Kitabı oku: «Anayurt – I», sayfa 3
Onlar birbirine yardım ederek düzenli biçimde buğday biçiyorlardı. Bir ho ekin için üç kişi çalışsa, Ziyavdun’un ekini için 15 kişinin çalışması gerek, bahçesini katarsa yirmi kişi çalışır. Demek ki, ürünlerini toplamak için Ziyavdun’un kendisiyle beraber çalışanlar için yirmi gün ekin biçmesi gerekirdi. Ama o, bu orağıyla iki-üç kişinin işini yapardı. İşte, onun biçtiği buğday en çok, başakları da büyük, orak sokmaları çabuk ve temizdi. Ekin biçerken açtığı alan yanındaki iki kişinin alanından büyüktü. Bacaklarını gererek, sağ elindeki keskin orağın yanına sol el parmaklarındaki kılıfı dokundurarak ekin biçtiği anda herkes ondan zevk duyardı. Dört kişinin biçtiği buğdayı bağlarsa bir kişinin emek hakkını kazanabilen emekçi bile Ziyavdun gibi iki çiftçinin biçtiği buğdayı zorlukla bağlayabilirdi. Çünkü Ziyavdun’un biçip bıraktığı üç deste buğday bir bağlam geliyordu! Yeryüzü aydınlandığı andan itibaren tarlaya gidip kahvaltıya kadar bir alan buğdayı biçip bitiren bu gençler seçkin biçicilerden oluşmuştu. Onlar öğleden, gün batıya doğru kaymaya başlayıncaya kadar bahçe gölgesinde biraz uyuduktan sonra buğday biçmeye başlarsa, ikindiden sonra azıcık dinlenip çay içip yine tarlaya gidiyordu. Akşama doğru tarla şarkısı başlıyor, bu vakitte iş biraz yavaşlıyor, şarkılar zirveye ulaşıyordu. “Altınım” şarkısını Ziyavdun gibi maharetle, güzel söyleyen kimse yoktu. Ziyavdun ‘un ikinci oğlu, şimdiden on bir yaşını dolduran Bera, babasının arkasından buğdayları bağlam ederek şöyle düşünüyordu: “Babamla ikimiz iki kişilik emek gücü veriyoruz. Yarından sonraki gün bizim buğdayı biçeceğiz. İki günde biçilip bağlanır. Bu grubun buğday biçmesi tamamlanıncaya kadar bizim yine on iki kişilik emek gücümüz artacak. Bu on iki emek gücüne karşılık birisinin üç ho buğdayını kiralarsam, bir ho tarlaya bir ho buğday verecek. Üç ho buğdayı satarsam üç yüz bin akça, hayır, üç yüz on beş bin akça olur. Bu parayla bir çizme, pantolon, şapka alabilirim. Kalan akçayı ağabeyime versem sevinip omzuma vurarak “Becerikli sungursun” diyecek. Onun güzel hayali öylece sona erdi.
Birden babasının sesini duyunca kendine geldi.
“Bera, oğlum! Atın yerini değiştir. Bak! Ot yemeden sineklenip duruyor.”
Bera kuşağını belinden çıkartıp yere bıraktı ve babasının biçtiği buğdayları kuşak üzerine iki yığın olarak koydu. Sonra deri dizlik takılı sağ diziyle buğdayı sıkıştırıp sıkıca bağladı, onun bağlık tutan elleri oldukça çevik idi. Babasına bakıp güldükten sonra:
“Ata su verip, otlak yerini değiştirdikten sonra yüzmek istiyorum. Buğday yığınları çoğalırsa bana yardım edip bağlayacaksın değil mi?”
“Hadi git, çabuk gel sungur!” dedi Ziyavdun. O yine yanındaki çiftçiye oğlunu övmeye başladı:
“Çok çalışkan bu çocuk, durmadan çalışıyor!”
“Sana benziyor. Bak, onun şarkısına!”
Çocuk ince sesiyle şarkı söyleyip boz atına binip ırmağa doğru gidiyordu.
* * *
Sonbaharın bu günleri çiftçiler için oldukça güzel idi fakat Muhtar Bay için bu sonbahar hoşnutsuzlukla başladı. Reyhangül tarafından azarlandıktan sonra gitgide keyifsizlendi, eli yetmez dal olduğu gerçeği onun gururunu yere vurdu. Dediğini yaptıran, ne isterse o olan bir zengin için bayağı bir kadının “Defol yabandomuzu!” demesi bin sopa, yüz tokattan daha kötü, yüzüne pis su saçmaktan daha aşağılayıcıydı. Ama bu namuslu hareket, Reyhan isimli bu kadını ona esrarengiz bir kadın olarak tanıttı. Kafasını karıştırdı, hayalinde onunla kavga etti:
“Seni kancık! Nazlanıyorsun!”
“Hayır, senden nefret ediyorum.”
“Eninde sonunda beni kabul edeceksin.”
“Hayır, kafanı kırarım.”
“Bana yalvaracaksın!”
“Hayır! Sen yalvaracaksın. Hoş yalvarsan da benim için bir şey değişmeyecek.”
