Kitabı oku: «Uğultulu Tepeler», sayfa 4
6
Bay Hindley cenaze töreni için eve geldi. Bizi şaşırtan, komşuları da doğru yanlış bir sürü dedikodu yapmaya zorlayan bir şey oldu: Yanında karısını da getirmişti.
Kadın neyin nesiydi, nerede doğmuştu; bunları bize hiç açıklamadı. Belliydi ki kadının parası da doğru dürüst bir ailesi de yoktu; öyle olmasa Küçük Bey, evlendiğini babasından gizlemezdi.
Kadın, kendi hevesleri uğruna evde tedirginlik yaratacak bir kimse değildi. Kapının eşiğinden içeri adımını attığı andan itibaren gördüğü her şeyden, her olaydan hoşlanmışa benziyordu. Yalnız cenaze hazırlığıyla yas tutucuların varlığı, onun hoşuna gitmemişti.
Bu işler sırasında takındığı tavırlara bakınca onun, biraz kaçık olduğunu düşündüm çünkü odasına koşarken o sırada çocukları giydirmem gerektiği hâlde, beni de peşinden sürüklemişti. Odada tir tir titreyerek oturmuş, ellerini ovuştura ovuştura, boyuna: “Daha gitmediler mi?” diye sorup durmuştu.
Sonra da siyah rengin onda nasıl sinirli duygular uyandırdığını anlatmaya başlamıştı. Sonra durakladı, bir an korkuyla titredi, nihayet hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Niye ağladığını sorunca da bilmediğini, yalnız ölmekten pek çok korktuğunu söyledi.
Bana sorarsanız ölüm, ondan en az benden olduğu kadar uzaktı. Epey zayıftı ama dipdiri bir görünüşü vardı, gözleri de pırlantalar gibi parlıyordu. Merdivenleri çıktıktan sonra soluk soluğa kaldığını, küçücük bir gürültüyle titreyip ürperdiğini, bazen de kötü kötü öksürdüğünü fark etmiştim. Yalnız bu belirtilerin neye işaret olduğunu bilmiyordum. Ona acımaya da hiç niyetli değildim. Zaten biz burada genellikle yabancılara pek sokulganlık göstermeyiz Bay Lockwood; onlar önce bize sokulmazsa demek istiyorum.
Hindley Earnshaw, üç yıllık yokluğu sırasında bir hayli değişmişti. Daha solmuş, incelmişti; konuşması da giyinişi de adamakıllı başkalaşmıştı. Daha eve geldiği gün de Joseph’le bana, bundan sonra mutfağın arka bölümüne yerleşmemizi, evi ona bırakmamızı söyledi. Ona kalsa boş küçük odalardan birine halı döşeyecek, duvarlarını kâğıtla kaplatıp bir oturma odası hâline getirecekti ama karısı; beyaz döşemeyi, kocaman ocağı, kalaylı kap kacakları, köpek kulübesini ayrıca oturacakları yerin böyle geniş olmasını pek beğendiğinden Hindley de karısını rahat ettirmek için, bu işlere girişmeye lüzum görmedi.
Genç kadın, yeni akrabaları arasında bir de kız kardeşin bulunmasına başlangıçta pek sevinmiş gibiydi. Catherine’le durmadan çene çalıyor, onu okşuyor, beraberce oraya buraya koşuyor, sık sık da ona hediyeler veriyordu. Derken bu sevgi de çabucak sönüverdi, kadın hırçınlaşınca Hindley de zorbalığa başladı. Karısının Heathcliff’ten hoşlanmadığını belli eden bir-iki sözü, onun çocuğa karşı beslediği eski nefretin gene uyanmasına yetmişti. Küçük Bey, onu kendilerinin yanından ayırıp hizmetçilerin arasına gönderdi, papazdan aldığı derslerden yoksun etti, bunun yerine de çiftliğin işleriyle uğraşmasını emretti, onu bir çiftçi yamağıymış gibi çalışmaya zorladı.
