Kitabı oku: «Anayurt – I», sayfa 5
“Ben Keşmir’e, sonra Hindistan’a gideceğim. Bana yirmi adam eşlik edecek, kalanlar bundan böyle ne yaparsa yapsın, kendini kurtarsın!” diye bağırdı.
Ma Hosen talan ettiği malları sağlam atlara, develere yükleyip yola çıktı. O kaybolmadan, askerlerle dolmuş kamyonlar toz toprak saçarak gelmeye başladı. Kamyonlar öyle çoktu ki, Muhtar Bay şimdiye kadar bu kadar çok kamyon görmemişti. O, kara aygırı alıp cevizli bağa kaçmayı başardı. Çatışma başladı. Tunganların öleni öldü, kaçanı kaçtı. Tutuklananlar Rusların cezasına uğradı. Tungan asker komutanlarından kırk adam eli ayağı bağlı bir şekilde şehir dışındaki kumluğa getirildi. Onların boyunları bilekten biraz ince telle bir düğüm olarak bağlanıp sıkıldı ve telin iki ucu iki kamyona takılıp iki tarafa çekildi. Muhtar Bay çanaktan fırlayan gözler, sarkan diller, hatta olgunlaşmış kavun gibi kopan Tungan kellelerini de gördü. İnsanlar neden birbirlerinin canına kıyıyorlardı, ne istiyorlardı? Muhtar Bay bunları anlamıyordu. İşte bu vakit Muhtar Bay kaçmaya fırsat buldu. O bir Tungan ile birlikte Guma’nın bir köyüne ulaştı.
Onlar üç atı orada yarım sene besleyip bahar mevsiminde yurtlarına doğru yola çıktılar.
Muhtar Bay iz bırakmadan kaybolup dört sene geçtikten sonra, sonbaharda, yer yer kuru yapraklarla örtüldüğü sırada mahallede kara aygırı oynatıp birden ortaya çıktı.
Şimdi kara aygır mezarlıkta otlamakta, Muhtar Bay, Reyhan’ın kabrini kucaklayıp uyumaktaydı. O, toprakta böyle rahat uyumayı geçmişteki o uzun, tehlikeli yolculukta öğrenmişti. Şimdi yine çapkın bir zengindi fakat acı ve ıstırap dolu anıları bakımından da zengindi.
* * *
“İli Nehri öyle geniş, öyle güzel diye düşünüyordum. Şimdi onun daralmakta, kirlenmekte olduğunu anladım. Bizim toprağımızda bazen kendi sahiplerine bile yer bulunmuyor. Ana toprağımızda her gün yüzlerce, binlerce adamın kanı dökülüyor. Şanghay sokaklarında zorbalık edenlerden Çan Keyşek’in Çin’i yönetmesi yetmiyormuş gibi, Şeng Şisey Şincan’a gelip Duben oldu. Ma Congying, Cang Peyyuan, Liu Venlong gibileri bizim toprağımıza gelip egemenlik yarışına girdi. Üç milyondan fazla Uygur’un ve diğer kavimlerin var olduğu bir bölgede kendi sahipleri, yöneticileri vardır belki diye hiç düşünmedi. Hey Uygur, sen sakin bir otlakta otlamakta olan koyunsun. Dışarıdan kurt gelse de, ayı gelse de hepsini kendin gibi koyun zannediyorsun. Onlar da otlakta otlasın, yaylasın diyorsun. Onların kastı ot yemek değil, sensin. O, seni yiyecek, otlağını yok edecek, sen bunu bilmiyorsun. Zavallı Hoca Niyaz Hacı kurt ile ayının tuzağına düştü. Vahşi hayvanı koyun zannedip onların yuvasına girdi. Biz şimdi onu hain diye kötülüyoruz. Türküler söyledik bile. Bizden olan Nazarhan Hoca İli’nin valisi olmuşken, Hoca Niyaz’a hain diye dil uzatmaya başladı. Hükümet, valiliği ona verip Turdi Ahun Bay, Siracidin Bay’ları hain yapıp hapse attığına bu hocam o kadar seviniyor mu acaba? Altı büyük siyaset35 dediği yalnız kâğıtta, ağızda kalmış laflarmış. Yoksa altı büyük siyasetin biri ulusların eşitliği değil miydi? Nerde o eşitlik? İktidar sahiplerinin hepsi Çinli, onları besleyen biziz. Hapishanelerde ölmekte, her yerde tutuklanmakta olanlar da biziz!
Tüm günah Tarancıda, çiftçi sabancıda,
Bütün bu dertlere dayan, lakin etme veda!