Muhtar Bay birden altı çocuğunun annesi olan eşi ve torunlarına dil uzatan, hizmetkârlarını azarlayan, gitgide suskunlaşıp Ziyavdun ‘un evinin etrafını dolaşan, Reyhangül’ü görünce kalbi hızla atan bir adam oluverdi. Çocukken babası ile bir hocanın ihtişamlı avlusuna girip bir kızı görünce böyle olmuştu. Medresede beraber okuduğu Rozahun isimli arkadaşı buna aşk demişti. Ama o bugün elli yaşını geçti, torunları ata binip yarışmaya katılacak yaşa geldi. Bu yaşında neden aşk oluyordu? Üstelik beş çocuğun annesi, kendi kardeşinin eşine! Hayır, hayır, hayır! Bu aşk değil. Öfke, nefret, utanç, namus, intikam… Madem böyle, Muhtar Bay, Reyhangül’ü görünce niye gözünü ondan alamıyor, niye kekeleyip, afallayıp duruyordu? Bu yaştakilerin âşık olması kitaplarda var mıdır, fal mı baktırayım yoksa? Bir gün şehre gidip Divane Mahallesi’ndeki ünlü bir falcının önünde diz çöküp:
“Hadi bul bakalım, bende nasıl bir hastalık var?” dedi.
“Sevda!” dedi alaca sakallı, zayıf bir ihtiyar onun nabzını yoklayıp avucuna uzaktan bakarak ve çizgileri sayıp bir şeyler fısıldayarak.
“Ne demek bu?”
“Âşık olmuşsunuz!”
“Ne?”
“Aşk!” dedi ihtiyar ona bağırıp:
“Birisine âşık olmuşsun beyim.”
“Ne yapacağım şimdi?”
“Hanımefendi sizi beğenmiyor.”
“….”
“Güzel kumaş, güzel söz, tatlılar ve tatlı söz!”
“….”
“O zaman aşk ateşi yakar da kül olursunuz.”
“Bu yaşta aşk olur mu?”
“Sevdayı Mevla verir beyim. Lokman hekim doksan yaşında yirmi yaşındaki hastasına âşık olmuş ve kendi yaşından yirmi yaşını kıza armağan etmiş.”
“Ya Rabbi, uğursuz bir şeymiş bu aşk denilen şey!”
“Hayır beyim! Dayanmanız gerek. Buz kesilmiş gönlü, insafla eritmek mümkündür. Soğuk söz, soğuk yüz hararetli bir gönlü bile buz gibi yapar. Sizin tabiatınız soğuk!”
“Yeter be Kaşgarlı!” Muhtar Bay falcının önüne bir avuç akça bıraktı ve kendinin bütün sırrını sofraya ceviz dökmüş gibi döken ihtiyara kızdı. Kendi kendine söylenerek evinin yolunu tuttu.
“Ben niye bu kara hatuna aşk olacakmışım ki? Âşık falan değilim ben.”
O, Ziyavdun ‘un evine her gün bir bahane bulup gitmeye, her türlü işleri yaptırıp yaşamlarına ilgi göstermeye başladı. Ziyavdun bunları kendine gösterilen kardeşlik sevgisi diye düşünüp seviniyordu. Reyhan ise bu adamın niyetini kötü bulup yanından sürekli uzaklaşıyor başka işlerle uğraşıyordu. Sebzeliğine girip biber, domates, soğanlarıyla uğraşıyordu. Bay ise avluda sakal bıyıklarına çeki düzen verilmiş, yamuk yakalı beyaz gömleğinin peşi dizine sarkmış halde büyük göbeğini gösterip sofadan avluya, korkuluktan bahçe kapısına kadar yürüyerek durmadan konuşuyordu:
“Senin oğlum benim oğlumdur. Olsun! Üçünü de okut, masraflarını ben öderim. Hele on yirmi koyun, bir araba buğday gider, olsun, buna ne dersin Reyhangül?”
“Sağol Muhtar ağa!”
“Hey Reyhan, yoğurt getir, ağabeyim yoğurdu sever!” Reyhan hiçbir şey demeden kocasının emrini yerine getiriyordu.
“Hepimiz kardeşiz, Gazi Bay, Hidilşah Bay, Nedirşah Bay… Hepsi Tarancı ve hepsi burada kök salan insanların neslinden…”
Bugün Reyhangül inek sağıp avluyu temizleyip tezek yayıp duvara gübre yapıştırıp sonra süt savurup kazana bakarak durduğunda Muhtar Bay bağıra bağıra avluya girdi:
“Hey Reyhangül, yoğurdunu çok beğendim, bir kâse versene!”
“Hepsini süzme ettim, yenisi henüz olmadı.”
“O zaman süzmenden getir!”
Reyhangül, bir kâse süzme sundu. Bay, kâseyi değil onun elini tuttu. Reyhan elini hemen çekince kâse yere düşüp kırıldı.
“Sana bu kırılanın yerine porselen kâse vereceğim.” dedi Bay, kâse kırıntılarını toplamakta olan Reyhangül’ün omzuna dokunarak. İçini mutluluk kapladı. Reyhangül, oturduğu yerden hızla kalkıp eve doğru yürüdü. Uyumakta olan oğlunu uyandırıp:
“Hadi kuzum, kısmak15 vereceğim. Çayını iç, tarlaya gidiyoruz.” dedi.
“Yorga biner misin?” dedi Bay, evden çıkıp gerilmekte olan sevimli oğlanın çenesini okşayarak:
“Gözlerin anneninki gibi güzel. Aman kaşına, kirpiklerine bak! Tıpatıp benziyor. Büyüyünce sana kızlar âşık olacak.”