Catherine, kendi öğrendiklerini ona öğretti; tarlalarda onunla oyunlar oynadığı için Heathcliff, bu hakir görülme işini önceleri pek önemsememişti. İkisi de vahşiler gibi kaba birer insan olacağa benziyorlardı. Genç Bey onların davranışlarıyla, yaptıkları işlerle hiç ilgilenmiyordu, çocuklar da ondan uzak durmaya bakıyorlardı. Pazarları kiliseye gidip gitmediklerini bile araştırmazdı ancak Joseph’le papaz, çocukların kiliseye gelmediğini görüp de ona ilgisizliğinden dolayı çıkışırlarsa o da Heathcliff’in kırbaçlanmasını, Catherine’in de öğle ya da akşam yemeğinde aç bırakılmasını emrederdi.
Sabahtan kırlara kaçıp bütün gün orada kalmak, çocukların büyük eğlencelerinden biriydi. Sonradan yiyecekleri cezaya da gülüp geçilecek basit bir şey gözüyle bakıyorlardı. Papaz, Catherine’in İncil’den dilediği kadar bölümü ezberlemesini isteyebilirdi, Joseph de kollarının kuvveti kesilinceye kadar Heathcliff’i dövebilirdi; onlar tekrar bir araya gelir gelmez hiç olmazsa şeytanca bir öç alma tasarlamaya başladıkları an, her şeyi unutuyorlardı.
Ben de birçok kereler çocukların her geçen gün biraz daha kötüye gittiklerini görerek ağlamıştım ama bu dostsuz yaratıklar üzerinde az da olsa sözüm geçiyordu, bunu kaybetmekten korktuğum için bir tek kelime bile söyleyemiyordum.
Bir pazar akşamıydı. Ya çok gürültü yaptıkları için ya da buna benzer basit bir kabahat yüzünden odadan dışarı çıkarılmışlardı. Onları yemeğe çağırmak üzere aradığım zaman hiçbir yerde bulamadım.
Evin üstüne, altına, bahçeye, ahırlara baktık; görünürlerde yoklardı. Nihayet Hindley de öfke içinde, bize kapıları sürgülememizi, o gece kimsenin çocukları içeri almamasını söyledi.
Ev halkı odalarına çekildi; ben ise yatamayacak kadar tasalıydım. Penceremi açtım, yağmura aldırmadan başımı dışarı uzatıp dinlemeye koyuldum. Gelirlerse yasağa rağmen onları içeri almaya kararlıydım.
Biraz sonra, yoldan ayak seslerinin geldiğini duydum. Bahçe kapısının aralığından bir lambanın ışığı sızdı.
Başıma bir şal alıp koştum. Kapıyı vurup Hindley’i uyandırmalarını önlemek istiyordum. Heathcliff yalnızdı. Onu böyle tek başına görünce korkmuştum. Telaşla bağırdım:
“Catherine nerede? Kazaya falan uğramadı ya?”
Heathcliff: “O Thrushcross Çiftliği’nde.” dedi. “Ben de orada kalacaktım ama beni davet etmek nezaketini göstermediler.”
“Eh, öyle bir azar işiteceksin ki!” dedim. “Zaten laf işitmedikçe de rahat edemiyorsunuz bir türlü. Thrushcross Çiftliği’ne kadar gitmenizin sebebi neydi?”
“Önce şu ıslak elbiselerimi çıkarayım, ondan sonra sana her şeyi anlatırım, Nelly.” dedi.
Bey’i uyandırmamaya dikkat etmesini söyledim. O soyunurken, ben de mumu söndürmek için beklerken, Heathcliff hikâyesine devam etti:
“Cathy ile ben, şöyle serbest serbest dolaşmak için çamaşırhaneden dışarı kaçmıştık. Derken çiftliğin ışıklarını gördük. Oraya kadar gidip bir bakmak istedik. Acaba küçük Lintonlar da pazar akşamlarını, anneleriyle babaları ocakbaşında yiyip içip eğlenirlerken köşelerde, titreye titreye mi geçiriyorlar diye merak ediyorduk. Acaba öyle miydi yoksa ilahiler okuyarak evin kâhyasından ders alıp sorularına doğru cevap veremeyince de bir sütun dolusu peygamber adı ezberlemek zorunda mı kalıyorlardı?..”
