Kitabı oku: «Anayurt – I», sayfa 2
Hareketli baba, oğluna çuvalın ağzını açtırıp en son bir çuval buğdayını kalburla çuvala dökerken uzun sözünü tamamladı:
“Zakir Bey bana ‘Ziyavdun, oğlunu okut, ben böyle akıllık çocuğu görmedim. Ben hocalık yapalı on dört sene oldu, böyle zeki çocuğa rastlamadım’ dediği için, annenle ben her ne kadar zorluk çeksek de seni okutmaya karar verdik oğlum. Bir ihtiyacın varsa söyle, ben karşılayamazsam Muhtar Bay yardım edebilir. Biz kardeşiz. Hele babamdan kalmış bu seksen ho tarlanın otuz hosunu Atuşlu zenginlere satarım. Bir hosuna bir koyun istesem şimdiden otuz koyunun sahibi oluruz. Otuz koyun gelecek sene otuz kuzu yavrularsa, yirmi tanesi yetişse de…”
“Maksat bu değil, baba!”
“Ne o zaman, söylesene?”
“Ben çalışarak zorluklara alışmak istiyorum.”
“Ağır emek köyde olduğu halde şehirde ne yapacaksın?”
“Kötü koku, ıslak yer buralarda yok. Tarlanın işi ağır olduğu halde ortam güzeldir, nereye bakarsan bıldırcın ötüyor. Her yer gül, çiçek… Bak, keten, kolza, hatta dikenleri de çiçektir buranın. Burada vücudun yorulduğu halde ruhun coşkulu oluyor baba!”
“Bal gibi konuştun yahu oğlum! Ben de kışın şehirde binek arabamla geçici işlerle uğraşırım ama aklım hep köydedir. Her gün sabahleyin mahallemi rüyamda görürüm. O ırmak, bu çukur, köksaplı yerler, kurbağa sesleri, gül arasında yuva yapmış bülbüller rüyamdan çıkmıyor. Ruh dedin mi, evet! Adamın ruhu burada huzura kavuşur…”
“Baba, evet de! Hüseyin bayın fabrikasında tanıdıklarım var. Çalışıp göreyim, burada sıkıldım, arkadaşlarımın konuşmaları, davranışları da hiç hoşuma gitmiyor”
Ziyavdun sustu. Yazın güzel akşamlarında, köy çocukları tutkularından neler yapmaz ki? Bazen genç karı kocaların penceresini dikizlerler, bazen başkalarının bahçesi ve kavun tarlasına gizlice girerler. Onların konuşmalarına bir bak! Muhtar Bay’ın geceleri kimin evine girdiği, ev sahibi eşinin nazları, erkekler arasındaki metres yarışması, kıskançlık kavgası, kadınların ırmak kenarındaki küfürleri, atlar, öküzler, köpekler, horozlar konusundaki uzundan uzun tartışmalar, hatta sonrasındaki dövüşmeler… Oğlu bunların hangi birini beğensin? Nuri boş zaman bulunca kitap okuyor, düşünüyor, konuşursa başkasının bilmediği büyük işleri konuşuyor. Almanların bir yerlere saldırdığı, Rusya’daki gelişmeler, Çin’in iç bölgesindeki savaşlar, Japonların Çin’i işgali, Şeng Duben’in sözleri, Üç meslek şiarı, hain baylar ve başka hiç kimsenin anlamadığı şeyleri söylüyor. Doğru! O sıkıldı, şehirdeki arkadaşları ve hocalarını özledi…
“Peki, oğlum.” dedi yufka yürekli Ziyavdun, oğlunun gülen yüzüne bakınca içten içe sevinerek.
“Öyleyse seni binek arabasıyla şehre götüreyim. Bir ara ba odun, dört tavuk, elli atmış tane yumurtayı beraberinde taşırsak harcayacak parayı da kazanmış oluruz. Ben seni Haşim Tambur’un evine yerleştiririm. Biliyorsun değil mi? Benim dostum o. Evi Nagrıcı’da, Sarı Haşim isimli adamdır kendisi…”
Fakat oğlu sevinmek yerine sustu. Baba, oğlunun aşktan kendini kaçırıp azap girdabına atlayacağını nereden bilsin? Yanlarına Ziyavdun’un çalışkan, sevecen eşi geldi. Esmer yüzlü, güzel gözlü, dudakları biraz kalın, iki tane ince örgü saçını zamkla katılaştırıp, başörtüsünü çenesinden bağlayan zayıf, yalın ayak dolaşan kadın, oğluna bakıp gülümseyince gözlerinin kenarlarında koyu, derin kırışıklar belirdi:
“Oğlum, Nurum! Seni Kışlaktam’a götürüp akrabalarıma göstereyim. Şanyo8 deden, İmam baban, babanın zengin kardeşleri seni görüp hayret etsinler. Çay kaynayıncaya kadar bir sürede varırız, kardeşin İhsan’ı sırtımda taşıyacağım. Başkaları arkamızdan gelmez, hemen yola çıkacağız oğlum.”
“Hayır anne, ben kitap okuyacağım.”
“Okuyup okuyup doymuyorsun ya oğlum. Ne olur anneni kırma, seninle övüneyim, bilgili oğlumu zenginlerin hatunlarına bir göstereyim. Hadi yürü, serkeşlik yapma kuzum!”
“Hayır, anne, gitmem!” dedi Nuri, annesine şımarıkça ve çocukça sesiyle yalvararak, “Ödevlerim çok.”
