Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 11
Üçüncü Bölüm
Cadiz’e gece yarısı hareketleri bir uygun rüzgâra tesadüf etmişti. Pavlos kasabası Cadiz’den zaten elli altmış mil mesafede olmakla ertesi sabah güneşin doğuşuyla beraber Pavlos’a vardılar. Geminin kaptanı, ihtiyar Pavlos’tan almış olduğu emir gereğince Hasan’ı yanına alıp birlikte sandala binerek karaya çıktılar ve doğruca Giovanni’nin mağazasına gittiler. Giovanni, Pavlos tarafından kendisine yazılan ve kaptan tarafından teslim olunan mektubu okur okumaz Hasan’ı kırk yıllık ahbabı değil velinimetzadesi gibi kabul etti. Derhâl hanesine bir adam gönderip gerekli hazırlıkları emretmekle beraber, Hasan’a hâl ve hatır sordu. Hatta malum feci vakadan dolayı ona teselliler dahi verdi.
Akşam olup da Hasan’ı kendi hanesine götürdüğü zaman, en evvel bir oda açıp bu mükemmel olarak döşenmiş odanın yalnız kendisine mahsus olduğunu ve bu hanede en büyükten en küçüğe varıncaya kadar herkesin ona hizmet etmeyi şeref bileceğini anlattı.
Giovanni’nin bir ihtiyar annesi ve orta yaşlı bir zevcesi ile on dokuz yirmi yaşında, yani Hasan ile akran bir oğlu, dokuz on yaşlarında bir kızı ve otuz beşlik bir de kız kardeşi vardı ki annesi Maria ve zevcesi Madame Giovanni ve oğlu Pedro, kızı Rozelin ve kız kardeşi Julia isimlerindeydi. Giovanni bunların hepsini Hasan’a takdim etti. Fas vakası olmuş bulunduğundan her biri dili döndüğü bir yolda Hasan’a taziyeden geri durmadılar.
O akşam Giovanni, yeni misafiri için âdeta mükemmel bir ziyafet çekmişti.
Yediler, içtiler ve belki misafir yorgundur diye daha gece yarısından üç saat önce Hasan’ı yalnız bırakıp her biri yerli yerlerine çekildiler. Hâlbuki mevsim henüz gecelerin uzun olduğu mevsim olmadığından ve Hasan ise öyle birkaç deniz seyahatiyle yorulur mellahlardan21 bulunmadığından yalnız hem canı sıkılıp hem de vehmi artıp kendisine akran gördüğü Giovanni-zade Pedro’yu yanına çağırdı. Bu Pedro yalnızca genç değil, oldukça güzel, hele pek sevimli, şair tabiatlı, âşık tavırlı bir çocuk idi. İspanya’da bir adam ne kadar şiir tabiatlı olursa gitara denilen çalgı ile müzikte de o kadar nasibi olmak, âdeta umumi denilecek bir kaide olmakla Hasan çocuğun bu meziyetini haber alınca gitarasını dahi getirmesini rica etti.
Pedro, Hasan Mellah kendi hanelerinde misafir kaldıkça her emrini tamamıyla icraya babası tarafından memur olduğu cihetle, misafir tarafından aldığı şu emri canla başla kabul etti ve derhâl gitarasını alıp en güzel şiirlerini gayet tatlı besteler ile okumaya başladı.
Pedro’nun şiirleri oldukça lezzetle dinlenilecek şeylerdi. Hasan ise Cadiz okulunda denizciliğe ait bilgilerle beraber, elbette İspanyolcayı dahi en ince şiirlerin inceliklerine ve zevkine varabilecek kadar öğrenmişti. Çocuğun şiirlerini büyük bir lezzetle dinleyip bazı beyitleri derdine dert katarak ve bazıları ise tam bir teselli vererek sözün kısası, gece yarısından sonraya kadar Pedro ile vakit geçirdi.
Ertesi sabah erkenden Pedro yine yanına gelip o gün için memleketin gezilmesinden ibaret bir meşguliyet hazırladılar. Birer hayvana binip akşama kadar memleket içinde gezmedik bir yer bırakmayarak akşam dönüşlerinde aile halkı Pavlos kasabasını nasıl bulduğuna dair Hasan’dan fikir sordular. Hasan her birine münasip cevaplar vererek yemekten sonra vaktini Pedro ile geçirdi.
