Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 10
DÖRDÜNCÜ KİTAP
Birinci Bölüm
Hikâyemizdeki üç kitap içinde Hasan Mellah hakkında verdiğimiz malumat, onun başından geçenleri bize bir hayli izahat vermiştir. Ancak hikâyemizi kendi namına nispet etmiş olduğumuz bir zat hakkında, malumatın bu derecesiyle iktifa edemeyeceğimiz açıktır. Dolayısıyla velev ki kısaca olsun, Hasan Mellah hakkında bazı açıklamalara muhtacız.
Biz öteden beri Hasan Mellah’a Sidi Osman’ın oğlu demiş ve bu Sidi Osman’ı dahi Fasça pek meşhur bir adam tanımış idik.
Gerçi Sidi Osman o kadar meşhur bir adamdı ki eğer Avrupa’ya gelmiş olsa idi yalnız kendi namına mensup bir tarih yazılırdı.
Sidi Osman, Fas hükûmetine geçip de ortaya Avrupa medeniyeti gibi bir medeniyet çıkarmaya çalışan ve hakkıyla muvaffak da olan Mevla Sidi Muhammed ile beraber büyümüş bir adamdır. Sidi Muhammed, daha şehzadeliği zamanında Sidi Osman ile devlet işleri hakkında söz söyleşirken Sidi Osman “Hükûmet denilen yük zaten pek ağırdır, özellikle de pederiniz binlerce karıdan yine binlerce çocuk doğurtarak şimdiye kadar memleketin nizam ve intizamına halel vermeye cümlesi gayretten geri durmamış olduğundan bu hükûmeti ele almak Kafdağı’nı sırtına almak kadar ağırdır. Yok, eğer siz dahi hükûmeti sadece hevesinizin zorlamasıyla ele alacaksanız o başka şey. Âleme bir bela dahi siz olursunuz. Siz ise böyle bela olduğunuzu hatıra getirmedikten başka, belki varlığınızın âleme rahmet olduğu inancında bulunursunuz. Fakat bendenizi bu heveste kendinize arkadaş etmeye çalışmayınız. Bendeniz ziraat ve ticaretle uğraşarak istediğim kadar mesut olabilirim.” yollu fikrini beyan eder ve Sidi Muhammed “Hükûmetin bu kadar ağır bir iş olduğunu korku içinde görüp de ondan el çekmek vatanperverliğe yakışır mı? Ne kadar gerilemişsek ondan ziyade ilerlemenin bizim gayretimize bağlı olduğunu göz önüne almak lazım değil mi?” diye karşılık verip buna dahi Sidi Osman “Ben kendi kendime kaldıkça bu kadar ağırlığı dehşet nazarıyla görmem. Lakin Fas padişahı olacak zat, kendisini halkın kıblesi zannedip de her şeyi kendi görüşüyle yapmak azminde bulundukça bunu o, dehşet nazarıyla görsün.” diye başlayıp şimdiki asırda Avrupa’nın iyi yönetim usullerini tamamıyla kabul etmedikten sonra Fas için kurtuluş olamayacağını da anlatırdı.