“Ne demek ödev?”
“Yazacak hat, çıkaracak hesap, ezberleyecek birçok sözler.”
“Onları şehre gittiğinde yaparsın oğlum! Hadi, kıyafetini değiştir. Samiyüzü’deki düğünde Abduömer Bey’ in Nogay hatunu bir avlu kadının önünde seni bağıra bağıra övmüş, bugün mahalledeki kadınlar seni konuşuyor. Ablam özellikle atlı bir kişiyi gönderip seni getirmemi istemiş. Beyin hatunu neler söyledi bilmedim, Ziyek’in oğlu gelecekte Leylin9 olacakmış, bir görelim diye telaşla bekliyormuş. ”
“Hey Reyhan, kadınların gözü de, sözü de uğursuzdur. Peki, o zaman, imama bir muska yaptırıp oğlunun boynuna as!”
“Bırak baba ya!” dedi Nuri sinirlenerek: “Bunlar hurafedir!”
“Ne demek bu! Muska asmazsan o kadınların gözü veya sözü çarpar sana!”
“Böyle yaparsanız şehre hemen gideceğim!”
“Muhtar deden sana bir at hediye edecekmiş. Bizim Gazi Hacının torunu, Hidilşah Hacı’nın neslinden bir büyük adam çıkacakmış! Çığlıkmezar’dan Nazarhan Hoca çıkmıştı, şimdi bizden Nuri gibi bilginler çıkarsa büyük şeref duyarız, çocuğu getirin, görmem gerek, diyormuş.”
“Öyleyse annenle beraber git oğlum. Beyin Nogay hatunu, muhtar deden seni görmek istiyorsa başkaldırma.”
“Hayır, gitmem!” dedi Nuri, gerçekten sinirlenmiş gibi: “Şimdi değil. Önce okulu bitireyim, sonra görüşeyim. Böyle yaparsanız ben mutlaka kaçacağım!”
Çocuk avlu önündeki taşlı tepeden atlayıp geniş alana yürüdü. Ziyavdun ile Reyhan birbirine baktı. Sevgi dolu gözlerinde, sevinç dolu dudaklarında bitmez tükenmez mutluluk, gurur, ümit ve inanç beliriyordu. Onlar bir büyük adamı hazırlamak için aklını, gücünü, varını yoğunu feda etmeye yemin etmişçesine aynı anda başlarını salladılar.
Mutlu karı koca temizlenmiş tahılı ıslayıp kendi yaptıkları kıl çuvalı kaldırıp süpürülmüş geniş avlunun taraçasındaki direğe dayadılar.
“Çocuk nerede hatun?”
“Baksanıza hey!”
Birisi bahçe kapısından bahçeye, diğeri saray evin parmaklık penceresine koştu.
“Yok mu?”
“Yokmuş mu?”
İkisi birden dışarı ev, ahırlar ve bahçenin içine, çiçeklerin altına baktı.
“Nuri nerede?”
Nuri bahçe duvarından atlayıp, mahallenin bitişik bahçelerinin birisinin deliğinden, birisinin yarığından geçerek şehre giden yola çıkmıştı.
Ziyavdun karaağaç gölgesinde sineklerden kafasını kaçırarak, kuyruğuyla atsineğini kovalamakta olan boz atına binerken eşine:
“Oğlun yaramazlık yapıp şehre kaçtı değil mi?” diyerek atını dehleyince, boz at ağır ayak basıp kuyruğunu kaldırıp dişedi ve yavaş yavaş yürümeye başladı. Atına çok değer veren bu çiftçi, çocuk kaygısıyla atına gayriihtiyarî halde bir kamçı vurunca, at sıçrayıp koştu.
Nuri mahallesinden bayağı uzaklaşıp dönemeçteki ırmak kenarına çıkarak mahallesine dönüp baktı. Merhametli ebeveyni şimdi telaşta, belki kardeşleri de endişe duyuyordu. O kimden, neden kendini kaçırmıştı? Neye, niçin gidecekti? Bunları düşünmemişti bile. Kalbinde sadece aşktan uzak durma isteği vardı. Şimdi ise ebeveyni ve akrabalarının sevgisinden de kaçıyordu. Sanki büyük bir ayrılık için kendini kasıtlı olarak terbiye ediyordu. Yakın bir gelecekte karşılaşacağı büyük bir azap imtihanı için kendini zorluklara alıştırıyordu. Çiftçilere yabancı, şehirdeki zengin çocuklara ters düşen sıkıntılara katlanmak yoluna gidiyordu. Bu yüzden kendini devir kahramanı, geleceğin çok büyük adamı olmaya haklı görerek… Kendiyle gurur duyuyordu. Kendini ve sevenlerini incitmek pahasına duyulan bu şerefin değeri ne kadardı? Bu değeri ölçmenin yolu ne idi? Şimdiden on beş yaşına giren, Sovyet kitaplarının, yeni fikir yayan hocalarının etkisinden, kendisi hayran olmuş Avrupa önderlerinin izinden gitmeye gönüllü olan bu Uygur çocuğu şimdilik bu sorulara net cevap veremiyordu. Kalbine sadece hocasının “İyi bir insan olmak için ömür boyunca azap çekmeye, her türlü zorluklara katlanmaya hazır olmak gerek” sözü hâkim olmuştu. O, bunları düşününce ebeveyninin endişelerini unuttu ve “Öğle vaktine daha var, yaz günü uzun, yayan yürüyerek de şehre gidebilirim, defalarca yayan yürüdüm, olsa olsa kırık kilometre yol. Nehri takip