Sözün kısası, Pedro, Hasan için pekâlâ bir kafadar olup gece gündüz beraber bulunurlardı ki Hasan’ın oldukça kâmil ve fazıl bir İspanyol’dan fark edilemeyecek kadar İspanyolcayı ileri götürmesi, asıl Pedro ile bu dostluk sayesinde vuku bulmuştur.
Hasan Mellah’ın Pavlos kasabasında ikameti müddeti bir hafta, bir ay kadar değildir. Bir seneden de ibaret değildir. Ta korsanlar gemisine düşünceye kadar çocuk birkaç senelik ömrünü Pavlos kasabasında geçirdi. Dolayısıyla bu kasabada gördüğü hâllerin hepsini kaydetmek, etrafıyla anlatmayı gerektirir. Zaten Pedro ile iki gün nasıl yaşadığına dair verdiğimiz bilgiler, bu ömrün ilerisi için de okuyuculara belli bir fikir verebilir. Hem ikisi de genç, bekâr, zengin, başıboş olan iki delikanlının, ne yolda ömür sürecekleri zaten açık bir şeydir. Yalnız bu ikamet müddetleri içinde bazı önemli hâller dahi meydana çıkmış olduğundan ona dair biraz malumat vermeye mecburiyet görülmüştür.
Bir akşam Hasan ve Giovanni’nin aile halkının hepsi yemekte iken Hasan bu evde, bu aile halkı arasında geçirdiği ömrün ne kadar rahat ve lezzetli olduğundan bahisle bu borcu nasıl ödeyeceğini bilmediği hakkında bir söz açmakla Giovanni böyle bir fikrin mutlaka fevkalade nezaketten geleceği hususunda karşılık vermeye başlayarak aşağıdaki gibi bir macera anlattı:
“Efendim, biz size lüzumu gibi saygı ve hürmette kusur ediyoruz korkusundayız. Size elden geldiği kadar ettiğimiz hürmet sizi kendimize borçlu etmek için değildir. Belki size olan borcumuzu ifa etmek içindir. Ah, gerek ben gerek Sinyor Pavlos size pek çok borçluyuz. Size değil, gerçi pederiniz Sidi Osman’a borçluyuz. Ancak o mübarek adamın vefatıyla bu borç size intikal etti. Tahminen bir otuz sene oluyor ki biz İspanyollar Melile’de toplanıp Faslılar üzerine bir hücum etmiştik. Lakin bu hücumumuz devletçe ve resmî bir hücum olmayıp Cardan isminde bir rahibin teşvikiyle gönüllü olarak gitmiştik. Muradımız henüz ihtilal durumu içinde olan Fas’ı zapt edip orasını da bir Hristiyan idaresi altına almaktı. Gerçi şimdi siz bu fikre güler ve gülmekte hak kazanırsınız da o zamanlar Mevla Sidi Muhammed’in henüz cülus senesi olup Fas’ta herkes birbirini boğazlamakta olduğundan böyle bir karışıklık arasında bizim ummadığımız muvaffakiyetin meydana gelmesi gerçekten umulur idi. Üç bin kişi kadar toplandık. Cardan’ın kumandasıyla Melile Kalesi’ne kapanıp aralık buldukça hücuma başladık. İspanya devleti gerçi tarafsız bulunduysa da el altından bize yardımdan geri durmazdı. Nihayet bir günkü hücumda Araplar kaçamak gösterdi. Biz de arkalarına düştük. Meğer bunların kumandanı sizin amcanız Sidi Hamdan olup firar tarzı göstermesi ise bir harp hilesi imiş. Tam bizi Melile’den gereği gibi ayırdıktan sonra, bir de bakalım ki arka tarafımızı beş bin kadar Arap süvarisi kuşatmış. Önümüz ise o miktardan aşağı kalmayan piyade ve süvariden oluşan bir ordu ile doluydu. Bizi sardılar. Biz ölümü gözümüze alıp muharebeye başladıksa da bu kadar fedakârlık dahi para etmedi. Âdeta Araplar her birimizin silahını birer birer elimizden alıp hepimizi esir ettiler. Yirmi otuz kişiyi birer zincire