Kitabı oku: «Uğultulu Tepeler», sayfa 5
Kendi kendime: “Düşüncesiz, duygusuz bir çocuk…” diyordum. “Eski oyun arkadaşının üzüntülerini nasıl da kolayca aklından çıkarabiliyor! Ben, onun bu derece bencil olduğunu hiç sanmazdım.”
Catherine bir lokmayı dudaklarına götürdü, sonra gene tabağa bıraktı. Yanakları kızarmış, gözyaşları yüzünden aşağıya süzülmeye başlamıştı. Duygularını gizlemek için kasten çatalını yere düşürdü, hemen masa örtüsünün altına eğildi. Böylece ona duygusuz demem uzun sürmedi çünkü bütün gün, cehennem azabı çektiğini, yalnız kalıp evin beyi tarafından odasına kilitlenen Heathcliff’i görebilmek için imkânlar araştırdığını anlamıştım. Heathcliff’in hapsedildiğini de ona, kendi elimle hazırladığım yemekleri vermek isteyince öğrendim.
Akşama dans vardı. Cathy, Isabella’nın kavalyesi olmadığından Heathcliff’in, dans saatinde serbest bırakılması için yalvardı ama gayretleri boşa çıktı, bu isteği yerine getirilmedi, kavalye noksanını da benim tamamlamam kararlaştırıldı.
Dansın heyecanı içinde bütün üzüntülerimizi unuttuk. Hele Gimmerton bandosunun da gelişiyle neşemiz büsbütün arttı. On beş kişilik bandoda şarkıcılardan başka bir trompet, klarnetler, bombardonlar, borular, bir de basviyola vardı. Bunlar hep Noel yortusunda tanınmış ailelerin evlerini dolaşıp bahşiş toplarlardı; onları dinlemek de bizler için başlıca eğlenceydi. Her zamanki ilahiler söylendikten sonra şarkılara, çok sesli havalara geçildi. Bayan Earnshaw müziği severdi; onun için, bandocular da bol bol çaldılar.
Catherine de müziği severdi ama merdivenin en üst basamağından daha iyi dinlediğini ileri sürerek karanlıkta yukarı çıktı; ben de peşinden gittim. Aşağıda evin kapısını kapamışlardı, bu kalabalıkta da bizim yokluğumuzu fark etmelerine imkân yoktu. Catherine merdivenlerin üst basamağında durmadı, daha yukarı gitti, Heathcliff’in hapsedildiği tavan arasına çıkıp ona seslendi. Heathcliff, bir süre karşılık vermemekte ayak diredi ama sonunda Küçük Hanım, onu tahtaların arasından konuşmaya zorladı. Şarkıların kesilip şarkıcıların bir şeyler yiyip içmek için büfeye gidecekleri ana kadar zavallı yavrucaklar rahat rahat konuşsunlar diye hiç ses çıkarmadan bekledim. Sonra Küçük Hanım’ı uyarmak için merdiveni tırmandım.
Onu, dışarıda bulacağımı sanırken içeriden geldiğini duydum. Küçük maymun kiremitlikteki kapancaların birinden ötekine geçerek içeriye girmişti, onu dışarı çıkarmam da çok zor oldu. Heathcliff’i de yanında getirmişti. Küçük Hanım onu ille mutfağa götürmemi istedi. Kapı yoldaşım da “şeytan ilahileri” dediği şarkılarımızı duymamak için komşuya gitmişti. Onlara dalaverelerine hiçbir zaman alet olmayacağımızı söyledim ama küçük mahluk, bir önceki öğle yemeğinden beri ağzına bir lokma koymadığı için bir kerelik onun, Hindley’i aldatmasına ses çıkarmayacağımı bildirdim.
Oğlan, aşağıya indi. Ocakbaşına bir iskemle çekip onu oturttum, türlü türlü yiyecekler verdim fakat çocukcağız hastaydı, pek az yemek yiyebildi. Onu eğlendirmek için sarf ettiğim gayretler de boşa gitti. Dirseklerini dizlerine dayamış, çenesini avuçları içine almış, derin düşüncelere dalmıştı.
Ne düşündüğünü sorduğum zaman da ciddi ciddi şu cevabı verdi:
“Hindley’den öcümü nasıl alacağımı kararlaştırmaya çalışıyorum. Ne kadar beklemem gerekirse gereksin, sonunda hıncımı alabileceksem sabırla beklerim. İnşallah ben hıncımı almadan ölmez.”
“Ayıp, Heathcliff, ayıp!” dedim. “Kötüleri cezalandırmak Tanrı’nın işidir; biz sadece bağışlamasını öğrenmeliyiz.”
Oğlan itiraz etti:
“Hayır, Tanrı onu cezalandırmaktan benim alacağım zevki alamaz. Ah, bir de bu iş için en iyi yolu seçebilsem! Beni yalnız bırak da plan kurayım. Bunu düşünürken acılarımı unutuyorum.”