ederek, Yaman Yar’ın tozlu topraklı yolunda yürüyerek de hava kararmadan şehre gidebilirim” diye düşündü ve yoldan çıkıp dümdüz buğday tarlasına girdi. Buğdaylar arasındaki derin barajlı dereler, çalılar arasındaki arı yuvaları, zaman zaman ürkerek kaçan yabani tavşanlar, yabani kaz ve turnalarla oynaşarak koşmak onun için eğlenceli oldu. İki kenarı yemyeşil çimenlik olan dereden yüz üstü yatarak su içti, avuçlarına dayanarak yerinden kalktı ve mahallesinden şehre giden yola baktı. Babası boz atını koşturarak şehre doğru gidiyordu. Babasının solmuş yüzü, annesinin yaşlı gözleri, Sabiha’nın kalbe mühür gibi iz bırakan yakut gibi dudakları onun duygusal kalbini sarsarak hayalinden geçti. “Hayır, ben deri fabrikasının kireç, asit kokusunu, tarlanın misk kokusuna tercih ederim. Aşkın güzelliğini ruhi azaba değişeceğim. Bunları bile bile yaparım. Sovurof, Kotuzof, Lenin, Stalin, Maksim Gorki, Mayakoviski, Pavl Korçagin gibi sağlam iradeli bir adam olacağım…”
Derken göz kapağını arı soktu, acımakta olan yere çamur sürünce daha da acıdı. Dişini sıkıp “Yine soksun, yüz arı soksun, çıtımı çıkarırsam yiğit değilim.” dedi ve batıya kendini her türlü imtihanlar beklemekte olan şehre derenin içinden koşarak gitti.
Ziyavdun ikindi namazı vaktinde bitkin, boz atı da yorgun halde mahalleye döndü. Mahalleye girince ırmak kenarındaki çimenlikte toplanan insanlar:
“Geldi, Ziyek geldi!” diye bağırdılar. İrkilip atından sıçrayarak indi. Sürekli baş ağrısı olan Reyhan’dan endişe duyarak:
“Ne oldu hey köydeşler!” diye bağırdı.
“Ne olacak ki, bu Kaşgarlı, Tarancıların annesini kandırdı!” dedi, Muhtar Bay herkesin ortasında, çimenlikte çömelerek oturan, sırtı çıplak adamı göstererek:
“Hadi Ziyek, bu kilimcinin başını çimenliğe bir batırsana!”
Buralarda oğlak katmak, sanat toplantılarına katılmak, güreşmek muhteşem eğlencelerdir. Mahallenin ünlü at yarışmacıları, ekin biçerleri (bir günde bir hodan fazla buğday biçen), güreşçileri, şarkıcıları, dansçıları, güldürücüleri vardır. Onların patronu, dalkavukluk yaptıkları, koruyucusu da Muhtar Bay’dır. Kendisi at yarışmasında hiç kazanamamasına rağmen onun değer verdiği yarışmacı atları, yurtlar arasında böğürerek ün almış bir öküzü, hatta çakalları boğabiliyor diye övündüğü kalmuk köpekleri vardır. Evindeki hayvanları ve mahallesindeki şakacılarıyla her yerde övünür. Hatta bir defasında Tahiryüzü’nün muhtarı ile kimin mahallesinde kargaların çok olduğu hakkında tartışıp dövüşmüştü. Her sene 5 Mayıs’tan önce Kumarşang’da güreşçileri hazırlıyor, yere düşmeyenlere kuzu, kilim, ceket, ayakkabı armağan ediyordu. Mahallenin gururu onun hayatıydı, rezil olursa sıkıntı çekerek zayıflardı.
“İn Ziyek, bu Kalmuk’un ayağı herkesi yere düşürdü, karşısındakini göğsüne kadar kaldırıp başını döndürüp yere fena atıyor. Kendin bertaraf etmezsen bunu, rezil rüsva oluruz yahu!”
Muhtar Bay simsiyah sakalları arasındaki bembeyaz dişlerini gösterip, şikâyet dolu ve yılışık bir ifadeyle Ziyavdun’un atını kendi eliyle aldı. Sonra onun beline mavi bez kuşağını bağladı ve yerinden kalkan harman taşı gibi tıknaz güreşçiye:
“Sen de yeteneğini göster, Ziyek de öyle yapsın. Tökezletmeyeceksin, çelme takmayacaksın diye yakınma, yeter ki gözüne toprak saçmasın, ayağını kaydırmasın, kalk Kaşgarlı!” dedi ve herkese bakarak:
“Ziyek yense bir kuzulu koyun vereceğim, bu Kaşgarlı yense kendisini tarancı yapacağım ve bir ho yer vereceğim!” diye bağırdı.
Birisi yüz kiloluk bir çuval gibi tıknaz, boynu adeta yok gibi, dazlak, elleri kısa, yirmi altı, yirmi yedi yaşlarındaki kara bıyıklı bir genç; diğeri ise, uzun boylu, sıska, açık sarı yüzlü, otuz sekiz yaşlarında bir adamdı ve meydanı dönerek, ayaklarını gererek güreşmeye hazırlandı. Kısa boylu, habire uzun boylunun kuşağına el uzatıyordu. Uzun boylu ise onu omzundan iterek kendine yaklaştırmıyordu. Mahalle halkı ikiye bölünmüştü. İmam Ahun ile Mira Kadı başta olmak üzere Kaşgarlılar10 bir taraf, Muhtar Bay başta olmak üzere Tarancılar diğer bir taraf olmuştu.