“Belki de öyle geçirmiyorlardır.” dedim. “Onlar, uslu çocuklar olsa gerek, sizin gibi kabahat işleyip cezayı hak etmiyorlardır elbet.”
“Hadi hadi, saçmalama Nelly! Tepeden parka kadar hiç durmadan koştuk. Catherine yalın ayak olduğu için koşarken helak oldu. Yarın onun ayakkabılarını bataklıkta araman gerekecek. Çalılıkların arasından bir gedik bulup geçtik, dar bir keçi yolundan yürümeye başladık.
Salonun penceresinin altındaki çiçekliğe gizlendik. İçeriden ışık geliyordu; panjurları henüz kapamışlardı, perdeler de yarı yarıya çekiliydi. İkimiz de eşiğin üzerinde durup pencerenin çıkıntısına asılarak içeriyi seyredebiliyorduk. Ah, içerisi çok güzeldi! Kırmızı halıyla kaplı çok güzel bir yerdi… Üzerleri kırmızı kumaşla kaplı koltuklar, masalar, kenarları sarı yaldızla kaplı bembeyaz bir tavan, ortasında da aşağıya doğru gümüş zincirlerle cam sağanağı hâlinde sarkan bir avize. İşte böyle, insanın gözlerini kamaştıran bir yer. İhtiyar Bay Linton’la Bayan Linton orada değillerdi; salon, Edgar ile kız kardeşine kalmıştı. Onların mutlu olmaları gerekmez mi? Biz olsak kendimizi cennette sanırdık… Şimdi de tahmin et bakalım, senin cici çocukların ne yapıyorlardı? Isabella, -yanılmıyorsam on bir yaşında var, Cathy’den bir yaş küçük- odanın bir köşesinde kendini yere atmış sanki büyücüler vücuduna kızgın iğneler sokuyormuş gibi avaz avaz bağırıyordu. Edgar da ocağın başında durmuş, sessiz sessiz ağlıyordu. Masanın ortasında da küçük bir köpek vardı, o da kuyruğunu sallaya sallaya havlıyordu. İkisinin durmadan birbirini suçlamasından anladık ki az kalsın hayvanı aralarında ikiye biçeceklermiş. Budalalar! Onların da eğlenceleri buydu işte. Bütün kavgaları, bir tutam sıcacık tüyü hangisi önce tutacak diye tartışmaktan çıkmış. İkisi de bunu önce kendisi yapmak için çırpınmış ama sonradan da vazgeçtikleri için ağlamaya koyulmuşlar. Bu ana kuzularıyla bir güzel alay ettik. Catherine’in istediği bir şeyi, benim almaya kalkıştığımı hiç gördün mü? Ya da birimiz odanın bir köşesinde, öbürümüz öteki köşesinde ağlayıp sızlamakla vakit geçirdiğimizi gören var mı? Bana binlerce hayat bağışlasalar buradaki durumumu, Thrushcross Çiftliği’nde Edgar Linton’ın yeriyle değişmeye razı olmam. Hatta Joseph’i evin en üst katından aşağıya atmak, evin cephesini Hindley’in kanıyla boyamak fırsatını bile verseler.”
“Sus bakayım!” diye onun sözünü kestim. “Catherine’in neden orada kaldığını bana hâlâ anlatmadın, Heathcliff.”
“Güldük dedim ya!” diye cevap verdi. “Lintonlar bizim sesimizi duymuşlar, ikisi birden ok gibi kapıya koştu. Derken önce bir sessizlik oldu, sonra da bir feryattır koptu: ‘Ah, anne, anne! Ah, anne! Gelin buraya. Ah, baba ah!’ diye haykırmaya başladılar. Biz de onları biraz daha korkutmak için daha korkunç sesler çıkarmaya başladık ama birisinin sürgüleri çektiğini duyunca kendimizi aşağıya attık. Hemen kaçmamızın doğru olacağını düşünüyorduk. Ben Cathy’yi elinden tutmuş, hızlanmaya zorluyordum birdenbire yere yıkılıverdi. ‘Kaç, Heathcliff, kaç!’ diye fısıldadı. ‘Köpeği ardımızdan salmışlar, o da beni yakaladı.’