Sidi Osman’ın ziraat ve ticaretle geçinebileceğine gösterdiği itimada bakarak kendisini gerçek bir çiftçi oğlu çiftçi zannetmemeli. Babası Fas padişahlarının daima müsteşarlık ve akıl kâhyalığı gibi hususi hizmetlerinde bulunmuş cömert ve asil bir adam olup hatta oğluna “Sidi” lakabını da hakkıyla miras bırakmıştı. Sidi Osman’ın ziraat ve ticareti selamet ve kurtuluş yolu bilmesi gibi yüksek bir fikir dahi pederinden miras kalmıştır. Çünkü merhum pederi “Oğlum, hükümdarlar hizmetinde bulunanlar âlemin mağbutu19 olur. Bu gıpta ise halk nazarında, güya bunların hiçbir şeyden mahrum olmadıkları ve her rahata, her saadete mazhar bulundukları hayalinden ileri gelir. Hâlbuki onlar halkı gıptaya şayan görürler. Güya gönül huzurundan ibaret bulunan hakiki saadeti halkta ve kendilerini bu saadetten mahrum görürler. Yine kendi nevilerinden bir adamın karşısında boyun büküp hayat ve ölümün veya diğer tabirle hürriyet ve esaretin onun elinde bulunduğunu görmek ne büyük sefalettir! Latif bir mavi gök altında her tarafını kaplamış olan zümrüt renkli yeşilliklere karşı her bakışta içine başka bir tatlılık gelerek, önü sıra ağır ağır ve gacır gacır gitmekte bulunan saban ardından tevekkülle boyun bükerek ve her ümidin vasıl yeri Allah’ın ölçüye gelmez cömertliğini düşünerek giden çiftçinin fakirhanesinde kendisini bekleyen saadet ne büyük bir saadettir! Gerçi, çiftçi zihnini böyle ince şeylere sevk edecek bir adam olmadığı cihetle, ihtimal ki bu saadetin kadrini bilemesin, ihtimal ki en değerli yerlerde oldukları sanılan ve her an bu yerlerini kaybetmeleri beklenilen kimselerin varlığına gıpta etsin. Ancak fikir sahibi olan ve kendisini tarafsız tutan bir adam saadetin öküz boynunda bulunan miktarının en güzel atlar sırtında bulunamayacağına da hükmeder. Sen oku, yaz, fikirlerini genişlet, sonra sabana sarıl. O vakit bulacağın saadeti kavrayabilirsin.” şeklinde bir nasihat vermiş ve Sidi Osman da bu nasihati kulağına küpe etmiş olduğundan maddi ve manevi saadeti, bir memlekete hükümdar olmaktan ziyade, bir çiftliğe sahip olmakta aramaya azmetmişti.
İşte, bu sağlam fikrin şevki sayesinde Sidi Osman daha yirmi yirmi iki yaşında bir genç iken çiftlik idaresi emrinde gösterdiği iktidarı nispetinde, ziraat dairesi, pederi tarafından genişletile genişletile nihayet beş altı bin dönümü aşkın bir çiftliği iyi idare ettiği gibi mahsulatıyla beraber bir de büyük ticaret kapısı açmış olduğundan tam bir rahat ve saadet içinde yaşadığı sırada Mevla Sidi Muhammed ile yukarıda yazıldığı gibi memleket ve millet işleri hakkında da görüşür ve kendisi yalnız çiftlik idaresi değil, bir büyük devleti dahi idare için zatında kuvvet bulmaktaysa da hükûmeti âleme bir yük olmak üzere üzerine almayı nefsine yediremeyeceğini ve eğer âleme rahmet olacak bir yola girilirse nice vakitten beri intizam şirazesine halel gelmiş olan vatanını ıslah hizmetine dahi girişeceğini arkadaşı durumunda bulunan şehzadeye enine boyuna anlatırdı.
Sözün kısası, miladi 1757 senesinde, Mevla Sidi Muhammed hükûmet hakkı kendisine intikal etmek suretiyle hakkı olarak hükûmete geçtiği zaman Sidi Osman’ı müsteşar olarak hizmetine aldı ve çok geri geri kalmış olan vatanın en ileri duruma geçirilmesi Avrupa’daki idare sistemini mi kabule bağlıdır yoksa ne gibi sebeplere bağlıdır, hasılı girilecek yolu seçerek tevessül suretini Sidi Osman’ın görüşüne havale etti.
Sidi Osman ise böyle bir millî hizmeti canıgönülden kabul edip İspanya tarafından getirttiği tercümanlara umum Avrupa kanunlarını tercüme ettirerek ve en uygun bulduğu hükümleri seçerek devlete öyle bir idare şekli verdi ki Mevla Sidi Muhammed’in idare süresi ıslahatı bugün dahi tarih sayfalarında pek çok övgüyle zikredilmektedir.
Bizim Hasan Mellah, işte bu yüksek değerli zatın oğludur. Kendisi Miladi 1772 yılına doğru doğmuştu. Babası Sidi Osman, Fas padişahı Mevla Sidi Muhammed’in özel hizmetinde bulunmakla beraber, kendi ziraat ve ticaret işlerini de bırakmamıştı. Ticarette ilerlemenin denizciliğe ve gemiciliğe bağlanmakla ve bunun da denizcilik sanatını gereği gibi öğretmekle mümkün olabileceğini anladığından ticaret işlerini oğlu Hasan Mellah’a havale etmek için yedi sekiz yaşına kadar çocuğa lisan ve bazı Arapça bilgileri öğrettikten sonra kendisini Cadiz’deki denizcilik okuluna göndermişti.