“Havla kaplan, kaldırıp yere vur!” diye bağırıyordu İmam Ahun, hemşerisini destekleyerek.
“Ters çelme tak da başını yere batır Ziyek!”
“El burkmaya bak!”
“Butla kaldır!”
Onlar, iki öküz boynuzlaşmış gibi birbiriyle itişip kakışıp, üstünlük kazanmak için boğuşup çimenliği tahrip ettiler. Sonunda kısa boylu yiğit, Ziyek’in kuşağından tutmayı başardı. Onu sıkıştırıp kendine yaklaştırarak “Ya!” diye kaldırdığı anda Ziyek’in sağ ayağı onun ayağına çelme olarak takıldı. Yiğit onu var gücüyle kaldırdı. Ziyek sağ elini onun omzundan geçirip bacağından tuttu de kendi gücüyle kendini yere vurmak hilesini kullanıp onun ayaklarını göğe, başını çimenliğe doğru dikledi ve sol eliyle onun paçasından çekip yere düşürdü. Sonra göğsüne binerek sert elleriyle onun alnından basıp durdu. Yiğit kıpırdadı ama onu deviremedi. Muhtar Bay önce Ziyek’i kaldırıp omzuna vurarak bağırdı:
“Köydeşler, bu akşam bizim Bostan’da toy var!”
“Bu böyle olmaz!” dedi yiğit zorlukla ayağa kalkarak ağlarcasına:
“Bana çelme taktı!”
“Apışına bir baksana, iğdiş etmiş olmasın ha ha ha…” Herkes Muhtar Bay’la birlikte kahkahaya boğuldu. “Oğlum nerede, babası!” Reyhan’ın feryadı Ziyavdun’u gülmekten alıkoydu.
“Yok hatun! Onu Cirgilang’a varıncaya kadar aradım bulamadım. Şehre gitmedi, bir kavun tarlasına gitmiş olmalı!”
“Nu… Nu… Nuri mi?” dedi Muhtar Bay’ın hizmetkârı kekeleyip:
“ Nu… Nu… Nuri… buğday ke… ke… kenarında keçi sakal…”
“Korkma.” dedi Muhtar Bay bir kadını görse gevezeleşme alışkanlığıyla Reyhangül’e laf atarak:
“Kocan kuzulu koyunu alır almaz saçına zamkla çeki düzen verip hazırlanmışsın değil mi?”
“Bırakın bay abi, oğlum için üzülüyorum ben!”
“Duydun değil mi, oğlun keçisakalı takmış, bana on yumurtalı saksağan getirecek ha ha ha!” Köydeşler yine kahkaha attılar.
Gülmek ile ağlamak, huzur ile sıkıntı hep beraberdir. Onlar kardeştirler. Herkes gülerken Reyhan ağlıyordu. Muhtar Bay ise övünüyordu:
“Çelme takmakta usta bu!”
“Bunun çelmesi kıskaçtır!”
“Hayır, o sensin Sarı Bey!”
“Yavrum neredesin! Saçımı tarayıp kaşımı mustardla boyayıp makyaj yaptığıma lanet olsun! Akrabalarıma şimdi ne diyeceğim!” Reyhan ağlıyordu ama sesini küçük kızı İmhanem’den başka kimse duymuyordu. Bebek annesinin memelerini emerken minicik parmaklarıyla annesinin gözünden damlamakta olan gözyaşlarıyla oynayıp gülüyordu. Belki oğlu Nuri de şu anda bir yerde oynuyordu. Annesini ağlattığı için, henüz bebek olan bu kardeşi, babası ve buzağıya binip Çuh deyip dehleyip kahkaha atmakta olan küçük kardeşi gibi her zaman gülüyordu. Gam, kaygı ve gözyaşı sadece annelere verilmişti galiba! Eğer zenginlerin çocukları gamsız olsa Reyhan da gamsız yaşamış olmaz mıydı? İşte bu yirmi dokuz hane bulunan mahallenin nice bin ho tarlası Reyhan ile Ziyavdun’un dedesinin tarlasıymış. Erkekler topraklarını satıp bu mahalleyi inşa edinceye kadar eğlenceyle gün geçirmişler. Peki, hatun kızlar? Ağlamak, sızlamak, kaygılanmaktan başka bir şey görmemiş. Reyhan on beş yaşında Ziyavdun’ la evlendikten sonra kaygı ve gözyaşından başka ne gördü? Yazın erkeklerle beraber tarlada çalışıyor, çifte koşulan ata biniyor, tarlanın sulama kanalını yapıyor, çalıları biçip bağlıyor, deste yapıyordu. Harmanın en son ürünleri eve taşınıncaya kadar her tane tahıl, her bağlam ot, saman, yoncalar onun dikkatinden kaçmıyordu. Baldırın içi sürmüşse gece sabaha kadar uyumuyordu. Tezek kurutmak, gübre yaymak, tavuklara kümes yapmak, büyük teknede sallanarak hamur yapmak, ekmek yapmak için komşu evlerine gidip süt istemek, tandırı tezek, samanla ateşlendirip, ekmek hamuru hazırlamak, hatta bir tabak tuz suyu, kolluk, kıskaçları tandır başına taşımak, tandırın bacasını kapatmak… Bu gibi işlerin hepsini kendisi yapıyordu. Erkekler bu işlerle ilgilenmiyordu. Her iş annenindi. Ev işi, tarla işi de annenindi. Anneler ağlamak, erken ölmek için yaratılmışlardı. Erkekler ise eğlenmek, gülmek için… Ah, anne olmak ne kadar da zordu! Şu anda Ziyavdun eğlence toplantısındaydı. Reyhan ise çocuklarını uyuttuktan sonra kayıplara karışmış oğlu için ağlıyordu. Gözyaşları Kışlaktam’ın çeşmeleri gibi durmadan akıyordu. Başı ise Tarata’nın taş kömürü gibi sertleşmiş, duygusuzlaşmıştı. Uyuyamıyordu. Yazın bu aydınlık gecesi onun için adeta karanlık bir zindan, bu zindan da onun hayalleri gibi dehşet vericiydi.