O, “aşk” kelimesini yüksek sesle söyledi. Çocuk:
“Aşk ne demek anne?”
“Kötü bir söz yavrum.”
“Bay dedem kötü söz söyler mi?”
“Söylüyormuş işte!” dedi Reyhan, bahçe tarafına telaşla yürüyerek:
“Aman Allah’ım, sebzeliğe kargalar konmuş! Hişt!”
“Ben kavak ağacına çıkıp kargaların yuvasını bozacağım, yumurtasını kıracağım, yavrularını yere atacağım!” dedi çocuk.
“Bozarsan onlar yine yuva yapacak kuzum!”
Derken evden bir küçücük kız ağlayarak, sendeleyerek çıktı. Bay bu çocukları annesinden yana olmuş, kendisinden hoşlanmamışlar gibi hissetti. Bayın oğlu onu buraya kadar aramamış, Abduömer Bey’in habercisi geldi dememiş olsaydı, bu avluda ne zamana kadar kalıp neler diyecekti ki? Reyhangül en son ağır bir yükü kaldırıp çocuklarını öpmeye başladı:
“Ziyek Cinci’nin yavruları olun, çayınızı için, tarlaya gidip çatı altında meyve kurutacağız, tatlı kavun yiyeceksiniz, dönerken iki bağlam pelin otu koparırız.” dedi. Çocuklar hemen günün huzurunu arzuladılar.
Reyhangül çocuklarını arkasına takıp kavun tarlasına gitti. Tarancılardan kavuncular az, bu mahallede Peyzavat, Yenihisar’dan gelip yerleşen usta kavuncular var. Ziyavdun onlardan kavun yetiştirmeyi öğrenmişti. Onun yazlık karpuzları olgunlaştı, kavunlarından şeker suyu, abinavat, gökçe, besivaldı, bişek şirin, hatta geç olgunlaşan mijgan, sarı kavunları da olgunlaştı. Reyhangül çatının her dalında kavun kakı kurutup, şehre gitmenin hazırlığını yaptı.
Şimdi o, kızını kaldırıp, oğlunu arkasına takıp, sık otları aralayıp, berrak derelerden geçip kocasının yanına, tarla şarkısı çınlamakta olan yere doğru sevinçle geliyordu.
Ziyavdun tarla şarkısı söylüyordu:
Aydınlıkta biçtik ekinler, Tarlada çok bağ kaldı.
Az gün oynayıp ayrıldık, Yüreklerde dağ kaldı…
Reyhangül’ün yüreği birden sızlandı, ne demek “Dağ kaldı.” Bu sırada çiftçilerin yanına Muhtar Bay ile beyin habercisi geldi. Şarkı sesi kesildi.
“Aleyküm!” dedi Muhtar Bay bitkin halde:
“Kolay gelsin!”
“Dediğin olsun!”
“Bu haberci Ziyek’e bir haber getirmiş!”
“Ne?” Ziyavdun ile Reyhan aynı anda şaşırdı kaldı. Onlar da tam oğlunu merak ediyorlardı.
“Evet öyle.” dedi haberci:
“Akşam Alaca Kısrak Lozung16 un hizmetçisi çıkmıştı. Dangzı’dan17 Ziyavdun’un kırk ho tarlasının üç senelik vergisini ödemediği hesabı çıkmış.”
“Ne?” dedi Ziyavdun göğe bakıp:
“Her sene kırk ho tarla için on yedi ho buğday götürüp, ilçe hükümet deposuna dökmedim mi?”
“Dangzı’da senin seksen ho tarlan varmış.” dedi Muhtar Bay, açıklayıp:
“Sen hâlâ bilmiyor musun, İsa beylerin ekmekte olduğu, ırmağın altındaki kırk ho tarla senin. Onlar üç seneden beri vergi ödememiş. Tarla senin isminde kaydedilmişken, üç senelik vergi için elli bir ho buğday dökecekmişsin Ziyek!”
“Aman Allah’ım!” Reyhangül’ün kafasına bir ağrı girdi ve gözü karardı:
“Ne diyor bunlar!”
“Dangzi’daki hesabı ben nereden bileyim.” dedi Ziyavdun, acınarak:
“Seksen ho tarlam olsa iyi de, kırk ho tarlayı ekip, ekmeğini yiyen ağabeylerim onun vergisini de öder, öyle değil mi?”
“Evet, öyle olmalı!”
“Vermezse olmaz!”
“Bakın bu köyün beylerine!”
Çiftçiler şafak ışığında ışıldayan oraklarını sallayıp her taraftan bağırdılar.
“Haberci beyim!” dedi, Tayyip isimli konuşkan çiftçi:
“Alaca Kısrak beyime söyleyin, olmadık yeri kaşımasında kaşıması gereken yeri kaşısın…”
“Hey Tayyip, sözüne dikkat et!” dedi Muhtar Bay, özgüvenle:
“Biliyor musun, alaca kısrak geliyor dese beşikteki bebek ağlar, kısır kalmış hatun da doğuruverir. Hepimizi zincirle bağlayıp, dana sürüsü gibi hapse atmasın o Kaşgarlı!”
“Senin de ağabeyin varmış ha Muhtar ağa!”
“Merak etme Ziyek!” dedi Muhtar Bay, debdebeli bir şekilde bağırarak:
“Beyler vergi buğdayını dökecek, dökmezse otlağını yakacağız. Ben beye söylerim, hizmetçiler bey ağabeyimi sıkıştırır, sen korkma! Reyhangül’ü getir, ata bindirip eve götüreyim. Bak, nasıl korktu kadıncağız!”
