Kitabı oku: «Uğultulu Tepeler», sayfa 2
“Siz mi? Böyle bir gecede benim için eşikten dışarı adımınızı atmanıza bile gönlüm razı olmaz!” diye bağırdım. “Bana yolumu tarif etmenizi istiyorum, göstermenizi değil. Ya da Bay Heathcliff’i benim yanıma bir kılavuz vermeye zorlamanızı istiyorum.”
“Kimi versin? Burada bir o, bir de Hareton, Zillah, Joseph ve ben varız.”
“Çiftlikte çalışan yanaşma falan yok mu?”
“Hayır, hepsi bu kadar.”
“Öyleyse ben de bu gece, burada kalmak zorundayım.”
“Bunu, ev sahibinizle kararlaştırın. Benim bu işle bir ilgim yok.”
Mutfağın önünde Heathcliff’in sert sesi duyuldu:
“Umarım bu, sana ders olur da tepelerde aklına estiği gibi dolaşmaktan vazgeçersin! Burada kalmaya gelince: Misafirler için hazır yatak bulundurmam ben. Kalacak olursan ya Hareton ya da Joseph’in yatağında yatmayı göze alırsın.”
“Ben, bu odadaki sandalyelerden birinin üzerinde uyuyabilirim.” dedim.
Kaba herif:
“Hayır, hayır!” dedi. “Yabancı, zengin de olsa fakir de olsa gene yabancıdır. Ben, göz hapsinde bulundurmadıkça bir yabancıyı buralarda başıboş bırakmak işime gelmez.”
Bu hakaret, sabrımı tüketmişti. Bir küfür savurdum, onu itip avluya çıkmak üzere telaşla yürürken Hareton’a çarptım. Etraf o kadar karanlıktı ki çıkış yerini göremiyordum. Elimle araştıra araştıra dolanırken birbirlerine yaptıkları medenice muamelelerden birine daha kulak misafiri oldum.
Başlangıçta, delikanlı benimle dost olmaya niyetli görünüyordu.
“Ben, parka kadar onunla giderim.” dedi.
Efendisi ya da nesiyse: “Cehenneme kadar yolun var!” diye bağırdı. “Atlara kim bakacak?”
Bayan Heathcliff umduğumdan çok daha yumuşak bir tavırla söylendi:
“Bir insanın hayatı, atların bir gecelik ihmal edilmelerinden çok daha önemlidir. Birisinin onunla gitmesi şart.”
Hareton terslendi:
“Ama senin emrinle değil. Ona abayı yaktıysan çeneni tutman daha hayırlı olur.”
“Öyleyse dilerim Tanrı’dan, ruhu hepinizin rahatını kaçırsın; umarım Bay Heathcliff de çiftlik yıkılıp dökülünceye kadar kiracı bulamaz.”
Joseph’in yanına yaklaştım.
“Bakın hele!” diye bağırdı. “Kadın hepsini lanetliyor!”
Konuşulanları duyabileceği bir yere çömelmiş, lamba ışığı altında inekleri sağıyordu. Lambayı hızla kaptığım gibi: “Yarın geri yollarım!” diye bağırarak en yakın kapıya koştum.
Yaşlı adam: “Bey, bey!” diye bağırarak peşime düştü. “Lambayı çalıyor bu herif! Hey, kuçu kuçu! Hey köpek, kurt tutun şu herifi!”
Ön kapı açılınca uzun tüylü iki canavar boğazıma saldırdı, beni yere yıktı. Bu arada lamba da sönmüştü; Heathcliff’le Hareton’ın birbirine karışan kahkahaları öfkemi de utancımı da son haddine vardırmıştı.
Neyse ki o iki canavar beni diri diri parçalamaktan çok, bacaklarını uzatıp gerinerek kuyruklarını sallaya sallaya esnemeye meraklıydılar. Fakat benim yerden kalkmama da göz yummayacaklardı; bu yüzden, o kötü yürekli efendilerinin gönlü olup beni kurtarıncaya kadar yerde yatmak zorunda kaldım. Ondan sonra da başım açık, öfkeden titreye titreye haydutlara, beni serbest bırakmalarını emrettim. Beni bir dakika daha orada tutmaları kendi aleyhlerine olacaktı. Bu arada öyle duyulmamış tehditler savurdum ki benim hıncımın sonsuzluğu yanında, Kral Lear’ınkiler hiç kalırdı.
Sıkıntımın şiddeti, burnumun kanamasına sebep oldu. Heathcliff hâlâ gülüyor, ben de hâlâ tehdit savuruyordum. Benden daha sakin, benimle eğlenenlerden daha insaflı biri, gelip işe karışmasaydı bu oyun nasıl sona ererdi bilmiyorum. Biri dediğim şu şişman kâhya kadın, Zillah idi. Kopan gürültünün sebebini anlamak için nihayet dışarı fırlamıştı. Birilerinin bana kötülük ettiklerini düşünmüş. Efendisine karşı gelmek cesaretini gösteremediği için de insafsızların gencini, kelimelerle yaylım ateşine tutmuştu.