Gece sakindi, bir yerlerden şarkı sesi geliyordu. Şarkı söyleyen şehirden çıkmış arabacı mı, tarla sulamakta olan çiftçi mi ya da nefsini tatmin etmiş bir kadın avcısı mıydı, kim bilir? Ama sesi güzel biriydi. Genç bayanın sıkkın gönlüne bir ferahlık nuru girmiş oldu sanki ve iç çekerek:
“Nuri oğlum çok güzel şarkı söylüyor, tabağı tef yapıp çalıyor. Buğday biçme, Garip Sanem şarkılarını çok güzel söyleyebiliyor. Nerelerde kaldın oğlum? Giysilerin yırtılsa veya kirlense ne yaparsın?” Oğlunun evde kalmış giysilerini göğsüne basıp yine ağladı. Derken birisi bahçeye bakan kare pencereye vurdu. Şaşkınlıkla dönüp baktı ve pencereye asılı duran saksağan ölüsünden (kışın asmıştı, şimdiye kadar duruyordu) başka bir şey göremedi.
“Kim o?” diye bağırdı Reyhan.
“Dışarı çık Reyhan!” dedi tanıdık bir ses: “Kocan Zi yek, Süleyman Kaşgarlı’nın evine gitti, bilmiyor musun, onun eşi Ziyek’in metresi, hadi çık! Kerpiç çay, kırmızı başörtüsü getirdim!”
“Allah belanı versin, kahrolası yabandomuzu!”
“İnleme kancık! Ben bu mahallede kimlere dokunmadım ki. İnadına gireceğim yoksa!”
“Geberesice be adam, akrabalık nereye gitti? Eşim seni Muhtar Bay diye sayıyor, kendi kardeşine bile kötülük etmeyi düşünmüşsün bre gâvur! Ziyavdun gelirse derini soyar atar yabandomuzu!”
“Hadi çık diyorum, Ziyek şu anda sürtük Tunsahan’ın koynunda.”
“Git, defol!”
“Pişman olursun!”
“Başına balta vuracağım yoksa!”
“Az önce gözüme gül göründün, değilse bana kadın mı yok, nice bayan şu an Muhtar Bay ne zaman gelir diye tavan penceresinden yıldız sayarak yatıyor!”
“Belanı bulursun hayvan!” dedi Reyhan, hıçkırarak ağlayıp:
“Kötülüğünden dolayı gelinlerin iffetsiz, oğulların çapkın oldu. Ağılının arkasına bir bak! Gelinlerini dikizleyen nice mahlûk kızışmış köpek gibi yatıyor.”
“Hadi gel, birisi geliyor!”
“Allah’ım, o adam Ziyavdun olsun!”
Beklediği gibi, Ziyavdun avluya şarkı söyleyerek giriverdi. Pencere başındaki Muhtar Bay birden kayboldu.
“Niye böyle keyiflisin?” dedi Reyhan, ay ışığında kocasına gücenerek:
“Nereden geliyorsun?”
“Kaşgarlıyı güreşte yenmiştim, Muhtar Bay bunun için toy düzenledi. Üstelik bir kuzulu koyun armağan etti hayatım!”
“Ya siz? Süleyman’ın eşine ne verdiniz?”
“Delirdin mi hatun, eğlence devam ediyor, şarkılar danslar zirveye çıktı, ben senin için oradan sıyrıldım, üzgünsün, endişelendim.”
“O halde niye şarkı söylüyorsunuz?”
“Biz Tarancılar darağacına giderken bile şarkı söyleyen deli adamlarız, alışkanlık bu hayatım!”
Reyhan gülümsedi. Ziyavdun eşinin yanına çırılçıplak soyunup girdi ve ay ışığından utanarak eşini kang11 duvar yanına çekti. Reyhangül iri yarı çiftçinin tanıdık koku, tanıdık vücudu ve kendine sonsuz huzur veren hareketinden bu gece bambaşka bir şekilde rahatlayıp gözlerini kapatarak nazlanıp kocasını övdü.