Bu şiiri kim yazmış acaba? Nesuha Damolla mı? O adamı, kurumuş keten sapı üzerinde diz çökerek okuyanları, koltuk ve masada oturarak okuyanlar yaptığı için seni cedit diye sopa vurup yürüyemez hale getirdiler bizim cahil din adamlarımız. Çaresiz kalan damollam sonunda Gulca’yı terk edip yurtdışına gitti. Bizimkiler ne zamana kadar yol arayacak ki? Şeng Duben’e güvenerek refah bulmak yolu, Sabit Damolla’nın yolunu izleyerek İslam Cumhuriyeti kurmak yolu, Sovyetler Birliği’ne dayanarak bayları yok edip, fakirler devleti, sosyalizm kurmak yolu, Gomindang’ı36 devirip Şeng Şisey’i yok edip Yanan’deki Mao’nun askerlerini getirip fakirlere hâkimiyeti vermek yolu… Nazarhan Hocam Şeng Duben’i hiç ağzından düşürmüyor, din adamları Sabit Damolla’yı övüyor, Hoca Niyaz Hacı’yı kötülüyor. Mahmut Sicang adlı kişiden beklentileri var… Ya ben? Şimdiye kadar kendime “Senin teşebbüsün nedir” diye sormadım. O kadar çok kitap okudum, o kadar çok tartışma ve siyasi tahliller duydum, o kadar çok düşündüm, nefret duydum ki! İradem güçlü, ölmeye yemin ettim! Herkesi kötüledim, herkesten nefret ettim, hiç kimseyi beğenmedim, her şeyden vazgeçtim… Ben ne yapacağım? Neden bu soruya cevap hazırlamadım? Neden yalnız annemin ölümü, babamın haksız yere hapse atılması, küçük kardeşlerimin aşağılanmasıyla ilgileniyorum? Babam ilçe hapishanesinde, ahşap korkuluk içinde şarkı söyleyip oturuyormuş. Büyük kardeşim ise Muhtar Bay’ın çobanı, iki küçük kardeşim dayımın evinde, kız kardeşim büyük annemin yanında, ben ise bir avare, başım dönen, ayağım kayan yerlerde dolaşıyorum, Hüseyinbay’ın fabrikasında çalıştım, bu sene kış tatilinde Piliçi Ocağı’n a girip bir ay işçi olup kömür kırıntıları üzerinde yatıp kalkarak çok çalışıp bayağı para kazandım. Kardeşlerimi sevindirebilirim. Bu felakete bak! Babam hapse atılmamış olsaydı bugünleri rabbim göstermezdi. Akrabalarım tarlayı sat diyorlar. Tarla babamın, babamın malvarlığıyla gün geçirirsem yeminlerim ve verdiğim söz boşa çıkmaz mı? Ben ağır işlere kendimi alıştırdım. Ellerim nasırlaştı, tabanlarım ayı tabanı gibi oldu. Taş üzerinde uyuyabilirim. Üç gün bir şey yemesem de gözlerim hemen kararmıyor. En önemlisi, Tatar kızını eskisi gibi özlemekten kurtuldum. Zavallı kız şimdi Taşkent’e okumaya mı gitmiş? Yoksa hala ortaokulda mı okuyor? Onun sabırlı annesi kızının mutluluğu için kendini feda edip neyi elde eder ki?” Nuri, takır takır yorgalayan iki at koşulan kütük arabada oturup başı ucu olmayan hayalleriyle bazen kendinden gurur duyarak bazen kendini kınayarak azap, hasret ve ümitle kıvranıp uzun saatler geçirdi. Her yer bembeyaz karla bürünmüş, araba çarkından çıkan gıcırtılar gitgide büyüyordu. Güneş sanki duman içinde donmuş, İli Nehri kıyısındaki koyu ormanlar buz olmuş, ötedeki büyük dağ çam ağaçlarını kucaklayıp uyumuş, dünyada yalnız iki atlı çiftçi arabası demirle çatılan iki çarkıyla karlı, engebeli yolu ağır ağır basarak gidiyordu. Bunalım ve yalnızlıkla dolu bu manzarayı Nuri üzüntülü bir şekilde hissetti. Her şeyi; kış mevsimini, kar, buz altında yatan nehri, Yamanyar diye adlandırılan bu geniş vadinin dik kayalarına yuva yapan karga kuzgunları, çalı dibinden ürkerek çıkan tavşan ve kar üzerinde iz bırakıp kaybolmuş yabandomuzlarını da kötülemek geldi içinden.
Arabanın başındaki direğe dirseğiyle dayanıp ak kilimden çizme giyen ayaklarını sarkıtıp yalın ve tüylü deriden kürk, pantolon, şapka giyip, kendini kışın kahramanı sayarak oturan güler yüzlü çiftçi:
“Üşüyor musun Nuri?” dedi, yüksek sesle:
“O çuvalda yengene götürdüğüm kadife ceket var, onu giy.”
“Hayır, üşümedim.” dedi Nuri, çok üşümesine, kulağının acımasına, ayağının uyuşmasına rağmen hiçbir şey sezdirmeden. Ayaklarını araba tahtalarına vurarak:
“Gece geç kalacağız değil mi?”
“Hezivektam’a henüz gelmedik. Yolun ortası fırtınalı, soğuğun gücünü düzlükte göreceksin, kendine pek güvenme, ayağını o kıl çuvalla sar, soğuk artıyor. Bak! Atların yelesi de kırağı çalmaya başladı, çarklar da gıcırdıyor.”
“Üşümem.” dedi Nuri, kendine meydan okuyor gibi yüksek sesle:
“Sovurof çok soğuk günlerde bile başına bir kova su döküyormuş!”
“Solunup dediğin kim? bizim gibi cünüp olarak dolaşmıyor desene!”
“Cünüp ne demek Gayit abi?”