“Ah, Bay Lockwood, bu hikâyelerin sizi oyalayamayacağını unuttum. Böyle durmadan gevezelik ettiğim için de özür dilerim. Lapanız soğumuş, uyukluyorsunuz. Heathcliff’in hikâyesini, daha doğrusu sizi ilgilendirecek kısımlarını yarım düzine kelimeyle de anlatabilirdim.”
***
Böylece konuşmasına ara veren kâhya kadın, ayağa kalktı, dikişini kaldırmaya koyuldu. Ben ocağın başından ayrılabilecek durumda değildim, hem uyukladığım da yoktu.
“Oturun, Bayan Dean!” diye bağırdım. “Yarım saatçik daha oturun. Hikâyeyi uzun uzun anlatmakla da çok iyi ettiniz. Benim beğendiğim usul de budur. Hikâyeyi aynı şekilde tamamlamalısınız. Sözünü ettiğiniz herkese karşı da az çok ilgi duyuyorum.”
“Saat neredeyse on biri vuracak efendim.”
“Ziyanı yok… Erken yatmaya zaten alışık değilim. Sabah ona kadar yataktan kalkmayan bir kimse için gece birde, ikide yatmak geç sayılmaz.”
“Sabahları da ona kadar yatmamalısınız. Sabahın en güzel zamanı o saate kadar çoktan geçmiş olur. Saat ona kadar günlük işinin yarısını tamamlamamış olan bir kimse, çoğunlukla öbür yarıyı da ertesi güne bırakmak zorunda kalır.”
“Her ne hâl ise siz sandalyenize oturun Bayan Dean. Çünkü yarın, geceyi öğleden sonraya kadar uzatmak niyetindeyim. Kendimde müzmin bir soğuk algınlığının belirtilerini teşhis ettim.”
“Umarım yanılmışsınızdır, efendim. Neyse şimdi izin verirseniz üç yıllık bir süreyi atlayacağım. Bu süre içinde de Bayan Earnshaw…”
“Hayır hayır, böyle bir şeye asla izin veremem. Siz hiç yalnız başınıza oturup bir kedinin yavrusunu yalayarak temizlediğini seyrederken nasıl bir ruh hâli içinde bulunduğunuzu bilir misiniz? Bu manzarayı öyle büyük bir dikkatle seyredersiniz ki kedi, tesadüfen bir kulağı temizlemeden bırakırsa iyice sinirleriniz bozulur.”
“Bence bu dediğiniz ruh hâli, pek tembellere yakışan bir şeydir.”
“Tam tersine, çok yorucu denebilecek kadar hareketli bir ruh hâlidir bu. Ben şimdi bu hâldeyim; onun için hikâyeyi dakikası dakikasına anlatmaya devam edin. Bence buralarda yaşayan insanlar, şehirde yaşayanlardan, tıpkı zindandaki örümceğin zindanda yatan bir insan için taşıdığı önemin, kulübedeki örümceğin kulübede yaşayan bir kimse için taşıdığı önemden üstün oluşu gibi, daha büyük bir kıymet taşımaktadır. Ama gittikçe artan ilgi dışarıdan seyredenin durumundan doğmamaktadır. Buradakiler daha gerçek, daha kendilerince, daha içten yaşıyorlar; sade, göz alıcı değişikliklerden uzak bulunuyorlar. Burada aşkın ömür boyunca sürebileceğine de inanırım; eskiden ise bir aşk macerasının ancak bir yıl devam edebileceğini düşünürdüm. Buradaki durum, tıpkı aç bir adamın önüne bir tabak yemek konup karnını bununla doyurmasının istenmesine, bir başkasının da Fransız aşçının hazırladığı yemeklerle donatılmış bir masanın başına geçirilmesine benziyor. Masadaki yemeklerin hepsinden tadarak sofranın zevkini çıkarmış olur ama her tabağın bu zevk içindeki payı pek küçük kalır.”
Bayan Dean, benim konuşmama biraz şaşmış gibi görünüyordu.
“Bizi daha iyi tanıyınca başka yerlerdeki insanlardan farklı olmadığımızı göreceksiniz.” dedi.
“Af buyurun ama…” dedim. “Siz bu düşünceyi yalanlamak için gerekli delillerin en kuvvetlisisiniz. Önemsiz, taşralılara has biriki özelliğiniz bir yana, sınıfınızın insanlarında bulunduğuna inandığım özelliklerin hiçbiri, sizde yok. Hizmetçilerin büyük bir çoğunluğunda rastlanmayacak derecede düşünmüş, kafanızı işletmişsiniz. Bu da boş şeylerle ömür tüketmek fırsatını bulamadığınızdan, düşünmekten başka bir eğlenceye sahip olamadığınızdan ileri geliyor.”
Kadın güldü:
“Evet.” dedi. “Ben de kendimi akıllı uslu bir insan olarak görüyorum elbette. Ömrüm boyunca dağlar arasında yaşayıp belirli insanlarla belirli hareketleri gördüğüm için de değil bu. Ben aklımı başıma almamı öğreten sıkı bir disiplin altında büyüdüm; sizin tahmin edebileceğinizden çok fazla kitap okudum, Bay Lockwood. Bu kitaplıkta, benim elimden geçmemiş tek kitap bulamazsınız. Yalnız Grekçe, Latince, Fransızca kitaplardan yararlanamadım… Ama hiç olmazsa bunların hangi dillerde yazıldıklarını bulabilirim. Fakir bir adamın kızından da bundan başka bir şey beklenmez. Her neyse hikâyemi gerçek bir dedikoducu üslubuyla anlatmamı istiyorsanız, devam edeyim bari. Üç yıllık süreyi atlayacak yerde, bir yaz sonrasına, 1778 yazının sonuna geçmeyi tercih ederim. Bu da aşağı yukarı yirmi üç yıl öncesine tesadüf ediyor.”
8
Güzel bir haziran sabahı, benim ilk süt bebeğim, yüzyıllık Earnshawların da sonuncu çocuğu dünyaya geldi. O gün, uzaktaki tarlalardan birinde hasatla uğraşıyorduk. Her zaman kahvaltımızı getiren kız, normal geliş saatinden bir saat kadar önce, fundalıklar arasından keçi yoluna saparak koşa koşa bize doğru geldi, bir yandan da bana sesleniyordu.
Soluk soluğa: “Ah, öyle güzel bir çocuk ki!” dedi. “Şimdiye dek doğan çocukların en güzeli. Ama doktor dedi ki hanım yolcuymuş; zaten bu son aylarda ince hastalık çekiyormuş. Doktor, Bay Hindley’e böyle derken duydum. Şimdi onu dünyada tutabilecek bir şey kalmamış artık, kışa kalmadan ölüp gidecekmiş. Sen hemen eve döneceksin. Bebeğe sen bakacakmışsın, Nelly… Sütle, şekerle besleyecekmişsin, gece gündüz de onunla haşır neşir olacaksın. Keşke senin yerinde ben olsaydım! Hanım göçüp gidince bebek bütün bütün senin olacak.”
Elimdeki tırmığı atıp başlığımı bağlarken: “Peki ama hanım çok mu hasta?” diye sordum.
“Öyle gibi ama cesaretini kaybetmemişe benziyor. Çocuğun büyüyüp adam olduğunu görünceye dek de yaşayacakmış gibi konuşuyor. Sevinç aklını başından almış galiba. Ah, bebek de öyle güzel ki! Onun yerinde ben olsaydım, hiç ölmezdim. Kenneth ne derse desin, ben daha bebeği görür görmez dirilirdim. Doğrusu ona da çok kızdım. Ebe Archer, bebeği evde bekleyen Bey’e getirmişti, adamcağızın yüzü tam gülmeye başlamıştı ki ihtiyar bunak yanına geldi, dedi ki: ‘Earnshaw, karının sana bu oğlan çocuğunu kazandırması, Tanrı’nın bir lütfu. Buraya geldiği zaman onun çok yaşamayacağını anlamıştım. Önümüzdeki kış, soğuklar belki de onun işini bitirecektir. Üzülüp kendini perişan etme çünkü elden gelen bir şey yok. Hem doğrusu, böyle bir kızı kendine eş seçmen hata idi.’ ”
“Peki, Bey buna karşılık ne dedi?” diye sordum.
“Galiba küfretti… Ben onunla ilgilenmedim, bebeği görmek için kıvranıyordum.”
Kız, gene bebeği anlatmaya koyuldu. Ben de en az onun kadar heyecanlı bir hâlde eve koştum. Hindley’e de üzülmüştüm. Onun gönlünde sadece iki puta yer vardı: Biri karısı, biri de kendisi. İkisini de severdi ama birine tapardı, onun kaybına nasıl katlanabileceğini düşünemiyordum.
Uğultulu Tepeler’e vardığım zaman Hindley, dış kapıda duruyordu, içeri girerken bebeğin nasıl olduğunu sordum.
“Neredeyse koşmaya başlayacak Nelly!” dedi. Neşeyle gülümsemeye çalışıyordu.
“Ya hanım?” diye sordum. “Doktor diyormuş ki şeymiş…”
Yüzü kızarmıştı, sözümü kesti.
“Doktora lanet olsun! Frances’in bir şeyi yok. Haftaya bu zamanlar tamamen iyileşmiş olacaktır. Sen yukarı mı çıkıyorsun? Konuşmayacağına söz verirse yukarı geleceğimi söyler misin? Çenesini tutmadığı için yanında kalmadım. Çenesini tutmak gerek… Ona söyle, Doktor Kenneth konuşmamasını tembih etti.”
Bu haberi Bayan Earnshaw’ya ulaştırdım. Pek keyifli görünüyordu. Gülümseyerek anlattı:
“Ben daha bir kelime söyler söylemez o iki kat bağırıp dışarı çıktı, Ellen. Her neyse konuşmamaya söz verdiğimi söyle sen ona ama bu, onun hâline gülmeyeceğime de söz veriyorum demek değil ha!”
Zavallıcık! Ölümünden bir hafta öncesine kadar neşesi hiç azalmadı. Bu arada, kocası da onun sağlığının günden güne iyileştiğini inatla tekrarlamaktan hayır, ateş püskürerek tekrarlamaktan geri kalmadı. Kenneth hastalığın bu devresinde onun vereceği ilaçların bir fayda sağlamayacağını, hastaya bakacağım diye Hindley’i boşuna masrafa sokmak istemediğini de söyleyince Bey, hışımla şöyle dedi:
“Senin gelmene ihtiyaç olmadığını ben de biliyorum… Karım iyi… Senin bakımına artık ihtiyacı yok. Hiçbir zaman vereme yakalanmış değildi. Bir ateşli hastalıktı; şimdi de geçti. Nabzı benimki gibi ağır, yanakları da benimkiler kadar serin.”
Karısına da aynı hikâyeyi anlattı, o da kocasına inanmış görünüyordu. Derken bir gece, ertesi gün kalkabileceğini söylemek üzere başını, kocasının omuzuna dayadığı sırada, bir öksürük nöbetine tutuldu. Hafif bir nöbetti bu. Bey, karısını kolları arasına alıp kaldırdı; o da kocasının boynuna sarıldı. Derken yüzü değişti, sonra da ölüverdi.
Kızın önceden söylediği gibi bebek yani Hareton, büsbütün bana kalmıştı. Bay Earnshaw bebek sağlıklı göründüğü, ağlamadığı sürece ondan yana memnundu ama başka bakımlardan anlatılamayacak derecede üzgündü. Onun üzüntüsü de bambaşka türlüydü: Ağlamıyordu da dua da etmiyordu. Yalnız sövüyor, meydan okuyor, Tanrı’ya da insanlara da lanetler yağdırıyordu. Kendini insafsız bir öfkeye kaptırmıştı.
Hizmetçiler, uşaklar onun zalim davranışlarına, huysuzluklarına uzun zaman dayanamadılar. Yalnız Joseph’le ben kalmıştım. İşimi bırakıp gitmeye gönlüm razı olmuyordu. Hem ben onun süt kardeşiydim, huysuzluklarına da bir yabancıdan daha kolay katlanabiliyor, onu zaman zaman haklı bulabiliyordum. Joseph de kiracılarla işçilere emretmek için kalmıştı; üstelik, kötülük neredeyse onun da orada bulunması en büyük göreviydi.
Bey’in kötü davranışları, kötü dostları Catherine’le Heathcliff’e de doğrusu, pek güzel bir örnek olmuştu! Hele Heathcliff’e karşı davranışları meleği, şeytan yapmaya yeterdi. Gerçekten de o günlerde çocuğun hınzırlığı üstündeydi, Hindley’in her geçen gün düzelmeyecek bir şekilde kötüye gitmesine seviniyor gibiydi. Her geçen gün de daha dikkati çekecek bir şekilde yabani, somurtkan ve yırtıcı bir insan olmaktaydı.
Evin nasıl bir cehenneme döndüğünü anlatamam. Papaz da artık uğramaz olmuştu. Aklı başında hiç kimse yanımıza yaklaşmıyordu; yalnız Edgar Linton, bizim Cathy’yi görmeye geliyordu, o kadar. Catherine, on beş yaşında çevrenin sultanı olmuş çıkmıştı; bir eşi daha yoktu. Bu yüzden de burnu Kafdağı’nda, kafasına koyduğunu yapmaktan hoşlanan inatçı bir yaratık olmuştu. Çocukluk çağını geride bıraktıktan sonra, onu sevmemeye başlamıştım. Kibirlilikten vazgeçirmek için elimden geleni yapıyor, rahat vermiyordum; buna rağmen o benden hiçbir zaman nefret etmemiştir. Zaten, eski tanıdıklarına inanılmayacak derecede bağlıydı hatta Heathcliff bile onun kendisine olan düşkünlüğünden yoksun kalmamıştı. Edgar Linton da bütün üstün özelliklerine rağmen genç kızın üzerinde aynı derecede bir etki yaratmakta güçlük çekmişti.
“Edgar Linton, benim ölen efendimdir; ocağın üzerinde asılı duran resim onun resmidir. Vaktiyle bu resim bir yanda, karısınınki öbür yanda asılı dururdu ama sonradan hanımınki kaldırıldı; kaldırılmasaydı onun resmine bakıp hakkında az çok fikir edinebilirdiniz. Bunu görebiliyor musunuz bari?”
Bayan Dean, mumu yukarı kaldırınca yumuşak hatlı, Uğultulu Tepeler’deki genç kıza benzeyen ama ondan daha düşünceli, daha sevimli bir ifade taşıyan bir yüz gördüm. Çok hoş bir resimdi. Açık renk uzun saçlar şakaklarda hafifçe kıvrılıyordu; gözler iriydi, ciddi bakışlıydı; yüz biraz fazlaca nazikti. Catherine Earnshaw’nun ilk arka daşını böyle bir kimse uğruna unutmasına şaşmadım. Düşünceleri dış görünüşüne pek uyan bir kimsenin benim tanıdığım Catherine Earnshaw’yu etkileyebilmesine şaştım.
Kâhya kadına: “Çok güzel bir portre…” dedim. “Gerçekten ona benziyor mu?”
Ellen Dean: “Evet.” dedi. “Yalnız, neşelendiği zamanlar daha hoş görünürdü. Bu onun her günkü görünüşü; genellikle, ruhsuz bir insandı.”
***
Catherine, Lintonların yanında beş hafta geçirdikten sonra, onlarla olan dostluğunu devam ettirmişti. Onların yanındayken tabiatının sert yönünü göstermeye hiç de hevesli olmadığı, her zaman kibarlık gördüğü yerde kabalık etmeye de utandığı için, yaşlı bayla yaşlı bayan üzerinde farkına varmadan iyi bir etki yaratmıştı. Isabella’nın hayranlığını, erkek kardeşinin de kalbini ve ruhunu kazanmıştı. Bunlar daha başlangıçta onun gururunu okşamıştı çünkü ihtiraslarla dolu bir kızdı o. Bu da kimseyi kandırmaya heveslenmediği hâlde, onu iki ayrı karaktere sahip olmaya sürüklemişti.
Heathcliff’ten söz edilirken “aşağılık bir serseri”, “hayduttan da beter” sözlerinin kullanıldığı yerlerde onun gibi davranmamaya dikkat ediyordu ama evde, sadece alaya alınmasını sağlayacağını, kendisine itibar da takdir de kazandırmasına imkân olmadığını bildiği için, kibarlık denemelerine girişmek zahmetine katlanmaya pek niyetlenmiyordu.
Edgar Linton, Uğultulu Tepeler’e açıkça gelmeye pek seyrek cesaret edebiliyordu. Hindley Earnshaw’nun kötü ünü, onda dehşet uyandırıyordu; onunla karşılaşmaktan korkuyordu. Ama gene de biz onu elimizden geldiği kadar kibar bir şekilde ağırlamaya gayret ediyorduk. Bey de onun niçin geldiğini bildiğinden canını sıkmaktan kaçınırdı, ona karşı kibarca davranamayacak durumdaysa karşısına çıkmamaya bakardı. Catherine, onun ziyaretlerini biraz tatsız buluyordu sanırım. Kurnaz bir kız değildi, asla cilve yapmazdı, iki arkadaşının karşılaşmasına da herhâlde razı değildi. Çünkü Heathcliff, Edgar’ın yüzüne karşı ondan hoşlanmadığını söylese kız, Edgar’ın yokluğunda yaptığı gibi bu düşünceye yarım ağızla olsun katılamazdı. Edgar da Heathcliff’ten nefret ettiğini, tiksindiğini belli etse arkadaşının kötülenmesi ona dokunmuyormuş gibi davranmak kızcağızın elinden gelmezdi.
Catherine’in benim alaya almamdan çekindiği için saklamaya çalıştığı dertlerine, çoğu kere gülmüşümdür. Bu belki de kötü bir davranış havasını yaratıyordu ama kız, o kadar gururluydu ki o biraz daha alçak gönüllü olmayı öğrenmedikçe ona acımak imkânsızdı. En sonunda, her şeyi itiraf edip benimle sırdaş olmak zorunda kaldı. Ona öğüt verebilecek başka kimsesi yoktu ki…
Bir gün öğleden sonra, Hindley evden gitmişti; Heathcliff de bunu fırsat bilip işini paydos etmişti. O sıralarda on altı yaşına basmıştı sanırım. Akıldan yoksun olmaması, yüzünde kötü bir ifade bulunmaması sayesinde, gerek içten gerekse dıştan sevimsiz görünmemeyi başarmıştı, bugün bunların izi bile kalmamıştır.
Bir kere, küçükken öğrendiklerini artık unutmuştu. Sabahın erken saatlerinden başlayıp geç vakitlere kadar sürüp giden devamlı ağır iş; vaktiyle edindiği öğrenme hevesini, kitap sevgisini, bilgi ihtiyacını söndürmüştü. Çocukluğunda, yaşlı Bay Earnshaw’nun yaptığı iyilikler sayesinde edindiği üstünlük duygusu da silinip gitmişti. Uzun bir süre Catherine’in çalışmalarını izleyip ondan geri kalmamaya gayret etmişti ama sonra sessizce, büyük bir üzüntü içinde bundan vazgeçmişti; hem de tam anlamıyla vazgeçmişti. Hele bulunduğu seviyeden aşağıya inmek zorunda olduğunu anladıktan sonra ona, yükselmesi için bir adım attırmak imkânsızlaşmıştı.
Derken dış görünüşü de ruhundaki bozukluklara uygun bir hâl alıverdi: Yürüyüşü şapşallaştı, bakışları bönleşti, doğuştan içine kapanıklığı daha da arttı; suratsız, insanlarla bağdaşamayan bir budala oldu çıktı. Üç-beş tanıdığında hoşnutluk yerine hoşnutsuzluk uyandırmaktan gizli bir zevk duyduğu besbelliydi.
Catherine’le olan arkadaşlığını çalışmadığı zamanlarda hâlâ devam ettiriyordu ama oğlan kıza olan düşkünlüğünü sözleriyle hiç belli etmeyip onun genç kızlara özgü sevgi gösterilerinden de hırçın bir kuşkuculuk içinde şüphelenir olmuştu. Bu davranışıyla bu yakınlıkların kendisinde en küçük bir minnet duygusu uyandırmayacağını anlatmak istiyordu sanki… Dediğim gün de hiçbir iş yapmayacağını haber vermek için eve gelmişti. Ben Cathy’nin giyinmesine yardım ediyordum. Kızcağız oğlanın aklına esip işini yarım bırakacağını hiç düşünmemiş, bütün gün evde yalnız olacağını düşünerek Edgar’a da ağabeyinin evde bulunmadığını bildirmenin yolunu bulmuştu. O sırada misafirini karşılamaya hazırlanıyordu.
Heathcliff: “Cathy, bugün öğleden sonra işin var mı?” diye sordu. “Bir yere gidecek misin?”
“Hayır, gitmeyeceğim, yağmur yağıyor.”
“Öyleyse bu biçimsiz elbiseyi neden giydin? İnşallah gelecek kimse yoktur…”
Küçük Hanım kekeleyerek: “Benim bildiğime göre yok.” dedi. “Ama sen bu saatte tarlada olmalıydın, Heathcliff. Yemek paydosunu bir saat geçti; ben seni gittin sanıyordum.”
Oğlan buna: “Hindley uğursuzu, bizi lanetli varlığından pek seyrek uzak bırakabiliyor.” diye karşılık verdi. “Bugün başka iş yapmayacağım, senin yanında kalacağım.”
“İyi ama Joseph ona haber verir. Gitsen daha iyi olur.”
“Joseph şimdi Penistone Kayalıkları’nın öte yanında kireç yüklüyor, işi karanlığa kadar bitmez; onun için, hiçbir şeyden haberi olmaz.”
Heathcliff, böyle diyerek ocakbaşına geçti oturdu. Catherine kaşlarını çatıp bir an düşündü. Davetsiz misafir için de bir açık kapı bırakmak gerektiğini anlamıştı.
Bir dakika süren sessizlikten sonra: “Isabella ile Edgar Linton bugün öğleden sonra buraya geleceklerini söylemişlerdi.” dedi. “Bu yağmurda gelebileceklerini sanmıyorum ama her şeye rağmen gelebilirler de. Gelirlerse senin de boşu boşuna azar işitmen mümkün.”
Heathcliff ayak diredi:
“Ellen’a emir ver, onlara işinin olduğunu söyleyiversin. O acınacak budala arkadaşların yüzünden bana dirsek çevirme, Cathy. Bazen öyle oluyorum ki dayanamayıp onların… Hayır, söylemeyeceğim.”
Catherine, tasalı bir tavırla gözlerini oğlana dikerek sordu:
“Onlara ne olmuş ki?” Sonra başını hızla yana çekti, ellerimden uzaklaştırdı. “Ay! Nelly, saçımı dümdüz ettin, bukle diye bir şey kalmadı! Bu kadar yeter, beni yalnız bırak. Senin dayanamadığın şey nedir, Heathcliff? Söylesene.”
“Hiç… Yalnız, şu takvime bakıver.” Heathcliff bunu söylerken pencerenin yanında, duvarda asılı duran kâğıt parçasını işaret etti. “Çapraz işaretliler Lintonlarla geçirdiğin, noktalılar ise benimle geçirdiğin geceleri gösteriyor. Görüyor musun, her günü işaretledim.”
Catherine hırçın hırçın mırıldandı:
“Evet ama pek saçma bir şey. Sanki benim umurumda mı?.. Hem, bu ne demek oluyor?”
“Ne olacak, benim her şeyi fark ettiğimi gösteriyor.”
Catherine, canı biraz daha fazla sıkılmış bir hâlde söylendi:
“Ben hep seninle mi oturacaktım? Bundan ben ne kazanacağım? Sen benimle ne konuşacaksın? Beni eğlendirmek için söylediğin sözlere, yaptığın hareketlere bakılırsa senin bir dilsizden ya da bir bebekten farkın yok.”
Heathcliff, büyük bir şaşkınlık içinde bağırdı.
“Ama şimdiye kadar benim az konuştuğumu ya da yanında olmamdan hoşlanmadığını hiç söylememiştin, Cathy!”
Kız: “İnsanlar bir şey bilmeyip bir şey konuşmayınca dostluk olmaz ki bu…” diye mırıldandı.
Oğlan ayağa kalktı ama duygularını daha fazla açıklamaya fırsat bulamadı. Taşlıkta nal sesleri duyulmuştu. Derken Edgar Linton, kapıyı hafifçe vurup içeri girdi. Hiç beklemediği bir sırada çağrılmış olmanın verdiği sevinçle yüzü aydınlanmıştı.
Biri içeri girip öteki çıkarken Catherine’in de ikisi arasındaki farkı anlamış olduğuna şüphe yoktu. Bu fark; kuru, çorak bir kömür arazisi ile güzel, verimli bir vadi arasındaki ayrılık gibiydi. Yeni gelenin sesi de selamlayışı da öbürününküyle tam bir tezat meydana getiriyordu. Yumuşak, tatlı bir konuşması vardı, kelimeleri tıpkı sizin söylediğiniz gibi söylerdi; yani, bizim burada konuştuğumuzdan daha az kaba, daha düzgün.
Bana şöyle bir baktıktan sonra: “Çok erken gelmedim ya?” diye sordu.
Ben tabakları silmeye, öte yandaki çekmeceleri düzeltmeye başlamıştım.
Catherine: “Hayır.” diye cevap verdi. “Sen orada ne yapıyorsun, Nelly?”
“İşimi yapıyorum, Küçük Hanım.” dedim.
Hindley bana, Edgar Linton yalnız başına geldiği zamanlar onları, tek başlarına bırakmamamı tembih etmişti.
Kız arkama gelip kızgın kızgın fısıldadı:
“Toz bezlerini al, hemen buradan git bakalım! Evde misafir varken hizmetçiler, onların bulundukları yerleri silip süpürmezler.”
Ben de yüksek sesle: “Bey’in evde olmaması benim için büyük fırsat.” dedim. “Çünkü o buradayken benim böyle kıpır kıpır gezinmemi istemez. Bay Edgar’ın beni mazur göreceğine eminim.”
Küçük Hanım, misafirinin bir şey söylemesine fırsat bırakmadan bir kraliçe havası takınarak bağırdı: “Senin kıpır kıpır gezinmeni ben de istemiyorum!” Heathcliff’le aralarında geçen tartışmanın etkisinden henüz kurtulamamıştı.
Buna karşılık ben: “Çok özür dilerim, Bayan Catherine.” dedim. Eskisinden daha büyük bir gayretle işime devam ettim.
Küçük Hanım, Edgar’ın onu göremeyeceğini hesaplayarak toz bezini elimden kaptı, koluma bir çimdik attı.
Ben de onu hiç sevmediğimi söyledim, ara sıra kibrini kırmak için elimden geleni yaptığımı anlattım. Canımı da öyle fena yakmıştı ki diz çöküp avaz avaz bağırmaya başladım:
“Yo, Küçük Hanım, bu kadarı da fazla! Beni çimdiklemeye hiç hakkın yok. Buna gelemem doğrusu!”
Kulakları öfkeden kızarmıştı; parmaklarını gene çimdik atmaya hazırlanıyormuş gibi kıvırarak bağırdı:
“Sana dokunmadım bile, yalancı.”
Öfkesini saklamayı hiçbir zaman beceremezdi, kızınca yüzü hep alev alev yanardı. Onun yalanını meydana çıkarmak için morarmış çimdik yerini gösterdim:
“Öyleyse bu nedir?”
Ayaklarını hırsla yere vurdu. Bir an bocaladıktan sonra, içindeki kötü ruhun zoruyla, yanağıma şiddetli bir tokat indirdi, acıdan gözlerim yaşarmıştı.
Edgar, tapındığı insanın yalancılığı, haşin davranışları karşısında şaşkına dönmüştü.
“Catherine, sevgilim! Catherine!” diye araya girdi.
Küçük Hanım baştan aşağıya titreyerek bağırdı:
“Odadan dışarı çık, Ellen!”
Nereye gitsem peşimden gelen küçük Hareton da benim biraz ötemde, yere oturmuştu. Gözlerimden yaşların boşandığını görünce o da ağlamaya başladı. Bir yandan da: “Pis Cathy hala! Kaka Cathy hala!” diye bağırıyordu. Çocuğun bu sözleri, kızın öfkesini onun üzerine yöneltmesine yol açtı. Yeğenini omuzlarından yakalayıp zavallıcığın ödünü patlatırcasına sarsmaya başladı. Edgar da düşünmeden kızın kötü bir şey yapmasını önlemek üzere, onun ellerini tutmuştu. Fakat bu işi yapmasıyla kızın, tek elini kurtarması bir oldu. Cathy serbest kalan elini, delikanlının kulaktozuna çarpıvermişti. Hem bu vuruşun, şaka olmasına imkân yoktu. Delikanlı, dehşet içinde geriye çekildi. Ben de Hareton’ı kucağıma alıp mutfağa gittim. Aralarındaki anlaşmazlığı nasıl halledeceklerini merak ettiğim için de kapıyı açık bırakmıştım.
Hakarete uğramış olan misafir, şapkasını bıraktığı yere doğru yürüdü. Yüzü sararmış, dudakları titriyordu.
Kendi kendime: “Hah, şöyle!” dedim. “Bu, sana ders olsun da çek git! Onun gerçek yaradılışını görmene imkân vermek de senin için bir iyiliktir.”
Catherine kapıya doğru ilerleyerek: “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Edgar, onun yanından dolanıp geçmek istedi.
Kız, şiddetle: “Gitme!” diye bağırdı.
Delikanlı sesini fazla yükseltmeden: “Gitmem lazım, gideceğim!” dedi.
Kız, kapı tokmağını kavrayıp: “Hayır!” diye ısrar etti. “Daha gitme, Edgar… Otur şöyle… Beni bu hâlde bırakıp gidemezsin. Yoksa bütün geceyi üzüntü içinde geçiririm. Ben ise senin uğruna üzülmek istemiyorum.”
“Beni tokatladıktan sonra kalabilir miyim ki!”
Catherine susuyordu. Delikanlı devam etti:
“Beni hem korkuttun hem de hayal kırıklığına uğrattın. Bir daha buraya gelmeyeceğim!”
Kızın gözleri yaşlarla parlamaya, göz kapakları titremeye başlamıştı.
Edgar: “Hem sen bile bile yalan söyledin.” diyordu. Küçük Hanım kendini toparlayarak: “Hayır, söylemedim!” diye bağırdı. “Ben bile bile bir şey yapmadım… Ama madem istiyorsun, öyleyse git… Defol! Şimdi ben de ağlayacağım, kendimi hasta edinceye kadar ağlayacağım!”
Bir sandalyenin yanına diz çöküp gayet ciddi bir şekilde hüngür hüngür ağlamaya koyuldu.
Edgar’ın inadı ancak avluya varıncaya kadar devam edebildi; oraya varınca durakladı. Ben de onu kışkırtmaya karar verdim.
“Küçük Hanım çok dikkafalıdır, efendim.” diye seslendim. “Bütün şımarık çocuklar gibi kötü huyludur… En iyisi, siz atınıza atlayıp evinize gidin yoksa sırf bizi üzmek için hastalanacaktır.”
Yufka yürekli delikanlı, göz ucuyla pencereden içeriye baktı; nasıl bir kedi, ölmüş bir fareyi ya da yarısı yenmiş bir kuşu bırakmazsa onun da bu evden gitmeye gücü yoktu.
İçimden: “Ah, onun için kurtuluş yok!” diye düşündüm. “Gazaba uğramış bir kere. Kaderine doğru uçuyor.”
Gerçekten de öyle oldu. Birden döndü, telaşla tekrar eve girdi ve kapıyı ardından kapadı.
Bir süre sonra Hindley Earnshaw’nun, körkütük sarhoş döndüğünü gördüm. Evi başımıza yıkacak hâldeydi; zaten sarhoşken hep bu fikri benimserdi. Haber vermek için içeri girince kavganın, sadece Catherine’le Edgar’ın arasındaki samimiyeti artırmaya yaradığını fark ettim. Gençlere has o ürkeklik, çekingenlik de kaybolmuş; arkadaşlık perdesi kalkmış, birbirlerine âşık olduklarını ilan etmişlerdi.
Hindley’in geldiği haberi, Edgar’ı hemen atına atlamaya, Catherine’i de odasına kaçmaya zorlamıştı. Ben de küçük Hareton’ı saklamaya, sonra da Bey’in av tüfeğindeki fişekleri boşaltmaya gittim çünkü Bey sarhoşken çılgınca bir heyecan içinde tüfeğiyle oynamaya bayılır, böylece onun canını sıkan ya da gözüne sık sık görünen kimselerin hayatı tehlikeye girerdi. Ben de işi, tüfeği ateşlemeyi düşünecek kadar ilerletirse diye -muhtemel bir kötülüğü önlemek için- kurşunları boşaltmayı kararlaştırmıştım.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.