vurmuşlardı. Cadiz’deki Pavlos ile ben dahi bir ipte idik ki aramızda yalnız bir adam vardı. Savaş meydanında bir büyük ordu kurularak cümlemiz orada idik. Fas devleti, İspanya devletiyle haberleşmiş. İspanya devleti bizi, kendi adımıza harp eder eşkıya olmaktan başka bir nazarla tanımamış. Dolayısıyla bizi birer birer katletmeye başladılar. Aman ya Rabbi, o günkü hâli görenlerin aklı başından alınırdı. Hepsi bir zincirde veya bir ipte bağlı olan yirmi kişinin üzerine, ellerinde satır iki cellat hücum ederek et kıyar gibi kıymaya başlıyorlardı. Hepimiz ölümü burnumuzun dibinde gördükçe artık ölümden de pervamız kalmayıp yalnız aradan hangisi daha kolay ölmekte ise onlara gıpta etmeye ve hangisi biraz güçlükle can verirse bizi onlar gibi öldürmemesi için Cenabıhakk’a dua etmeye başladık.
Nihayet sıra bizim diziye geldi. Yirmi beş kişi kadar vardık. Bizi iki büyük zatın karşısına getirip orada kesmek için hazırladılar. Meğer bu zatların birisi pederiniz Sidi Osman ve diğeri dahi kardeşi Hamdan imiş. Bir vakit, ufak bir alışverişten dolayı Sidi Osman, Pavlos’u tanıyormuş. Kendisini görünce yine tanıdı ve yanına gelip ağlamaya başladı. Onu ağlar görünce Pavlos dahi ağlamaya başladı. Pek de farkında olamadım. Bilemedim nasıl oldu. Kısacası ya Sidi Osman veyahut Hamdan’ın bir işareti üzerine, bizim bağlı olduğumuz halatı kesip Pavlos’u ve sonra onun işaretiyle beni sürüden ayırarak Sidi Osman’ın huzuruna getirdiler. Orada pederiniz, ‘Pavlos, şu hâlde sana edeceğim iyilik seni ve dostun Giovanni’yi ölümden affettirmektir.’ dedi. Ben bu iyiliğe nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Hemen gidip ayaklarına kapanmak istedim. Ancak Pavlos beni menederek ‘Ey Sidi Osman, senin şu anda bu esirleri bütünüyle affettirmeye değil affetmeye de iktidarın vardır. Eğer bana olan dostluğun bunların cümlesini affetmek derecesinde ise ne âlâ. Yok, değilse nafile beni ve arkadaşım Giovanni’yi de affetme.’ dedi. Gerek Pavlos bu lakırtıyı söylerken ve gerek söyledikten sonra cellatlar işlerinden el çektiler. Sidi Osman, Sidi Hamdan ile baş başa verip yanlarında birkaç büyük adam daha olduğu hâlde bir hayli konuştular. Bir de baktım ki on on beş kişi dizilerin içine girip herkesi serbest bırakıyorlar. İşte o gün kesilen adamın miktarı yüz elliyi geçip hâlbuki sekiz yüzden fazlası kurtuldu. Bu sekiz yüz adamı ise yalnız Pavlos’un Sidi Osman’a olan dostluğu kurtarmıştı. Başımızı kurtarıp dönerken Pavlos’a ‘Canım, bu kadar adamı affetmeyecekleri ortada iken sen nasıl oldu da hepsinin affını rica ettin ve kendi affını dahi bunların affına bağladın?’ dedim. Sidi Osman’ın cömertliğini bilirim. Bana bir can bahşetmek lazım gelince birkaç bin canı dahi başkaca hediye etmekten çekinmez de onun için rica ettim.’ dedi. Bu kadar dostluğun ne zamandan beri ve nasıl olduğunu sordum. ‘Birkaç ufak alışverişimiz oldu.’ demesinden başka cevap vermedi. İhtimal ki aralarında daha büyük bir hâl olmuştur da bana söylemedi. Gördünüz mü efendim? Biz sizin pederinizden bu kadar büyüklük, bu kadar ihsan görmüş olduğumuz hâlde, şimdi size ettiğimiz hürmet, hürmet mi sayılır?”