Reyhangül hayır demeye fırsat bulamadan, Ziyavdun eşini bebek gibi kaldırıp kara yorganın sırtına bindirdi. At ayağını yere vurmaya başlayınca Reyhangül korkup Muhtar Bayın kuşağını tuttu, Muhtar Bay Ziyavdun ‘un küçük kızını da kucağına aldı ve atını dehledi. At mahalleye doğru yorgaya kalktı.
“Beni sıkı tut, ürküyor bu at, beni sıkı kucaklamazsan seni yere atar!” diye çıkıştı Muhtar Bay.
Reyhangül gönlündeki nefreti birden unuttu. Hoş ve titreyen sesiyle:
“Bay abi” dedi, “bay” kelimesini vurgulayarak. “Alaca Kısrak denen adam acımasız diyorlar, onu tutup bağlar mı?”
“Ziyek’i mi?”
“Evet!”
“Dedim ya, bay ağabeyinin gönlünü alsan Ziyek’e kimse dokunamaz!”
“Ağabeyim olduğunuz halde hemşirenize kötü niyette olmazsınız değil mi?”
“Ne demek kötü niyet? Ne istersen vereceğim, sen de öyle yapacaksın!”
Bay, arkasında sırtına yapışarak oturan Reyhan’ın kalçasına sol eliyle vurdu. Reyhan:
“Şimdi aklıma geldi, bir bağlam pelin süpürge dermek istiyordum. Durun, kızımı da alayım.” dedi.
Muhtar Bay ise atını dehledi. Yorga at hızla mahalleye doğru koştu. Reyhan çığlık attı. At homurdanıp derelerden atlayarak mahalleye değil, mahallenin doğu tarafındaki karaağaç ormanlığına doğru koştu. Reyhan bağırdı, bayın sırtına vurdu. Kızı annesiyle birlikte çığlık attı fakat bay aldırış etmedi. Reyhan, ormanlığa varırsa hiçbir şey olmamış olsa da kötü söylentilerin yayılacağını biliyordu. Çünkü mahallede bu tür dedikodular güzel yemeğin kokusu gibi hızlı yayılırdı. Dönemeçteki ırmağa geldiğinde Reyhan, kumluk kıyıya kendini attı ve yere düşüp yuvarlanarak tarla sarmaşığında durdu. Dirseğinin sürtülmesinden başka hiçbir yeri yaralanmadı. O, ayağa kalkmadan Bay atını durdurdu ve attan sıçrayarak inip çocuğu yere oturtup Reyhan’ı sarmaşıkta bastı. Reyhan ne bağırabildi, ne kıpırdayabildi. Bayın sert sakalları onun yüz ve boyunlarına sürüldü. Reyhan ayağıyla Bayı sert bir şekilde tekmeledi. Bay, yana doğru düştü. Reyhan hemen ayağa kalkıp ağlayan kızını kucakladı ve hıçkırarak:
“Baş belası yabandomuzu!” diye bağırdı.
Bay yerinden zorlukla kalkıp, şapkasını alarak giydi ve Reyhan’a bakmadan:
“Kancık!” diye küfretti ve atına binip şehre doğru gitti. Reyhan kızını alıp bir bağlam pelin derleyip evine geldiğinde hava kararmış, çiftçiler ot yüklenen atlarına binip, pilav yemek için “orak başı”18 olacak eve gidiyordu.
“Şimdi mi geldin?” dedi Ziyavdun, eşine atla yürüyerek yanaşıp ve arkasında oturan oğluna dönüp:
“Bu kavun karpuzları annenle beraber eve taşıdıktan sonra pilav yemeye git, Dera’yı da götür.” diye buyurdu.