Atını hazırlatıp, şahini bileğine kondurup, mahalleden çıkınca her yer onun tarlasıydı. Buğdayları aynı düzeyde yetişerek, tahta gibi dümdüz olmuştu. Uçsuz bucaksız tarla dalgalanıyordu. Dere kenarı yoğun çalı, çeşitli çiçek ve bitkilerle süslenmişti. Onun kara yorgası her yerden yol bulup sürçmeden yürüyordu. Adımları hızlıydı, biniciyi sarsmıyordu. Fakat bugün ne var ki arada bir tökezleyip Muhtar Bay’ı sinirlendiriyordu. Bıldırcınlar öterek durmadan uçup çıktı. Ama şahin uçup kenardaki dut ağacına konup bir tane bıldırcın bile kapmadı. Önceleri şahinler uçup çıkan bıldırcını göğsüyle vururdu. Bıldırcınlar yere düşünce av köpekleri onları dişleyerek sahibinin önüne diri olarak getirirdi. Muhtar Bay ise onları keskin bıçağıyla kesip eyerine bağlıyordu. Bugün bir tane bile bıldırcın avlayamadı, canı sıkıldı. Üstelik Ziyavdun’un beş ho tarlasına gelince daha da üzüldü. Onun buğdayları Muhtar Bay’ın buğdayından daha iyi yetişmişti. Her başağı, her sapı, simsiyah yaprakları çok verimli bir hasattan haber veriyordu. O, mavi çiçekleriyle güzel görünen keten tarlasının kenarına gelip, tarlasını sulamakta olan Ziyavdun’a bağırdı:
“Hey Ziyek, keten ve buğdayların da iyi yetişmiş, bu sene şehre gitme, kış boyunca eğlence yap!”
“Bay abi, oğlumu okutmam gerek değil mi?”
“Şehirde yakın biraderlerim var, oğlunu evlerine yerleştirip okutabilirler.”
“Öyle olabilir ama…”
“Aması maması yok bunun! Bak, buğdayların harika! Benim on ho tarlamdan yedi hodan buğday çıkarsa yetmiş ho, senin beş ho tarlandan on beş hodan buğday çıkarsa yetmiş beş ho, evet, on iki hodan çıksa bile…”
“Bu tarlayı üç defa sürdüm. Dört yerinde harman yaptım. Öküz ve koyun sürülerimi, sizin koyunlarınızı buradan besledim. Çürümüş saman, at, öküz gübresi bu tarlayı oldukça kuvvetlendirdi…”
“Biliyorum, bizim ekinden seninki iyi dedim ya!” dedi Bay, bunları çekemeyerek: “Ketenlerin de iyi yetişmiş, altı yedi hodan ürün alacaksın, diyorum ya! Bu sene kışın şehre gitme, sen olmasan eğlence coşkulu olmaz bak! Dün akşam eğlenceyi sen coşturdun!” Akşam, sözcüğünü üzüntüyle dile getirdi Muhtar Bay. Çünkü Ziyavdun’un sesi, Reyhan’ın cilveli bir şekilde “Baturum, padişahım…” diye övgülü sözleri aklından hiç çıkmıyordu. Dişini sıkarak “O kancığa haddini bildireceğim!” diye yemin etmişti. Mahallede hiçbir kadın onun isteğini reddetmemişti ve hiçbir kadın ona yabandomuzu diye küfretmemiş, kocasını överek hayâsızca ona gösteriş yapmamıştı. Muhtar Bay bunun intikamını alacaktı. Kocasının şehre gitmesine engel olabilirse Reyhan’a haddini bildirebilirdi.
“Şehre gitmezsem olmaz!” dedi Ziyavdun, inat ederek: “Evi sana bırakayım, Kazakların sürülerime baksın, Nuri’yi okutmam gerek abi! Canım pahasına olsa da oğlumu sonuna kadar okutacağım. Onu göremezse annesi dayanamaz, ben de öyle!”
“Hey aptal, evet desene! Bu sene Resiliklerle12 yüzbaşılık koltuğu için mücadele edeceğiz! Beylik koltuğunu Abduömer Kaşgarlıya kaptırdığından, Kasım Mirap, Sidir Şang yo, Dursun Yüzbaşıların itibarı düştü. Onu ele geçirmemiz gerek. Resililer ile Kaşgarlılar yerlerimizi gasp etti. Biliyorsun, senin deden ve benim babam bu köyün hakimiydi. İkimizin yetmiş seksen, otuz kırk ho tarlamız olsun da niye üç dört bin ho tarlamız olmasın? Benimki seksen, seninki kırk hodur. Biz, Gazi Hacı, Hidilşah Hacı, Neridşah Bay’ın neslinden olduğumuz halde, bu kadarcık tarlaya sahibiz. Abduömer Kaşgarlı, Setivaldı Tilki gibi Resilikler yüz ho, doksan ho yerin sahibi. On ağıl koyun, onca hizmetçi, nice hatun, hükümet damgası onların elinde. Onlar nereden aldı? Bizden kaptılar, bizden çaldılar, bizi kandırdılar. Aptal Tarancılar, iki ho arsayı bir tane iğne, bir tane karaağacı bir kerpiç çay, bir koyunu bir tane şalgam karşılığında sattılar. Şimdi onlar efendi, biz köle olduk. Vay anasını! Bak, onlar bugün nasıl böbürleniyor!”
“Doğru söylüyorsun, onlar bizim topraklarımızda kök salarak büyüdüler.”
“Böyle giderse yarın hatun kızlarını da gasp ederler. Kaşgarlılar tıpkı bir karaağaçtır, bir tanesi bir yılda bin tane olur. Resilik ise sarı sarmaşık gibi her yeri sarar. Gitme Ziyek, kış boyunca onlarla çarpışırız!”
Muhtar Bay Ziyavdun’a bir kuzulu koyunla birlikte iki kuzuyu daha vereceğine söz vererek onu bu sene şehre gitmemeye ikna etti. Muhtar Bay’ın dediğine göre, bu yıl kışın Tarancı zenginlerinin eğlence toplantısı Muhtar Bay’ın evinden başlayacakmış. Muhtar Bay hizmetkârlarını dağa gönderip, tanıdık Kazaklarına kışın içecek kımız için üç kısrak hazırlamayı buyurmuş. Dul kısraktan birini, semiz taydan birini kışlık azık için hazırlamış. Şehirden çalgıcı, latifecileri getirip kış boyunca evinde misafir edecekmiş. Hakimbey Hoca’yı ilk eğlence toplantısına davet etmek için Kasım Mirab ile birlikte onun huzuruna girecekmiş. Hocaya Ziyavdun’u özel olarak tanıtıp onun Tunganlar13 isyanında Ruslarla iş birliği yapıp Tunganları kovmada katkıda bulunduğunu, kendisinin usta nişancı, at yarışmacısı, güreşçi, şarkıcı, tef çalgıcısı ve ekin biçici olduğunu, oğlu Nuri’nin şehirde okuyup ün kazandığını tek tek anlatacakmış. Ziyavdun tarladan bugünkü gibi sevinçle dönmemişti. Akşamleyin boz atına bir bağlam yoncayı yükleyip yoncanın üzerinde yana doğru oturarak orağı tef gibi çalıp yedi ses tonunun yüksekliğinde bağırarak köye girdi. O yamuk yakalı gömleğinin yakasını açık bırakıp, yırtık deri şapkasını gözünü kapatırcasına takmış, hangi renkte olduğu belirsiz takkesini kafasının arkasına geçirmiş, kulağının üzerine bir çiçek kıstırmıştı. Mescidin önünden geçerken, mescit önündeki karaağaca yaslanarak oturanlar ona nefretle baktılar.
“Ziyek Cinci, ramazan ayında niye bağırıyorsun, oru cun bozulmaz mı hey şehirli?” dedi dün akşam düzenlenen eğlenceye gücenen Mira Kadı, ellerini sallayıp.
“Kazara!” dedi mahalle imamı onu takiben Ziyavdun’u suçlayarak:
“Ziyavdun oruç tutmuyor, sahura kalkmıyor, iftar etmiyor, mescide de gelmiyor. İmanı zayıf bu adamın!”
Ziyavdun büyüklerin sözlerine kızmadı, attan sıçrayarak inip herkese selam verdi ve atın ipini bastırarak yerde diz çöküp oturdu:
“İnsanız, söyledikleriniz doğru ama alışmışım, şarkı söylemeden edemem. Doğru, Allah’ın üç farzını yerine getiremiyorum ama iman ile zekâtı asla unutmadım.”
“Doğru” dedi imam hemen:
“Buğdayı ayıkladıktan sonra ilk ürününü zekâta ayırıp vakıf deposuna döküyor. Eli açık bir adam bu. Üstelik kabristanın yanındaki iki ho arsayı vakfa verdi.”
“Bir ho arsa.” diye düzeltti Ziyavdun:
“Sarmaşıklı arsa da iki hoya denk geliyor imam hazretleri.”
“Yaz boyunca su toplanıp göl olan, kurbağaların şarkı söylediği arsanı da tarla sayıyor musun? Olsun, o da vakfın yeri olsun.”
İşte o anda Muhtar Bay kara atını oynatıp mescit önünden geçti ve Ziyavdun’u görünce atının başını çekti:
“Niye diz çöktün Ziyek, suçun ne? Kaşgarlıya arsa vermen, Çilekliye su vermen suç mu yani? Kalk, eğilme bunlara!”
“Oruç tutmamış.” dedi Mira Kadı isteksizce kıpırdanarak:
“İmam hazretleri öğüt veriyor.”
“Oruç açların, namaz ise zamanı boşların işidir.” Muhtar Bay kara sakalları arasından bembeyaz dişlerini gösterip şeytanca güldü:
“Ben de oruç tutmadım ama cemaati iftara davet ettim.
Hadi imam hazretleri, cemaati getirin!”
Muhtar Bay atını oynatıp uzaklaştı, başındaki iki incisi olan şapka imam için hanın tacı, beyaz gömleği üzerinden bağladığı kuşağı ise korku verici kılıç idi. İmam garip bir çeviklikle ayağa kalkıp:
“Maşallah, birazdan gideriz Muhtar beyim!” dedi.
Bu görüntü, bu sesler Ziyavdun’un hoşuna gitti. Onun yeğeni buranın padişahıdır. Onun dediğini yaparsa Ziyavdun asla küçük düşmeyecek, kimseye muhtaç olmayacak. O daha da sevinip, boz atını alıp avlusuna girdi. Avludaki taraçada, kilim üzerindeki sofrada hamur yapmakta olan Reyhangül, kocasına merakla baktı:
“Niye böyle yüzünüz gülüyor!”
“Buğday da keten de harika, hatun!”
“Ekinleri zamanında biçip, ürünleri toplayıp şehre bir an önce gidelim. Hep Nuri’yi merak ediyorum. Hüseyin Bay’ın fabrikasını nereden öğrendi o çocuk?”