O yezit, Cathy’yi ayak bileğinden yakalamıştı, Nelly. Korkunç hırıltılarını da duyuyordum. Cathy bağırmadı, hayır. Azgın bir boğanın boynuzuna takılmış bile olsa böyle bir şey yapmayı küçüklük sayardı. Ama ben haykırdım. Hristiyanlık dünyasındaki zebanilerin hepsini bir anda yok etmeye yetecek kadar lanet yağdırdım. Sonra bir taş alıp köpeğin ağzına soktum, olanca gücümle boğazından aşağıya itmeye çalıştım. Derken hayvan gibi bir uşak, elinde feneriyle göründü. ‘Sıkı tut Skulker, sıkı tut!’ diye bağırdı.”
“Sonra, Skulker’ın ne yakaladığını görünce sesi değişti. Köpeğin soluğu kesilmişti, koca pembe dili bir karış dışarı sarkmıştı, dudaklarında köpük köpük kanlı salya vardı.
Adam Cathy’yi kaldırdı. Kız bayılacak gibiydi; korkudan değil, acıdan. Adam onu içeri götürdü; ben de lanetler, küfürler savurarak arkalarından gittim.
Linton, kapının ağzından: ‘Ne avladınız, Robert?’ diye sordu. Uşak: ‘Skulker küçük bir kız yakaladı, efendim.’ dedi. Sonra: ‘Burada bir de oğlan var.’ diyerek beni kolumdan tuttu. ‘Tıpkı bir sokak köpeğine benziyor. Haydutlar herkes uyuduktan sonra, bunları pencereden içeri sokup kapıları açtırabilirlerdi pekâlâ. Böylece de bizi kolayca öldürebilirlerdi. Tut çeneni, ağzı bozuk hırsız yamağı! Sen bunun hesabını, darağacında vereceksin!’ diyordu. Sonra: ‘Bay Linton, sakın silahınızı bir yana bırakayım demeyin.’ dedi. İhtiyar budala da: ‘Hayır, bırakmam, Robert.’ dedi. ‘Bu alçaklar, dün benim kira toplama günüm olduğunu biliyorlardı; beni kurnazca yakalamak istediler. Gelin içeri; onlara güzel bir ziyafet çekeceğim. Hadi, John sen kapıların zincirlerini tak. Skulker’a biraz su ver, Jenny. Bir yargıcı evinde, hem de kutsal günde, soymak ha? Bunların hiç utanmaları yok mu? Mary, şuraya bak! Korkma canım, alt tarafı bir çocuk ama yüzünden kötülük akıyor. İçinden geçenleri yapmaya kalkışmadan bunu hemen asıvermek memlekete de bir iyilik olmaz mı?’ ”
“Beni avizenin altına çekti. Bayan Linton gözlüğünü taktı, ellerini dehşet içinde havaya kaldırdı. Ödlek çocuklar da yaklaşmışlardı. Isabella peltek peltek: ‘Ne korkunç şey!’ dedi. ‘Onu mahzene kapat, baba. Tıpkı benim terbiyeli sülünümü çalan falcının oğluna benziyor, değil mi, Edgar?’
Onlar beni tepeden tırnağa süzerlerken Cathy de göründü. Son konuşmayı duymuş, gülüyordu. Edgar Linton, onu meraklı meraklı şöyle bir süzdükten sonra çok şükür, tanıdı. Biliyorsun, başka yerde pek karşılaşmasak bile kilisede karşılaşıyoruz onlarla. Annesine: ‘Earnshawların kızı bu.’ diye fısıldadı. ‘Bak, köpek onu nasıl da ısırmış… Ayağı nasıl da kanıyor!’ Annesi: ‘Earnshawların kızı mı dedin? Olamaz!’ diye bağırdı. ‘Öyle bir kız, bir Çingene çocuğuyla kırda, bayırda dolaşır mı hiç! Ama dur bakayım, bu çocuk yas elbiseleri giymiş. Evet, öyle… Ömrü boyunca da topal kalabilir.’