Reyhan, oğulları Bera, Dera, Hemra ve kızı İmhan ile avlu taraçasında oturup karpuzları kırıp yedi ve çocuklarına:
“Kabak aşı yaparım hemen.” dedi ve kovasını alıp ırmağa su almaya gitti. Sevinç ile üzüntü, mutluluk ile gözyaşı sık sık değişen bu küçücük mahallede gündüz ile gecenin, hafta ile ayların değişmesi de öyle hızlı ve kolaydı. Yaz boyunca yabancılaşmış tavuklar kuru yapraklarla dolu bahçelerden, kuru ot ve saman yığınıyla dolmuş avlu, ağıllara çekinerek geliyor. Ardı ardına öten, taçları kıpkırmızı, yeniden tüy çıkarmış civciv horozlar, yaz boyunca kendilerini arkasına takıp, kanatları altında uyutup bakmış annelerini tanımamış gibi, kendi sahipleri olan Bera, Dera isimli âdemoğullarını da tanımıyorlardı. Bu adamlar onlara göre bahçede sık sık karşılaşan yabani kedi, tavşan, köpek, buzağı gibi dört ayaklı hayvanlardan farksızdı. Onlar şimdi hangi sebze yığını altında yumurtadan çıktığını bilmediği gibi, çok geçmeden burada neler olacağını da bilmiyordu. Doğa dilsizdir ama her şeyi işaretle bildirebilir. İşte çapkın horozlar! Tavuk kovalamak, yem yemek ve heyecanla ötmekten başka bir şey bilmiyorlardı. Eğer bilselerdi, Muhtar Bay’ın bu karanlık bahçeyi yazdan beri kaç defa dolaştığını, bir kadının bahçeye çıkmasını bekleyip otlar arasında kaç defa gecelediğini sahiplerine söylemiş olurlardı. Her sene ara sıra ekin biçen, böylece kendisinin her şeyde yetenekli olduğunu herkese gösteren Muhtar Bay, bu sene bir defa bile orak tutmadı. Mescide sık sık uğrayarak Cuma namazı kılar, mahalle imamını kötüler, bu mahallenin hakiminin imam, mütevelli veya bey dahi değil, kendisi olduğunu göstermek isterdi. Bu sene, bu işi de bıraktı. Hep Reyhan’ı düşünüyordu. Hayalinde ona seslenip “Ziyek’i bırak, benimle evlen. Küçük hatun olmak istemezsen büyük hatun ol. Akbaş Gülnisa Büvi’yi altı çocuğuyla birlikte üç talak etmeye razıyım.” diye yalvarıp yakınıyordu. Onun için bu dünyadaki hey şey anlamsız, bir tek Reyhan hayatın ta kendisi, ehemmiyeti ve varlığıydı. O, bahçesine çıkıp kızlarından çiçekleri soruyor, bir çiçeğe reyhan dendiği an onu gizlice kokluyordu. “Irmak kenarında reyhan bitkisi varmış.” sözünü duyunca, ırmak kenarında uyumaya başladı. Eğer birisi ona “Kâbe nerede?” diye sorsa, hiç tereddüt etmeden “Kâbe işte o Ziyek’in evi.” diyecekti. O, çift kanatlı kapısının koltuğunda oturup Ziyek’in avlasunun bahçe kapısına saatlerce bakıyordu. Birisi gelip:
“Selamün Aleyküm, neden oturuyorsunuz böyle?” dese “Nerede?” diye şuursuzca sert tepki gösteriyordu. Yaz sona erip keyifli sonbahar da son buldu. Düğünler, at yarışması mevsimi başladı. Sonbaharın son günleri Ziyavdun’un evinde her gün tartışma, her saat çekişme yaşanıyordu.
Yoğun kar yağmadan önce şehre taşınalım.” diyordu Reyhan, her gün sabah hava durumuna bakıp:
“Bakın, hava durumu kötü!”
“Hele o günü oğlunun ziyaretinden geldim ya hatun.” diyordu Ziyavdun, sıkça tekrarlanan bu sözlerden sıkılarak:
“Sünnet düğününü bir yapalım, sonra konuşalım!”
“Düğünü burada yapıp çocuğu şehirde yatağa yatıralım.”
“Hayır hatun! Muhtar Bay abi kabul etmez!”
“Çocuk onun mu yoksa sizin mi?”
“Atalık sıfatında olan abi o!”
“Aman Allah’ım!”
Reyhangül, Bay’ın yaptıklarını, yaz boyunca, pencere başından gitmediğini, bırakmadığını, yalvardığını ve kötü niyette olduğunu sadece “Aman Allah’ım” kelimesiyle ifade ediyordu. Fakat Ziyavdun, kadın dilinin bu kadar çok anlamı olduğunu nereden bilsin. Eşine teselli verip sevindirmek için:
“Nuri, Hüseyin Bay’ın fabrikasında çalışıp bayağı para kazanmış hatun, para verdim asla almadı! Yalnız ekmekler ile kaymaklarını aldı. Haşim Tambur ile tanıştırdım. Oğlumuz iyi okuyormuş, Bay ağabeyimin bir arkadaşının üst kattaki evinde kalıyormuş.”
“Hayır, hayır! Oğlum başkalarının evinde sıkılır, bırakın o evi.”
Böyle konuşmalar her gün bir kaç defa oluyordu.
Reyhangül bugün taraça kenarında durup öne doğru eğilerek büyük bir tekne dolusu hamuru kıvranarak yoğuruyordu. Ziyavdun küçük kızını dizine almış, Reyhan’ın zayıflayıp solmuş yüzüne, ince ellerinin hamur yoğurmasına, büyük hamuru devirdiğinde boyun damarlarının kabarmasına, ayaklarının titreyişlerine bakarak oturuyordu. Bu ömürlük eşini yaşamın zorluklarından kurtarmak istiyordu ama çaresizdi. Hamuru erkek yoğursa tavuğu arabaya koşmuş gibi gülünç bir şey olurdu. Ya hamuru evirip çevirip yardım ederse? Hayır, Tarancı erkekleri kazan başına asla yaklaşmaz, yaparsa rezil olur. Tıpkı sokakta çırılçıplak dolaşmak gibi bir şey olur. Ocağa tezek atılmış, saman katılan tezek yanarak mangala yayılıyordu. Onu mangalın içine sokabilirdi ama bu da kadınların işiydi. Öyle yaparsa hatununa kendi eliyle makyaj yapmış gibi olur, bu da oldukça alay konusu bir şey olurdu!
“Ateş dışarı sıçradı hatun!”
Reyhan kumaş terlik giydiği ayağıyla ateşi yerine koydu.
Dışarıdan Bera koşarak girdi:
“Anne, buzağı ineği emiverdi!”
“Buzağıyı bağla kuzum, hamuru sıcak taraçada demlendirdikten sonra hemen ineği sağarım.”