Giovanni’nin işbu hikâyesini Hasan Mellah’tan ziyade Giovanni’nin yetmişini geçmiş ihtiyar annesi büyük bir dikkatle dinleyip “Ah oğlum, o vaka pek fena bir vaka idi. Sen o zaman daha dünyada bile yoktun. Babanın ettiği iyiliğe bütün İspanya hayran kalmıştı.” dedi. Ve buna mukabil Pedro “Öyle ya, bir memlekete fuzuli hücum etmeye hakkaniyet razı olur mu? Mademki eşkıya tarzında hücum etmişler, Faslılar hepsini kılıçtan geçirseler haklı idiler. Şu hâlde dahi bir tabur eşkıyayı affettirmek, elbette bütün İspanya’yı değil bütün âlemi hayran bırakacak bir iyiliktir.” dedi.
Bu hikâyenin Hasan Mellah’ı memnun edeceği ortadadır. Ancak Hasan, anlatılan hikâyede üzerine galeyan eden soylu kanının icabınca asla renk vermeyip güya büyükler için bu gibi büyüklüklerin çok görülmesinin icap etmeyeceğini hâl ve tavırlarıyla ima ve işrap22 etti.
Giovanni’nin bu hikâyeyi anlatması üzerinden bir hayli müddet geçmiş idi. Yine bir akşam, yemekten sonra ailece salonda otururlarken kumpanyanın hâlinden ve hissedarlarından bahis açılmış ve Giovanni bir büyük levha getirip üzerinde bulunan beş resmi Hasan’ın gözlerinin önüne koymuştu. Biçare çocuk, bu resimler içinde en evvel merhum pederini tanıyıp bir ah çektiği sırada, resmi mütebessim bir yolda alınmış olan ihtiyar Pavlos’un nice iyilikler vadeden yüzünü görünce bir babası vefat etmiş ise diğerinin hayatta olduğunu anlayarak teselli buldu. Meğer bu levha Pavlos Kumpanyası’nı teşkil eden beş zatın resimlerini taşıyormuş. Hasan, Portekiz kıyafetli ve orta yaşlı iki adamın dahi resmini şöyle bir gözden geçirip nazarıdikkatini henüz tüysüz tüssüz olan ve levhanın kenar tarafına resmedilmiş bulunan bir genç çocuğa dikti ve bu çocuğun kim olduğunu Giovanni’ye sordu. Giovanni ise bunun Dominico Badia isminde bir çocuk olduğundan bahisle, birinci kitabın dördüncü bölümünde Pavlos’un gerek tahsili ve gerek çevirdiği fırıldaklara dair bizim kıymetli okuyucularımıza vermiş olduğumuz malumatı bütünüyle Hasan’a nakletti ve anlattı. Şu kadar var ki biz orada Pavlos’un, Fas’ta görmüş olduğu işleri biraz tez geçmiş olduğumuz hâlde, Giovanni işin bu cihetini dahi izah ederek ayrıntılarıyla anlattı. Dedi ki:
Giovanni: “Bu çocuk hakkında verdiğim malumata galiba inanacağınız gelmiyor. Gerçi inanılacak gibi de değildir. Lakin sizi inanıp inanmamakta serbest bırakarak şunu da hikâye edeceğim. Her ne kadar bu hikâye biraz acayipçe görünecek ise de durumu saklamayıp söylemek benim için bir borç demektir. Çünkü Dominico Badia, bugün kumpanyamızın beşinci hissedarı yani beşinci derecede velinimetim ise siz üçüncü hissedarı yani üçüncü derecede velinimetim olduğunuz gibi babanıza ne kadar borçlu olduğumu size vaktiyle anlatmıştım. Hem ne hacet, bizi ticaret menfaati bu habisin maiyetine atmış ise de insaniyet vazifesi hatta beni ondan intikama bile mecbur eder. Efendim, bilmiş olunuz ki Fas’ta çıkan isyanın en büyük sebeplerinden birisi dahi budur. Bundan bir sene kadar evvel Fas’a gitmiş ve zaten ihtilale müstait23 bulunan mutaassıpları kışkırtmaya başlamış idi. Habis, sizden iyi Arapça bilir. Hatta mutaassıp Arapları daha iyi kandırmak için güya Hristiyanlığı terk ederek Müslüman dahi olmuştu. Babanız onu bir gün huzuruna çağırdı. Zaten ikisi bir kumpanya hissedarı olduklarından bahisle, böyle politika işleriyle uğraşmamasını tavsiye etti. Hâlbuki piçin, doğrudan doğruya babanız aleyhinde de suikastı varmış. Aklınca emlaklerinizi Yakup el Deca’ üzerine çevirtip Pavlos Kumpanyası’ndaki sermayesini dahi kendisi zapt edecekmiş.”