“Ha ha… Bilmiyor musun? Koyunun, eşeğin kuyruğunu hiç kaldırmamışsın galiba? Hi hi…”
Nuri sustu. Arabacıyı içinden kötüledi:
“Yeme içmeyi ve yalnız şu işi bilir bu adamlar. Halk ne demek? Onun derdi nedir, talebi nedir? Millet nasıl bir şeydir, şimdi ne durumdadır? Bu meseleleri asla düşünmüyorlar. Üç dört milyon Uygur’un doksan dokuzu işte böyledir. Bu yüzden bu milleti başka milletler yönetiyor. Bizde Şeng Duben gibi askeri bilgisi olan, kafası çalışan adamlardan birisi olsaydı keşke! Lenin, Stalin, Maksim Gorki’lere gelince, yüz yılda bir birisi bile çıkmıyor. En azından Çapayof gibi cesur baturdan beş altısı olsaydı. Hırsız Gani’yi herkes övüyor, Sadır Pehlivan’dan hiçbir yanı eksik değil diyorlar. Onu uzaktan gördüm. Döngşopang denen yere Hırsız Gani gelmiş haberini duyunca okuldan Topadöng’e koşarak geldik. Savut, Alim, Ekber, Aziz beş arkadaş onu görmeye geldiğimizde, Döngşopang’ın bekçisi bizi içeri almadı. “Dışarı çıkın yaramazlar, sizi vuracak, kesecek, öldürecek” diyor, sanki biz onlardan korkarmışız gibi. Hırsız Gani’yi gördük. Neden öyle ağzı bozuktu? Hey çocuklar dese olmaz mıydı? Hey orospu çocukları diye çağırdı bizi karanlık köşede rakı içerken. Kendisi iriyarı, yüzü çopur, açık sarı bir adammış. Şapkası da korku verecek kadar heybetliydi. Bindiği at daha harikaydı. Dışarı çıkıp ata binip balçık saçarak tavuk pazarında at koşturduğunu bir görsen…
O, soğuğa dayanamadı. Ayakları kendinin değilmiş gibi uyuşmuştu ve kulakları acıyordu. Dizleri de uyuşmuş, dili sertleşmiş konuşmasına engel oluyordu.
“Dur Gayit Abi, ben inip biraz koşayım!”
“Tirrr-vuu! Ben demedim mi? Düzlükte anneni göreceksin diye, bak doğru mu?”
“Hayır, annemi henüz görmedim. Senden başka kimseyi görmedim. Atlarını kırbaçla, ben atlarınla beraber koşarım.”
“Deh!” dedi arabacı, düzlükte atlarına kamçı vurup. Atlar ürkerek koşmaya başladı. Nuri de var gücüyle koşuyordu. Başına sof şapka, üzerine eski modelli dik yakalı yünlü ceket, ayağına ucu kıvrımlı eski bir ayakkabı giyen, gün geçtikçe bedeni gelişmekte olan, on altı yaşından dört ay aşan öğrenci yiğit, çiftçi atlarıyla aynı hızda koşarak uzun düzlüğü geçti. Çiftçi bu çocuğa hayranlıkla baktı:
“Babanı geçeceksin Nuri! Baban Ziyek, mahallenin öküzüydü. Ama yardakçıları püskürtemedi. Muhtar Bay onları yerle bir eder desek, o da mecnun oldu.” dedi, arabaya atlayarak binen yiğide kaba çiftçi diliyle:
“Karakış bizim gibi güçsüzlere zorbalık yapıyor. Hırsız Gani kışın yalnız bir gömlekle dolaşıyormuş. Canı demirden mi acaba? Öyledir! Yoksa hapishanenin duvarından tırnağıyla delik açıp kaçar mıydı?”
Nuri kahkaha attı:
“Tırnakla duvar delmek mümkün mü? Bu da bir mübalağa!”
“Ne demek bu ya, Nuri?”
“Abartılı söz.”
“Öyle ya, koyunun karnına üflemiş gibi üfleyerek kabartılmış söz desene?”
“Evet, şarkı söylemez misin Gayit Abi?”
“Olur, tabii! Neredeyse mahallenin bir ucu olan Baytokay’a geldik. Bu mahallenin güzel kızları hayran kalsın. Söyleyeyim bir kere!”
Baytokay’ın sazlığı bir ovadır,
Ördekten çok kazları vardır.
Baytokay’da vardır sevgilim,
Beni öldürecek nazları vardır!
Onun yüksek sesi çınlayınca, mahallenin köpekleri, tavanlardaki yonca, samanlar arasında kırağı çalan yerlerinden irkilip ulumaya başladı. Adamlar avlularından çıkıp ağızlarını bozdular. Gayit hırıldayıp güldü:
“Nasıl oldu, yaralarını kurcaladım mı?”
“Aferin!” dedi Nuri gülerek:
“Hükümetin de yarasını kurcalayan bir batur çıksaydı, hükümetin de köpekleri ulumaya, adamları küfretmeye başlasaydı yürekten sevinirdim.”
“Ne demek bu hey Nuri? Hükümet bir kudurmuş köpektir, halk ise sendeleyerek yürüyen bir bebek. Hükümete kimin gücü yeter kardeş!”
“Halk bir nehirdir, biliyor musun? Üç dört milyon halk ise büyük bir nehirdir! Şeng Duben’in on yirmi bin askeri var. Şincan’da iki yüz binden fazla Çinliden yalnız onda biri Şeng Duben’i destekliyor. Halk bir nehir, hükümet ise çer çöptür. Nehir o çöpleri akıtır gider. Fakat şimdi nehir buz tutmuştur. Halk uyanacak, buzlar eriyecektir. Zulüm bıçağı kemiğe dayandı. Binlerce, yüzlerce masum insan öldürüldü. Şeng Duban, Çan Keyşek’in de binlerce adamını öldürdü. Şimdi o güçlenip Sovyetler Birliği’ne karşı çıkmakta. Onun Sovyet Komünist Partisi’ne üye olduğu ve Sovyetler ile dost olacağız lafları da yalan. O yalnız bizi değil, bütün Çin’i yönetmek istiyor!”