Fakat Sidi Osman, gemiciliği, ta Hasan Mellah’ın yetişmesine kadar ertelemeyi dahi uygun bulmayıp, zaten öteden beri Cadiz şehrinde ticaretle şöhret bulmuş olan Pavlos Kumpanyası ile toprak mahsulleri yönünden ortaklığı olup bu defa ise bahsi geçen kumpanyanın azasından birisinin vefatı münasebetiyle onun hissesini satın alarak gerek Akdeniz ve gerek okyanus üzerinde gidip gelmekte olan yüz elliden fazla Pavlos Kumpanyası gemilerine de ortak oldu.
Sidi Osman’ın servetinin bu derecesi, zihinlere şüphe getirmemelidir.
Gerçi, yirmi beş seneye yaklaşmış idi ki Mevla Sidi Muhammed’in müsteşarlık hizmetinde bulunurdu. Ancak bu müddet zarfında ibretkârane ettiği hizmeti milletine karşılıksız arz etmeyi kurmuş olmasıyla aldığı maaşa el sürmek değil, yüzünü bile görmeyerek hepsini fukara ve muhtaçlara dağıtmış ve kendisi yalnız ziraat ve ticaretinin mahsulüyle yaşamıştır.
Millet denilen halk topluluğunun fikri demek olan efkâr-ı umumiye, tek bir öz hâline gelip de bir fikir olarak bir adama gülecek olsa o adamın zırdeli bir çılgın olacağına hiç şüphe etmeyiniz. Her ne zaman, her nerede, her kim, milletinin saadetine hizmet etmeye çalışmış ise milletin efkârıumumiyesi onu kahretmiş ve fakat biçare elden çıktıktan sonra millet topluluğu üzüntüsünden kan ağlamıştır. Hangi tarihi açsanız buna dair beş on misal bulabilirsiniz. Fas tarihince bu misallerin birisi dahi Mevla Sidi Muhammed ile biçare Sidi Osman’dır.
Otuz sene kadar sarf olunarak âdeta yıkılma derecesine kadar varmış olan memleketi kurtaran yeni usuller, Fas mutaassıplarından pek çoklarının taassubuna dokunup her şeye, kâfir icadıdır, kötü bidattir, diye bir kulp uydura uydura nihayet halkı ıslahat aleyhine ayaklandırdılar. Sidi Osman bu işin akıbetinin vahametini görüp elde bulunan mallarından birçoğunu yavaş yavaş satarak akçesini Cadiz’deki ortağı Pavlos’a gönderirdi.
Gerçi gerek Sidi Muhammed’in ve gerek Sidi Osman’ın akıllıca idare ettikleri askerî hareketler, fesatçılarla asileri yer yer yeniyordu. 1789 senesinde Mevla Muhammed’in vefatı üzerine, isyan bütün bütün şiddet bularak hükûmete yeltenen birkaç yüz şehzadenin askerinin, Fas şehri içinde rast geleni kılıçtan geçirmeye başlamasıyla, artık ihtilal ateşini söndürmeye imkân kalmadı.
Sidi Osman bu aralık taraftarlarının müdafaasıyla ancak canını kurtarabilmişti. Ancak memleketi böyle bir karışıklık içinde bırakıp kaçmak ne kadar namussuzluk ise durumu düzeltmeye çalışmanın da o kadar lazım olduğu düşüncesi ile sebat gösterdi, kaldı. Eyvah ki eceli için kaldı. Zira asilere bir türlü meram anlatmak bir türlü mümkün olmayıp konağına hücum eden bir bölük halk elinde karısı ve çoluğu çocuğuyla beraber şehit oldu gitti.
İkinci Bölüm
Fas’taki gönül yakan vaka esnasında, Hasan Mellah henüz Cadiz mektebinden diplomasını alıp Tanca İskelesi’ne ayak atmıştı. İhtilal havadisi ve özellikle babasının kara haberi orada kendisine vasıl olunca başı korkusuyla hemen bir kayığa atlayıp karşıya, İspanya yakasına geçti. Ve oradan Cadiz’e giden bir gemiye binerek yine aynı şehre geri döndü.