Hasan Mellah: “Babamı öldürdükten sonra, öyle değil mi?”
Giovanni: “Söylemeye dilim varmıyor ya… Bu hâli babanız da anladı. O hâlde dahi yine huzuruna çağırtıp mertçe nasihatler vermekten geri durmadı. Habis bir türlü bildiğinden şaşmayıp tam bizzat babanız aleyhinde olmak üzere Yakup el Deca’ ile birleşti. Konağınıza hücum etti. Dahasını ister misiniz? Gözümle görmedim ama vakadan sonra Fas’tan gelenlerin haber verişlerine göre babanızı eliyle vuran budur. Yakup el Deca’ pederiniz vefat ettikten sonra başını kesmiş!”
Hasan: “Vay kâfir vay! Sonra?”
Giovanni: “Sonrası mı? Vakanın üstünden on gün geçmedi. Bunların dahi fırkası aleyhine diğer bir fırka çıktı. Bunlar da Yakup el Deca’ ile beraber İspanya taraflarına kaçtılar.”
Hasan: “Anladım, Pavlos’un konağına beni aramaya gelmişlerdi.”
Giovanni: “Öyle ya, öyle ya! Lakin Pavlos’tan alacağını Giovanni aldı. Hiç Sinyor Pavlos kumpanyamızın yirmi seneden beri devamına çalıştığı namusunu ayaklar altına alıp da âleme karşı rezil mi olur? Bizim kumpanya eşkıya kumpanyası mı? ‘Ben senin zatını tanımam, bana yalnız bir ismin lazımdır. Sidi Osman şehit olduysa yerine oğlunun ismini yazdık.’ cevabını verdi.”
Hasan: “Vay, demek oluyor ki bizi kaydırmayı teklif etti ha?”
Giovanni: “Hayhay! Lakin avuçlarını yalasın! Hem onu Sinyor Pavlos bir tutuş tuttu ki kımıldanmaya mecal bırakmadı. Malum ya! Kendisi İspanya toprağında Dominico Badia namıyla yaşayamaz. Eğer sizin aleyhinizdeki fikrinden vazgeçmeyecek olursa kendisini hükûmete haber vereceğini bile söyledi. Onun için şimdi ismini değiştirip kumpanya ismini taşıyor ve kendisini herkese Pavlos tanıttırıp hatta İngiliz lortları gibi satın aldığı güzel bir kotra ile öteye beriye gidip seyahat ediyor.
İşte, Giovanni, bizim mahut Pavlos hakkında Hasan’a şu malumatı vermekle Hasan daha o zaman Pavlos’tan intikama tam olarak karar vermişti. Ne fayda ki üçüncü kitapta görüldüğü gibi intikam alamadıktan başka babasının canını alan o hınzır kendi cananını dahi kapıp gitmiştir.
Dördüncü Bölüm
Hasan Mellah, Pavlos kasabasında birkaç sene oturup tam Fas tarafında sükût ve sükûnet yerleştikten sonra Pavlos namını alan Dominico Badia’nın intikamını sonraya bırakarak en evvel Yakup el Deca’ ile kozunu pay etmek arzusuna düşmüştü. Bunun için Giovanni’den şifahen fikrini sorduğu gibi, Cadiz’deki Pavlos’a dahi mektup yazarak görüşünü sormuştu. İkisi de bunu uygun bulmadılar. Ancak Hasan bir türlü arzusunu yenemeyerek bir gün kendi kumpanyaları gemilerinden Cadiz’e giden bir gemiye binip Sinyor Pavlos’a vardı. Onunla dahi şifahen istifsara24 başladı.