Reyhangül derin bir iç çekerek hamuru dürdü ve onu ustalıkla katlayıp:
“Bu sene, pahalı olsa da Sayboyi, Döngmahalle14’den biraz büyük ev bulalım. Karadöng, Kökmesçit, Nuri’ye uzak sayılır. Onu, okuluna daha yakın bir yere yerleştirelim.” dedi.
“Hatun, bu sene şehre gitmeyeceğiz.”
“Neden?”
“Muhtar Bay abi, Nuri’yi şehirdeki arkadaşlarının evine yerleştirecek.”
“Olmaz, oğlum başkalarının evinde sıkıntı çekerek mi yaşasın? Onun yanında olmazsam emin olamam.”
“Yakın biraderlerim var, oğlunu evlerinde oturtarak okutur, diyor.”
“Olmaz dedim, olmaz!” dedi kadıncağız sinirlenerek:
“Kesinlikle taşınmamız gerek!”
“Biz taşınırsak Bera ile Dera okula gidemeyecek, hatun.”
“Niye, onları da okutmaya karar verdiniz? Onları Kışlaktam’da okutalım. Annemin evine yerleştiririz, orada eğitim alırlar. Küçük oğlumuzun sünnet düğününden hemen sonra şehre taşınırız!”
“Gitmeyeceğiz hatun!”
“Hayır, o zaman siz kalın, ben gideyim!” Kadıncağız bıçağı sofraya vurarak hamur kesmeye başladı.
Uyumlu bir karı koca arasında ilk kez yaşanan bu anlaşmazlık Reyhangül’ü ne kadar üzmüşse, Ziyavdun’u da o kadar üzdü. O hiçbir zaman kimseyle çekişmeyen, kimseye kolay kolay kızmayan, hoşgörülü bir insan idi. Bugün ilk defa eşine kızarak dikkatlice baktı. Eşinin bir tane örgü saçı önüne düşmüş, göz kenarlarını derin kırışıklar kaplamış, iki yanağı çukura kaçmış, boynunda da derin çizgiler oluşmuştu. Gerdek gecesi, o zengin ailenin on beş yaşındaki bu kızına dikkat ve sevgiyle bakmıştı. O zamanki Reyhangül on dört günlük ay idi, her yerinden hararet taşıyor, insanın vücudunu yakıyordu. Şimdi bu ay sima, loş bulutlarla örtülmüş, yıllar onu soğutmuştu. O şimdi kış gecesi duman arasında kalan ışıksız aya dönüşmüştü. Ziyavdun, eşinin başkaldırabileceğini bugün gördü. Sözünü dinlesem diye düşündü. Fakat o zaman Muhtar Bay onu, eşinin tavrına göre iş yapan bir adam olarak görecekti. Muhtar Bay konuştu mu bütün mahalle onun sözünü tekrarlıyordu. O zaman Ziyavdun’un ne itibarı kalırdı? Kim ona saygı gösterirdi? Ya eşinin sözünü dinlemezse? O halde sevinçleri kökünden kopmuş bitkiye benzemez mi? Hayatının ona nasip olacak mutluluğu kaybolup, yaşamının huzuru kaçmaz mı?
Binek arabasını nereye çekmek gerekirdi? Bir yana bakarsa uçurum, bir yana bakarsa dik bir dağ… Ziyavdun taraçada oturup kafasını kaşımaya başladı. Küçücük kızı emekleyerek gelip onun dizine tırmandı. İki oğlu bir horoz için birbirleriyle boğuşarak bağrışıyordu. Küçük oğlu kısa iple bağlanmış buzağıya çubukla vuruyordu. Eşinin kaşı çatılınca evin her yeri üzüntüyle doldu. Eşi, çini gibi çınlayıp gülseydi her yere ışık saçılıp, avlunun içi mutlulukla dolmuş olurdu.
“Muhtar Bay abi oğlumuzun sünnet düğünü için yine iki kuzu verdi.” dedi, eşini sevindirmek için.
“Bu yüzden ağabeyinizin sözüne uymuşsunuz değil mi?” Reyhangül daha da sinirlenerek:
“Dedim ya, siz ağabeyinizin yanında kışlayın, ben oğlumun yanına gideceğim. Arabayı bana verin, kömürcülük yapabilirim, kar taşıyabilirim. Bera ile Dera’yı yanımda götürürsem hiç zorluk çekmem.”
Reyhangül kuru ot getirmek için bahçe kapısına doğru yürüdü. Ziyavdun gam dağı altında, ne yapacağını bilemeden başını okşayarak oturdu:
“Of!” dedi sıkıntıyla; “Ne yapayım şimdi?”
* * *
Hasat zamanı başladı. Bu günlerde köy sokaklarında buzağıdan başka canlı gözükmüyordu. Kadınlar sukabaklarını sütlü çay, kıl heybesinin iki tarafını çay, ekmek, tabaklarla doldurup, yalın ayaklarıyla sıcak yere basarak tarlaya koşuyordu. Çocuklar da babalarının buğday biçmesine merakla bakıp, başak derleyip, otlayan atlarının yerini değiştirip, bağlam bağlam buğdayları taşıyarak tarlada yürüyorlardı. Bu vakitlerde mahalledeki horozlar sessizliği övüyormuş gibi ardı ardına ötüyor, kavak ağacının dallarını eğerek konmuş kargalar sanki koro halinde şarkı söylüyormuş gibi öterek mevsim güzelliğine renk katıyordu. Sonbahar mevsimindeki bolluk, bereket işte böyle oluşmuş ve yirmi dokuz aile iki gruba bölünmüştü.