Hasan Mellah, can kurtarmak suretiyle Cadiz’e giderse ineceği yerin Sinyor Pavlos’un konağı olacağını tarife muhtaç değildir. Çocuk, Pavlos’un konağına varıp da dönüşünü kendisine haber verdiği zaman, Pavlos odasından ağlaya ağlaya çıkıp çocuğun boynuna sarıldı ve böyle bir zamanda Hasan Mellah’ı teselli etmek lazım gelirken “Ah efendim! Ah, Sidi Osman gittikten sonra Fas yere geçsin, pederinizle beraber derhâl sizi düşünmüştüm. Hele, elhamdülillah siz kurtulmuşsunuz!” diye gözlerinden yaş yerine kan saçtığını Hasan Mellah görünce biçare çocuk kendi derdini unutup Pavlos’a teselli vermeye mecbur oldu. Bununla beraber Pavlos’un gösterdiği ümitsizlik ve matem alameti Hasan Mellah için en büyük bir teselli yerine geçti. Zira onun bu kadar üzüntü ve mahzunluğu, nazarında babasına olan aşırı muhabbetini temin etmişti.
Aralarında birçok lakırtı geçerek Pavlos’a da biraz sükûnet geldikten sonra Hasan Mellah, Pavlos’a, isyan hakkında aldığı malumatı hikâyeye başlamıştı. Fakat Pavlos “Beyhude zahmete girmeyiniz, özellikle derdimi depreştirmeyiniz. Fas’ta ve Marakeş’te bulunan adamlarımız tarafından bu sabah beş on mektup aldım. Vakanın tafsilatını öğrendim.” diye çocuğu susturup hiçbir şeyi merak etmemesini, babası vefat etmiş ise babalık vazifesini kendisi ifa edeceğini dahi ilaveten söyleyerek çocuğa birçok teminat daha verdi. O akşam Pavlos’un evi âdeta cenaze çıkmış bir haneden farklı değildi.
Burada Pavlos tesmiye ettiğimiz zat, bu kumpanyanın en büyüğü ve birincisi bulunan Pavlos olup kendisi altmış yaşında, ak saçlı, kaçık benizli bir şey iken üzüntü ve elemleri cihetiyle bir kat daha benzi kaçarak yüzünü görenler buradan cenaze henüz çıkmamış ise de çıkacak olan cenaze şimdilik ayakta geziniyor zannederlerdi. Kendisinin kimsesi olmadığı cihetle, sofrada yalnız Hasan ile beraber bulunup Hasan hayret deryasına dalmış olduğu gibi, Pavlos’un dahi çeneleri kilitlenmiş olmakla, yemek yenildiği müddet ve daha doğrusu sofrada oturulduğu kadar hiçbirisinin ağzından tek harf bile çıkmadı. Allah bilir ama boğazlarından bir lokma geçmeden sofradan kalktılar. Hasan korku içinde bulunduğu ve Pavlos da kahrından hasta gibi bir hâle geldiği cihetle, ikisi dahi hemen yataklarına gittiler.
O geceyi Hasan’ın nasıl geçirmiş olduğunu burada etrafıyla anlatmak sayfaları çoğaltmaktan başka bir şeye yaramaz. Şu kadar diyelim ki Hasan ancak gece yarısından sonra kendisinden geçebilerek ertesi sabah gündüzün saat üçüne kadar yatakta kalabilmişti. Bir de daha yarı uyur, yarı uyanık iken konağın orta katında kopan bir gürültü, oldukça bir yürek çarpıntısıyla çocuğu uyandırdı. Kulağına en evvel giren ses Pavlos’un telaşla söylediği şu sözlerdi:
Pavlos: “Gelmedi a canım, gelmedi diyorum! Gelse saklayacak değilim ya! Ben tüccar bir adamım. Sidi Osman ile olan muamelemi de sekiz aydan beri kesmiştim.”
Dik bir ses: “Canım vallahi sana bir zararımız dokunmaz. Cadiz’e, işte buraya geldiğini yakinen haber aldık. Hasan buraya gelirse senden başka nereye, kime gider?”