“Daha neler, Bay Earnshaw!” diye bağırdı. “Bakalım bundan sonra ne halt karıştıracaksınız! Kapımızın eşiğinde cinayet mi işleyeceğiz? Yo, bu ev bana göre bir yer değil. Şu zavallı çocuğa bakın, neredeyse boğulacak. Şşşt, sus! Bu böyle devam etmez… Hadi gel de yaranı bereni sarayım. Ha şöyle, kımıldama.”
Bu sözlerle birlikte bir kova dolusu buz gibi suyu başımdan aşağı döktü, sonra beni zorla mutfağa götürdü. Bay Heathcliff de peşimizden geldi. Yüzündeki geçici neşe kaybolmuş, her zamanki suratsız, kederli havasına bürünmüştü.
Çok hastaydım, başım dönüyordu, bayılacak gibiydim. Bu yüzden de adam beni çatısının altında barındırmak zorunda kaldı. Zillah’ya bana bir bardak konyak vermesini söyledi, sonra içerideki odaya geçti. Bu sırada Zillah da diller dökerek beni teselli etmeye çalıştı. Efendisinin emrini de yerine getirdikten sonra, kendimi biraz daha iyi hissedince yatmaya götürdü.
3
Beni yukarı kata çıkarırken mumu gizlememi, gürültü yapmamamı tembih etti. Çünkü beni yatıracağı oda hakkında efendisinin garip bir inancı varmış; hiçbir zaman da orada bir kimsenin yatmasına izin vermezmiş. Sebebini sordum.
Bilmediğini söyledi; buraya geleli ancak bir-iki yıl olmuştu; bu süre içinde o kadar garip olaylarla karşılaşmışlardı ki artık merak bile etmiyordu.
Ben de meraklanamayacak kadar aptallaşmış olduğum için kapımı kapadım, çevreme bakınıp yatağı aradım. Odanın bütün eşyası bir koltuk, bir elbise dolabı, bir de tepesine posta arabalarının pencerelerine benzeyen dört köşe pencereler açılmış kocaman bir meşe sandıktan ibaretti.
Yanına gidip içine bakınca bunun çok eski model acayip bir yatak olduğunu fark ettim. Ailenin her ferdini teker teker oda ihtiyacında bırakmayacak şekilde yapılmıştı. Daha doğrusu, küçük bir odacıktan farkı yoktu, içindeki bir pencerenin alt kenarı da masa işi görüyordu.
Kapısının kanatlarını açtım, elimde mumla içine girdim, kanatları tekrar kapadım. Artık Heathcliff’in gözetlemelerine karşı da başkalarına karşı da kendimi güvende hissediyordum.
Mumu yerleştirdiğim pencere kenarının bir köşesinde üst üste yığılmış birkaç küflü kitap vardı, tahtanın boyalı kısımlarına ise birtakım yazılar kazılmıştı. Daha doğrusu bu yazılar, büyüklü küçüklü, çeşit çeşit harflerle tekrar tekrar yazılmış bir addan ibaretti. Catherine Earnshaw; bazı yerlerde değişip Catherine Heathcliff bazı yerlerde de Catherine Linton oluyordu.
Miskinlikten doğma bir kayıtsızlık içinde başımı pencereye dayadım “Catherine Earnshaw, Heathcliff, Linton” diye gözlerim kapanana kadar okumaya devam ettim. Gözlerim kapanalı beş dakika bile olmamıştı ki karanlığın içinden beyaz harfler belirdi, boşluk Catherinelerle dolmaya başladı; bu yılışık adın etkisinden kurtulmak için yerimden doğrulduğum zaman, mumun eski kitaplardan birinin üzerine eğilmiş olduğunu, ortalığı da yanık deri kokusunun kapladığını fark ettim.
Mumu üfleyip söndürdüm; soğuktan, mide bulantısından huzurum kaçmış bir hâlde oturup kenarı yanmış kitabı dizlerimin üstüne koydum. Bu, ince harflerle yazılmış bir İncil’di, pek ağır küf kokuyordu. Baş tarafındaki boş sayfaya: Bu kitap, Catherine Earnshaw’nundur, yazılmış çeyrek yüzyıl öncesine ait bir tarih atılmıştı.
Onu kapadım, başkasını aldım; sonra ötekini, daha sonra ötekini derken hepsini gözden geçirdim. Catherine’in kütüphanesinde seçme eserler vardı; yıpranma durumlarından da bir hayli kullanıldıkları belli oluyordu ama hepsinin de meşru maksatlarla kullanıldığı söylenemezdi çünkü hemen hemen hiçbir kısmın başı yoktu ki kitap basılırken boş bırakılan yerlere mürekkeple birtakım yorumlar -yorum değilse bile ona benzer şeyler- yazılmış olmasın. Kimisi birbirini tutmayan cümlelerdi kimisi de kişiliğini bulamamış, çocuksu bir el yazısıyla çiziktirilmiş hatıralar hâlindeydi. Boş bir sayfanın üst kısmında, yapıldığı zaman oldukça kıymetli bir sanat eseri havasını taşıyan dostum Joseph’in, kabataslak çizilmiş bir karikatürünü görünce pek sevindim.
İçimden hemen bu meçhul Catherine’e karşı bir ilgi uyandı, onun hiyeroglifi andıran soluk yazılarını şifre çözer gibi çözmeye koyuldum.
Alttaki paragraf: Berbat bir pazar… diye başlıyordu. Babam geri dönebilseydi! Hindley onun yerini hiç dolduramıyor… Hele Heathcliff’e karşı çok kötü davranıyor. H. ile beraber isyan çıkaracağız… İlk adımı bu akşam attık.
Bütün gün yağmurdan her yanı seller götürdü. Kiliseye gidemedik; onun için bizi Joseph, tavan arasına toplayıp ayin yapmak istedi. Bu yüzden de Hindley ile karısı, aşağıda ocakbaşında rahat rahat oturup “İncil” okumaktan başka her işi yaparlarken -buna kalıbımı basarım- Heathcliff’e, bana, zavallı yamak çocuğa dua kitaplarımızı alıp yukarı çıkmamız emredildi. Orada bir mısır çuvalının üstüne dizilmiş inleyip titrerken duayı kısa kessin diye Joseph’in de titremesi için dua ediyorduk. Ne boş fikir! Ayin tam üç saat sürdüğü hâlde ağabeyim bizim aşağıya indiğimizi görünce: “Ne o? Bu kadar çabuk mu bitti?” diye bağırdı.
Eskiden pazar akşamları fazla gürültü yapmadığımız takdirde, oyun oynamamıza izin verilirdi; şimdi ise bir küçük çıtırtı hepimizi birer köşeye dağıtmaya yetiyor. Zalim diktatör: “Burada bir efendinin bulunduğunu unutuyorsunuz!” diyor. “Tepemi attıracak olanı, yok edeceğim. Tam bir sessizlik, sükûnet istiyorum. Hay Allah! Sen miydin? Frances, sevgilim şunun yanından geçerken saçını bir çekiver; parmaklarını çıtırdattığını duydum.”
Frances, çocuğun saçlarını olanca gücüyle çektikten sonra, gidip kocasının kucağına oturdu. Orada iki küçük bebek gibi öpüşüp koklaşarak bizim bile utanacağımız cinsten saçma sapan sözlerle saatlerce vakit geçirdiler.
Biz de mutfak tezgâhının altına büzülmüş, kendi imkânlarımızla oyalanmaya çalışıyorduk. Önlüklerimizi birbirine bağlamış, perde gibi asmıştım. Derken Joseph bir iş için ahırdan çıkageldi. Perdeyi çektiği gibi emeklerimi boşa çıkardı, kulaktozuma bir yumruk savurduktan sonra çatlak sesiyle söylendi:
“Bey gömüleli şunun şurasında kaç gün oldu ki! Edilen dualar daha kulaklarınızda çınlıyordur. Bir de kalkmışlar eğleniyorlar… Utanın kendinizden, utanın! Oturun çocuklar, oturun! Okumak isteseniz ne iyi kitaplar var. Oturun da derdinize yanın!”
Joseph bunları söyledikten sonra, bizi bir dörtgen meydana getirecek şekilde oturttu; böylece, ilerideki ocaktan gelen hafif bir aydınlık, kucağımıza fırlatıp attığı kitapları okumamıza yardım edecekti.
Ben bu işe dayanamadım, elimdeki kitabı bir ucundan tutup köpeklerin bulunduğu yere fırlatırken iyi kitaplardan nefret ettiğimi de söyledim. Heathcliff de kendisininkini bir tekmeyle aynı yere gönderdi. Bunun üzerine bir kıyamettir koptu.
Bizim vaiz: “Bay Hindley!” diye bağırdı. “Yetişin, Küçük Bey! Cathy, Miğfer ve Kurtuluş kitabını yerlere attı, Heathcliff de Mahva Giden Yol’un birinci kısmını tekmeledi. Bunları kendi havalarına bırakırsan senin için kötü olur. Ah! Büyük Bey onların haklarından gelirdi amma ne çare ki o da göçüp gitti!”
Hindley, ocağın başındaki cennetinden hızla ayrıldı, birimizi yakamızdan, birimizi kolumuzdan yakaladığı gibi arka mutfağa atıverdi. Joseph, orada bizi mutlaka şeytanın yakalayacağını söylüyordu. Biz de ayrı ayrı birer köşeye çekilip rahat rahat şeytanın gelmesini beklemeye koyulduk.
Ben bu kitaba uzandım, raftan da bir hokka aldım, gözüme ışık gelsin diye dış kapıyı araladım. Yirmi dakikadan beri de yazıyorum. Fakat arkadaşım sabırsızlanmaya başladı, sütçü kadının pelerinine sarınıp kırlarda gezmemizi teklif ediyor. Hoş bir teklif… Suratsız ihtiyar da gelirse tahminleri gerçekleşti sanır. Yağmur altında buradakinden daha fazla ıslanıp üşümeyiz herhâlde.
***
Catherine bu tasarladıklarını yapmış olmalı ki hemen bundan sonraki cümlede başka bir konuya geçmişti. Gözlerinden sel gibi yaş akıyormuş.
Hindley’nin beni bu kadar ağlatacağını hiç aklıma getirmemiştim. diye yazmıştı. Başım öyle çok ağrıyor ki yastığın üzerinde tutamıyorum ama gene de ümitsizliğe kapılamam. Zavallı Heathcliff! Hindley ona: “Serseri!” diyor, artık bizimle oturmasına, yemek yemesine izin vermeyecekmiş; onunla oyun oynamayacakmışım, emirlerine karşı gelirsek onu evden kapı dışarı edecekmiş. H.’ye fazla yüz verdiği için de babamı suçluyor, (Buna nasıl cesaret ediyor ki?) ona haddini bildireceğine yemin ediyor…
***
Uyku bastırmış, başım rengi atmış sayfanın üzerine düşmeye başlamıştı. Gözlerim el yazısından kitabın yazılarına kaydı. Kırmızı renkli süslü harflerle yazılmış bir başlık gördüm. Yetmiş Kere Yedi, Yetmiş Birincinin Birincisi. Sayın Rahip Jabez Branderham Tarafından Gimmer’den Sough’da İrat Olunan Dinî Söylev. Yarı uykulu bir hâlde, Jabez Branderham’in neler söylediğini tahmin etmeye kafamı zorlarken kendimi yatağa attım, uykuya daldım.
Ne yazık ki iyi hazırlanmamış çayla bozulan sinirlerin tesiri, kötü oluyor. Yoksa böylesine korkunç bir gece geçirmem başka neden ileri gelmiş olabilir ki? Acı çekmenin ne demek olduğunu öğrendiğimden bu yana, buna benzer bir gece daha geçirdiğimi hatırlamıyorum.
Daha kendimden geçmeden rüya görmeye başladım. Güya sabah olmuştu, eve dönmek üzere yola çıkmıştım, Joseph de bana kılavuzluk ediyordu.
Yolumuz birkaç metre kalınlığında karla kaplı; bata çıka ilerlemeye çalışırken yol arkadaşım bir hacı asası almadığım için durmadan beni azarlıyor; asasız eve giremeyeceğimi söylüyor, bana elindeki kocaman topuzlu sopasını böbürlene böbürlene gösteriyor.
Bir an, kendi evime kabul edilebilmek için böyle bir silaha ihtiyacımın olması bana saçma göründü. Derken aklıma başka bir fikir geldi: Ben oraya gitmiyordum; ünlü Jabez Branderham’in Yetmiş Kere Yedi kitabından okuyacağı vaazları dinlemeye gidiyorduk. Üstelik ya Joseph ya vaiz ya da ben, Yetmiş Birincinin Birincisi’ni işlediğimiz için, halka gösterilip aforoz edilecektik.
Kiliseye geldik. Yürüyüşe çıktığım zamanlar gerçekten iki-üç kere kilisenin önünden geçmiştim. İki tepe arasında yükseltilmiş bir çukurlukta, bir bataklığın kıyısındadır. Oraya gömülmüş olan birkaç ölünün mumyalanmış gibi sağlam kalmasının da bataklıktaki rutubetli yosunlardan ileri geldiği söylenir. Kilisenin çatısı, bugüne kadar nasılsa sağlam kalmış fakat papaza verilen ücret yılda yirmi sterlin olduğu, iki göz odanın her an bir göz oda hâline gelmesi beklendiği için, hiçbir papaz burada çalışmak istemez; hele cemaatin ona, acından öldüğünü bilse daha çok para vermeyeceğini duyduktan sonra kim gelir ki! Ama rüyamda Jabez’in kalabalık bir cemaati vardı, hepsi de dikkat kesilmişler, onu dinliyorlardı. O da -aman Tanrı’m- ne vaaz verdi! Dört yüz doksan parçaya bölünmüştü, her bölüm de ayrı bir günahla ilgili. Bunları arayıp nereden buldu, onu bilemiyorum; deyimleri de kendine göre öyle bir yorumlayışı vardı ki! Ona göre insan, her durumda değişik günahlar işlemek zorundadır. Bu günahlar da en garip cinsten şeyler… Daha önce hiç aklımın köşesinden geçmeyen şeyler…
Ah, ne kadar da yorulmuştum! Nasıl da kıvrandım, esnedim; başım düştü, sonra gene açıldım. Kendimi çimdikleyip tokatladım, gözlerimi ovuşturdum, ayağa kalkıp tekrar oturdum; Joseph’i dirseğimle dürterek vaazını bitirmeye niyetli olup olmadığını sordum.
Sonuna kadar dinlemeye mahkûmdum. Nihayet, Yetmiş Birincinin Birincisi’ne geldi. İşte o buhranlı anda, bana da bir ilham geldi; kıpırdayıp yerimden kalktım, Jabez Branderham’in hiçbir Hristiyan’ın bağışlamayacağı bir günah işlediğini söylemek istedim.
“Efendim!” diye bağırdım. “Şurada dört duvar arasında oturup bir çırpıda günahlarınızı dört yüz doksan kez bağışladım. Yetmiş defa yedi kere şapkamı alıp çıkmaya hazırlandım -yetmiş kere yedi defa- beni yerime oturmaya zorladınız. Dört yüz doksan birinci ise pek fazla. Ey ölüm eziyetine benimle beraber katlanan kardeşlerim, yakalayın şunu! Onu yere yıkın, lime lime parçalayın ki buralarda izi bile kalmasın!”
Jabez, huşu içinde durduktan sonra: “Asıl parçalanması gereken adam sensin!” diye bağırdı. “Yetmiş kere yedi defa esnedin, yetmiş kere yedi defa ben ruhumun sesini dinledim. İşte bu da bir insanlık zaafıdır, bu da bağışlanabilir diye düşündüm. Yetmiş Birincinin Birincisi ortaya çıktı. Kardeşlerim, onun hakkında yazılı hükmü yerine getirin! Tanrı’nın bütün azizleri böyle bir şeref kazanmıştır.”
Bu son cümle üzerine bütün cemaat hacı asalarını kaldırarak üzerime yürüdü. Benim ise savunacak hiçbir silahım yoktu, onun için en yakınımda bulunan, üstelik en canavarca bana saldıran Joseph’in sopasını almaya çalıştım. Karışıklık arasında, sopalar birbiriyle çarpıştı, benim başıma yöneltilmiş sopaların başkalarınınkilere indiğini gördüm. Kilisenin içi, karşılıklı vuruşmalarla inildiyordu. Herkesin eli en yakın komşusunun yakasındaydı. Branderham de boş durmamak için olanca gücüyle kürsüyü yumruklayıp ortalığı gümbürdetiyordu, öyle ki sonunda uyanıp derin bir oh çekmeme de bu gürültü sebep oldu.
Bu gürültüyü koparan neydi, kavgada Jabez’in rolünü kim oynamıştı? Sadece pencereme değen bir köknar dalı! Rüzgâr uğuldayarak estikçe ağacın kuru kozaları da cama vuruyordu.
Bir süre kuşku içinde dinledim; gürültünün sebebini anladıktan sonra öbür yanıma dönüp uykuya dalmış, gene rüya görmeye başlamıştım; hem de birincisinden daha kötü bir rüya.
Bu defa da meşe dolabın içinde yattığımı hatırlıyorum. Rüzgârın uğultusunu, karların savruluşunu, köknarın o aldatıcı vuruşunu da duyuyor; bu gürültünün sebebini de uyanıkmışım gibi biliyordum. Fakat bu patırtı beni o kadar rahatsız ediyordu ki mümkünse hemen durdurmaya karar verdim. Kalkıp pencereyi açmaya çalıştım sanıyorum. Kanadın kancası yuvasına sıkışmış, açılmıyordu. Bunu uyanıkken de görmüştüm ama unutmuşum.
“Ne yapıp yapıp bu gürültüyü durdurmalıyım!” diye söylendim, camı yumruğumla kırıp dalı yakalamak için kolumu dışarı uzattım ama parmaklarım dal yerine, soğuktan buz gibi olmuş küçücük bir eli yakalamıştı.
Bir kâbus görmüş gibi dehşete kapıldım. Kolumu geriye çekmeye çalıştım; el, sıkı sıkı yapışmış, bırakmıyordu. Son derece hüzünlü bir ses: “Beni içeri alın… Beni içeri alın!” diye yalvardı.
Elimi kurtarmaya çalışarak:
“Kimsin sen?” diye sordum.
Ses titreyerek cevap verdi:
“Catherine Linton’ım ben. (Aklıma neden Linton adı geldi? Earnshaw adını, Linton adından belki yirmi kere daha fazla okumuştum.) Eve geldim. Kırda yolumu kaybetmiştim!”
O konuşurken pencerede belli belirsiz bir çocuk yüzünün göründüğünü de fark ettim. Dehşet beni de zalim yapmıştı; o yaratığı defetmek için boşuna uğraştığımı anlayınca bileğini kırık cama doğru çektim, kanlar fışkırıp çarşafı ıslatıncaya kadar camın üzerinde ileriye geriye sürttüm. O ise hâlâ: “Beni içeri alın!” diye sızlanıyor, elimi de bir türlü bırakmıyordu. Korkudan deliye dönmüştüm.
Nihayet: “Seni içeri nasıl alabilirim?” dedim. “Seni içeri almamı istiyorsan beni rahat bırak.”
Parmakları gevşedi; elimi hemen içeri çektim, kitapları acele acele pencerenin önüne üst üste dizdim, sonra da o acıklı yalvarışları duymamak için kulaklarımı tıkadım.
Bir çeyrek saatten fazla kulaklarım tıkalı kaldı, sonra tekrar dışarıyı dinleyince o acıklı iniltilerin devam ettiğini duydum.
“Defol!” diye haykırdım. “Seni asla içeri almam, yirmi yıl yalvarsan gene almam!”
Dışarıdaki ses kederli kederli: “Zaten yirmi yıl oldu.” diye söylendi. “Ben yirmi yıldır kayıp bir çocuğum.”
Derken dışarıdan hafif bir tırmalama sesi geldi, biri itmiş gibi kitaplar oynadı.
Yerimden fırlamaya çalıştım, bir parmağımı bile yerinden kıpırdatamadım; bunun üzerine, korku içinde bir çığlık kopardım.
Çığlık koparmanın hiç de bir kurtuluş yolu olmadığını anlayınca büsbütün şaşırdım. Yatak odama telaşlı ayak sesleri yaklaşıyordu. Birisi güçlü bir elle kapıyı itip açtı, yatağın üstündeki dört köşe deliklerden içeri ışık sızdı. Oturduğum yerde titriyor, bir yandan da alnımda biriken terleri siliyordum. İçeri giren de ne yapacağına karar verememiş gibiydi, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.
En sonunda, yarı fısıltılı bir sesle konuştu. Sorusuna karşılık beklemediği belliydi.
“Kimse var mı burada?”
En iyisi orada olduğumu açıkça söylemekti çünkü gelenin Heathcliff olduğunu sesinden, konuşmasından anlamıştım; sessiz durursam, içeriyi aramak isteyeceğinden korkuyordum.
Bu düşünceyle, dönüp hücremin kapaklarını açtım. Bu davranışımın yarattığı etkiyi kolay kolay unutamayacağım.
Heathcliff, oda kapısına yakın duruyordu; üstünde bir gömlek, bir pantolon vardı. Elindeki mum eridikçe parmaklarına akıyordu, yüzü de arkasındaki duvar gibi bembeyazdı. Meşe kapaklar gıcırdamaya başlayınca yıldırım çarpmış gibi sarsıldı; mum elinden fırlayıp birkaç adım ötesine düştü; öylesine şaşkın ve heyecanlıydı ki eğilip mumu alacak hâli yoktu.
Onu bu korkaklığının daha fazla görülmesinden duyacağı utançtan kurtarmak için:
“Burada misafirinizden başka kimse yok.” dedim. “Uykuda korkunç bir rüya görürken bağırmak talihsizliğine uğradım. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.”
“Tanrı kahretsin seni, Lockwood! Keşke burada olacağına…” Ev sahibim mumu elinde dik tutamayacağını anlayınca bir sandalyenin üzerine bıraktı.
Sonra tırnaklarını avuçlarına geçirerek sordu:
“Seni bu odaya kim soktu?” Dişlerini sıkmış, gıcırdatıyordu. “Kim soktu? Onları hemen şimdi evimden defedeceğim!”
Kendimi yere atıp acele acele üstümü başımı giymeye çalışırken: “Hizmetçiniz, Zillah getirdi.” dedim. “Onu kovsanız da umurumda değil Bay Heathcliff, o çoktan bunu hak etti. Bana öyle geliyor ki kadın beni kullanıp buranın tekin olup olmadığını anlamak istedi. Eh, doğrusu burası tekin değil. Hayaletlerle, gulyabanilerle dolu… Burayı kapalı tutmakta haklısınız, emin olun. Hiç kimse böyle bir inde uyumasına izin verildi diye size teşekkür etmez.”
Heathcliff: “Ne demek istiyorsun?” dedi. “Burada ne yapıyorsun? Buraya geldiğine göre bari yat da geceyi geçir ama Tanrı aşkına bir daha öyle korkunç çığlık koparma… Gırtlağın kesilmedikçe bu sesi çıkarman mazur görülmez.”
“O küçük şeytan, pencereden içeri girebilseydi belki de beni boğazlayacaktı.” diye karşılık verdim. “Konuksever dedelerinizin işkencelerine artık katlanmayacağım. Sayın Rahip Jabez Branderham, anne tarafından akrabanız değil miydi? Ya o küçük yaramaz Catherine Linton ya da Earnshaw mu, her neyse -durmadan isim değiştiriyordu herhâlde- kötü ruhlu küçük?.. Yirmi yıldır dünyayı yürüye yürüye dolaşıyormuş, bana öyle dedi. İşlediği günahların cezasını böylelikle çektiğine şüphem yok.”
Bu sözleri söyler söylemez, kitapta Heathcliff ile Catherine’in adları arasında yakın bir bağlantı bulunduğunu hatırladım, bunu nasılsa unutmuşum. Düşüncesizliğimden ötürü yüzüm kızardı, kırdığım potun farkında olduğumu daha fazla belli etmeden acele acele şöyle dedim:
“Gerçek şu, efendim: Gecenin bir kısmını…” Sözlerimin burasında gene durdum. “Eski kitapları karıştırarak geçirdim.” diyecektim ama böylece, eski kitapların asıl konularıyla beraber boş yerlerine elle yazılmış olanlarını da okumuş olduğumu açığa vurmuş olacaktım. Onun için, potumu düzeltmek üzere: “Pencere kenarına çiziktirilmiş isimleri heceleyerek geçirdim.” dedim. “Çok can sıkıcı, sayı saymak kabîlinden uyku getirici bir iş. Ya da…”
Heathcliff, çılgın bir vahşi gibi gürledi:
“Benimle bu şekilde konuşmaktan maksadın ne olabilir? Benim çatımın altında buna nasıl cesaret edebiliyorsun? Tanrı’m, bu adamın böyle konuşması için çıldırmış olması gerek!”
Heathcliff, öfkeyle elini alnına vurdu. Bu sözlere kızmak mı yoksa konuşmaya devam etmek mi gerektiğini bilmiyordum fakat sözlerimden öylesine etkilenmiş görünüyordu ki ona acıdım, sözü gene gördüğüm rüyalara getirdim. Daha önce Catherine Linton’ın adını bile duymadığımı fakat tekrar tekrar okuduğum için hayal gücümün irademin dışına çıktığı bir sırada, bu isme uygun bir şekli görür gibi olduğumu anlattım.
Ben konuşurken Heathcliff de ağır ağır yatağın gerideki hücresine doğru çekilmiş, nihayet oturmuştu. Bulunduğu yerden görünmüyordu. Kesik kesik, düzensiz soluk alışlarından aşırı heyecanını gidermeye çalıştığını anlamıştım.
Şaşkınlığını fark ettiğimi belli etmek istemediğim için, giyinirken kasten fazla gürültü yaptım; saatime baktım, gecenin uzunluğu konusunda bir şeyler söylemeye koyuldum.
“Saat daha üç bile olmamış. Altıya geldiğine yemin edebilirdim. Burada zaman duruyor… Herhâlde akşam saat sekizde odalarımıza çekilmiş olacağız.”
Ev sahibim iniltisini güçlükle bastırıp duvara vuran gölgesinden anladığıma göre de koluyla gözlerinin yaşını silerek: “Kışın daima dokuzda yatıp dörtte kalkarız.” dedi. “Benim odama gidebilirsiniz, Bay Lockwood. Bu kadar erken aşağıya inerseniz, herkes rahatsız olur. Sizin o çocukça bağırışınız bana uykuyu haram etti.”
“Benim de uykum kaçtı.” dedim. “Gün ağarıncaya kadar bahçede dolaşacağım, sonra gideceğim. Bir daha da sizi tedirgin edecek değilim, korkmayın. Köyde olsun şehirde olsun, insanlar arasında yaşamanın zevkli bir tarafını araştırmak derdinden artık kurtuldum. Aklı başında bir kimse, dostluk konusunda kendi kendine yetmeli.”
Heathcliff: “Aman ne hoş bir dostluk!” dedi. “Mumu al, canın nereye istiyorsa git. Ben de hemen yanına geleceğim. Yalnız avludan uzak dur; köpekler bağlı değil, eve de girme, Juno orada nöbette… Hayır, hayır; sen sadece merdivenlerle koridorlarda dolaşabilirsin. Tamam, yürü bakalım. İki dakika sonra ben de geleceğim.”
Emrin, odadan çıkmama dair olan kısmını yerine getirdim. Dar koridordan nereye gidildiğini bilmediğim için olduğum yerde, kımıldamadan durdum. Ev sahibimin aklı başında görünüşüyle hiç de bağdaşmayan boş inançları olduğunu görüyordum.
Yatağın üzerine çıktı, kanatları hızla açtı, gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı.
“Gir içeri, gir içeri!” diye hıçkırdı. “Cathy, ne olur gel… Ah, ne olur bir kere daha gel… Ah, benim biricik sevgilim! Bu defa beni duy. Catherine, nihayet!”
Hayalet gene kendisinden beklenen oyunu oynamıştı. Varlığını göstermiyordu ama karla karışık rüzgâr, hızla içeriye girmiş hatta benim bulunduğum yere kadar gelip ışığı söndürmüştü.
Bu rüzgâr dalgasıyla beraber gelen rahatlama duygusunda öyle ürkütücü bir şey vardı ki heyecanımdan bunun saçmalığını fark edemedim. Adamın anlattıklarını dinlediğim için kendi kendime kızarak, üzüntüye sebebiyet verdiğimden ötürü o saçma rüyalarımı anlatmış olmaktan dolayı da pişmanlık duyarak, oradan ayrıldım ama bu üzüntünün sebebini de anlamaktan âcizdim.
Dikkatli dikkatli aşağıya indim, arka mutfağa girdim, üzeri külle örtülmüş ateşten elimdeki mumu yaktım.
Burada, beni kızgın kızgın tıslayarak karşılayan çizgili bir tekir kediden başka kimse yoktu.
Daire dilimleri biçiminde iki tahta kanepe, ocağın başını hemen hemen kaplamış gibiydi; bunlardan bir tanesine ben uzandım, öbürüne de tekir kedi yerleşti. Bulunduğumuz yere başka biri gelmeden ikimiz de uyuklamaya başlamıştık. Derken Joseph, tavan arasına çıkıp gözden kaybolan ağaç merdivenden inmeye başladı. Bu merdiven onun inine gidiyordu besbelli.
Çalı çırpı ile tutuşturduğum ocağa kötü kötü baktıktan sonra kediyi yere itip ondan boşalan yere kendisi yerleşti. Yedi buçuk santim uzunluğundaki piposunu tütünle doldurmaya koyuldu. Onun kutsal yerinde benim de bulunmamı, bir şey söylemeye değmeyecek kadar küstahça bir davranış sayıyor olmalıydı. Sesini çıkarmadan piposunu dudaklarına yerleştirdi, kollarını kavuşturdu, piposunu tüttürmeye koyuldu.
Keyfini bozmak istemedim. O da piposunun son nefesini çektikten sonra derin derin içini çekti, ayağa kalktı, geldiği gibi sessizce gitti.
Derken daha atik adımlarla başka biri geldi, bu defa ben de “Günaydın.” demek için ağzımı açmışken bir şey söylemeden tekrar kapadım çünkü Hareton Earnshaw dokunduğu her eşya için bir sürü küfür savurarak sabah dualarını tekrarlıyordu, bir yandan da karları küremek için kürek ya da kazma arıyordu. Burun deliklerini şişirerek kanepenin arkasına şöyle bir göz attı, benimle de dostum kediyle de selamlaşmayı aklından bile geçirmedi.
Onun hazırlıklarını görünce gitmeme izin çıktığını tahmin ettim, kanepeden kalkıp onun peşinden gitmeye koyuldum. O da bunu fark etti, elindeki küreğin sapıyla iç kapılardan birini itip açtı, birtakım sesler çıkararak bir yere gitmeyi düşünüyorsam oraya gidebileceğimi anlatmaya çalıştı.
Kapı, kadınların çoktan işe koyuldukları eve açılıyordu. Zillah kocaman bir körükle alevleri bacaya kadar yükseltmeye çalışıyordu; Bayan Heathcliff de ocağın önüne diz çökmüş, alevin aydınlığında bir kitap okuyordu.
Ocağın sıcağından korunmak için bir elini yüzüne siper etmişti ancak üstüne kıvılcım sıçrattığı için bir hizmetçiye çıkışmak ya da burnunu onun yüzüne doğru uzatan bir köpeği kovmak için başını kitabından kaldırıyordu.
Heathcliff’in de orada olduğunu görünce şaşırdım. Sırtı bana dönük, ocağın yanında durmuş, zavallı Zillah’yı azarlamakla meşguldü. Kadıncağız ise ikide bir işini bırakıp önlüğünün ucuyla gözlerini kuruluyor, acı acı da inliyordu.
Ben içeri girdiğim sırada Heathcliff gelinine dönerek gürledi:
“Ya sen, ciğeri beş para etmez…” dedikten sonra aslında koyun, ördek cinsinden zararsız bir hayvan olduğu hâlde genellikle adı noktalarla belirtilen bir hayvanın sıfatını ekledi. “Gene oturmuş kim bilir ne dalavereler çeviriyorsun! Ötekilerin hepsi yedikleri ekmeği hak etmek için bir şeyler yapıyorlar, sen ise benim sadakamla yaşıyorsun. At o elindeki süprüntüyü de yapacak bir iş bul. Her gün gözümün önünde bulunmanın karşılığını ödeyeceksin, anlaşıldı mı, lanetli cadı?”
Genç kadın: “Süprüntümü kaldıracağım çünkü ben istemesem bile bunu bana zorla yaptırabilirsin.” diye cevap verdi, kitabını kapayıp koltuklardan birinin üzerine attı. “Ama sen ne dersen de hoşlanmadığım şeyi yapmayacağım.”
Heathcliff, elini havaya kaldırınca kadın da daha tehlikesiz bir köşeye kaçmaya çalıştı. Adamın elinin ağırlığını iyi bildiğine şüphe yoktu.
Kedi köpek kavgasını seyretmeye hiç de niyetli olmadığım için sanki kavgadan haberim yokmuş da sırf ısınmak için ocağa yaklaşıyormuş gibi yaptım. Onlar da savaşı kısa bir süre kesmek nezaketini gösterdiler. Heathcliff, yumruklarını ceplerine sokup kendini tuttu; Bayan Heathcliff dudaklarını kıvırıp uzaktaki kanepeye doğru yürüdü; ben orada olduğum müddetçe de bir heykel gibi hiç yerinden kıpırdamadan oturdu.
Bu da fazla sürmedi. Onlarla birlikte kahvaltıya oturmayı reddettim. Şafak sökerken de bir fırsatını bulup kendimi dışarıya, temiz havaya attım. Hava açık, sakin, buz gibi de soğuktu.
Ben bahçenin sonuna gelmeden ev sahibim arkamdan seslendi. Benimle beraber gelmek istiyordu. İyi ki gelmiş çünkü tepenin hemen ardı göz alabildiğine uzanan dalga dalga bembeyaz bir engin deniz hâlini almıştı. İnişler çıkışlar, toprağın her zamanki normal inişlerine, çıkışlarına benzemiyordu. Çukurların çoğu karla dolmuş, toprak seviyesine gelmişti. Dünkü yürüyüşüm sırasında hafızamda resim gibi işlenmiş olan sıra sıra taş kümeleri de haritadan silinmişti.
Yolun bir kıyısında, her beş-altı metrede bir dikilmiş taşlar gözüme ilişti. Bunlar, gece karanlığında kolayca görülebilsin diye, kireçle sıvanmışlardı. Şimdi ise şurada burada göze çarpan kirli birer noktadan başka bir şey değildiler. Ben yolun dönemeçlerini doğru takip ettiğimi sanırken arkadaşım ya sağa ya da sola gitmemi tembih edip duruyordu.