Beş tandır ekmek yapmak Reyhan için zordu ama Ziyavdun’a göre bir şey değildi. Buzağıyı bağlayıp ineği sağmak da onun için bir şey değildi. Kızı ağladı.
“Kızını teselli etsene hatun!”
“Mutfaktan ekmek alıp verin, tahta başında kaymak da var, yedirin!”
“Ne diyorsun sen!”
“On tane elim yok ya! Böyle oturarak bakacak mısınız?”
“Hatun mu ol diyorsun?”
“Yaz boyunca buğday bağlayıp tarla sürüp ekin biçsem erkek oldun demiyorsunuz da şimdi çocuğa kaymak yedirdiğiniz için… Aman Allah’ım!”
Ziyavdun eskisi gibi güldü. Nasıl olduysa o, bugün çocuğa baktı, Bera ile Dera annesine yardım edip tandıra odun saldı, hazırlanan ekmek hamurlarını tandır başına taşıdı. Küçük oğlunun sünnet düğünü için Muhtar Bay’ın verdiği üç koyun, bir kuzuya yem verdi, eve ırmaktan su taşıdı. Hava karardığı zaman bu iki çocuk çit yapmak için takırdatarak kazık çaktı. Ziyavdun bugün ne var ki Reyhan’ın işlerine dikkat etti. O, tan vaktinden önce kalkmış, şimdi karanlık olmuş ve durmadan çalışmıştı. Şehre götürmek için yaz boyunca kuruttuğu elma, kavuk kakları, domates, biber, tasma et, bir çuval un, onca sukabağında yağ, içine yün sokup diktiği bez örtülü yorgan ve şilte, saman sokup diktiği yastıklar, Bay ağalarıyla didişerek Kışlaktam’dan birçok çuval yün getirip bastırdığı günlük kilimler, dikilen giysi ve toplanan odun tezek… Bunların hepsi Reyhan’ın emeklerinin meyvesiydi. Şimdi onun eşi Reyhangül başını dizine dirseğiyle dayanan sağ elinin avucuna koyup, gece yarısına kadar ekmek yapıp sıcak tandıra defalarca başını sokup kızarmış yüzünü yorgunluktan uyuşmuş sol eliyle okşayıp, ışıldayan gözlerini erine dikmiş oturuyordu. Dolunayın karaağaç dalları arasından rüzgârla sallanarak inen loş ışığında Reyhan ona oldukça güzel, sevecen ve nezaketli göründü. O, Ziyavdun’un kucağında uyuyakalmış kızını yanağından okşayıp:
“Açık beyaz yüzü size, kaşı gözü bana benzemiş. Nuri gibi ağzı burnu yerinde çocuk olacak!” dedi.
“Senin gibi güzel!”
Ziyavdun belki ilk defa eşini böyle övmüş olmalı ki Reyhan oldukça sevinip gülerek:
“İçim yanıyor, buz gibi karpuz yeseydik!” dedi. Ziyavdun hemen karpuz getirmek için yerinden kalkmaya çalıştı. Bu da belki onun eşi için yapmak istediği ilk iş olmalıydı:
“Ben getireyim hatun, çocuklar akkavak, yeşil kavak oyunu oynuyor.”
“Hayır, kalkmayın, çocuk uyanmasın, ben getireyim.”
Reyhan çeviklikle tandır başından inip bahçe kapısıyla avluya doğru yürüdü.
Ziyavdun uzun süre bekledi fakat Reyhan çıkmadı. Reyhan’ın arada bir baygınlık geçirdiğini, bu hastalığın bu sene sık sık görüldüğünü biliyordu. Endişe duyarak:
“Reyhan!” diye bağırdı. Kız uyanıp ağladı.
“Bera, Dera, Hemra!” O, çocuklarını çağırdı. Avluya çığlık atarak ağlayan Hemra koşa koşa girdi:
“Baba, bahçe kapısının önünde bir cin yatıyor!”
Ziyavdun tandır başından kızını alıp yere sıçradı ve bağ kapısına doğru koştu. Reyhan yerde sırtüstü uzanıp yatıyordu. Saçlarına kuru ot, samanlar yapışmış, ay ışığında yarı açıkgözleri Ziyavdun’a dikilmiş fakat nuru kaçmış, uzun kirpikleri hareketsiz, uzun simsiyah saçları sertleşmiş, ağzı bir şeyler söyleyecekmiş gibi yarı açık kalmıştı. Ziyavdun onun başını dizine koydu. Hayatında bir damla gözyaşı bile dökmemiş bu erkeğin gözünden hayat faciasının acı damlaları süzülüyordu. Hayata ebediyen gözlerini kapatan eşinin güzel adını titreyerek dile getirip var gücüyle bağırdı:
“Reyhan!”
Onun sesi bütün mahalleye yayıldı. İlk olarak bu av luya Muhtar Bay girdi ve Reyhan’ın naaşı önünde diz çöküp Ziyavdun’un sert ellerini avucu arasına alıp hıçkırarak ağlayıp:
“Kardeşim!” diye bağırdı.
Avlu ve sokak hemen ağıt yakanlarla doldu. Reyhan-gül, zengin bir ailenin kızıydı. Ziyavdun onunla evlendiğinde bütün mahalle halkı şimdi olduğu gibi bu avluda gerdek gecesini tavan penceresinden dikizleyerek geçirmişti. Bu zengin kızı, bir erkek için on seneden aşkın görmediklerini görerek her türlü güçlüklere dayanıp vefakârlığına sonsuza dek sarılıp onlara veda ettiğinde, halk eskisi gibi bu avluda geceledi. Ziyavdun sabaha yakın, taraçada, semer üzerinde uyuyakaldı. Bir rüya gördü. Rüyasında en güzel hayat hatırasının başını, en etkileyici sayfalarını okudu.