Çocukluk hâliyle biçare Hasan’ın bu lakırtıları nasıl bir yürek çarpıntısıyla etrafıyla anlatmak gerekmez. Ancak aradan birkaç söz daha geçtikten sonra Pavlos’un oldukça bir kızgınlıkla “Siz de benim dostum olduğunuz için size şimdiye kadar yumuşak yumuşak konuştum. Bana baksanız ya! Burası İspanya toprağıdır kuzum! Buraya Fas padişahı karışamaz. İspanya kralı karışır. Size buraya gelmedi diyorum, bana inanıp gider misiniz? Yoksa hükûmete müracaat edeyim mi? Haydi farz edelim ki geldi: Vermezsem zorla alacak değilsiniz ya?” diye söylediği sözler Hasan’ın yürek çarpıntısını kesmediyse bile, çocuğu can korkusuyla bütün bütün ümitsiz olmaktan kurtardı.
Pavlos’un tekdiri üzerine birkaç adam arasında bir homurtu peyda oldu. Biraz daha sonra yine birkaç ayak patırtısı uzaklaşa uzaklaşa artık işitilmez oldu. Bu hâlde Hasan olduğu odadan çıkıp yine o katta sokak üzerinde bir odaya koştu. Pencereden sokağa bakıp kendisini aramaya gelerek ümitsizce gidenlerin kimler olduğunu görmeye çalıştı. Ne fayda ki aşağıda değirmen taşı kadar üç dört sarıktan başka bir şey göremedi. Çünkü gelenlerin yüzü bu koca sarıkta gizli idi.
Herifler gider gitmez Pavlos acele Hasan’ın yanına koşmuştu. Çocuğu o odada kül gibi bir yüz ile buldu.
Pavlos: “Ne oldunuz ya?”
Hasan: “Hiç!”
Pavlos: “Hayır, hiç değil! Benziniz atmış, korkmuşsunuz.”
Hasan: “Korkmaz mıyım ya?”
Pavlos: “Benim hanemde, benim himayem altında oldukça korkmazsınız.”
Hasan: “Vallahi Sinyor Pavlos, ben her hâlde malımı, canımı size teslim ettim. Şanınıza ne düşerse öyle işleyiniz.”
Biçare çocuğun gösterdiği böyle masumane teslimiyet, Pavlos’un gözlerini yaşla doldurmuştu. Dolayısıyla çocuğa gerekli teminat olması için şu yolda söze başladı:
Pavlos: “Bak kuzum, seninle baba oğul gibi konuşalım. Ben rahmetli babanla yalnız otuz seneden beri alışveriş etmekteyim, ticaret hâli ise malum ya! Kâr, zararın öz kardeşidir. İnsan on işe başlarsa elbette üçünde olsun zararla çıkar. Fakat bu otuz sene zarfında babanla olan hiçbir alışverişte zararlı çıkmadım. Bunun hikmeti babanın gayet tok gözlü, doğru özlü, kibar bir adam olmasıdır. Böyle şeylerde benim tecrübem senden ziyadedir. Şu hâl baban hakkında en büyük muhabbet ve saygımı gerektirir bir hâldir ya! Yalnız bu kadar da değil. Daha başka hâller, sırlar vardır ki babanı bana efendi, beni ona kul etmiştir. Şimdi ben otuz kırk seneden beri babandan gördüğüm iyiliklerin mükâfatını sana borçluyum. Bende büyük bir hesabın vardır. Bir akçe hile değil, yanlışlık bile olmayacağına emin ol. Malından bir akçe bile hile etmeyeceğine emin olduğuna emin olduğun bir adam, vücudundan bir kıla hata gelmesine razı olur mu zannedersin?”
Hasan: “Hakkımda gösterdiğiniz babalığa nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Babamı vefat etmedi zannedeceğim geliyor.”
Pavlos: (gözleri tekrar dalarak) “Ben de senin bana gösterdiğin oğulluğa nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Benim de Allah bana da on sekiz yaşında mükemmel bir oğul verdi zannedeceğim geliyor. Neyse, orası şimdi lazım değil. Seni burada muhafaza edemeyeceğim. Çünkü gelen kimdi bilir misin?”
Hasan: “Yok!”
Pavlos: “Yakup el Deca’.”
Hasan: “Vay!.. O nimet kâfiri mi?”
