Kitabı oku: «Hüseyin Fellah», sayfa 2
Ana ile kız Karacehennem’in Kahvesi önünde on dakika bir çeyrek kadar vakit geçirdiler. Ortalık gereği gibi açıldı. Hatta birbirlerinin yüzünü görebilmeye başladıkları zaman, anası kızının ölü benzi gibi benzini gördükçe analık şefkatiyle dolu olan yüreğinin kanı kaynar ve kız dahi anasının son sıkıntılarını tasvir eden çehresini gördükçe evlatlık bağları gereği âdeta yüreği çak çak olurdu.
Analık şefkati herkesin tecrübe ettiği şey ise de evlatlık bağları herkesin yaşadığı bir şey olmadığından korkarım kızcağızda evlatlıktan doğduğunu haber verdiğimiz teessürü inkâr edersiniz. Lakin tecrübe edenler bilir ki her kimin ağladığını gördükleri zaman yüreklerinde hissettikleri acının beş on mislini ve belki de ölçüye, tartıya sığmayacak miktarını analarının ve babalarının ağladıklarını gördükleri zaman hissetmişlerdir. Evet öyledir! Ve öyle olmak lazım gelir! Bir kere düşünsenize, ana ile baba nedir? Ana ile baba var oldukça insana bela, musibet, felaket gelmesi tasavvur edilebilir mi? Validenin kucağı evlat için her felakete karşı bir siper, bir dayanak ve bir sığınma yeridir.
Anne evladını yüreğine bastı mı artık oraya tasallut için Azrail’e bile yol vermemek gayretine kalkışır. Ya baba? Ya baba? O her şey için bir koruyucudur. Çocuğu bağrına basmış olan validenin etrafında aslan gibi dolaşıp oraya uzanacak tasallut pençesine kendisi göğüs gerer. Evladını muhafaza eden anneyi de evladını da kendi muhafazası ve himayesi altına alır. Bu açıdan bakılınca baba ve anneyi sıkıntılı, dertli ve ağlar görmek, evladından ümitvar görmek, hele bu ümitten de meyus görmek, evlat için ne büyük teessürlere sebep olur.
Kız ile ana birbirinin yüzüne baktılar dedik. Malumdur ki birbirinin yüzüne bakan iki kimsenin ikisi de birbirine söyleyeceği bir söz olduğuna hükmederek, açıklama isterler. Hele esen bir rüzgârdan bile yardım uman insanlar, her çehreden bir haber beklerler. Bizim ana ile kızın dünyada yardım beklediklerinden böyle yüz yüze bakınca ikisi de birbirinden izahat beklerler.
Ana: “Ne baktın yavrum? Aklına bir şey mi geldi?”
Kız: “Hayır! Senin söyleyeceğin bir şey mi var yoksa?”
Ana: “Yok kızım. Ne söyleyeyim?”
Bu aralık Kılıç Ali Paşa Camisi’nden sabah namazını kılıp dağılan cemaati kız görünce aklına gelen bir şey üzerine anasını kolundan tutup cami kapısına doğru yürüdü. Ne yapacağını henüz anası bilmiyordu. Kapıya varınca kız, henüz parmaklarındaki kınaları solmayıp akik gibi parlamakta bulunan bir güzel eli titreye titreye cemaate karşı açmasın mı?
Anası bunu görünce “Hay!.. Bunu da mı gördüm?” kelimelerini -halktan utandığı için dişleri arasından- söyleyebilip kapının söğesine yığılıverdi.
Acayip! Bunlar dilenci takımından değildiler ha?
Vay! Siz hâlâ bunları sokak döküntüsü mü zannediyorsunuz? Hiç bunlar o takımdan olsaydılar, velev ki bir kepenk altından ibaret olsun kendilerine yuva kabul ettikleri yerde yan gelip zevklerine bakmazlar mıydı?
Billahi muharrir efendi! Artık siz de hüküm yürütmeyi pek incelttiniz ya! Kepenk altından ibaret bulunan bir yuvada yan gelinip yatılır mı? Sefaya bakılır mı?
Vallahi ey sevgili okuyucular! Beşerî saadeti, en büyük konaklarından başlayarak böyle kepenk altlarına ve ta mezarlık içlerine kadar her yerde aradım. Her yerde de nispet ve ölçüsünü bir buldum. En büyük konaklarda saadetin birkaç cihetten noksanı var. En küçük yuvalarda da yine topu topu birkaç cihetten noksanı var. Fakat o birkaç cihetler tamamlanırsa saadetin de ikmal edilmiş olacağına hükmedemem. Zira o hâlde de yeni birkaç cihet noksan görülür. Elinde seksen bulunan, onu yüze tamamlarsa bunu tamamlamış olacağı inanç ve beklentisindedir. Elinde sekiz yüz bulunan da onu bine tamamlarsa bu ikmal etmiş olacağını hesap eder. Hâlbuki yirmiyi beklemekle iki yüzü beklemek bekleyenler için aynı ölçüdedir. Elinde sekseni bulunduğu hâlde yüzü bekleyenler, öte tarafta sekiz yüze, sekiz bine, seksen bine, sekiz yüz bine, sekiz milyona malik olanlar dahi bulunduğunu hesap edince eğer ki yüreğinden fıkır fıkır kaynayan bir kan cereyan ettiğini hissederse de bir şiddetli göğüs geçirişin ciğerlerine doldurduğu külliyetli hava bu kaynar kana serinlik verebilir.
Size şu nispeti, umumi bir nispet olmak üzere yalnız kemiyet üzerine arz ettim. Keyfiyet üzerine arz etmedim. Siz bu kemiyetlere hangi keyfiyetleri nispet ederseniz muhakemeniz doğru çıkar. Bakınız size ben de şöyle bir nispet yapayım. Hem de tabii olduğu için inkâr kabul etmez. Zira mantıken her tabii aşikârdır.
Âlemde toprak üstünde yatanlar vardır ya? Tahta üstünde yatanlar da vardır. Bir kaba hasır üzerinde, bir seccade üzerinde, bir kangal yatak üzerinde, bir adi şilte üzerinde, pamuk şilteler üzerinde, kuş tüyü şilteleri üzerinde… Artık bunun daha ilerisi yoktur ki zikredelim.
Bunların hepsi rahat rahat yatar mı yatmaz mı? Acele edip de “Yatmaz.” demeyiniz. Kabul etmem. Ben yatar derim. Rahat yatar. Hem de pek rahat yatar. Çünkü pek rahat yatmamış olsa uyku uyuyamaz. Zira uyku demek, en dikkatli bilginlerin en dikkatli araştırmalarını üzerine verdikleri hükme göre vücudu rahatın istila etmesi demektir. İspatı da pek kolay. Uyku vücudu dinlendirmek için yaratılmıştır. Yorgun vücut uyku ile dinlenir. Dinlenmek demek yorgunluğun defedilmiş olması demektir. Bir şeyi yalnız onun zıddı defeder. Yorgunluğun zıddı ise rahattır. Öyleyse vücuttan yorgunluğun gitmesi demek rahatın gelmesi demektir. Öyleyse hükmederiz ki uykunun gelmesi, rahatın gelmesi ve uykunun vücudu istila etmesi, rahatın istilası demektir. Şimdi yukarıda saydığımız çeşitli yataklar üzerinde yatanlar rahat etmemiş olsalar nasıl uyuyabilirler?
Gerçi bunlar, kendi yataklarından daha güzel yataklar var olduğunu bilirler. Ben de bilirim. Benim yatağım pamuktan olduğundan onun fevkinde bir de tüy yatak olabileceğini düşünmekle hatta bir tüy yatak edinmeyi de bazı bazı arzu ederim. Karyolam dahi adi bir karyoladır. İhtimal ki bir de yaldızlısını arzu ederim. Fakat hiçbir vakitte zihnim bir altın karyolaya, bir sırmalı yatağa kadar varmaz. Bu kıyasla hesap ederim ki toprak üzerinde yatan adam, haydi benden daha zeki veyahut daha açgözlü olsun da tahtayı, kaba hasırı, seccadeyi, kangalı, adi şilteyi filanı atlayarak doğrudan doğruya pamuk şilteyi arzu etsin! Edinemeyince ne yapar? Bir ah eder. Yine toprağı üzerinde yatar. Yine rahat eder. Çünkü uyur.
Şu nispetleri, mesken hususuna da tatbik edince kepenk altında yatanların hâlâ yan gelip zevklerine bakabileceklerine itiraz edilir mi?
Öyleyse mademki bizim ana ile kız, ana cami kapısının sövesi üzerine yığıldı. Kendisinin bu gibi rezaletlere alışkın bir kadın olmadığına hükmetmek lazımdır. Çünkü ortaya koyduğumuz ölçüler icabınca kuş tüyü şilte üzerinde yatmaya alışmış olan bir vücudu birdenbire toprak üzerine indiriverirlerse o vücut rahatsız olur. Hatta toprak üzerinde yatanı birdenbire kuş tüyü şilte üzerine çıkarırlarsa yine rahatsız olur ya? Yükseliş ve alçalış, kâr ve zarar tesirce mütenasiptir. Zamanımızda birkaç emsalini gazetelerde hepimiz gördük ki Rumeli hisselerinden otuz bin lira kazananlar arasında bazıları çıldırmış, bazıları da dayanamayıp vefat etmiş olduğu gibi Komisyon hanında, külliyetlice para kaybedenlerin de bazıları çıldırmış, bazıları da telef olmuştur.
Bizim en ziyade teessüf ettiğimiz şey şudur ki ana ile kız cami kapısına vardıkları zaman cemaatin artık sonu çıkmakta olduğundan ve onlar da hamal Cemal takımından adamlar olduğundan biçare kızcağıza bir para veren bulunamamıştır.
İşin sonunda kız anasının koluna yapıştı. Ve dizlerinin titremesinden dolayı yürümeye mecali olmayan validesini sürüklemek nevinden bir götürüş ile caminin sağ tarafında bulunan cenaze namazgâhına kadar götürüp namazgâhın sol tarafındaki saçak altına yatırdı. Kendisi de validesinin yanına yatıp elini eline alarak ve sonra birkaç defa muhabbetle öpüp koynuna sokarak yorgunluğun galebesiyle, aç açına garip bir uykuya dalıp gittiler.
Dördüncü Kısım
Ana ile kız gözlerini açtıkları zaman, başlarına yaklaşmış olan bir güzel yaz güneşinin ortalığı güzelce ısıtmış buldular. Bu güneş kendileri için pek hoş görünmüştü. Sanki bütün ömürlerince hiç güneş görmemişler gibi bu güneşe gerek anası ve gerek kızı bayağı sevindiler. Acaba âlemde hiçbir şeye malik olmayanlar için güneş dahi mülkten mi sayılır? Öyle olması gerekir. Zira o gece yağmurdan sırılsıklam ıslanmış olan bu biçareler için güneşe mukabil bir ayaz olsaydı hâlleri neye varırdı?
Zaten biçare valide geceki yorgunluk üzerine âdeta hastalanmış olduğundan yerinden kalkmaya çalıştığı zaman aczini görerek meyus oldu. Kız var kuvvetini toplayarak sıçradı, kalktı. Her ne kadar hendeğin çalıları ve sokakların çamurları, taşları, kumları üzerinde yürümekten ayakları yaralanmış idiyse de durum ve mekân yaranın zahmetine ehemmiyet vermeye müsait olmadığını göz önüne alarak yavaşça anasının yanından ayrıldı.
Muharrir efendi! Şu kızın genel hâlini hikâye ettiniz ama güzelliğine dair bir şey söylemediniz.
Gerçi kusur ettik. Erkekler yanında “kız” kelimesini tekellüm etmek hüsn ve cemal hükümlerini yâd etmek demek olduğunu düşünemedik.
Lakin bu bölümde beni mazur görünüz. Zira karşımızda bulunan kız, öyle güzelliğiyle şairane hisleri gıcıklayacak mahlukattan değildir. Bu kadar elem ve kederlerin hırpalamış olduğu çehreden ne umarsınız? Hele o çehre ki çamurdan, pislikten rengi görünmeyen bir entari ve çıplak ayaklar ile birbirine girmiş ve hepsi bir yırtık fes altına sıkışmış olan saçlar dahi ona hiçbir letafet veremez. Biçare kızcağızın meydanda fidan gibi boyundan başka hiçbir göze görünür yeri yoktu. Ama nasıl fidan? Kasırga rüzgârına maruz kalmış bir fidan!.. Bu hâlde bulunan peyda edecekleri her gün karşılaşılan şeylerdendir.
Hele validesini hiç sormayınız! İnsan olduğu anlaşılamayacak bir hâlde diyemesek bile mutlaka kadın olduğu yalnız entari giymesinden anlaşılabilip yoksa çehresinden cinsiyetini ayırmak mümkün olamayacak surette idi. Ahh!.. Hem felakete uğramış hem hasta olan biçareden ne ümit edilebilir ki? Kızın, validesi yanından ayrılmış olduğunu haber vermiştik. Oradan ayrıldı da ne yapmaya gitti? Ne yapmaya gidecek? Sabahleyin aklına gelip de icrasına katiyen karar verdiği işi yapmaya gitti. O işin ne olduğunu unuttunuz mu? Unuttunuz ise haber verelim: Dilencilik!
Bu bir sanattır ki İstanbul’da onu icra edenler içinde altını küpe doldurmuş adamlar bulunduğunu masal olarak hikâye ederler. Lakin bizim Şehlevend (Çünkü dün gece validesinden böyle işittik.)… Bizim Şehlevend biçaresi bu masalı bildiği hâlde dilenciliği küp dolusu altın tedarik etmek gayretiyle yapmıyordu. Şehlevend, her şeyin iyi ve kötüsünü ayırt etmeye, iyiliği övmeye, kötülüğü yermeye iktidarı kifayet edecek mertebede akıl sahibiydi. Hatta kendisi henüz dilenci kız olmadığı zamanlar, eli ayağı sağlam olup da yine dilencilik edenleri ziyadesiyle ayıplayarak, o kabil dilencilere sadaka vermek caiz olmadığını bile iddia ederdi. Binaenaleyh bu kere her çaresi tükenip de kendi hayatından da umut kesilmiş bir biçare validenin imdadına yetişmek için avuç açmaya mecbur olunca bu mecburiyet kendisi için ölüm kadar acı bir mecburiyet görünmüştü.
İyi ama avuç açmayıp da ne yapacak? Ölüm kadar acı imiş! Hâlbuki Şehlevend ölüme de razı oldu. Ondan ötesi var mı?
Var! Ölümden öte gâvur köyü yok, derler ama başka bir şey vardır, o da namustur! Şehlevend bunu da bilirdi! İşte bunu da bildiği için kendi nazarında ölüm kadar acı olan bu zillete düşmüştü.
Henüz cami vakti gelmemiş olduğundan kızcağız çarşı içine çıkıp bir şekerci dükkânının önünde durdu. Ama bir de şeker almak için cesurca duruş vardır. Öyle değil. Boynunu bükerek durdu. Boynunu bükerek o kadar çekingenlikle, o kadar bir hüzünle ki tam avucunu açtığı zaman şekerci kendisine “İnayet ola!” demiş olsa memnun olacağını ve böyle demeyip de tekdir ederse o zaman pek büyük ızdırap duyacağını hesap ederek durdu. Şekerci, ak sakallı, beyaz sarıklı, üstü başı sakız gibi bembeyaz, tertemiz bir adam idi. Kızcağızın dilenci olduğunu anlayarak çıkarıp birkaç tane peynir şekeri verdi. Şehlevend tekdir ile kovulmayıp bilakis iltifatla gönderildiğine o kadar sevindi ki müddet-i ömründe bu kadar sevindiğini hatırlayamadı. Ancak dükkândan ayrıldıktan sonra şekerlerin yüzüne bakıp bakıp da “Karınları tok, sırtları pek olanlar ağızlarını da tatlandırmak için şeker yerler. Nasıl ki ben de o hâlde iken öyle yerdim. Şimdi ben şekeri ne yapayım? Anacığım şekeri ne yapsın? Bizim karnımız aç! Şekercinin verdiği şeker olmayıp da zehir olsaydı belki işimize daha ziyade yarardı.” diye kaldırdı ve şekeri kızgınlık ile çamurun içine atıverdi.
Biçare kızcağız! Ümidi başka yerden bulmak için bir müddet düşündü. Derken üstü başı temiz bir efendi geçtiğini görünce her ne kadar biraz daha cüreti artmış idiyse de hâlâ utancından mosmor kesilerek ona da elini uzattı.
Neye nail olsa beğenirsiniz? Üstü başı temiz olan efendi, o yürekler acısı kıza iki para vermek şöyle dursun ve nazikane “İnayet ola!” demek dahi şu tarafa kalsın “Hele bak şu utanmaza! At kadar olmuş da hâlâ dilenmekten hayâ etmiyor. Elinde kınası da var! Aman ya Rab, ne rezalet?” diye bir iyi tekdir de etti.
Siz ölüm acısıyla ağlamamaya kadar tahammülü olan Şehlevend’in bu azarlamaya tahammül edemeyerek gözlerinden iki tane fındık kadar yaş fırladığını hesap ededurunuz, biz de bu üstü başı temiz olan efendinin bir mahzun yürek paraladığını zannetmek şöyle dursun, hatta “Ama ne kadar da teessüf olunacak şeydir! Gelişmiş yetişmiş koskoca bir kızı hâlâ bir zapt altına almıyorlar da başı boş bir hayvan gibi çarşıya koyuveriyorlar! İki para için avuç açan bir kız iki kuruş için ne açmaz?.. Sonra da tutarlar, kabahati ya kıza veyahut erkeğe bulurlar. Kabahat ne ondadır ne de bunda! Böyle yetişkin kızları dilendirip de ondan istifadeye çalışan hamiyetsiz velilerdedir!” tasavvurlarıyla kendisini pek hakim bulmakta ve o gün bir büyük hikmet sarf etmiş olduğuna inanmakta bulunmasına şaşalım.
Gerçi üstü başı temiz olan efendinin bu sözü aynı hikmettir. Hikmet ise sevilir bir şeydir. Zira insan için hidayet delilidir. Ancak hikmeti yalnız bilmek ve rivayet etmek yetmez. En büyük zorluk emri tatbiktedir.
Kitab-ı hikmette bir satır görürsünüz ki “Kendi sırrını sen saklamayıp da başkasına açıklarsan, o adamın onu gizlememesine hiç darılmamalısın.” diye yazılıdır. Bu söz pek doğru bir sözdür a!.. Hikmetin gözüdür de! Yine o kitab-ı hikmetin diğer bir satırında “Danışan dağı aşmış, danışmayan yolu şaşmış.” der. Bu da pek doğru bir sözdür. Hikmetin gözüdür! Öyle değil mi? Hâlbuki danışmak için sırrı açmak gerekir. Ve diğer bir tabirle sırrı açmamak danışmaktan vazgeçmek olur. Öyle ise bu sözler birbirini yalanlıyorlar. Birbirini yalanlayan iki sözün ikisi de boştur. Şu mukabele ve muvazenede devam edilecek olursa görülür ki kitab-ı hikmetin her hükmünü yalanlayacak bir hükmü daha vardır. Öyleyse hikmete, baştan aşağı boş ve hükümsüzdür deyip geçeceğiz. Öyle değil mi?
En doğrusu, öyle olmaması gerekir. Yukarıda dediğimiz gibi asıl zorluk tatbiktedir. Bir adam felsefeyi yutsa yine hakim olamaz. Hakim odur ki hikmetin hükümlerini olaylara tatbik edebile. Tıpkı tabip gibi ki başka birisine verecek olsa öldürücü zehir yerine geçecek olan bir ilacı, bir hastalığa tatbik ederek şifa ile sonuçlandırabilir. Yani hastalığı ve devayı bilmek tabiplik değildir. Bir vücutta hangi hastalık olduğunu bilip ona bir tedavi uygulamak tabipliktir. Yine iyi ve kötüyü bilmek ve iyi ile kötünün ıslah ve tadilini de bilmek hikmet değildir. Her meselenin fenalığının neresinde ve neden ibaret olduğunu teşhis edip onu ıslah edecek tedbir bulmak hikmettir.
Bazı kere tabibe “hekim” derler. Zannımıza kalırsa hakime dahi “tabip” dememeli. Aralarında şu fark vardır ki tabip vücudu tedavi eder hakim ise ruhu!
Bizim üstü başı temiz olan efendinin hikmetten haberdar olduğunu, Şehlevend’e söylediği azarlayıcı söz anlattı. Fakat yukarıdaki ölçülerden dahi kendisinin hakim ve ruhu tedavi eden bir hekim olmadığını anladık. Çünkü sarf ettiği hikmet, bir ruhani deva ise de o devaya muhtaç olan hasta Şehlevend değildi. Binaenaleyh sözü geçen deva Şehlevend’e şifa vermeyip onu âdeta zehirledi. Hem de ne zehir! Acısı -avam tabirince- burnundan değil, gözlerinden geldi!
“Öyleyse dilenmem de! Zaten ölüme razı olmadık mıydı? Bugün de aç kalarak bu akşam… Nihayet yarına kadar açlıktan…” diye yine dün geceki fikrini yineledi. Bu cesurca azim ve dünyanın türlü saadeti ve insanların her bakımdan merhamet ve insaniyetleri aleyhine ümitsiz bir nefret ile kalktı, cenaze namazgâhındaki validesinin yanına geldi. Zavallı kadıncağız! Gerçekten cenaze olmasına hiçbir şey kalmamıştı. Kızını görünce başını kuru hasır üzerinden güç bela kaldırıp dedi ki: “Ne haber Şehlevend?”
Kız: “Kimden ne haber anacığım? Neden ne haber?”
Ana: (gözlerinden iki kaynar yaş yuvarlanarak) “Hiç!.. Bir haber getirdin zannettim.”
Kız: “Bir taraftan bir haber beklediğimiz var mıydı?”
Ana: (başını, yani yüzünü kıza göstermemek için öte tarafa dönerek) “Ben öyle zannettim.”
Validesini bu hâlde gören hamiyetli bir kız olur? Bu valideyi kurtarmak lazım, kurtarmak! Onun için dilencilik yapmak, pek küçük kalır…
Hayır! Pek küçük kalmaz. Pek büyüktür! Bu valideyi kurtarmak ne kadar büyük bir vazife ise dilencilik dahi o kadar güç bir iştir.
İşte bu güçlüğe dahi katlanmak karar ve gayretiyle kız kalktı. Gözlerini silerek cami kapısına vardı. Öğle ezanı da okunmuştu. Camiden çıkmakta bulunan cemaatin merhamet ve mürüvvet semeresi olan lütfuna yarım saat kadar eli açık boynu bükük beklediği hâlde, eline ancak bir ekmek alacak kadar para geçirebildi.
Ne fütuhat!.. Ne zafer!.. Acaba Şehlevend ömrü boyunca bu kadar büyük bir servete nail olmuş muydu?
Hemen ekmekçiye koştu. Bir ekmek aldı. Ekmeği iki eliyle yakalayıp validesine götürdü.
Lakin ne fayda? Dertli insanın içinde baklavaları, börekleri kabul edecek iştah bulunmadığı hâlde kurumuş kalmış olan boğazdan kuru ekmek geçer mi?
Kadıncağız bir lokma ekmek koparıp ağzına attıysa da çiğnedikçe lokma büyüyüp ta boğazına sığmayacak dereceyi buldu… “Aman bir kaşık sıcak çorba!” diye mahzun mahzun kızının yüzüne baktı.
Bereket versin ki kızda hüznünü arttıracak bir tavır görmedi. Bilakis kız tam bir cüretle kalktı. Ekmeği eline alıp caminin bahsi geçen namazgâhının karşısında bulunan muvakkithane kapısından çıktı. Lakin kızın cüreti kapıdan çıkıncaya kadar idi. Ondan sonra her adım attıkça cüreti eksilerek kapı içi yanında bulunan işkembe çorbacısına ancak varabildi. Şu kadar var ki bu dükkânın önünde şekerci dükkânının önündeki gibi durmuyordu. Çünkü şekerci dükkânına dilenmeye gitmişti. Buraya ise alışverişe gelmişti.
Yani az bir çekingenlikle “Çorbacı! Sana şu ekmeği vereyim bana iki kaşık çorba verir misin? Şurada cami içinde valideme içireceğim.” dedi. Herif kızın gösterdiği ekmeği, iki kaşık çorbadan daha değerli görerek ve bu alışverişte kârlı çıkacağını hesap ederek çorbayı vermeye razı olduysa da camiye kadar çanağını göndermeye emniyet edemedi. “Çanak için de beş para bırakmalı.” dedi. Kız “Beş param olsa bırakırdım.” cevabını verince “Ananı buraya getir.” dedi. “Anam hastadır. Gelemez ki getireyim. Üzerimde de para eder hiçbir şey yok ki rehin bırakayım, istersen çırağını beraber ver de çanağı ona teslim edeyim.” demiş ve bu konuda dilenircesine bir hayli ricada dahi bulunmuş ise de çorbacı bu kadar küçük bir iş için çırak gönderemeyeceğinden bahisle kızı kovmuştu.
Şehlevend çorbacı tarafından reddedilmesi üzerine mahzun olup gitti mi zannedersiniz? Henüz mahzun olmadı. Validesinin hayatı için halis deva iki kaşık çorba olduğundan onu almaksızın giderse asıl o zaman mahzun olacaktı.
Ne yazık ki işte bu mahzuniyet dahi fazla gecikmeyip ortaya çıktı. Kız belki çorbacının merhametini kazanırım diye kapının önünde boynunu büküp dururken çorbacı, kızın hâlâ kapıda ve kendi tabirince miskin miskin durduğunu görünce bu defa daha kızıp köpürerek “Haydi oradan haydi! Satılık çorba yok! Satılık çorba var ama değiş tokuş edecek malım yok! Çekil kapının önünden. Geleni gideni rahatsız etme!” dedi ki işte Şehlevend bu hakareti bir türlü havsalasına yediremeyip ağlayarak -hem de hüngür hüngür ağlayarak- gözlerini semaya dikti!..
Bu aralık çorbacı dükkânından kukuletasını sarık gibi başına sarmış aba poturlu, mavi çuka saltalı bir Laz çıkıp “Çorbacı şu kız için büyücek bir çanak çorba hazırla! Terbiyesi filanı güzel olsun! Çanağı da benden iste!” dedi. Çorbacı böyle bir emri nasıl telakki eder? “Peki! Başüstüne Mehmet Ali Ağa!” deyip ölçülü takırtılarıyla işe başladı ki bu emir ve emrin yerine getirilmesi, derhâl kızcağızın rengini değiştirmiş ve yüzünü güldürmüştü.
Yahu! Ne kadar da olsa dünyada yine göğsü imanlı adamlar vardır. Bak Mehmet Ali Ağa’ya… Öyle değil mi muharrir efendi?
Biz imanın göğüste olduğuna dair bir haber alamadık. Haber aldığımız şey şudur ki çorba hazırlandı, Şehlevend kâseyi alıp camiye geldi. Validesi sıcak çorbanın buharıyla beraber etrafa yayılan sirke kokusunu hissedince kuvvetini toplayarak kalkmış idi.
Kızcağız validesini önüne oturtup kaşık ile çorbayı içirdi. Bu aralık demir parmaklıklar yanında Laz’ı gördüyse de görmemişe döndü. Validesinden sonra kendisi de karnını doyurarak sonra çanağı alıp çorbacıya götürdü. Yolda yine Laz’a rast gelmişti. Laz “Çanağı bırak da gel beni son cemaat yerinde bul!” dedi. Kız da “Peki ağacığım.” cevabını verip Laz’ın kendisini niçin çağırmış olabileceğini bilmediği hâlde, hâl ve mevkiye göre böyle büyük bir ihsanına nail olduğu adamın emrine uymamanın münasip olmayacağını hesap ederek, vardı çanağı bıraktı. Geldi, son cemaat yerinde Laz’ı buldu.