Ziyavdun annesini binek arabasına bindirip Kışlaktam’a geldi. Annesinin Nedirşah isimli dayısının avlusuna girdiğinde iki tane örgü saçı dizlerine kadar dökülen bir kızı arkasından gördü. Büyük un sandığından tekneye un almakta olan kız, arkasına dönüp atının koşumlarını çıkartmakta olan Ziyavdun’a baktı. Bu sadece dönüp bakmak değil, ok atmak, kement fırlatmak oldu. Şimdiye kadar bir kızın tebessümle bakmadığı bu gencin yüreğine sevda düştü, vücudu yandı. O, koşumları çıkartırken tekrar taktı, telaştan arabanın dayağına takılıp sırtüstü düştü, şapkası yuvarlanarak kızın önüne geldi. Kız kahkaha atarak onun şapkasını elini dokunmadan dirgenin ucuna takarak çatının üzerine fırlattı. Ziyavdun şapkasını almak için dışarıdaki merdivene tırmandı. Çatıya çıkıp şapkasını alıp inmek üzereyken, merdivenin olmadığını far-ketti. Cici kız bahçedeki eski karaağaçta salıncak oynuyordu. Ayaklarını önündeki ağaca dayayıp hiçbir şey olmamış gibi “gu-gu-guk” diye oynuyordu.
Ziyavdun çatının kenarına gelip oturdu. Kızın havalanan gür saçlarına, ipek etek içindeki nazik bedeninin kıvranışlarına, her defa kendine dönüp baktığında beliren güzel yanakları ve işveli kara gözlerine zevkle, istekle, kendisinin bile anlayamadığı bir coşkuyla baktı. En son kız onun yanına süzülerek geldiğinde:
“Sen olgunlaşmış dut, ben kart karga olsaydım!” diye seslendi.
Kız tekrar dolaşıp geldi ve:
“Hey karga, hadi git, dut henüz olgunlaşmadı!” diye kahkaha attı.
Ziyavdun akşama doğru çukur yanındaki çeşmede atına su verirken, aniden boynuna buz gibi bir su döküldü. İrkilerek baktı. Reyhan patika yoluyla pınar başından tepeye doğru koşuyordu… “Karga olup arkasından uçsaydım!” diye düşünmüştü o anda.
O günden itibaren Ziyavdun hep Kışlaktam’a koşmaya, sıcak günlerde evine günlerce gelmemeye başladı. Sonunda yiğidin arzusunu annesi anladı. Akrabaları vasıtasıyla isteklerini iletmişti, Nedirşah bunu duyunca sinirlenip:
“Bu torunum için şehirden Setivaldı Bay’ın elçileri gelmişti. Her şeyi bildiği halde niye ağzını açtı bu Şavdun’un çocuğu!” dedi. Şavdun, Ziyavdun’un babasıydı. Eskiden büyük toprak sahibi, şimdi ise iflas edenlerin dedesi olan o adam çoktan ölmüş olduğundan, onun dul eşinin itibarı kalmamıştı.
Bir gün akşamüstü, Nedirşah Bay’ın evindeki hizmetçi kız mahallede gözüktü. Ziyavdun’a:
“Dut olgunlaştı, pınar başına düştü diyor Reyhangül” dedi.
“Ne zaman?”
“Bu akşam.”
Ziyavdun bir arkadaşıyla beraber iki atlı olup hava karardığında pınarın ötesindeki söğütlüğe geldi. Çok geçmeden, vadinin çakıllarını şıkırdatan kız gözüktü. Ziyavdun sessizce onun ayaklarını üzengiye aldı ve koltuk altından tutarak ata bindirdi. Kendisi eyerin arkasına bindi. Onlar atlarını nice nehirden yüzdürüp geçirerek Çapçalmezar’daki uzak akrabalarının evine sığınıp orada üç gün kaldılar. Kızların kaçması gelenek olsa da Bayların kızının kaçması büyük rezaletti. Uzun boylu, sıska, asabi olan Nedirşah, Ziyavdun’un elçilerine zehir saçıp:
“O öldü, onun gibi torunumuz yok, gözüm görmesin o namussuzu!” dedi.
Kötülenen kızın düğünü sade, nikâhı muhteşem oldu. O günden bu yana zengin ailenin kızı, Ziyavdun’un büyük evinin sahibi hem de hizmetçisi, kocasının yakın yardımcısı olarak yıllarını geçirdi. Bu ev ona, sevimli çocukları, onların sevgisini, mutluluğunu hem de sayısız müşkülat ve yüzündeki kırışıkları hediye etti. Sonunda, bu ev onu kendi eliyle işi gücü, zahmetleri olmayan öbür dünyaya uğurladı.
Bu rüya değildi, Ziyavdun’un hayaliydi. Uyumadı. Hayat defterinin sayfalarını çevirdi durdu. Ertesi gün Reyhan’ın cenazesi ağıt yakılarak son yolculuğuna uğurlandı.
* * *
Üzerine kaftan, sade kürk, deri pantolon, keçe çorap, kıvrım çizme giyip mescit duvarına yaslanarak güneşlenip oturan mahalle büyükleri günlük sohbetlerine başlamıştı.