“Neler söylüyorsun be Nuri? Nereden bulursun bu kadar çok garip sözü!”
“Rusulof adlı bir üstadım var, Sovyet’ten kaçıp gelmiş.
Uzman olarak Şincan’ı araştırıyor.”
“Ne diyorsun sen? Niye sağ salim adamın bile anlayamayacağı bir dilden konuşuyorsun?”
Araba gıcırdayarak mahalleye girdi. Nuri kardeşlerine aldığı hediyelerle dolu heybesini kaldırıp arabadan sıçrayarak indi ve evine koştu.
“Kimse yok!” dedi arabacı arabasından inip:
“Yürü! Bizim evde konakla. Kabak yiyeceksin, bal gibi kabak!”
“Kardeşlerim niye olmasın evde?” dedi Nuri, hüzünlü sesiyle:
“Küçük yaşında hizmetçi olmuş zavallı kardeşlerim!”
Onun yüreği burkuldu. Sevecen annesini şimdi ebediyen göremeyecek, sevgi dolu sesini de duyamayacaktı. Çocuklarıyla gurur duyan, her ne kadar müşkülatta olsa da gülmekle yetinen babası haksız yere tutuklandı, dayak yedi, hapishanede yatıyordu. Nuri, Gulca Şehri’nin ortasındaki hapishaneye gidip babasını gördü. Ziyavdun, çam ağacından yapı lan korkuluk içinde durup oğlunu yine o gülüşüyle karşıladı:
“Baba…” dedi Nuri hıçkırarak ağlayıp:
“Haksız yere tutuklandın, neden adalet yok bu cihanda?”
“Olsun! Ağlama! Yiğitler ağlar mı hiç? Kardeşlerin de ağlamasınlar. Söyle onlara, kim ağlarsa o babasının oğlu değildir. Bera ile Dera da ağlamayacak. Ama küçük kardeşin çok naziktir. O da ağabeyleriyle birlikte koyun güdüyormuş.”
Babasının hapishanede bile gülüp duran yüzü onun gözünün önüne geldi de vücudu titredi.
“Tüm kabahat Tarancıda, dayan, sonuna kadar dayan” dedi, kapı önünde: “Çiftçi olmak suçmuş aslında, öyleyse Uygurların yüzde doksanı suçlu! Tarlan yoksa başkasına hizmetkâr olacaksın, tarlan varsa onun zorluğunu çekeceksin, vergi ödeyeceksin, otlak vergisi vereceksin, ödemiş olsan da ödemedin diye seni tutuklarlar!”
O çevresindeki karla örtülmüş evlere baktı. Doğup büyüdüğü mahallesi loş ay ışığında kendi kalbi gibi hüzünlü, solgun gözüktü. Sessiz mahalle derin uykudaydı. Buranın adamları hayatta ekmek veya sütlü çay gibi, uykudan başkasını bilmiyordu. Şeng Duben’in geçmişini Rusulof ona anlattı. Şeng Duben iki defa Japonya’da, bir defa Şanghay’da okumuş. O, hep güçlü olmayı hedeflemiş, çalışıp okumayı da bu amaç için kullanmış. Bu arzusunu gerçekleştirmek için başkalarına yalvarmış, aşağılanmış. Ama aklını kötüye kullanarak kendine iyilik eden, hatta kendini ölümden kurtaran adamlara da ihanet etmiş. Binlerce insan onun elinde ölmüş. Birdenbire merhametli oluvermek, hain veya katil olmak onun tabiatı haline gelmiş. O, o kadar büyük şeyleri istediği halde, bizim çiftçilerimiz uysal hayvanlar gibi yemden başka bir şey talep etmiyor. Şimdi tüm köy uykuda… Onlar için uyku bir türlü huzurdur. Onlar şimdi dünyada neler olup bittiğini bilmiyor, bilmek istemiyorlar. Onlar için dünya sadece bu köy, bu sakin mahalle, varlık, yer, yemek, çocuk, mutluluk… İli vadisinde nice on kuşak yaşayan Tarancılar da, 1759 yılından sonra Hoten, Kaşgar, Yarkent, Aksu, Kuçarlardan cezalandırılıp, yedi kola ayrılarak İli’ye gelip Tarancı olanlar da, hatta Turfan, Kumul beylerinin arkasından çıkıp buranın yöneticisi veya ezilen çiftçisi olmuş Tarancılar da, “Mülkün nedir?” diye sorarsan, “Tarla ile koyun” diye cevap verirler. Musa Bay, Sabır Hacılara aferin! Onlar Uygurların yaşamına Avrupa sanayisi ile ticaret örneklerini getirdi. Şehirli Uygurların gözü açıldı, etraflarına bakmayı öğrendiler. Ama benim köyüm, benim halkım hala ağır uykuda. Babamın hapishanede kaldığı halde gülüp durması boşuna değildir. Orada da onun aradığı yemek ile uyku var değil mi? Eğer o “İnsan, hakikat için çalışandır” kuralını bilmiş olsaydı gülmezdi. Onun kalbi nefretle dolmuş, aşağılanma duygusu vücudunda volkan gibi patlamış olacaktı. Kendini hakikat savaşçısı olarak görmüş olsaydı, on yedi yaşındaki oğlu ziyaret ettiğinde: “Oğlum, insanın değeri hakikati aramasındadır, hakikati ara ve onu bul! Onu silah olarak kullan!” diyecekti… Nuri dış kapıdan eğilerek avluya girdiğinde samanlıktan bir köpek koşarak gelip ulumadan ona sarıldı. Heybesiyle köpeğe vurdu ama köpek iki ön ayağını onun iki omzuna atıp ağzını kocaman açıp karşısındakini hemen çiğneyecekmiş gibi hırıldadı. Nuri şaşkınlıktan köpeğin iki kulağından tuttu. Köpek kıpırdanıp ön ayaklarıyla onun yüzünü tırmalayıp arka ayaklarıyla çelme takıyordu. Bu sırada yerde başını koyup yatan yaşlı dişi köpek uluyarak, savaşanların yanına geldi. Nuri var gücüyle:
“Bera, Dera!” diye bağırmaya başladı. Köpek iriyarıydı, Nuri duvara yaslanmasaydı sırtüstü düşmüş olurdu. Kendini tuttu. “Köpeğin tek silahı ağzı ile dişidir. Bu silahı kullanmasına izin vermezsem bana hiçbir şey yapamaz.” diye düşündü. Bunu babasından öğrenmişti. İlk defa düşmanla savaşmaktaydı. Yenilmemeliydi. Köpeğin kulağını bırakmazsa yenilmeyecekti. Hüseyinbay’ın fabrikasında, Piliçi Ocak’ında ağır çalışmakla topladığı güç kuvvetini kullanıp köpekle savaşırken evin kapısı açılarak kürk sarmış birisi çıkıp bağırdı:
“Kim o?”
“Ben Nuri!”
“Bırak bari!”
Köpek, sahibinin sesini duyunca inledi. Nuri onun kulağını bıraktı. Köpek koşup tandır başına, sonra dama çıkıp ot üzerinde kıvrılarak yattı.
“Hey pehlivanım, kaplanı yendin mi?” diye kahkaha attı evden çıkan iri yarı adam.
“Kama ağa, köpeklerin beni tanımadı ya!”
“Hırsız zannetmiş galiba. Yürü! Bu ne soğuk böyle! Nereden geliyorsun?”
“Şehirden!”
“Babanı gördün mü?”
“Gördüm.”
“Nasılmış o pehlivan?”
“İyi!”
“Öyle olsun!”
Onlar bir Uygurca, bir Kazakça konuşarak eve girdi. Nuri eve girerken ağlamak geldi içinden, annesi karşısına koşarak çıkacakmış gibi baktı. Kama onu konuk odasına almıştı, o:
“Dera ile Bera nerede?” diye sordu.
Kama mutfağı gösterip, “Uyuyorlar.” dedi.
Nuri kardeşlerini görmek için dışarı odaya yürürken, Kama konak odasından su yağıyla yanan lambayı alarak çıkıp eline tutuşturdu:
“Zavallı çocuklar, koyunlara ot, öküzlere yem verdi, atlara yonca doğradı, demin uyudular, küçücük yavrular değil mi bunlar?”
Nuri mutfağa girdi. Isıtılan taraçada üç kardeşi uyuyordu. Dera küçük kardeşini birisi kapıp kaçacakmış gibi sımsıkı kucaklamıştı. Üzerlerinde tanıdık güllü yorgan vardı. Bera, kırılgan, çalışkan kardeşi onlara sırtını dayayıp yorganı örtüp iki bükülerek yatıyordu. Kazan başındaki kare pencereye çocuklar bu sene kâğıt yapıştırmamış, kolluk ile semeri pencereye dayamıştı. Bir yanı açık pencereden zehir gibi acı soğuk giriyordu. Bacalı ocağa kül dolmuş, yağlı ve kirli baca başına hangi kardeşi yazmışsa, odun kömürüyle “Nuri Muhammed” yazılmıştı. Annesinin taraça kenarını, ocak üstünü balçıkla süslediği mutfak şimdi tanınmayacak bir hale gelmişti. Yerde kan, koyun gübreleri vardı. Kilim serilmemiş yerler delinmiş, kazan başını toz toprak kaplamış, kâseler kirli ve simsiyahtı… Kardeşlerinin alnından öptü, başlarını okşadı. Küçük kardeşinin başında iki tane uyuz yarası çıkmış, yüz ve boyunları, elleri kirden simsiyah olmuş, ayakları tıpkı ağıldaki koyun ayakları gibiydi. Nuri yine kendini tutamadı fakat zorla bastırdı gözyaşlarını. “Ağlamak ne işe yarar? Babamın sözü doğru, yiğitler ağlamasın!” Kesilen odunları alıp ocağa dizdi, külleri toplayıp temizledi, çıra koyup lambayla ateş yakarken, kuru odun çatır çatır yanmaya başladı. O, sevinip güldü. Kavanozdan su alıp porselen çaydanlığa döküp ateş üzerine koydu. Pencereleri sağlamlaştırdı, evi temizledi, baca yanına sofra hazırlayıp, pazardan getirdiği börek, maltoz şekeri, çekirdek, karamela, pişirilmiş etleri dizdi. Kâseleri yıkayıp çay demledi annesinden miras kalmış temizlikle evi derli toplu hale getirdi. Kardeşlerine aldığı, giyilmiş olsa da bayağı görkemli giysileri ayrı ayrı dizdi. Hazırlıkları tamamladıktan sonra önce Bera’nın annesine benzeyen burnunu hafif çimdikledi:
“Bera, dur kuzum!”