Pavlos: “Mahzun olma. Daha çocuksun, dünya hâlini bilmezsin. Hınzırın meramını anladım. Fesadın asıl nereden geldiğini de keşfettim. Seni ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Burada kalsan mutlaka bulurlar, bir fenalık yaparlar. Seni bir emin yere aşıracağım.”
Hasan: “Nereye aşıracaksınız?”
Pavlos: “Sonra anlarsın. Şimdilik burada otur, bir yere çıkma.”
Başlangıcını yukarıda anlattığımız bu görüşmenin arkası işleyerek ta sabah kahvaltısını edinceye kadar Pavlos, Hasan’a teminat vermekle meşgul oldu. Bu esnada Sidi Osman’ın Fas’ta bulunan emlakinin Yakup el Deca’ tarafından gasp edilmiş olduğunu dahi Hasan’a haber verdi.
Pavlos, ticari işleri için ticarethanesine giderken konağın kapıcılarına içeriye kimseyi koymamalarını, sıkıca tembih ederek öyle gitti. Hasan yalnız kalınca içinde bulunduğu hâli düşünmeye başladı. Bu hâlde çocuğun zihnine garip bir şey geldi. Şöyle ki:
İnsan bir kere hayatından ümidini kesince emniyetinin ne kadar münselib20 olacağı düşünmeye muhtaç bir durumdur. Hele Hasan gibi bir mevkide bulunan çocuk, vehmi ne kadar artırsa mazur olabilir. Yakup el Deca’, babasının emlakini zapt ettiği gibi, acaba bu fikir Pavlos’a da gelemez mi? Eğer Pavlos, Yakup ile beraber Hasan’ı bir hâle koyarsa öyle bir zamanda kim arayıp kim soracak? Hem de babasının Pavlos ile olan hesabı haylice büyük bir şey olacağını Hasan tahmin ediyordu.
İşte bu garip düşünceler, biçare Hasan’ı ziyadesiyle meşgul edip o gün akşama kadar zihni başka bir şey ile meşgul olmadı. Akşamı dört gözle bekliyor ve Pavlos’un dünden beri göstermiş olduğu teminatın kuvvet bulup bulmadığını ihtiyarın yüzünden çıkarmayı pek ziyade merak ediyordu.
Nihayet akşam oldu. Pavlos geldi. Hasan zihnini karıştıran düşünceler üzerine yüzünde asla bir renk göstermeyip yine itaatli ve saygılı bir tavırla ihtiyarı karşıladı.
Pavlos’un arkasında gelen uşağın koltuğu altında koca bir bohça vardı. Herife bohçayı bıraktırıp kendisini defettiler. Sonra Pavlos, Hasan’a hitaben:
Pavlos: “İşte bunları giymeli.”
Hasan: “Onlar ne?”
Pavlos: “Zaten acemisi olduğun bir şey değil. Başka da bir çare bulamadım. Zira bugün şehrin içinde İspanyol kıyafetine girmiş belki beş Arap gördüm. Hep de bizim ticarethanenin etrafında dolaşıyorlardı. O nimet kâfiri Yakup el Deca’ yalnız bunları saldırmamıştır. Allah bilir kaç İspanyol’u dahi kandırıp suikastını icraya alet etmiştir.”
Bir yandan bu sözleri söylüyor, bir yandan da zavallı ihtiyar bohçayı açıyordu. Çıka çıka içinden güzel bir takım gemici elbisesi çıktı. Çizmesinden tüylü şapkasına kadar değil, güzel bir kayışa takılmış gemici çakısından, bir bel hançerine kadar hep mükemmeldi. Gerçi Hasan Mellah bunların acemisi olmadığı cihetle büyük bir maharetle elbiseyi giydi, kuşandı.
Sonra ihtiyarla beraber oturdular. Pavlos, Hasan’a dünkü teminatından ziyade teminat vermeye başlayıp herif nasihat verdikçe Hasan’ın kuruntuları yok oluyordu. Nihayet çıkarıp Hasan’a senet gösterdi. Bu senet Pavlos Kumpanyası’nın hissesindendi.