Pavlos: “Oğlum, gerçi Fas’ta daha bir hayli emlakiniz var ki Yakup el Deca’ zapt etmiş. Fakat hınzır herif, Fas padişahına çattı. Sana bir fenalık ettirmek elindedir.”
Hasan: “Beni yakalayabilirse elinden geleni ardına koymasın!”
Pavlos: “Evet, biliyorum ki akıllısın, zekisin lakin bu gibi işlerin ehli değilsin. Beni dinle de gitme. Elindeki sermayen seni besledikten başka, günden güne büyümektedir bile…”
Hasan: “Gözümde intikamı o kadar büyülttüm ki gözlerim intikam kanından başka bir şey görmüyor. Rüyada her gece babamı görmekteyim. Kellesi koltuğunda, benden kanını dava ediyor.”
Pavlos: “Bunlar vehimden ibaret şeylerdir. Eğer benden babaca nasihat istiyorsan ben gitme diyorum. Gittiğin hâlde de mâni olamam.”
Hasan ihtiyardan mümkün değil muvafakat cevabını alamadı. Fakat intikam sevdasından da mümkün değil, bir türlü vazgeçemedi. Bir iki gün daha Pavlos’un yanında misafir kaldıktan sonra som sırma içinde bir kat Fas elbisesi tedarik ederek kıyafetini de yine Müslüman kıyafetine çevirip Tanca’ya ve oradan da iyi bir at satın alarak Fas’a vardı.
Doğruca bir hana indi. O gece bir handa misafir kalarak ertesi sabah pederinin konağına gitti. Dairenin debdebe ve şatafatı babası zamanından pek çok ziyade idi. Kapıcıya Yakup el Deca’nın orada olup olmadığını sordu.
Ancak “sidi” diye Yakup’un ismini anmadığı cihetle kapıcıdan bir güzel azar yedi. O zamana kadar Hasan Mellah yüreğinde bir mahzuniyet hissetmiş ise o da bu mahzuniyet idi. Çünkü Yakup el Deca’ babasının soytarısı olup hatta “Deca! Deca!” diye garip bir yolda çaylak gibi öttüğünden “el Deca” lakabını almıştı. Şimdi böyle bir adama “sidi” lakabı vermemiş olduğundan dolayı konak kapıcısı gibi bir heriften azar yemesi, elbette ziyadece üzülmesine sebep olabilir.
Biçare çocuk konağa girip girmemekte şaşkın kalarak oralarda gezinirken konak kapısından bir kalabalığın çıkmakta olduğunu görünce o tarafa dikkatlice baktı. Yakup el Deca’ sırmalar içine boğulmuş olduğu hâlde, güzel bir ata binmiş ve oralarda bulunanlardan anladığına göre, şah sarayına musahiplik görevini ifa etmeye gitmekteydi. Hasan, adamın o gururlu tavrını görünce derinden bir ah çekti. Hele babası zamanından beri her sabah sadaka almaya alışarak merhumun şehit edildiği günden beri her gün defettikleri hâlde, hâlâ ümitlerini kesememekte bulunan beş on kadar dilenciyi görünce Yakup el Deca’ “Canım şu gelenleri niçin kovmuyorsunuz? Her gün beni rahatsız ediyorlar!” diye melunca bir tavırla fukarayı rencide etmesi Hasan’a bütün bütün dert koydu. Yakup çıkıp gittikten sonra arkası sıra yine mükellef bir ata binmiş olduğu hâlde Dominico Badia, namıdiğer Pavlos’un dahi konaktan çıktığını gördü. Gerçi Hasan o zamana kadar henüz Pavlos’u görmüş, tanımış değildi. Ancak Giovanni yanında görmüş olduğu resmi layığıyla ezberlemiş olduğundan habisi gördüğü anda tanıdı.
Hasan o gün memleketi enine boyuna gezerek, vaktiyle cumadan cumaya konağa gelip babasının eteğini öperek, birkaç iltifata mazhar olmayı nimet bilen bazı kimseleri gördü. Her birini gördükçe bir başka yolda üzülüyordu. En garibi şurası ki kendi ailesinin fertleri hayli kalabalık olduğu hâlde bunlardan hiçbir kimseye rast gelmiyordu. Nasıl rast gelsin ki, en çoğu isyan sırasında mazlumca şehit edilmiş ve kalanları dahi başlarını alıp birer tarafa savuşmuş idi.
Şehrin her tarafını gezip ahvali gözden geçirdikten sonra akşamüzeri misafir olduğu hana geldi ve akşama ne yemek istediğini suale gelen hancıya, ne yemek olursa olsun kabul edeceğini beyan ettikten sonra herif ile aşağıdaki gibi konuşmaya başladı.
Hasan: “Sen kaç seneden beri buradasın?”
Hancı: “Kaç seneden beri anamdan doğmuş isem o kadar seneden beri buradayım.”
Hasan: “Demek oluyor ki buralısın?”
Hancı: “Evet efendim, öyle demek.”
Hasan: “Burada bir Yakup el Deca’ varmış bilir misin?”
Hancı: “Birkaç seneye kadar bilmezdik, birkaç seneden beri öğrendik.”
Hasan: “Lakin sen ne tuhaf bir adamsın. Her lakırtına insanın güleceği geliyor.”
Hancı: “Ağlayacağı gelmesin de güleceği gelsin, zararı yok.”
Hasan: “Ee, Yakup el Deca’ nasıl bir adamdır, kibardan bir şey midir?”
Hancı: “Eğer kibarlık zenginlikten, zenginlik de cana kıymaktan ibaret ise kibardır.”
Hasan: “Ne demek, sen âdeta kinayeli lakırtı söylemeye başladın ya!”
Hancı: “Kinayesi, filanı yok. Herif Sidi Osman’ın soytarısı iken zavallı adamcağızın evini barkını berbat edip şimdi kendi karşısında birtakım soytarılar takla atmakta ve efendimiz pek kibar olduğundan atılan taklaları beğenmedikçe herkesçe bilinen maharetine dayanarak kendisi düzeltmektedir.”
Herifin şu son lakırtısına dahi ihtimal ki gülmek mümkündü. Lakin bu lakırtı Hasan’a pek fena tesir ettiğinden çocuğa tebessüm hâli vaki olmadı. İçinden bir ah edip yine sözüne devam etti.
Hasan: “Sidi Osman için zavallı diyorsun, bu adam kimdir? Ben onu bilmiyorum.”
Hancı: “Bilinecek bir adam vardı, siz onu bilmiyorsunuz. Zavallıdır zahir. Herif dünyada melek gibi adam iken şeytanların bile layık olmadığı bir alçaklıkla katledildi.”
Hasan: “Kim katletti?”
Hancı: “Yakup el Deca’, kendi soytarısı.”
Hasan: “Acayip, öyleyse Yakup kısas edildi mi?”
Hancı: “Gördünüz mü bir kere, işte siz tuhaf söylüyorsunuz. Bir adam Fas padişahının has soytarısı olur da kısas edilir mi?”
Hasan: “Öyleyse kendisini herkes seviyor demek.”
Hancı: “Onu bilmem. Yusuf Nişâr’dan sormalı.”
İşte bu Yusuf Nişâr ismi, Hasan’ın kanını başına sıçratacak bir isimdi. Bu ismi işitir işitmez bir kere benzi atıp yine derhâl kendisini toplayarak sözüne devam etti.
Hasan: “Bu Yusuf Nişâr kim oluyor?”
Hancı: “Yusuf Nişâr, demin dediğim Sidi Osman’ın emektarlarından birisidir. Osman’ı bu Yakup el Deca’ katlettiği zaman Yusuf Nişâr ile bir de Sidi Osman’ın kardeşi Sidi Hamdan’ın -adı pek hatırıma gelmiyor fakat İspanyol- bir uşağı Yakup’tan intikama kalkıştılar. Fakat bir iş beceremediler. Yakup bunların ikisini de yakalayıp kafalarını kesmeye hazırlanmıştı. Nasılsa Sidi Osman’ın eski bendelerinden bir adam kendilerini kurtardı. Yani Yakup’un hapsinden kaçırdı.”
Sidi Hamdan’ın uşağı olan İspanyol’un ismini hancı bilmediği cihetle, Hasan’a haber verememiş idiyse de biz bu hikâyenin yazarı olmak sıfatıyla okuyucularımıza haber verebiliriz ki bu İspanyol, Hasan Mellah’ın haydutlar gemisinde tesadüf etmiş olduğu Alonzo’dur. Hoş, ihtimal ki bunu Hasan da bilir ya? Yusuf Nişâr’ı mutlaka bilir. Çünkü Yusuf Nişâr, Hasan’ın kundağını kucağında gezdirip büyüdüğü zaman dahi dizleri üzerinden indirmediği bir adamdır. Hasan hancıyı sorgulamaya devam etti.
Hasan: “Bu iki intikamcı kaçtılar ha?”
Hancı: “Hayır, kaçamadılar, onları kaçırdılar.”
Hasan: “Neyse, şimdi acaba bu Yakup el Deca’nın, bahsi geçen Yusuf Nişâr gibi başka dostları daha yok mudur?”
Hancı: “Vallahi pek bilemem. Lakin şimdi zaptiyelik etmekte bulunan Akrep isminde bir herif vardır ki o da Sidi Osman’ın kölelerindendir. Sidi Osman’ın kölelerinin, efendilerinden gördükleri nihayetsiz nimetin hakkı olarak mutlaka intikam sevdasında olacaklarını kestirebilirim. Hem bizim nemize lazım? Artık bu lakırtıyı bırakalım, şayet bir işiten olursa belasını çekeriz.”
Hancı şu son lakırtısıyla gösterdiği ihtiyatı, en evvel göstermek lazımdı. Lakin herif feleğe bel bükmez, hür kimselerden bulunduğu için, ta Akrep’in ismini verinceye kadar bu ihtiyata lüzum görmeyip ondan sonra kim bilir ne gibi düşüncelerden dolayı lakırtının önünü kapattı.
Hasan bu Akrep’in kim olduğunu ve babasına ne kadar muhabbetli kölelerden bulunduğunu bildiği cihetle onun ismini almaktan derecesiz memnun olmuştu. O geceyi bu hâl ile geçirdi. Ertesi sabah hükûmet konağına gidip sora sora Akrep’i buldu. Hatta Akrep’e kendisini tanıttırmaya dahi lüzum kalmadı. Herif velinimetzadesini derhâl tanıyıp gözleri yaş ile dolduğu hâlde bir kenara çekerek ne cesaretle oraya gelmiş olduğundan bahse kalkıştı. Hasan nasıl bir karar ile geldiğine dair pek kısa bir bilgi verip Akrep’i o akşam hana davet etti.
Bunlar handa yiyip içtikten sonra Hasan, Yakup el Deca’da olan babasının hakkını başka türlü almak mümkün olamayacağından bahisle, şeran ve örfen hakkı olan intikamı kendisi almak lazım olduğunu ve bu yolda ise en sadık hizmetçisinin yardımına muhtaç bulunduğunu anlattı. Hâlbuki Akrep’i intikama sevk için bu kadar söze gerek dahi yoktu. Herif velinimetinin katilleri aleyhine diş bilemekte olduğu için Hasan’ın teklifini derhâl kabul etti. Bunlar o gece işe nasıl girişeceklerini konuştular, kararlaştırdılar. Ertesi günü yine birbiriyle buluşup müzakereyi tekrar ederek o akşam dahi handa birlikte yemek yediler. Hasan adam öldürmek için gereken edevatı daha gündüzden tedarik etmişti. Akrep ise zaptiye bulunmak hasebiyle zaten silahlı olmakla güneşin batışından üç saat kadar sonra ikisi birlikte kalkıp sokağa çıktılar.