Rüyasında abisini görmekte olan, on dört yaşındaki çocuk gözlerini birden açıp sevincinden ağabeyinin boynuna sarıldı ve:
“Dera, Hemra!” diye kardeşlerinin hepsini silkeleyerek bir anda uyandırdı.
Ziyavdun ile Reyhangül’ün ateşli sevgisi yıldızları doğurdu, aşk bağının bahar ve yazları geçip kışın çetin soğuk sesleri yankılanan bu sevimli evde sevgi baharı çiçek açtı. Doğmak, yaşamak, ölmek ve yine doğmakla devreden insan kaderi bu mutfakta yeniden alevlendi.
Çocuklar o kadar sevindi ki sanki hayatın kederini görmemiş, insanlar arasındaki ebedi ayrılığı bilmemiş gibiydiler. Şimdi onların her şeyi tamamlanmıştı, hiçbir şey istemiyorlardı. Onlar için mutluluk işte bu dakikalardı… Hey çocuk lar! Kalbiniz baharda öten kuşlara benziyor. Bağlarda yeşil yapraklar peyda olduğu anda bundan böyle hazan mevsimi ve kışın gelmeyecek diye hayatı övüyorsunuz. Siz kelebeğe de benziyorsunuz. Çiçekler açtığı anda her yer bal diye kanadınıza mutluluk gücü verip durmadan uçuyorsunuz. Çocukların güldüğü yer en güzel yerdir. Çocukların mutluluğu hayatın mutluluğudur, çocukların bahtı insanın arzusudur.
Onlar yiyip içip birbirini kucaklayıp su ısıtıp yıkanıp sabaha kadar mutlu oldular. Tan ağardığında da uyuyakaldılar. Muhtar Bay’ın çobanı Kama, mışıl mışıl uyumakta olan çocukları görünce, dört boz koyuna ot, öküzlere saman vermek, atları sulamak gibi işleri eşiyle birlikte yaptı.
Dört oğul güzelce giyinip avluya çıktığında, onların patronu, babasının kuzeni Muhtar Bay kürkünü üzerine örtüp, taraçada gerilerek oturuyordu. Çocuklar ona selam verdi.
“Aleykümselâm Nuri. Kocaman yiğit olmuşsun, okul bitti mi? Tatile çıktın mı?”
“Kış tatili sona ermişti, bir ay Piliçi Ocağı’nda çalıştım. Biraz para kazandım, kardeşlerimi görmeye geldim!”
“Aç kaldık demedi değil mi bunlar?” dedi Muhtar Bay, merhametle:
“Bizim evde kalınız diyorum hiç dinlemiyorlar. Küçük kardeşin bile ağabeylerini bırakmadı. Kardeşlerinden emin ol, Nuri. Altı çocuğum on oldu işte, rahmetli annen çok değerli kadındı. Duymuşsundur, annen için büyük annen yüz koyun, on öküz, üç at miras bırakmış.”
“Babama kalan miras, başına bela oldu. Anneme kalan miras da öyle olur belki. Miras almadan da yaşayabiliriz, Muhtar Dayı. Babamı rüşvet vererek de olsa kurtarmamız gerekir.”
“Nazarhan Hoca, Dokuztara’nın kaymakamlığından sonra vali olarak atanmış. Hocam doğru dürüst bir adam dır. Abduömer Bey’in cezasını verecektir. Hâkim dedelerini-de cezalandıracaktır. Hocama eskisi gibi bir dava mektubu yazsana, Nuri.”
Nazarhan Hoca’yı herkes halkçı adam diye övüyordu. Ancak Rusulof, Stalin’e özenerek bıraktığı kalın, kara bıyığını sıvazlayıp “Onun iyiliğini bilmem ama Hoca Niyaz Hacı’yı hep hain diye kötülediğine bakarak onu Şeng Duben’in adamı diye düşündüm” demişti. Her konuda Rusulof ve Rahim-can Sabır Hacı’nın Tatar üstadı Emin Evzi’nin görüşlerini ölçü alan bu genç, bay dayısına kendi fikrini açıkça söyledi:
“Bazı insanlar, Nazarhan Hocam dahi Şeng Duben’in sadık adamı diyorlarmış. Gerçekten adam okulumuza gelip nutuk çekti. Konuşmasında Şeng Duben’i övdü ve altı büyük siyaset için refah getiren siyaset dedi.”
“Öyle demese ne diyecekti? Ben de dört sene Ma Hosen’i övüp âli komutan, dahi adam dedim. Ne çare! ‘Yaşamak farz’ sözü işte burada geçerli, ahmak!”
Nuri sustu, babasının mağdur edildiğini Nazarhan Hoca’ya söylemeye karar verdi.
O, kışın bir gününü kardeşleriyle çok keyifli geçirdi. Onlar atlı kızakla Kışlaktam’a gidip kız kardeşlerini ziyaret ettiler. Büyük annesi önce torunlarını tek tek öpüp kucakladı, kızına ağıt yaktı. Büyük dayı, küçük dayıları koyun kesip çocuklara yedirdi. Köy beylerinin Ziyavdun’a yaptığı haksızlığı kınadı ve onun soy sopundan olan akrabalarına lanet okudu.
Onlar akşama doğru evlerine dönerken, büyük dayısı onlara kuru et yapmaları için iki koyun, un, yağ, ekmek verdi. Çocuklar kızakta kahkaha atarak eğlenip hava karardığında mahallelerine geldiler. Akşamleyin yine Muhtar Bay’ın evinde misafir oldular. Nuri akşamda evi iyice ısıtıp kardeşlerini ocağın çevresinde oturtup “Binbir Gece” den masallar anlattı. Gece yarısı köpekler hararetli bir şekilde ulumaya başladı. Avluda birileri patırtı koparıyordu. Çocuklar korkup bir köşeye çekildi. Nuri merakla dışarı eve çıkıp pencereden dışarıya baktı. Avluda tilki kürkünden şapka giyen, oldukça iriyarı iki adam Kama ile konuşuyordu. Nuri onların yanına geldi ve selam verip atlarını elinden aldı.
“Hırsız Gani” diye Nuri’ye fısıldadı Kama, başına şapka, üzerine kısa kürk giyen yapılı adamı gösterip:
“Börebay’la ikisi kaçıp gelmiş, onları yakalamak için askerler harekete geçmiş.”
Nuri bir defa uzaktan tesadüfen gördüğü Hırsız Gani’nin ismini duyunca sevindi.
“Bizim öğrenciler sizi çok övüyor Gani abi, Sadır Pehlivan olacaksınız değil mi?”
“Ha ha ha…” dedi Gani gülerek “Sadır temrenci gibi, hapishanede uzunca yatıp saçım bir kucak dolusu olmadı hala, sen nerenin öğrencisisin?”
“Rüştiyenin.”
“He, Şeng Duben’in okulunun öğrencisi misin?”
“Evet.”
“Şeng Duben’in yemeği güzel mi?”
“Sovyetler Birliği’nin yardımıyla kurulmuş okul, Gani Abi.”
“Rusların parası nereden gelmiş?”
“O zengin, güçlü bir sosyalist ülke.”
“Oh, oh! Çok konuşkanmışsın. Hadi! Bu Kazak’ın eti pişinceye kadar bana ders anlat!
Onlar Kama’nın ter ve et kokan evine girince, Gani:
“Of! İyi ki suda yaşayan Kama imişsin37, porsuk olmuş olsan evin ne kadar pis kokardı. Bit ve pirelerden arınmış kilim, yorganların da vardır değil mi Kazak!” diye şaka yaptı. “Bit yoksa Rus olmuş olmaz mıyım Gani abi? Rus olursam sen yaşayamazsın ha!”
“Ha ha… Olsun! Bitlenmeye devam et, bitlerin uçarsa uçsun, Rus olma da! Şeng Duben’in aklı Ruslardan gelir. O tarafta bizlere soykırım yaptı, kalan insanlarımızı şimdi Şeng Duben’in eliyle yok etmek istiyor.”
“Ablayhan’ı yok edip, Alaş Orda Kazaklarına katliam yaptı. Hudayarhan’ı yüceltip Şeyhul İslam deyip Özbeklere katliam yaptı. Uygur’un neymiş?” dedi Börebay isimli, kara bıyıklı, iki yanağı horoz tacı gibi kırmızı olan genç. O, bir yana yaslanıp kilimi kaldırıp “Çirt” diye tükürdü ve sözünü devam etti “Sen, Hırsız Gani! Börebay’ın arkasından hırsızlık yapmaktan başka ne işe yararsın?”
“Çu Siling’i38 kendi elimle boğazlarım!” dedi Gani gülerek: “En büyük hırsız işte Çu Siling. Şeng Duben’in kayınbabasıdır. Onlar ikimiz gibi şerik hırsızlar, bizi tutuklarmış, hapishaneden yedi defa kaçıp kurtuldum. Şimdi tutuklanırsam öldürecek! Hey Kama, atları samanlığa sok. Muhtar Bay’ın atı gibi kişneyip belasını bulmasın. Gâvur askerlerin tüfekleri yamanmış, Şeng Duben de usta atıcıymış. Ga Siling, Cang Siling, Hoca Niyaz’ı öyle perişan etti ki…”
“Doğru, bu Şeng Şisey dediğin yaman mahlûkmuş!”
“Tutuklanırsan işkence edip öldürecek. Ellerini bağlayıp dört duvarı ve zeminine demir şiş kakılan, kıpırdamak mümkün olmayan bir kişilik odada, ayakta bırakıp kapısını kilitliyormuş. Tekmelemek istesen ayağın prangada, küfrediyorsun, lanet okuyorsun, ayakta acı çekerek ölüyorsun. Onun öyle bin türlü işkence yöntemi varmış… Of of… Yarın Nilka Dağları’na, Ekber Batur’un yanına kaçıp gidelim… ”
Nuri, sözü açık seçik ama kaba saba, hikâyelerdeki kahramanlar gibi esrarengiz, saçları ağarmaya başlayan, burnu kısa, gövdesi oldukça sağlam, iriyarı bu adama hayli ilgi duydu.
“Gani Abi, siz hiçbir şeyden korkmuyor musunuz?”
“Korkarım.”
“Ne gibi şeyden?”
“Güzel kadınlardan.”
“Peki, Allah’tan?”
“Ölümsüz olsaydım, O’ndan da korkmazdım.”
“Siz! O ünlü hırsız mısınız?”
“Evet!”
“Siz çok zenginsiniz değil mi?”
“Ne demek bu? Bir defa, bir sürü yılkı kaçırırsam, yarısını bu Kazak alıyor. On fakire birden at veriyorum. Kendime yine aynı boz atım kalıyor. Çalıyorum, fakirlere dağıtıyorum. Bu dünyada en çok şey nedir? Fakirlerdir. Onları zenginleştirmek mümkün mü?”
Nuri, yan yatan Gani’nin bileğini usulca tutup yokladı.
Onun bileği Nuri’nin bacağı gibi tombul idi.
“Şeng Duben yaman dövüşçüymüş, onu yenebilir misiniz Gani abi?”
“Gidip söyle o beceriksize, teke tek çıksın. O, on yumruk atsın, ben bir yumruk atayım. Ya da tabancayı falan bırakıp kendisi gibi dokuz kişiyi getirip on kişi olarak çıksınlar karşıma” dedi Gani, yumruğunu yükseklere kaldırıp: “Börebay’dan sor, kudurmuş bir buğrayı bir yumrukla düşürdüm. Tüfek, makineli tüfek, top gibi şeyleri hangi pısırık icat etmiş ki! Hazreti Ali, Ebu Müslim gibi pehlivanlar bilek gücüyle düşmanlarını dövmüştü. Şimdiki silahlar o zamanda olmuş olsaydı, onlar da pehlivan olamazdı belki…”
Hırsız Gani’nin sözü ve düşüncesi garip idi. Nuri bunun gibi tuhaf bir adamı ilk defa görüyordu. O, babasının başına gelenleri anlatınca:
“Abduömer Bey denilen o Kaşgarlı, rüşvet almıştır” dedi Gani, öfkelenerek “Hocama şikâyet edip ne yaparsın. Bırak, ben kendim kurtaracağım!”
“Nasıl yani?” Nuri sevinip güldü.
“Kurtaracağım ama dağa götüreceğim.” dedi Gani esneyerek:
“Abduömer ’in birçok eşi, çok güzel de bir kızı varmış.
Göreceksin, şu kızı alıp kaçarak rezil rüsva edeceğim.”
Nuri’nin yüreği sarsıldı. Onun yüreğinde yanmaya hazır gizli bir ateş vardı. Bu ateşe çıra dokundu, birisi üfledi. Onun vücudunda, yüreğinde ve damarlarında ateş peyda oldu. Gayriihtiyarî bir şekilde evden çıkıp bahçeye doğru koştu. Eski karaağacın yanına varıp ateşli sesiyle:
“Sabiha!” diye bağırdı.
Fakat Sabiha nerede, hangi düşüncede idi? Bunlardan Nuri’nin haberi yoktu. Aşkın gücü her şeyden yamandır. Âdemoğlunu akıldan, iradeden, hatta ömürlük istikbalden mahrum edebilir. Bu sözleri Nuri çok defa duymuştu ama aşkın gücüne karşı iradesi güçlü değildi. İçinde yiğitçe bir cesaret ile çocuksu bir saflık savaşıyordu.
Ertesi gün Nuri şehre, okuluna döndü. İki katlı, teneke tavanlı yatak binasının iki katında öğrencilerin yatakhanesi vardı. Her odaya sekiz yatak koyulmuştu. Kapının hemen arkasındaki yatak Nuri’nin idi. Yatakhaneye gidip arkadaşlarına köy ekmekleri, kurut ve kaklar ikram ederken bir öğrenci alelacele girdi ve:
“Hapishaneye haydutlar girip üç askeri öldürüp dört adamı alıp kaçmış. Şimdi sokaklar askerlerle doluymuş. Dinleyin! Korna sesi!” dedi.
Okulun önündeki fabrikadan, sonra Musabayof Fabrikası’ndan ardı ardına korna sesi duyuldu. Bu, sıkıyönetim işaretiydi. Şimdi kim sokağa çıkarsa vurulacaktı. Nuri’nin yüreği titredi. Hırsız Gani’nin “Babanı kurtaracağım!” sözü aklına geldi. Askerler okulu ararsa, kaçırılmış Ziyavdun’un oğlu Nuri’yi mutlaka tutuklayacaklardı. Ölen üç asker için Yao Siling, Nuri’nin kardeşlerini dahi öldürecekti. Nuri kardeşleriyle birlikte kendini kurtarmalıydı. Kimden yardım isteyecekti. Rahimcan olur mu? Hayır, Onu bu işe bulaştırırsa belayı büyütmüş olmaz mı? Peki ya Saşk, Emin Evzi, Rusulof? Hayır, onlar yardım edemez. Tevekkül ederek, Nazar-han Hoca’nın huzuruna gidip doğruyu söylemek gerekir
O, okulun arka duvarından aşıp Tatar zenginlerinin bahçesine, sonra Novigord sokağına çıktı ve kavak ağaçlarını siper yaparak, Üçkapı’ya doğru yürüdü. Hocanın yeni evinin inşası henüz bitmemişti. Dördüncü sokağın girişindeki mavi kapılı evde oturuyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.