Pavlos: “İşte bu senet pederinizin senedi olup kumpanyamızın on iki hissesinden üçüne sahiptir. Kumpanyamızın intizam hâli ve demirbaş eşyamızın miktarı, gemilerimizin adet ve değeri bence malum olduğundan bu hisseyi sokağa atarcasına bana terk etmiş olsan yüz bin taler veririm. Bu kâğıdı al, sende dursun. Bunun birinci nüshası babanda idi. Diğer eşyalar ile beraber zayi olmuş demek olacağından işte bunu zayiinden olarak veriyorum. Asıl kıymeti yüz elli bin taleri de geçer. Bu sende oldukça hiç merak etmezsin. Zira zaten kumpanyamızın hesaplarına hile karışması ihtimali yoktur.”
Hasan, gerçi henüz ticaret işlerine dalmamış olduğu cihetle bu miktardaki bir sermayenin kıymetini takdir edemez idiyse de yüz bin yüz elli bin talerin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar da çocuk değildi. Senedi eline alıp süzdükten sonra yine Pavlos’a iade ederek:
Hasan: “Sen benim babam oldun mu?”
Pavlos: “Kabul edersen.”
Hasan: “Ben kabul ettim. Al, bu senet sende dursun. Belki ben kaybederim. Mademki bana babalık edeceksin, mademki ben sana canımı da teslim ettim, bu da sende dursun.”
Pavlos: “Bu kadar emniyetine teşekkür ederim. Babanın ismi, imzası kumpanyanın ta kütüğünde kayıtlı ve mevcut olup bu senet fazladan bir teminat demektir. Ne zaman sen kendinin Sidi Osman’ın oğlu olduğunu ispat edersen kumpanya seni tanımaya mecburdur. Fakat demin de dediğim gibi senin burada kalman mümkün olamayacak. Seni Pavlos kasabasında kumpanyamızın acentesi bulunan Giovanni’nin yanına göndereceğim. Orada, ta ortalığa sükût gelinceye kadar rahat rahat oturursun. Sonra bir çaresine bakarız.”
İhtiyarın bu görüşünü Hasan önce biraz tereddüt ile karşılamıştı. Lakin bir kere kendisini baba makamına koyduğu adamın, kendi hayatını muhafaza hakkındaki görüşünü reddetmek, verdiği söz ile uygun düşmeyeceği ortada olmakla derhâl bu görüşünü de kabul etti. Meğer ihtiyar daha o gün Hasan Mellah’ı Pavlos’a aşıracak olan gemiyi hazırlamış imiş. İkisi beraber sofraya oturarak, yedikten, içtikten sonra, gece yarısı sıralarında konağın kapısı çalınıp bu dahi Hasan’ın yüreğini hoplatmış idiyse de gelenler bir gemi kaptanıyla üç tayfa olduğu ve özellikle bunlar Pavlos’un emriyle gelmiş bulunduğu anlaşılınca çocuğa yine emniyet geldi.
Pavlos, Hasan’ın ne yolda muhafaza edileceğine vesaireye dair daha gündüzden vermiş olduğu emirleri kaptana tekrar etti. Ve koynundan Hasan’ın Pavlos Kumpanyası azasından olduğu ve bu kumpanyaya mensup ne kadar gemi varsa kaptanlarının Hasan tarafından verilecek her türlü emre itaat etmeye mecbur oldukları ve Hasan’ın imzası bir Pavlos ile (..) iki de noktadan ibaret olarak kabul edileceği hakkında bir emirname ve kıyılarda bulunan sarrafların hepsine umumiyet üzere hitaben miktarsız bir açık bono ve kumpanyaya mahsus damgalı evraktan birçok da kâğıt çıkarıp lüzumuna göre bunlara dahi müracaat edilmek için Hasan’a teslim etti.
Kısacası, Hasan Mellah ihtiyar Pavlos’tan alacağı emirleri, teminleri aldıktan sonra kaptan ve tayfaların içine karışıp Pavlos şehrine gitmek için ihtiyara veda ederek konaktan çıktı.
Yolda ne sarıklı ne şapkalı kimseye tesadüf etmediler. Yalnız iskeleye geldikleri zaman bir karakoldan “Kimdir o?” sesi gelmiş idiyse de bunlar hemen hareket üzere bulunan Mariano gemisinin takımı olduklarını bildirmeleriyle geminin hareketi daha gündüzden ilan edilmiş olduğu cihetle karakol dahi ses çıkarmadı.