Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 9
Beşinci Bölüm
Cuzella’nın Marie’ye fikrini açarak hürriyetini Hasan Mellah’ın eline teslim edeceği hakkında bir haber ile kendisini Hasan’ın yanına gönderdiği sabah Alfons yatağından kalktığı vakit, o gece görmüş olduğu pek karışık rüyaların şerrinden kendisini muhafaza etmesi için Cenabıhakk’a dua etmişti.
Dünkü gün Pavlos ile verdikleri kararı hâlâ beğenmekle beraber, Alfons kendisi dahi bir yol buldu. Kızının bir Arap ile sevişmesi konağına haydutların girişinden birkaç gün sonra duyulmuş olmasından ve özellikle bir haydudun yakayı ele vermeyip kaçmasından anlayarak yine o zamandan beri Cartagena’ya geldiği söylenen Üçüncü Pavlos’un, deniz haydutlarından olduğunu dahi hükûmete haber verirse hakkında daha ziyade şiddet celbedeceğini kestirdi.
İşte Pavlos ile verdikleri karara bu düşünceyi de ilave ederek, bir hayvana binerek hükûmet dairesine vardı ve mutasarrıf bulunan zat ile görüşmek istedi. Hükûmet memurlarının en büyük riayetini18 kazanmak için ya kendisinden büyük bir memur olmak veyahut ahaliden ise hükûmet memuruna bir ihsan edebilmek derecesinde zengin bulunmak gerekeceği malumdur. Bizim Sinyor Alfons ise bir mutasarrıfın riayetine mazhar olacak şahısların ikinci kısmındandı ki bu ikinci kısım bir derece birinci kısma dahi üstün gelebilirdi.
Sözün kısası, mutasarrıf Alfons’un istediği görüşmeyi reddedemeyerek bir odada gizlice kendisini huzuruna kabul etti. Bu odada mutasarrıf ile Alfons arasında konuşulanları bilmek, herkesin merak edeceği bir şeydir. Lakin böyle bir hükûmet dairesinde, gizli olarak konuşulanları kim işitebilir? Nihayet biz meselenin neye dair olduğunu biliyoruz ve Alfons’un teklif ettiği şeyin kabul olunduğunu da görüşmeden sonra mutasarrıfın vermiş olduğu emirlerden anlıyoruz.
Görüşme son bulup da Alfons memnunen konağına döndüğü zaman mutasarrıf, hükûmet makamına münasebet aldıracağı tavrı bildirip polis zabitini huzuruna çağırdı. Zabit gelince emirlerini vermeye başladı:
Mutasarrıf: “Beş, altı günden beri bu memlekette bir Arap bulunuyormuş.”
Zabit: “İskelede bir hayli Arap vardır efendim.”
Mutasarrıf: “Yok, öyle gemici takımından adam değil. Faslı Sidi Osman’ın oğluymuş.”
Zabit: “Sidi Osman’ın oğlu mu?”
Mutasarrıf: “Evet ama kendisi kıyafet değiştirmiş ve gizleniyormuş. Daima ruhbanlarla düşüp kalkıyormuş. Hatta kendi maiyetinde de bir rahip varmış.”
Zabit: “O rahibi bildim efendim, genç bir adam. Sidi Osman’ın oğlunu bilmem ve haber dahi alamadımsa da yeni gelen rahibi haber aldım. Arap’ı dahi ondan anlayabilirim.”
Mutasarrıf: “Tamam, Arap’ı tutup hemen hapse atmalı.”
Zabit: “Hapse mi?”
Mutasarrıf: “Evet, sonra gelip bana haber vermeli.”
Zabit: “Başüstüne efendim ama…”
Mutasarrıf: “Aması, filanı yok. O adamı Fas hükûmetine teslim edeceğiz. Bunun için devletimizle Fas hükûmeti arasında haberleşme yapılmış, işe karar verilmiş. Emrim kesindir, haydi bakalım.”
Polis zabiti, mutasarrıftan aldığı emir üzerine kendi dairesine gelince, hafiyelere, filanlara gereken emirleri vererek her birini bir tarafa gönderdi ve Madrid Oteli denilen hana dahi iki zabit gönderip birkaç günden beri orada misafir olarak ikamet eden Rahip Policon Efendi’yi de davet etti. Zabitler rahibi incitmeyerek izzet ve ihtiramla kaldırdılar, polis reisinin karşısına getirdiler. Polis en evvel kendisini şu suretle sorguya çekti
Sual: “Siz rahip Policon Efendi imişsiniz.
Cevap: “Evet efendim.”
Sual: “Bu şehre nereden geldiniz efendim? “
Cevap: “Portekiz’den.”
S: “Demek oluyor ki yabancısınız?”
C: “Rahip kısmı kimseye yabancı olmaz efendim.”
S: “Bir Arap’ın maiyetiyle buraya gelmişsiniz?”
C: “Hayır efendim.”
S: “Rahip kısmına gerçeğe aykırı konuşmak yakışmaz ya?”
C: “Evet, gerçeğe aykırı konuşmak yakışmadığı için hayır dedim.”
S: “Ya kiminle geldiniz efendim?”
C: “Cadiz şehrinde ticaretle meluf ve meşhur olan Pavlos’un ortaklarından genç bir sinyor ile geldim.”
S: “İşte sorduğumuz adam odur. O adam Arap imiş.”
C: “Yanlışınız var efendim, o adam benden iyi İspanyolca biliyor.”
S: “Siz lisan bilmeye bakmayınız. Ondan iyi Arapça bilen İspanyol dahi bulunabilir.”
C: “Eğer dediğiniz doğru ise bana hayret verir. Neyse efendim, işte ben o adamla buraya geldim. Bana çok hürmet etti. Bir hayli ihsanına da nail oldum.”
S: “Şimdi o adam nerededir?”
C: “Bak, orasını bilemem. Çünkü bu zat beni Madrid Oteline indirdi. Kendisi bazı işleri için başka yere gitti.”
S: “Kendinize zahmet vermeseniz daha iyi olmaz mı?”
C: “Estağfurullah, ne zahmet vereyim?”
S: “Şu adamın nerede ikamet ettiğini bize haber verseniz. Zira kendisi gizli ve değişik kıyafette imiş.”
C: “Nerede ikamet ettiğini bilseydim haber veririm.”
S: “Demek oluyor ki mutlaka bilmiyorsunuz?”
C: “Evet, bilmiyorum. Bildiğim kadarını söyledim.”
Bu sorgulama bittikten sonra polis zabiti kalkıp mutasarrıfın huzuruna gitti ve ifade tutanağını arz etti. Mutasarrıf, ifade tutanağını okuduktan sonra “Bu Allah adamı papaz, fena adam değil. İstediğimiz malumatı verecek ama siz sualin yolunu bilemediniz. Şunu buraya getiriniz.” dedi. Rahibi alıp mutasarrıfın huzuruna getirdiler. Orada da şu suretle sorgulandı:
S: “Siz Arap’ın nerede ikamet ettiğini bilmediğinizi söylüyorsunuz.
Hâlbuki Üçüncü Pavlos namını alan bu Arap için sarraftan akçe almış olduğunuz bizce malumdur.
C: “Evet efendim, doğrudur. Bana bir köylü adamla emir göndermişti. Ben de bu emri sarrafa verip bu akçeyi alarak kendisine gönderdim. Yok, estağfurullah yalan söylemem. Yüz talerini bana vermiş olduğundan o kadarını alıkoyup geri kalan iki bin dokuz yüz taleri gönderdim.”
S: “O zaman bu adam köylerde miymiş?”
C: “Evet efendim, köyden köye seyahat ediyormuş.”
S: “Pekâlâ, siz burada misafir bulunan kibardan bir zata o Arap’ın burada bir kıza alakası olduğunu da haber vermişsiniz.”
C: “Evet efendim, bir genç adam sormuştu da haber vermiştim.”
S: “Alakası kime imiş?”
C: “Burada Alfons namında bir tüccar varmış. Onun kızına alaka etmiş. Kız da kendisini severmiş. Bana bunu kendisi haber verdi.”
S: “Ee, şimdi bu adamın nerede olduğunu mutlaka bilir misiniz?”
C: “Bu adam ya Cartagena içindedir ya köylerin birisinde.”
S: “Onu biz de biliriz. Fakat ikamet yerini soruyoruz.”
C: “Onu bilmiyorum efendim. Gerçi bana birkaç defa geldi ama ben ona gitmediğim için yerini öğrenmeye de lüzum görmedim. Benim neme lazım? Ben dünyadan el çekmiş bir adamım. Biraz ihsanına nail olduğum kâfidir.”
S: “Papaz efendi, sonra biz işi meydana çıkarırsak mahcup olmaz mısınız?”
C: “Affedersiniz efendim. Beni yalancı yerine koyup da bu kadar tahkir etmek bana layık değildir. Sonra ben de derim ki, ya o zaman iş benim dediğim gibi meydana çıkarsa, yani ben o adamın Müslüman olduğunu bilmediğim gibi ikamet yerini dahi bilmediğim ortaya çıkarsa siz de mahcup olmaz mısınız?”
S: “Ama bizim elimizde hükûmet hakkı var, sorarız.”
C: “Ben de o hakkı tanıdığım için doğru cevap veriyorum ki baskı ve hakaret görmeyeyim diye. Hatta kusursuz tevazumdandır ki yabancı olduğumu belirterek sizden daha ziyade bir hürmet bile istemiyorum.”
Sorgu bu şekle dökülünce mutasarrıf işin ehemmiyetini anlayarak rahibi salıverdi. Fakat polislere dahi bu rahibin daima nezaret altında tutulmasını tembih etti.
Rahip Policon Efendi hükûmet kapısından çıkınca doğruca oteline gidip odasına girdi. Odacı “Şimdi bir rahibe gelip sizi aradı ve hatta biraz da beklediyse de gelmediğinizi görünce bir mektup yazıp bıraktı, gitti.” dedi. Rahip efendi mektubu açıp şu suretle okudu:
Kardeşim,
Cuzella pek fena bir baskı altına alınmış. Bu baskılar ise hep Pavlos tarafından verilen fesat üzerine vuku bulmuş. Artık ne yapmak lazım gelirse yapmanızı istiyor.
İmzaMarie
Okuyucular bilir ki Rahip Policon Efendi, Rahibe Marie’nin deniz haydudundan ve diğer tabirle Hasan Mellah’tan bozma olarak düzüp koştuğu rahiptir. Şimdi Hasan Mellah, bir kere düşünce deryasına dalıp her hâli gözünün önüne getirerek muvazene ve tatbik ettikten sonra anladı ki bu vesile dahi Pavlos tarafından gelmiştir.
Pavlos gibi lanetlenmiş bir şeytana karşı durmak, Hasan’ın iktidarının pek de haricinde değildi. Ancak kendisi bir yabancı memlekette bulunduğu hâlde işin içinde hükûmet parmağının da bulunması biraz zorluğa yol açmaktaydı.
Hasan o gün hiçbir tarafa hareket etmedi. Ta akşama kadar, işe hangi ucundan başlayacağını düşünmekle meşgul oldu. Gerçi eline birkaç ipucu geçti ama her biri de bir mâniye tesadüf ediyordu. Zira Pavlos’u olduğu yerde basıp vurmak, siyaset pençesinde mahvolmaya ve kızı kaçırmaya çalışmak yakayı ele vermeye yol açacağı ehemmiyet nazarına alınmayacak hâllerden değildir. Ama yine de kızı kaçırmaktan başka çare bulamadı. Çünkü kendisi ne kadar tehlike içinde idiyse kızın dahi o kadar tehlikede olduğunu anlamıştı. Bunun için akşam olup da yemeğini yedikten sonra, rahip efendi odasına çekilip her zaman yaptığı gibi kapandı kaldı. Rahibin odasına kapanması, Hasan Mellah’ın kıyafetini değiştirip dışarı çıkması demek olacağı birazcık düşünme ile malum olur.
Ortalık tam gereği gibi karanlık olduktan sonra, Hasan Mellah bir Maltız kaptanı kıyafetiyle otelden çıktı. Kapı önünde işsiz güçsüz gezen adamların gezindikleri gibi bir aşağı beş yukarı gezinir bazı adamlar gördü ve bunların hafiye olduklarını anladı. Biraz ötede polis formasıyla birkaç adama daha rast gelmişti. Hepsinin arasından serbest serbest geçerek iskeleye vardı ve gemicice bir ıslık çalıp bir de Maltız ismi seslenince uzaktan, iki direkli bir gemiden birkaç tayfa sandala atlayarak sahile geldiler. Kaptanı alıp gemiye çıkardılar.
Kaptan o gece sabaha karşı hareket edeceklerini haber vererek her şeyin hazır olmasını emretti. Hâlbuki gemi henüz dört günden beri bu limana gelip gelir gelmez her malzemeyi dahi düzmüş, koşmuş olduğundan istenildiği anda denize çıkabilirdi. Hasan Mellah geminin ikinci kaptanıyla ta baş tarafa gidip ağız ağıza birkaç lakırtı konuştular. Ondan sonra bunlar ve gerek hoca, reis ve lostromo, kıç kamaraya inip birkaç şişe Fransız şarabı açtırarak içmeye başladılar.
Gemi içinde bulunanlar, bu kaptanı henüz tayin edilmiş bildiklerinden kendilerini beğendirmek için ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Hasan dahi henüz maiyetine almış olduğu adamları kendisine ısındırmak için iltifat ve riayetten ve vaatlerde bulunmaktan geri durmuyordu. Hava yaz olduğu için pek de geç kalmayan gece yarısına kadar beraber oturdular. Sonra kaptan, kendisinin bir saate kadar geleceğini arkadaşlarına haber vererek sahile çıkmak için sandala bindi. Gece yarısı nasıl bir mukaddes niyetle sahile çıktığını düşünürsek Hasan’ın yüreğinde olan memnuniyetin derecesini hesaplayabiliriz. Özellikle tam kendisi sandala girerken hareket üzere bulunan bir geminin tayfaları hareket şarkısını söylüyorlardı ki öyle bir hâlde bu şarkı dahi Hasan’ın yüreğine ziyadesiyle tesirden geri kalmıyordu.
Hasan sahile vardı. Bir aralık tayfalardan birisini beraber almak istedi. Ancak buna sonradan lüzum görmedikten başka belki zararını dahi hissederek Alfons’un konağına doğru yalnız başına yola çıktı.
Yolda giderken Hasan’ın yürek çarpıntısına nihayet yoktu. “Acaba uykuda mıdır? Kendisine evvelce bir haber göndermeye de muvaffak olamadım. Ya telaş ile rıza göstermeyecek olursa?..” gibi nice düşünceler yürek çarpıntısını arttırdıkça arttırarak çocuğu boğmak derecesine varmıştı.
Sözün kısası, gide gide konağa vardı. Ne görse iyi? Kendisi artık herkesi uykuda bulacağını hesap ederken, herkesi ayakta buldu. Hem de nasıl ayakta? Âdeta konağa haydutların girmiş olduğu geceden beş beter!
Alfons avazı çıktığı kadar haykırmakta, uşaklar içinde bir velvele, bir kıyamet! Zaptiyeler ile seyirciler karmakarışık!
Hasan bu hâli görünce birdenbire yüreği hopladı. “Mutlaka kıza bir şey oldu.” dedi. Konağın içine girmeye de cesaret edemiyordu.
Her ağızdan bin lakırtı çıktığı cihetle, hiçbirisinden bir şey anlayamıyordu. Nihayet “Bu kadar halk içinde beni kim tanır?” diye bahçeye kadar girdi. Gerek Angelino ve gerek aşçılara varıncaya kadar konak halkının hepsini birer birer görüp ortada yalnız Cuzella’yı göremiyordu.
Merakından çatlayacak! Alfons’un “Eyvahlar olsun, başıma bu bela da mı geldi?” diye haykırdığını işittikçe Cuzella’nın ya kendisine kıymış olduğunu yahut Pavlos tarafından vurulmuş olduğunu anlayarak az kaldı ki kendisini meydana koyup ortaya atsın!
Bir de bu aralık gözüne Marie ilişti!.. Artık Mellah’ın hâlini bırakıp Marie’nin hayretine dikkat etmeli. Karı şaşırdı kaldı. Hasan’ı görünce avazı çıktığı kadar haykıracağı geldiyse de Hasan tarafından sükût hakkında edilen şiddetli bir hareket üzerine, karı kendi elini ağzına götürerek güç hâlle sükût edebildi.
Bir kenara çekildiler ve söze başladılar:
Marie: “Aman, sen burada mısın?”
Hasan: “İşte, görüyorsun ya!”
Marie: “Cuzella nerede?”
Hasan: “Ben de onu aramaya geldim.”
Marie: “Vay, sen kaçırmadın mı Cuzella’yı?”
Hasan: (büyük bir yürek çarpıntısıyla) “Yok, aman ne olmuş?”
Marie: “İki saatten ziyade var ki sen gelip Cuzella’yı kaçırmışsın.”
Hasan: “Eyvah! Desene ki bu da bir düşman işi.”
Marie: “Yalan söyleme Allah’ı seversen!”
Hasan: “Vallahi haberim yok. Ben kaçırmaya gelmiştim.”
Marie: “Cuzella bu akşamdan beri konakta yoktur. Hem sen buralarda durma, kaç. Zira bugünden beri seni arıyorlar. Bana bile sordular. Özellikle bu vaka üzerine yakayı ele verirsen canını kurtaramazsın.”
Biçare Hasan Mellah, canını kurtarmaktan ziyade cananını kurtarmak için hemen iskeleye seğirtti. Sandala binip gemiye çıktı. Lostromoya derhâl demir alınmasını emrederek kendisi ikinci kaptana akşamdan beri limandan bir gemi çıkıp çıkmadığını sordu. Kaptan üç gemi çıktığını ve birisi güneşin batışından bir saat, diğeri üç saat sonra ve birisi de kendisi sahile giderken çıktığını söyledi.
Hasan cananını alıp kaçan herifin Pavlos olduğunu ve onun dahi mutlaka deniz yoluyla kaçacağını bildiği cihetle, hemen denize çıkmaya can atmış idiyse de adamın hangi gemi ile gittiğini ve ne tarafa kaçtığını bilmemesi biçare çocuğa büyük bir ümitsizlik vermişti.
Bir yandan demir alındı, bir yandan yelkenler fora edildi. Tam gemi limandan çıkmak üzere iken liman idaresinin adamları bir sandal ile gelip Alfons’un kızının bu gemide olup olmadığını araştırmaya başladılarsa da kızın bu gemide olmadığını araştırmaya memur olan zabit dahi biliyordu. Çünkü zabit “Onu akşamdan beri kalkan gemilerde aramalıydık.” diye kendi hareketine kendisi itiraz ediyordu. Velev ki, gemi bu gemi olsun. Bir kere demir alıp yelken açtıktan sonra gemiyi menetmek mümkün olur mu? O zaman vapurlar mı var ki?
Altıncı Bölüm
Hasan Mellah, birincisi cananını düşman elinden kurtarmak ve ikincisi de kendi kurtuluşuna yol bulmak için yalnız Rahibe Marie’den aldığı malumatla kalkıp denize çıkmıştı. Allah selamet versin. Şimdi biz Cartagena’nın son vukuatı demek olan o geceki vakaya bakalım.
Cuzella, Marie’yi özel görevle Hasan’a gönderdikten sonra, Hasan tarafından bir cevap gelmesini dört gözle beklemiş idiyse de Marie cevapsız gelince ve Hasan’ı orada bulamadığını söyleyince âdeta ümitsizliğe yakın bir hâle girmişti.
O gün, bir türlü akşamı edemeye edemeye nihayet akşam yaklaştı. “Belki biraz zihnimi dağıtırım.” diye kızcağız bahçeye çıktı. Bahçe içinde gezinirken alt taraftan ve ağaçlıklar içinden gayet üstü başı perişan ve ihtiyar bir adam çıkıp yanına sokulmaya başladı. Cuzella bu adamı dilenci zannetmişti. Tam kızın yanına sokulunca şu suretle söze başladı:
İhtiyar: “Ben Üçüncü Pavlos, namıdiğer Hasan Mellah tarafından geldim.”
Cuzella: (elinde olmadan ve yüreği çarparak) “Aman, kendisi nerede?”
İhtiyar: “Telaş etme. belki bize bakarlar. Güya fukaraya sadaka veriyorsun gibi yap!”
Cuzella: (güya para çıkarmak için elini cebine sokup) “Ne haber getirdin?”
İhtiyar: (para alır gibi yaparak) “Bu akşam güneşin batışından bir saat sonra hazır ol. Eğer Hasan’ı seviyorsan kaçacaksın. Hem bana bir cevap ver de kendisine götüreyim.”
Cuzella: (tıkana tıkana) “Haber götür, haber götür. Hem haber değil, beni götür! Kaçarım, kaçarım!”
İhtiyar: “Öyleyse bu akşam güneşin batışından bir saat sonra beni bahçe kapısı yanında bulursun. Ben de seni orada bulurum. Sen haydi içeriye git.”
Kız ile ihtiyar, bu suretle kavil ve karar verdikten sonra kız biraz daha dolaşıp konağa girmişti. İhtiyar dahi kayboldu gitti. Konağa girdikten sonra Cuzella’ya bir şüphe geldi. Kendi kendisine Sakın bu herif babam tarafından bir casus olmasın. Babam benim Hasan için kaçmayı göze aldıracağımı anlamak üzere bu hileyi kurmuş olmasın! diye düşünmeye başladı.
Bu düşünce üzerine kızcağız bir hayli muzdarip olmuştu. Fakat tam akşamüzeri babası geldiğinde herifin yüzünde böyle bir hileye delalet eder alamet görmeyip yalnız “İşte sizin sevdiğiniz herifi hükûmet arıyormuş. Galiba tutmuş da. Bu herif hem Müslüman hem de Fas devletinin şimdi eline geçse param parça edeceği bir herifmiş. Hükûmet de bunu Fas’a verecek.” diye kara habere yakın bir haber ile kızcağızı zehirlemeye çalışmıştı. Gerçi Cuzella bu habere dahi meraklandı. Ancak Hasan’ın tutulmuş olması hakkındaki rivayete kalbinden güldü. İçinden, Ben daha bir saat burada misafirim. Sonra gerek Hasan’ı gerek beni memlekette görebilirseniz ateşlere yakınız! diye alaylar bile etti.
Babası olacak hain, sofra başında nasıl çirkin tavırlar ile kıza bu işten vazgeçmesini nasihat ediyor ve kızın boğazından lokma geçmediğini gördükçe de nasihatlerinin tesir ettiğini zannediyordu. Kız ise herifin sözlerine kulak bile vermeyip edeceği firarın yolunu düşünüyordu.
Yemekten kalkıldı. Kız doğruca odasına çıkıp âlemde en kıymetli eşyası olmak üzere, âşığının resmini çerçevesinden çıkardı, koynuna koydu.
Artık gözü saatte. Yüreğindeki çarpıntıyı, vücudundaki titremeyi, mümkün değil tarif edemeyiz. Saat tam sözleştikleri vakti işaret ederken kız dahi titreye titreye alt kattaki odasına inip oradan da bahçeye çıktı. Ve bahçe içinde konağa bir bakarak “Ey içinde doğup büyüdüğüm konak! Şimdiye kadar benim için saadet yuvası idin. Bundan sonra var, baykuşların ve kargaların barındığı bir harabe ol, elveda!” gibi manaları anlatan bir göğüs geçirerek bahçe kapısına vardı.
Gündüzki ihtiyar orada hazırdı. İhtiyarın işareti üzerine, üstü başı temiz, pak bir adam sokağın başından gelip kızın koluna girdi. Cuzella bu adamı evvela Hasan Mellah zannederek “Sen misin iki gözüm?” demişti. Lakin sonra alaca karanlıkta Hasan olmadığını anlayınca “Hasan nerede?” diye titreye titreye bir sual sordu. Herif “Sizi beklemektedir efendim! Yürek çarpıntınızı teskin ediniz, korkacak hiçbir şey yoktur.” kelimeleriyle karşılık verdi. Bunların ikisi ileriden ve ihtiyar dahi on beş yirmi adım kadar geriden gidiyordu. Yanındaki adam olanca ağırlığını kendi koluna vermiş olduğu hâlde, Cuzella’nın yürümeye takat getirmediğini görünce “Ne yapayım, sizin için ne çare bulayım? Şu hâlde her çarenin yolu kapalıdır. Aman biraz gayret. İşte geldik. Nail olmaya gittiğiniz saadeti hatırınıza getiriniz. Kuvvetinizi toplayınız.” demesiyle şu söz kıza kuvvet vererek dermanını arttırdı.
Sahile kadar vardılar. İhtiyar dahi beraber olduğu hâlde sandala binip bir gemiye çıktılar. Cuzella kamaraya indiği zaman, kamarayı pek süslenmiş buldu. Hâlbuki kendisi orada Hasan’ın gelmesini beklerken gemi dahi yelken açıp limandan çıkmıştı.
Tam kendisine refakat eden delikanlı ve ihtiyar ve bir de zabit varken, delikanlı ile zabit birer birer çıkarak yalnız ihtiyar kaldı. Kız ihtiyara hitaben “Hani ya Hasan, Hasan nerede?” diye onu sordu. Bunun üzerine ihtiyar yapma sakalını ve eski püskü elbisesini atıp altından güzel kadife elbiseler içinde bir Pavlos olduğu hâlde çıkıp kızın ayaklarına kapandı.
Pavlos: “Aman efendim, bu küstahlığımı artık mazur görünüz. Ne yapayım? Sizden gördüğüm merhametsizlik üzerine bu surete müracaat etmeye mecbur oldum.”
Cuzella bu hâli görünce derhâl işi anlayıp “Hay!” diye düştü, bayıldı. Pavlos koştu, gemide özel olarak tuttuğu tabibi çağırıp kızı tedaviye başladılar.
Biçare kızcağız, ayılıp ayılıp yine bayılıyordu. Ağzından “Hasan’ım!” sözünden başka bir söz işitilmiyordu. Kızdan bu hâli gördükçe Pavlos’un dahi üzüntüleri gerçekten acınacak dereceye vardı. Cuzella ayıldıkça o kadar yalvarıyordu ki en taş yürekli olanlar bile onun bu hâline acırdı.
Tabip kıza bazı alkollü ilaçlar vererek cesaretini arttırdığı cihetle kızcağız gözlerini açtı.
Cuzella: “Ah, Pavlos, Sinyor Pavlos! Niçin ettin bana bu düşmanlığı?”
Pavlos: “Mazur görünüz efendim, özrüm meydanda. Size düşmanlık etmeye Allah beni muvaffak etmesin. Ne yapayım? Size kulluğumu bu suretle kabul ettirmeye mecburiyet gördüm.”
Cuzella: “Hasan’ım nerede?”
Pavlos: “Onu bilmem efendim. Aramızdaki düşmanlık onun yüzünü görmekten beni meneder.”
Cuzella: “İyi ya! Böyle yalana, hileye başvurmaktan utanmadın mı? Hiç ben sana yâr olabilir miyim? Kendime kıymaz da ne yaparım?”
Pavlos: “Kendinize kıydırmamak benim elimdedir efendim. Bana yâr olmak bahsine gelince; nasıl yalvarmak lazım gelirse yalvarır, size mutlaka kulluğumu kabul ettiririm.”
Cuzella: “Bilmiş ol ki, bu mümkün olamayacaktır.”
Pavlos: “Hasan Mellah’ı size elimle takdim edinceye kadar fedakârlığı göze aldırırsam?”
Cuzella: (çılgıncasına sevinerek) “Aman! Yoksa Hasan’ım burada mıdır? Burada ise Allah aşkına olsun getir!”
Pavlos: “Burada olsa billahi derhâl huzurunuza takdim ederdim. Fakat yoktur.”
Cuzella: “Ben Hasan’ımı isterim, Hasan’ımı! Ah, biçare Hasan!”
Pavlos: “Size bir lakırtı söyleyeyim mi? Bu kadar teessürde devam ederseniz Hasan’ı kendinizden değil, Allah korusun kendinizi hem Hasan’dan hem benden mahrum edersiniz! Müsterih olunuz. Size yalnız Hasan kul olmaz, âlem kul köle olur. Bakalım, arayalım. Eğer Hasan’ı bulursak kendisiyle barışıp onu size takdime kadar fedakârlığı göze aldırırım diyorum.”
Gerçi Cuzella’nın o andaki ümitsizliği teselli bulabilecek kadar bir ümitsizlik değildi. Lakin Pavlos’un böyle Hasan’ı kendi eliyle takdim edeceği suretine kadar verdiği teselliler ise az da olsa biraz ümit verebildi.
Bunun üzerine Cuzella, babası kızını kendisinden esirgemediği hâlde bu hıyanete başvurmaya neden mecbur olduğuna dair sualler sorup Pavlos ise Hasan Mellah’ın tecavüzünden korktuğu için bunu yaptığını söylüyor ve kız o hâlde Hasan’ından mahrum kalacağını düşünüp ümitsiz oldukça yerine getiremeyeceği kadar büyük vaatlerle yine ümit veriyordu.
Bu sıkıntılı hâl iki saat kadar devam etti. Nihayet Pavlos “Biraz hava alır, teneffüs edersiniz.” diye kızı güverte üzerine çıkardığı vakit kız etrafına bakarak İspanya sahili görülmeyip kendisini her taraftan denizle çevrilmiş bir ufuk içinde bulunca hüznünden hüngür hüngür ağlamaya başladı.