“Bela üstüne bela!” dedi Mira Kadı, ellerini sallayıp:
“Hükümetle didişebilir miyiz?”
“Kazara olsa bir kere!” diye sakalını sıvazladı mahalle imamı başını sallayarak.
Ulu Ahun’un evine hırsız girdiği gün ortaya çıkan mahalle baturlarının ertesi günden itibaren hiçbir şey olmamış gibi kendi işleriyle uğraşmaya başlamasından bu yana üç aydan fazla bir zaman olmuştu. İnsanların yazdığı dava mektubu, söyledikleri büyük lafları tamamıyla unutuldu. Fakat dün Ziyavdun tutuklanmıştı. Mahallede yeni baturlar ortaya çıktı:
“Bu beyin işi! Ona hep birlikte saldıralım!”
“Hocaya dava mektubu sunalım!”
“Hayır! Bu Alaca Kısrak’ın işi! Muhtar Bay ona kendince hoy Kaşgarlı demiş. Bu yüzden Ziyek’i tutukladı!”
Dün, kıble tarafından soğuk rüzgâr eserken, Alaca Kısrak’ın bıyıklı yardakçısı kılıç kuşanmış iki askeri arkasına takıp mahalleye girdi. Ziyavdun’un evini sordu.
“İşte orada!” dediler oturan meraklı çiftçiler ayağa kalkarak. İki çiftçi onları Ziyavdun’un çitle çevrili avlu kapısına kadar getirdi.
“Ziyek! Hey Ziyek!”
Başına beyaz kilim şapka giyip, ceketinin üzerinden dizine kadar sarkan kuşak bağlayan Ziyavdun kapı önüne çıktı. Sakalları uzamış, göz kapakları şişmiş, gözleri kızarmıştı. Küçük kızını ceketine sarmıştı. Askerlere şaşkınlıkla baktı.
“Eve girin, eve!” dedi afallayarak Ziyavdun.
“Sana bir bildiri getirdik, kaymakamdan!” dedi yardakçı, koynundan dürülmüş kâğıdı çıkarıp:
“Hemen gitmen gerek, çocuğunu bırak!”
“Ne diyor bu hey! Eşim vefat etti, yarın onun kırk nezri19 var, nezir işi tamam olsun her ne olursa!”
“Her ne olursa mı dedin?” dedi yardakçı gri renkli ceket, beline tasma kuşak bağlayan, ayağını beyaz bezle kuşatıp pabuç giyen askerleri gösterip:
“Bunlar bilirse başına bela olur!”
“Madem sen bizdensin, bunlar dediğin mahlûklara sen bildir!”
“Yeter artık! Hemen beyin evine gideceksin. Orada senin gibi üç dört sene vergi ödemeyen enayilerden yedi sekizi var, onlara katılacaksın, yürü!”
“Niye üç dört sene diyorsun, her sene vergi ödüyorum!”
“Bununla benim işim yok, yürü, yalnızca seni götürmekle sorumluyum!”
Ziyavdun kızını evine bırakmak için kapıdan eğilerek girince, yardakçı onun omzundan tutup çekti:
“Evine değil, bu tarafa yürü hey aptal!”
“Çocuğu eve bırakamaz mıyım? Azrail olsan da anlayışlı ol!”
“Anlayış!” Yardakçı boyun damarlarını kabartıp yanındaki iki askere bağırdı:
“Bağlayın!”
Ziyavdun arkasına dönüp bakmaya fırsat bulamadan, iki asker onun ellerini arkaya çevirip dirseğinden bağladı. Ziyavdun’un kızı acı acı bağırarak ağladı. Evden kayınvalidesi ile genç bir kadın koşarak çıktı. Ağıldan Bera ile Dera, arkasından Hemra ellerinde çatal, değnek, koşarak geldiler. Çocuklar babalarının ellerini bağlayan askerlere vurmaya başladılar. Askerler de onlara. Ziyavdun, çocuklarına vurmaya kalkışan askerleri gövdesiyle engelleyip:
“Bırakın çocuklarımı, vurmayın!” diye bağırdı. Askerler süngülerini doğrulttu ve Ziyavdun’un elini bağladıkları ipi yardakçıya tutturup mahallenin batı tarafına doğru yürüdüler. Ziyavdun’un çocukları çerilere atılarak geldi. Onlar, başkalarının engellemesine rağmen bir askerin sırtına çatalla bir darbe indirdi.
“Aiyya!” Seyrek sakallı, tümsek dişli, yassı burunlu asker yüzünü ekşitip inleyerek süngüsünü çocuğa doğrultup koştu “Şa sı ni!20”
O, çocuğa süngü sallarken kafasına bir tokmak yedi. Sendeledi ve başını tutup bağırdı:
“Jini şenren!21”
Diğer asker korktuğundan göğe doğru ateş etti. Mahallenin köpekleri ulumaya başladı. Kargalar bağırıp gürültü kopardı. İnsanlar evlerinden çıkıp birbirine karıştı. Sakin mahalle birden velvele, çığlık sesleri, konuşmalar, bağırma çağırmalar ve korku içinde kaldı. Ziyek’in yanına Muhtar Bay geldi. Bir askeri attan indirip kalçasını tekmeledi, sonra iki askerin uzun tüfek, mızraklarını kapıp öfkeyle hırıldadı: