Kitabı oku: «Monte Kristo Kontu», sayfa 5
11
Dantés ertesi sabah, Faria’nın hücresine girdiği zaman, onu sağlam sol elinde bir kâğıt parçası ile sakin sakin oturur hâlde buldu. Faria hiçbir şey söylemeden kâğıdı Dantés’ye gösterdi.
Dantés, “Nedir bu?” diye sordu.
Rahip gülümseyerek cevap verdi: “Dikkatle bak bakayım.”
“Baktım. Garip bir mürekkeple ve Gotik harflerle üstüne bir şeyler yazılmış yarısı yanmış bir kâğıt.”
“Benim hazinem işte bu kâğıt parçası dostum. Bugünden itibaren bu hazinenin yarısı senindir.”
Dantés soğuk soğuk terlediğini hissetti. Faria’yı tanıdığından beri kendisinden başka herkesin onu hapishanede deli sanmasına sebep olan meşhur hazineden bahsetmemeye çalışmıştı.
Faria gülümsedi.
“Tüylerinin ürpermesinden ne düşündüğünü anlıyorum. Fakat merak etme, ben deli değilim. Bu hazine sahiden var ve eğer kader ona sahip olmanı diliyorsa sahip olacaksın. Herkes beni deli sandığı için kimse sözlerime kulak vermek istemedi fakat sen pekâlâ deli olmadığımı biliyorsun. Onun için beni dinle, inanıp inanmamak konusunda sonra karar ver.”
Dantés, “Geçirdiğiniz kriz sizi yorgun düşürdü.” dedi. “Biraz dinlenmek istemez misiniz? Hikâyenizi yarın dinlerim. Bugün istirahat edin.” dedi.
Sonra gülümseyerek ilave etti: “Hem bu durumda, hazinenin bizim için pek acelesi de yok, değil mi?”
“Var var. Yarın üçüncü bir kriz geçirmeyeceğim ne malum. Görüyorum bana inanmıyorsun. Bir delil istiyorsan bugüne kadar kimseye göstermediğim şu kâğıdı oku.”
Dantés, yaşlı adamın deliliğine inanmak istemeyerek “Yarın.” dedi.
“Hazine meselesini yarın konuşuruz. Fakat şu kâğıdı şimdi oku.”
“Susun… Ayak sesleri var. Biri geliyor. Gitmem lazım. Hoşça kalın.”
Dostunun deliliğine kendisini inandırmaktan başka bir şeye yaramayacak olan bir hikâyeyi dinlemektense oradan kaçmayı daha iyi bularak bir yılanın sürat ve çevikliği ile yer altı geçidinde kayboldu. Faria’nın deliliğine inanmak mecburiyetinde kalacağı o korkunç anı mümkün olduğu kadar geriye atmak için o gün bir daha hücresinden çıkmadı.Fakat zindancı gelip gittikten sonra Dantés’nin dönmediğini gören Faria, onun hücresine gitmeye çalıştı. Dantés, felçli kol ve bacağını sürüyerek geçitte ilerlemeye çalışan yaşlı adamın iniltilerini duyunca titredi. Faria’nın yalnız başına hücreye gelmesine imkân olmadığı için ona yardımetti.
Faria içten bir gülümseme ile “Elimden kurtulamayacaksın.” dedi. “Benim cömertliğimden kaçacağını sanmıştın ama kaçamayacaksın. Şimdi dinle beni.”
Başka çare olmadığını gören Dantés onu yatağa oturttu. Kendisi de sandalyeyi çekip karşısına oturdu. Faria anlatmaya başladı:
“Bildiğin gibi ben bir zamanlar Spada sülalesinin son vârisi Kont Spada’nın kâtibi ve yakın arkadaşı idim. Dünyada saadet olarak ne tattıysam bu çok kıymetli kişiye borçluyum. Kendisi zengin değildi fakat mensup olduğu ailenin zenginliği bir zamanlar dillere destan olmuştu. Herhangi bir kimsenin servetinin büyüklüğü anlatılmak istenildiği zaman ‘Spada’lar gibi zengin’ derlerdi. Kont Spada’nın sarayı benim cennetimdi. Onun yeğenlerine ders verirdim. Fakat yeğenleri öldüler. Onlar ölünce hayatta yapayalnız kalan efendime minnet borcumu, onun her isteğini yerine getirmek suretiyle ödemeye çalıştım.
Sarayda her yere girer çıkardım. Kontu daima eski kitapları incelerken ve ailesinden kalan tozlu evrakları karıştırırken görüyordum. Bir gün ona, bu lüzumsuz uğraş ile sabahlara kadar yorulduğunu, ondan sonra da sıkıntı ve strese kapıldığını söyleyerek bu hâlinden kendisine şikâyet ettim. Acı acı gülümsedi ve Roma şehri tarihine dair bir kitabı açtı. Kitapta, Papa VI. Alexander’ınhayatından bahseden on ikinci fasılda, hiç unutamadığım şu satırları gördüm:
Büyük Romagna Savaşları bitti. Zaferini tamamlayan Sezar Borjiya’nın bütün İtalya’yı satın alabilmek için çok paraya ihtiyacı vardı. Son fikir değişikliklerinden ötürü kendisi için hâlâ dehşet verici olan Fransa Kralı XII. Louis’den kurtulmak için papanın da paraya ihtiyacı vardı. Bu bakımdan, o günlerin bunalmış ve fakirleşmiş İtalya’sında gittikçe daha zor bir hâl almakla beraber bazı kârlı spekülasyonlar yapmak lazımdı.
Mukaddes pederin bir fikri vardı. İki yeni kardinal atayacaktı. Roma’nın en büyük ve en zengin iki adamını seçmek suretiyle bu teşebbüsü son derece kârlı bir hâle sokabilirdi. Önce bu iki adamın, hâlen sahip oldukları mevkileri ve unvanları satar, sonra yeni iki kardinale bahşedeceği şerefler karşılığında onlardan çok yüksek, paralar isteyebilirdi. Üçüncü bir husus vardı ki o da daha sonra gelecekti.
Papa ve Sezar Borjiya, bu iki kişinin, papalık idaresinde tek başına en yüksek dört makama sahip olan Giovanni Rospigliosi ile Roma’nın en zengin ve en asil kişilerinden biri olan Caesar Spada olmasını tercih ettiler. Sezar Borjiya sonra, bunlardan boşalacak makamları satın alacak olanları buldu. Netice itibarıyla Rospigilosi ile Spada kardinal olmak için para öderlerken sekiz kişi de onlardan boşalan makamlara gelmek için para ödediler. Spekülatörlerin kasalarına sekiz yüz bin altın girdi.
Şimdi gelelim spekülasyonun üçüncü kısmına. Papa, minnetlerinin hakiki borcunu ödemek ve Roma’da yerleşmek için Kardinal Rospigliosi ile Kardinal Spada’nın servetlerini topladıklarına kanaat getirdikten sonra Sezar Borjiya ile beraber, onları akşam yemeğine davet etti. Bu davet mukaddes peder ile oğlu arasında ihtilafa sebep oldu. Sezar, en yakın arkadaşlarının tasarrufunda olan tertiplerden birini kullanmak fikrinde idi. Bazı kimselere bir dolabı açtırdıkları meşhur anahtar vardı. Bu anahtarın sapında, ihmal neticesi meydana gelmiş küçük bir sivrilik bulunuyordu. Dolabın kilidi zor açılırdı. Dolabı açması istenilen kimse bu yüzden anahtarı biraz zorlayınca sivri kısım eline batar, ertesi gün de o kişi ölürdü. Sonra sezarın bazı kimselerin elini sıkacağı zaman parmağına taktığı arslan başlı yüzük vardı. Tokalaşma esnasında arslan başı adamın avcuna batar, yirmi dört saat sonra da o adam ölürdü.
Bu bakımdan Sezar kardinallerden ya dolabı açmalarını istemeyi yahut da içten bir hareketle onların ellerini sıkmayı teklif etti. Fakat VI. Alexander şu cevabı verdi: ‘Bu kıymetli kardinallere bir yemeği çok görmeyelim. Hem hazımsızlığın hemen kendini belli ettiğini unutuyorsun. Hâlbuki senin yöntemin ancak ertesi gün yahut iki gün sonra netice verir.’
Sezar, babasının sözlerini mantıklı bularak kendi teklifinden vazgeçti ve iki kardinal yemeğe davet edildi. Sofra, kardinallerin bahsini çok duydukları papaya ait Sen Pietro in Vincoli civarındaki bir bağda hazırlanmıştı.
Yeni makamının gururu ile dolu olan Rospigliosi midesini bu ziyafete hazırladı. Yüzüne en sevimli gülümsemesini yerleştirdi. Geleceği parlak genç bir yüzbaşı olan yeğeninden başka kimseyi sevmeyen ve akıllı bir adam olan Spada ise eline bir kâğıt kalem alarak vasiyetnamesini yazdı. Sonra kendisini bağ civarında beklemesi için yeğenine haber gönderdi fakat, haberi götüren adam, genç yüzbaşıyı bulamadı. Spada, Papalık makamının bu çeşit davetlerini bilirdi. Hristiyanlık, uygarlaştırıcı tesirini Roma’ya getirdiğinden beri artık herhangi zorba bir hükümdarın gönderdiği yüzbaşı ‘Sezar sizin ölmenizi istiyor!’ değil; papanın gönderdiği bir elçi, tatlı bir tebessümle ‘Mukaddes peder sizin kendisi ile yemek yemenizi istiyor.’ diyordu.
Spada bağa geldiği zaman papa kendisini bekliyordu. Spada’nın gözüne ilk çarpan, Sezar Borjiya’nın son derece içten dikkati altındaki yeğeni oldu. Spada’nın rengi sarardı. Sezar ona her türlü tedbiri aldığını, tuzağın çok iyi hazırlandığını ifade eden alaycı bir bakış fırlattı.
Ziyafet başladı. Spada yeğenine ancak ‘Sana gönderdiğim haberi aldın mı?’ diye sorabildi. Yeğen, almadığını söyledi. Sorunun anlamını çok iyi anladı ama geç kalınmıştı. Çünkü uşağın getirdiği nefis bir şarabı az önce içmişti. Spada’nın şarabını başka bir şişeden koydular. Bir saat sonra bir doktor ikisinin de yedikleri mantardan zehirlendiklerini bildiriyordu. Spada bağ kapısının eşiğinde öldü. Yeğeni de kendi evinin kapısında, karısına, onun anlayamadığı bir işaret yaparken son nefesini verdi.
Sezar ve papa, Spada’nın evrakını gözden geçirmek bahanesi ile vasiyetnameyi elde etmeye çalıştılar fakat vasiyetname olarak Spada bir kâğıdın üstüne yalnız şunları yazmıştı: ‘Sevgili yeğenime kasalarım ve kitaplarımla beraber, kendisini çok seven amcasından bir hatıra olarak saklayacağı ümidi ile altın köşeli dua kitabımı bırakıyorum.’ Spada’nın vârisleri her tarafı aradılar, dua kitabına hayran oldular, eşyaları götürdüler fakat Spada gibi zengin bir adamın bu kadar sefil bir amca olmasına hayret ettiler çünkü hazine hiçbir yerde yoktu. Sezar ile babası da aradılar, her yeri karıştırdılar, sorup soruşturdular. Fakat onlar da bir şey bulamadılar. Spada yalnız iki sarayla bir bağ bırakmıştı. Bunlar da papa ile oğlunun aç gözlerini tatmin etmekten uzak olduğu için ailede kaldı.
Aylar ve yıllar geçti. Papa ile oğlunun ölümünden sonra, Spada Ailesi’nin eskiden olduğu gibi gene lüks içinde yaşayacağı sanıldı fakat öyle olmadı.Şöyle böyle bir hayat sürdüler ve karanlık konu, esrar içinde gömülü kaldı. Genel düşünce, babasından daha kurnaz olan sezarın iki serveti de babasından kaçırdığı idi. İki servet de diyorum. Çünkü hiçbir tedbir almamış olan Kardinal Rospigliosi tamamıyla soyulmuştu.”
Faria gülümseyerek “Buraya kadar hikâyede hiçbir mantıksızlık yok, değil mi?” dedi.
Dantés, “Kesinlikle.” dedi. “Üstelik çok da ilgi çekici. Devam edin lütfen.”
“Devam ediyorum:Spada Ailesi zamanla kendilerini bu hâle alıştırdılar. Yeni yetişenlerden kimi asker kimi de diplomat, din adamı, banker oldu. Kimi zenginleşti kimi elde, avuçta kalanı da kaybetti.”
Faria, “Şimdi…” dedi. “Ailenin son ferdine, kendisine kâtiplik ettiğim Kont Spada’ya geliyorum. Meşhur din kitabı ailede kalmıştı. Son sahibi de Kont Spada idi çünkü ele geçen tek vasiyetnamedeki o garip ibare, kitabı, ailenin âdeta batıl bir ihtirasla sakladığı kutsal bir emanet hâline getirmişti.”
Ben bu hazineden Borjiya’ların da Spada’ların da faydalanmadıklarından bunun, Arap masallarındaki, bir perinin başında beklediği toprak kâseler içindeki servetler gibi sahipsiz olarak durduğundan emindim. Her yeri aradım, defalarca ailenin son üç yüz yıl içindeki gelir ve giderlerini hesap ettim fakat ne ben bir şey öğrenebildim ne de Kont Spada fakirlikten kurtuldu.
Kontum ölürken bana, içinde meşhur dua kitabı da olan beş bin ciltlik kitaplığını ve her sene onun adına dinî bir ayin yapılması ve ailesinin bir tarihini yazmam şartı ile bin kron bıraktı.
1807 yılında, Kont Spada’nın ölümünden on beş gün sonra ve tutuklanmamdan bir ay önce, saray bir yabancıya satıldığı, ben de Roma’dan ayrılıp Floransa’ya yerleşmek üzere hazırlandığım için belki bininci defa evrakları düzenliyordum. Hem yorulmuş hem de yediğim ağır öğle yemeğinden ötürü uykum gelmişti. Başım düştü. Uyuyakalmışım. Saat öğleden sonra üçtü.
Saat altıyı vururken uyandım. Her taraf karanlıktı. Işık getirmelerini söylemek üzere zili çaldım. Fakat gelen olmadı. Bunun üzerine elime bir mum alarak ocaktaki kordan ucunu yakmak üzere bir kâğıt parçası aramaya başladım. Karanlıkta yanlışlıkla kıymetli bir evrakı alırım diye korkuyordum. Aklıma, yanımdaki masanın üstünde duran meşhur dua kitabının arasında gördüğüm, sahifeyi işaretlemek için yüz yıllar önce konduğu muhakkak olan ve ailenin de bir çeşit saygı hissi ile yerinde bıraktığı eski, sararmış kâğıt geldi. El yordamı ile kâğıdı buldum, kıvırdım ve bir ucunu ocaktaki kor ile yaktım.
Ateş alır almaz sanki sihirli bir el değmiş gibi kâğıtta sarı harflerin belirdiğini gördüm. Dehşet içinde kaldım. Kâğıdı avcumda sıkarak alevi söndürdüm. Mumu doğrudan doğruya ocaktaki kordan yaktım ve anlatılmaz bir heyecan içinde kâğıdı düzelttim. Kâğıdın üstündeki yazının sıcak görünce meydana çıkan görünmez mürekkeple yazıldığını anladım. Mektubun üçte birinden fazlası yanmıştı. Sabahleyin sana gösterdiğim kâğıt o idi. Al şimdi oku onu. Bitirince kâğıttaki boş yerleri tamamlayacağım sana.”
Faria kâğıdı Dantés’ye verdi. Bu sefer Dantés, kâğıtta yazılı olanları büyük bir ilgi ile okudu.
Mukaddes Peder VI. Alexander’a akşam...........................
1498 yılı nisanının 25. günü olan bugün, mukad......................
karşılığında beni ödemeye mecbur ettiği meb.........................
mirasıma da sahip olmak istemesinden ve bana da ze.............
öldürülen Kardinal Crapara ile Kardinal Ben...........................
layık görmesinden korkarak tek vârisim, ye.............................
bildiririm ki külçe, altın, para ve mü.........................................
her şeyi Guido Spada’nın da benimle zi..................................
Kristo Adası mağaralarına gömdüm. Gui..............................
körfezden doğuya doğru düz bir hat üzer...................................
yirminci kayanın altında bulacağı bu ha.................................
bilmemektedir. Bu mağaralarda iki oyuk açıl...........................
ikinci oyuğun sonundadır. Bu hazineyi tek vâ...........................
miras olarak bırakıyorum.
25 Nisan 1498
CA.............................
Faria, Dantés’ye, üstünde yine bazı yazılar bulunan başka bir kâğıt verdi.
“Şimdi de bunu oku.” dedi. Dantés kâğıdı alıp okudu.
....................................................yemeğine davetli olduğum.............................................................des pederin kardinallik.........................................................lağdan tatmin olmayarak................................................................hirlenmek suretiyle...........................................................tivoglio’nun akıbetlerini.............................................................ğenim Guido Spada’ya.............................................cevher olarak sahibi bulunduğum...........................................................yaret ettiği küçük Monte..................................................do Spada’nın, adadaki küçük.................................................................inde gidildiği zaman.......................................................zineyi benden başka kimse..........................................................................mıştır. Hazine.................................................................risim olan yeğenimeESAR SPADA
Dantés okumasını bitirince Faria, “Şimdi parçaları yan yana koy ve hükmünü ver.” dedi. Dantés, Faria’nın dediğini yaptı. Yan yana getirilmiş iki parçadan şu bütün meydana çıktı:
Mukaddes Peder VI. Alexander’a akşam yemeğine davetli olduğum 1498 yılı nisanının 25. günü olan bugün, mukaddes pederin kardinallik karşılığında beni ödemeye mecbur ettiği meblağdan tatmin olmayarak mirasıma da sahip olmak istemesinden ve bana da zehirlenmek suretiyle öldürülen Kardinal Crapara ve Kardinal Bentivoglio’nun akıbetlerini layık görmesinden korkarak tek vârisim yeğenim Guido Spada’ya bildiririm ki külçe, altın, para ve mücevher olarak sahibi bulunduğum her şeyi Guido Spada’nın da benimle ziyaret ettiği küçük Monte Kristo Adası mağaralarına gömdüm. Guido Spada’nın, adadaki küçük körfezden doğuya doğru düz bir hat üzerinde gidildiği zaman yirminci kayanın altında bulacağı bu hazineyi benden başka kimse bilmemektedir. Bu mağaralarda iki oyuk açılmıştır. Hazine, ikinci oyuğun sonundadır. Bu hazineyi tek vârisim olan yeğenime miras olarak bırakıyorum.
25 Nisan 1498 CESAR SPADA
Faria, “Şimdi anlıyor musun?” diye sordu.
Dantés hâlâ tereddüt ediyordu.
“Bu, kardinalin kendi ifadesi ve gerçek vasiyetnamesi mi?” diye sordu.
“Evet.”
“Bu şekilde kim tamamladı noksan olan tarafları?”
“Ben. Kâğıda göre satırların uzunluğunu ölçtüm ve eldeki kısma göre de noksan olan kelimelerin anlamlarının ne olabileceğini tahmin ettim.”
“Peki bu sırrı keşfettikten sonra ne yaptınız?”
“İtalya’nın bir krallık hâlinde birleşmesi hakkındaki büyük eserimi yanıma alarak hemen Roma’dan ayrıldım. Fakat o günlerde İtalya’nın birleşmesine son derece karşıt olan imparatorluk polisi uzun zamandan beri beni takip ediyordu. Benim Roma’dan aniden ayrılışım, onları şüphelendirdi ve tam Piombino’da gemiye bineceğim sırada tutuklandım.”
Faria, babacan bir ifade ile Dantés’ye bakarak “Dostum…” dedi. “Bu mesele hakkında sen de benim kadar bilgi sahibi oldun. Eğer kaçabilirsek hazinenin yarısı senindir. Fakat ben burada ölürsem ve sen yalnız kaçarsan hepsi seninolsun.”
Dantés tereddütle, “İyi ama hiçbir yerde hazinenin sizden daha meşru bir sahibi yok mu?” diye sordu.
“Hayır. Bu bakımdan için rahat olsun. Bütün aile öldü. Zaten Kont Spada o sembolik dua kitabını, içindeki her şeyle bana bırakmak suretiyle beni vâris yapmıştı. Eğer bu hazineye sahip olabilirsek kesinlikle vicdan azabı duymadan kullanabiliriz.”
Dantés rüya gördüğünü sanıyor, şüphe ve mutluluk arasında bocalıyordu.
Faria sözlerine devam etti: “Senin hakkında tam bir kanaate varmak ve sana bir sürpriz yapmak için bu sırrı uzun zaman senden sakladım.”
“Hazine sizindir dostum. Benim hiçbir hakkım yok bu hazinede. Sizle akraba bile değiliz.”
Yaşlı adam “Sen benim oğlumsun!” diye haykırdı. “Sen benim hapislik günlerimin çocuğusun. Mesleğim, beni bekâr kalmaya mahkûm etti. Fakat Tanrı seni, beni -hem baba olamamış bir adamı hem de hürriyetine kavuşamayacak bir mahkûmu- teselli etmek için gönderdi.”
Faria elini uzattı. Dantés onun boynuna sarılarak ağlamaya başladı.
12
Bu kadar zamandan beri bütün düşüncelerinin merkezi olan hazinenin bir evlat gibi sevdiği genç adamın gelecekteki mutluluğunu temin edeceği ihtimali, onun, Faria’nın, gözlerindeki kıymetini bir kat daha arttırmıştı. Bir insanın böyle bir servetle arkadaşlarına sağlayabileceği faydaları Dantés’ye anlatarak her gün hazinenin büyüklüğünden bahsediyordu. O zamanlarda yaptığı intikam yeminini hatırlayan Dantés’nin yüzü kararıyor, bir insanın böyle bir servetle düşmanlarına yapabileceği kötülükleri düşünüyordu.
Faria, Monte Kristo Adası’nı bilmiyordu. Fakat Dantés biliyordu. Korsika ile Elba arasındaki Pianosa’dan yirmi beş mil mesafedeki bu küçük adanın önünden birçok defa geçmiş, bir defasında karaya da çıkmıştı. Bir püskürmeyle denizin dibinden fırlamış hissini veren huni biçimindeki kayalık ada tamamıyla boştu.
Faria’nın tahmin ettiği gibi el ve ayağındaki felç geçmedi ve Faria, kendisinin hazineye ulaşabilmesi ümidini hemen hemen kaybetti. Fakat genç arkadaşı için kaçış planları düşünmekten vazgeçmedi. Elindeki kâğıdın kaybolması ihtimaline karşı orada yazılı olanları kelimesi kelimesine Dantés’ye ezberletti.
O sıralarda bir gece Dantés çağrılıyormuş gibi bir hisle uyandı. Gözlerini açarak kendini karanlığa alıştırmaya çalıştı. Kulağına adını söylemeye çalışan hafif bir ses geldi. Yataktan fırlayarak dinledi. Ses, Faria’nın hücresinden geliyordu.
Dantés, “Tanrı’m yoksa…” diye mırıldanarak yatağını beriye çekti. Hemen yer altı geçidine girip geçidin öbür başına ulaştı. Ağızdaki döşeme taşı kaldırılmıştı. Dantés, daha önce bahsini ettiğimiz lambanın ışığında, yüzü ölü gibi sararmış ve ilkinde kendisini müthiş korkutmuş olan o dehşetli belirtilerle gerilmiş ihtiyar adamı gördü.
Faria her şeyi kabullenmiş olarak “Anlıyorsun değil mi dostum?” dedi. “Sana açıklama yapmaya lüzum yok. Bundan sonra yalnız kendini düşün. Mahkûmluğunu tahammül edilebilir bir hâle sok. Kaçma imkânlarını zorlamaya gayret et. Artık bundan sonra sana bağlı olarak bütün hareketlerini köstekleyen yarı ölü bir vücut yok. Tanrı nihayet senin için iyi bir şey yapıyor. Benim ölüm saatim geldi.”
Dantés ellerini birleştirerek “Dostum dostum!..” diye inledi.
Sonra biraz cesaretini toplayarak “Sizi bir defa kurtarmıştım, yine kurtaracağım.” dedi. Yatağın ayağını kaldırarak üçte biri hâlâ o kırmızı sıvı ile dolu olan küçük şişeyi çıkardı.
Faria başını salladı.
“Artık ümit yok. Ama istersen bir defa daha dene. Her yanım buz gibi. Kanın beynime hücum ettiğini ve o korkunç titremenin bütün bedenimi sarsmaya başladığını hissediyorum. Beş dakika sonra kriz başlayacak, on beş dakika sonra da benden sadece bir ceset kalacak.”
Dantés’nin kalbi parça parça oluyordu. Faria devam etti:
“Daha önce yaptığın gibi yap. Fakat bu sefer o kadar bekleme.
Ağzıma on iki damla akıttıktan sonra kendime gelmediğimi görürsen geri kalanı da boşalt. Şimdi beni yatağıma götür. Ayağa kalkamıyorum.”
Dantés yaşlı adamı kaldırarak yatağına yatırdı.
Faria, “Dostum.” dedi. “Tanrı’nın bana biraz geç gönderdiği -fakat her şeye rağmen yine de gönderdiği-zavallı hayatımın tek tesellisinden sonsuza kadar ayrılmak üzere olduğum şu anda sana, layık olduğun bütün mutluluk ve refaha kavuşmanı dilerim. Tanrı yardımcın olsun oğlum!”
Dantés diz çökerek başını yatağa dayadı.
Yaşlı adam şiddetle sarsıldı. Titreyen eliyle Dantés’nin elini tutarak “Hoşça kal!” dedi. “Hoşça kal!..”
Kriz korkunç oldu. Az önceki insandan sadece çarpılmış uzuvlar, şişmiş göz kapakları, kanlı bir köpük ve hareketsiz bir beden kaldı. Vaktin geldiğine hükmeden Dantés bıçakla Faria’nın kenetlenmiş dişlerini araladı ve sıvıdan on iki damla ağzına akıttı. On dakika, on beş dakika, yarım saat geçti. Faria’da hiçbir hareket yoktu. Alnı soğuk bir ter tabakası ile örtülmüş olarak titreyen Dantés son çareye başvurma vaktinin geldiğine kanaat getirerek şişedeki geri kalan sıvıyı da Faria’nın ağzına boşalttı.
İlaç, galvanik bir etki yaptı. Yaşlı adamın her uzvu sarsılmaya başladı. Gözleri açıldı. Ağzından, feryadı andıran bir ses çıktı. Titreyen bedeni ağır ağır tekrar katılaştı. Kalbinin son çarpıntıları dindi. Yüzü morardı. Açık kalan gözlerindeki ışık tamamıyla söndü.
Sabahın altısı idi. Günün ilk ışıkları, cesedin yüzünde, zaman zaman sanki o yüzde hayat varmış gibi büyülü akisler yaparak hücreye girdi. Gece ile gündüz arasındaki mücadele devam ettiği müddetçe Dantés durumdan şüphe etti. Fakat gün iyice ışıyınca bir cesetle baş başa olduğunu anladı. Müthiş bir korkuya kapıldı. Ne yatağın kenarından sarkan ele bir defa daha dokunmaya ne de kapatmak için birçok defa uğraştığı hâlde her seferinde tekrar açılan ve boş boş bakan gözlere bakabildi. Lambayı söndürerek dikkatle sakladı. Döşeme taşını mümkün olduğu kadar iyi yerleştirmeye çalışarak geçitte kayboldu.
Dantés hücresine tam zamanında dönmüştü. Çünkü zindancı geliyordu. Bu sefer Dantés’nin hücresinden başlamıştı. Zavallı dostunun hücresinde neler olacağını anlayabilmek için kıvranan Dantés, zindancı gider gitmez yer altı geçidine girdi.
Zindancı, diğer zindancıları da yardıma çağırdı. Hepsi geldiler. Daha sonra ağır, ölçülü adımlarla askerler, en son da hapishane müdürü geldi.
Dantés, ölü adamı kaldırmak istedikleri zaman yatağın gıcırdadığını duydu. Müdür, Faria’nın yüzüne su serpilmesini emretti. Bunun bir netice vermediğini görünce doktoru çağırttı. Sonra da hücreden çıktı. Dantés’nin kulağına, kaba ve kahkahalarla söylenen karışık sözler geldi.
Bir ses, “İhtiyar deli hazineyi bulmaya gitti.” dedi. “Haydi uğurlar olsun!”
“Milyonlarına rağmen bir kefen parası yoktu.”
“İf Kalesi’nin kefenleri pahalı değildir yahu!”
“Bu, papaz olduğu için belki biraz fazla masraf ederler.”
“Doğru. Cenaze daha şerefli kalksın diye belki çuvala koyarlar.”
Dantés her söyleneni dikkatle dinledi fakat yine pek bir şey anlamadı. Az sonra sesler kesildi. Hücrede kimse kalmamış gibiydi. Gelgelelim Dantés hücreye girmekten korkuyordu. Cesedi beklemek üzere bir zindancıyı hücrede bırakmış olabilirlerdi.
Aradan bir yahut bir saatten fazla bir zaman geçmişti ki gittikçe kuvvetlenen sesler duyuldu. Peşinde doktor ve hapishanenin başka yetkilileri olduğu hâlde müdür geldi.
Kısa bir sessizlik oldu. Herhâlde doktor cesedi muayene ediyordu. Doktor mahkûmun ölmüş olduğunu söyleyerek ölüm sebebini bildirdi.
Müdür, “Sakın aklına uzmanlığından şüphe ettiğim gelmesin ama doktor bu gibi hâllerde böyle üstünkörü bir muayene ile yetinemeyiz. Kanun ne emrediyorsa onu yerine getirin.” dedi.
Doktor, “Pekâlâ.” dedi. “Isıtın demirleri.”
Bu emir, Dantés’yi ürpertti. Telaşlı ayak sesleri ve açılan bir kapının gürültüsünü duydu. Bir müddet sonra hücreye bir zindancı girdi. Dantés’nin hücrede olup bitenleri dinlediği duvardan mide bulandırıcı yanmış bir et kokusu yayıldı. Dantés, alnında ter damlacıkları belirdi ve bayılacağını sandı.
Doktor, “Görüyorsunuz ya sahiden ölmüş.” dedi. “Topuktaki bu yanık kesinlikle bunu gösteriyor. Zavallı! Deliliğinden ve mahkûmiyetinden kurtuldu.” dedi.
Dantés kumaş hışırtısı gibi bir ses duydu. Yatak gıcırdadı. Bir adamın sırtında yük varmış gibi ağır ayak sesleri duyuldu. Yatak, üstüne konan bir şeyin ağırlığıyla tekrar gıcırdadı.
Adamlardan bir tanesi “Ayin yapılacak mı acaba?” diye sordu.
Müdür, “Hayır.” dedi. “Hapishane papazı dün benden bir hafta izin istedi ve gitti. Eğer zavallı rahip ölmekte bu kadar acele etmeseydi gerekli dinî tören yapılırdı.”
Doktor, kendi mesleğindekilerin dinsizliği ile “Zararı yok.” dedi. “Tanrı, şeytanı, bir rahibi karşılamak zevkinden mahrum edecek.”
Kahkahalar yükseldi.
Müdür, “Bu gece.” dedi.
Zindancılardan biri “Saat kaçta?” diye sordu.
“Her zamanki gibi saat on on bir civarında.”
“Ölünün yanında biri kalsın mı?”
“Hayır, ne lüzumu var? Sağmış gibi kapıyı kilitleyin yeter.”
Konuşmalar sona erdi ve ayak sesleri kesildi. Yalnızlıktan daha hüzün verici bir sessizlik -ölümün sessizliği- her yeri işgal ederek Dantés’nin kalbinin derinliklerini ürpertti. Dantés, geçidin ağzını örten döşeme taşını başı ile ağır ağır yeriden oynattı. Hücreye bir göz attı. İçerisi tamamıyla boştu. Girdi. Pencereden giren soluk ışığın aydınlığında, içindeki uzun, sert şekli belli eden bir çuval gördü. Bu, Faria’nın, zindancılara göre çok ucuz olan kefeni idi. Dantés dostundan sonsuza kadar ayrılmıştı. İyi bir insan ve iyi bir dost olan Faria artık sadece hafızasında yaşayacaktı. Korkunç yatağın kenarına oturarak acı acı düşünmeye başladı.
Yapayalnızdı… Tekrar yapayalnız kalmıştı… Arkadaşının varlığı ile uzaklaşmış olan kendini öldürme fikri, onun cesedi yanında bir hayalet gibi tekrar görünmüştü. “Ah bir ölebilsem!” diye söylendi. “Ölebilsem ben de onun gittiği yere gider, tekrar onunla beraber olurdum. Kendimi nasıl öldürsem?”Bir an düşündü. Sonra gülümseyerek “Çok kolay.” dedi. “Burada durur ve içeriye ilk girene saldırırım. Onu boğarım. Onlar da benim başımı keserler.”
Sonra böyle çirkin bir ölüm şeklinden kendini sıyırdı. Ümitsizlikten hayat ve hürriyet için susamış bir ruh hâline geçti. “Ölmek mi? Hayır hayır!” diye söylendi. “Eğer kendimi öldüreceksem neden bugüne kadar yaşadım ve bu kadar ızdırap çektim? Hayır, yaşamak, sonuna kadar mücadele etmek istiyorum. Elimden alınan mutluluğu tekrar elde etmek istiyorum. Ölmeden önce düşmanlarımı cezalandırmalı, dostlarımı mükâfatlandırmalıyım… Fakat onlar beni burada unutacaklar ve ben buradan yalnız Faria gibi kurtulabileceğim!”
Bu sözleri mırıldanırken aklına korkunç bir fikir gelmiş insanların hâliyle dimdik dikeldi, boşluğa baktı. Sonra başı dönüyormuş gibi elleriyle kafasını tutarak ayağa kalktı. “Bu fikir nereden aklıma geldi? Sen mi gönderdin Tanrı’m? Buradan yalnız ölüler çıktığına göre, ben de bir cesedin yerini alacağım.” diye mırıldandı.
Bu ümitsiz kararı tekrar düşünmek gereğini hissetmeden çuvala eğildi. Faria’nın yaptığı bıçakla çuvalı açtı. Cesedi çıkarıp kendi hücresine taşıdı, yatağına yatırdı. Başına, her zaman kendi başına sardığı eski bez parçasını sardı. Üstüne battaniyeyi çekti. Faria’nın buz gibi olmuş alnını son defa öptü. Açık kalmakta inat eden göz kapaklarını kapatmak için bir defa daha uğraştı. Cesedin başını o şekilde duvara doğru çevirdi ki böylece zindancı akşam yemeğini getirdiği zaman, onu her zamanki gibi uyumuş zannedecekti. Sonra Faria’nın hücresine döndü. Zindancıların onun giyinik olduğunu hissetmemeleri için elbiselerini çıkardı. Eline iğne ve iplik aldı. Çuvala girdi. Faria’yı yatırmış oldukları şekilde çuvalın içine uzandı, ağzını içeriden dikti. Eğer zindancılar o sırada hücreye girselerdi onun kalp atışlarını muhakkak duyarlardı.
Planını gayet iyi hazırlamıştı. Eğer mezarcılar bir ceset yerine canlı bir insan taşıdıklarını anlarlarsa elindeki bıçakla hemen çuvalı kesecek, bu durumdan dehşete düşecek olan adamların tereddüdünden istifade ederek kaçacaktı. Engel olmaya kalkıştıkları takdirde de bıçağını kullanacaktı. Bir şey fark etmezlerse mezara konmasını ve üstünün örtülmesini bekleyecek, onlar gittikten sonra da etraf karanlık olduğu için, yumuşak toprağı üstünden atarak kurtulmaya çalışacaktı. Üstüne örtülecek toprağın çok sert olmamasını temenni ediyordu. Aksi takdirde havasızlıktan ölürdü. Bu ihtimal bile onu korkutmuyordu.
Akşam saat yediye doğru heyecanı adamakıllı arttı. Bütün uzuvları titriyor, kalbi bir mengene ile sıkıştırılmış gibi oluyordu. Hapishanede hiçbir hareket olmadan saatler geçti. Şu ana kadar hilesi meydana çıkmamıştı. Nihayet merdivende ayak sesleri duyuldu. Vakit gelmişti. Bütün cesaretini topladı, nefesini tuttu, kalp çarpıntısını bastırmaya gayret etti.
Kapı açıldı. Dantés’nin gözlerine hafif bir ışık geldi. Çuval bezinin gözeneklerinden, iki gölgenin yaklaştığını gördü, üçüncüsü kapıda durmuş, ışık tutuyordu. Adamlar çuvalın iki ucundan tuttular. Dantés vücudunu sertleştirdi.
Adamlardan biri, “Amma da ağırmış ihtiyar.” dedi.
“İnsan ölünce ağırlaşır, derler bilmez misin?”
Çuvalı bir sedyeye koydular. Önde lambalı adamın olduğu cenaze alayı merdiveni çıktı. Dantés birdenbire soğuk, taze gece havasını ve denizden esen sert rüzgârı hissetti.
Adamlar onu on metre kadar daha taşıdıktan sonra durdular. Sedyeyi yere bıraktılar. Dantés adamlardan birinin ayrıldığını duydu. Acaba neredeyim?diye düşündü.
Aklına ilk gelen, hemen kaçmak oldu. Fakat bu fikirden çabuk caydı. Birkaç dakika sonra adamlardan birinin kendisine doğru geldiğini ve yere ağır bir şey bıraktığını duydu. Aynı zamanda da ayaklarının, canını acıtacak şekilde bir iple bağlandığını hissetti.
Boşta olan adam “İlmiği iyi attın mı?” diye sordu?
“Hem de nasıl…”
“Haydi öyleyse gidelim!”
Sedye tekrar kaldırıldı, kafile yine yola düştü. Üstünde İf Kalesi’nin bulunduğu kayalara çarpan dalgaların sesi, Dantés’ye her adımda daha da net olarak geliyordu.
Adamlardan biri “Ne berbat hava!” dedi. “Dünyada bu havada suda olmak istemem.”
“Bir de rahibe sormalı!”
Güldüler.
Dantés bu konuşmalardan bir şey anlamadı ama saçları diken diken oldu.
İlk konuşan adam bir müddet sonra “Geldik.” dedi.
“Hayır hayır, biraz daha gidelim. Biliyorsun bundan önceki, kayalara düşerek parçalandı. Müdürün küfürlerini unutmadım daha.”