaf günlerden birinde Serbiyamal’ın eline Baygilde ağabey düştü. Serbiyamal evleneceği bu son fırsatı elinden kaçıracak kadar aptal değildi elbette. Baygilde ağabeye yeni tavsiye edilmesine memnun olup yerini yurdunu, hayvanlarını vakitlice yakını olan bir ihtiyara bırakarak Baygilde’nin arabasına binip gitti.
“Gitmeli, görmeli eğer yeri yurdu, hayvanları benimkinden eksikse buraya taşımak lazım. Oğlu, kızı da çok değil. Ufak tefek işlere faydalı olurlar…” diye düşündü. Baygilde ağabeye bakıp tatlı tatlı gülümseyerek:
“– Benim malımı sonra getiririz. Şimdi ben kızım, oğlum olacak çocukları görmek istiyorum haydi çabucak size gidelim” dedi. Hatta sonra:
“– Ben çocukları çok seviyorum. Sokakta gördüğüm bir çocuğu sevmeden, şeker vermeden geçemiyorum. Yine de Allahȗ Teâlâ benden intikam alarak çocuk vermedi” diye ağlayacak oldu. Baygilde ağabeyin gönlü tümüyle yumuşadı ve kadını:
“– Evet, güzelim ağlama. Benim çocuklarım senin çocukların olur. Sana kendi anneleri gibi hürmet ederler. Ben onlara böyle buyurdum” diye teselli etti.