Bay Linton, beni bırakıp Catherine’e dönmüştü. ‘Ağabeyinin dikkatsizliğine, ilgisizliğine de diyecek yok!’ diye haykırdı. ‘Shielders’tan duyduğuma göre…’ Shielders dediği bizim papaz. ‘…Ağabeyi kızın tam bir putperest gibi yetişmesine göz yumuyormuş. Ama bu da kim? Kız bu arkadaşı nereden buldu? Ha, anladım. Komşumun vaktiyle Liverpool’da bulup getirdiği çocuk bu, kalıbımı basarım! Ya Hint ya da Amerika’dan, belki de İspanya’dan sürülmüş bir yumurcak.’
İhtiyar kadın: ‘Kimin nesi olursa olsun, kötü bir çocuk!’ dedi. ‘Kendini bilen derli toplu bir aileye yakışmaz. Konuşmasına dikkat ettin mi, Linton? Söylediği sözleri çocuklarımın da işittiklerini hatırladıkça aklım başımdan gidiyor.’
Yeniden küfretmeye başladım -kızma bana sakın, Nelly- onun için de Robert’ın beni alıp götürmesi emredildi. Ben Cathysiz yerimden kıpırdamak istemiyordum. Beni zorla bahçeye sürükledi, elime feneri tutuşturdu, yaptıklarımı Bay Earnshaw’ya anlatılacağını söyledikten sonra, yürümemi emretti, arkamdan kapıyı güzelce kapadı.
Pencerenin perdesi, hâlâ bir köşeye toplanmış duruyordu, ben gözetleme işine yeniden başladım çünkü Catherine dönmek isteyip de onu dışarı bırakmazlarsa o koca camları milyonlarca parçaya bölmeye kararlıydım. Catherine, sessiz sessiz kanepede oturuyordu. Bayan Linton, gezi için sütçü kadından aldığımız kurşuni pelerini Catherine’in üzerinden çekti çıkardı. Bir yandan da başını sallıyor, ona çıkışıp duruyordu. Catherine genç bir hanımefendiydi, ona karşı takındıkları tavırla bana karşı takındıkları tavır arasında mutlaka büyük bir fark olmalıydı. Derken bir hizmetçi bir tas dolusu ılık su getirdi, Catherine’in ayağını yıkadı. Bay Linton da bir ilaç hazırladı. Isabella kucağına bir tabak bisküvi boşalttı. Edgar ise ağzı bir karış açık, uzaktan olanları seyre dalmıştı. Daha sonra Catherine’in o güzel saçlarını kurulayıp taradılar, bir çift kocaman terlik verdiler, ocakbaşına götürdüler. Onu bıraktığımda pek neşeliydi; bisküvilerini ara sıra burnunu sıktığı küçük köpek Skulker ile arasında pay ediyordu. Böylece Lintonların da boş bakışlı mavi gözlerinde, neşe pırıltıları yaratmıştı. Onu budalaca bir hayranlık içinde seyrettiklerini gördüm. Cathy, onlardan öylesine üstün görünüyordu ki… Zaten o, dünyada herkesten üstündür, öyle değil mi Nelly?”
Oğlanın üstünü örtüp ışığı söndürürken: “Bu işin sonunda senin sandığından daha büyük şeyler çıkacak.” dedim. “Sen adam olmazsın, Heathcliff. Bay Hindley de sana kim bilir daha neler yapacak, göreceksin.”
Sözlerim ne yazık ki pek doğru çıktı. Uğursuz serüven, Earnshaw’yu küplere bindirmişti. Ertesi gün Bay Linton, işleri düzeltmek için bizi görmeye geldi. Bizim Küçük Bey’e ailesini çekip çevirme konusunda öyle bir ders verdi ki Bey, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi.
Heathcliff’i kırbaçlamadılar ama Catherine’le bir kelime bile konuşursa hemen kapı dışarı edileceğini söylediler. Bayan Frances Earnshaw da görümcesine gerektiği gibi göz kulak olma işini üzerine aldı, yalnız bu işi zor kullanarak değil, tatlılıkla yapacaktı; zaten zor kullanmaya kalksa hiçbir şey yapamazdı.
7
Cathy, Thrushcross Çiftliği’nde Noel’e kadar, yani beş hafta kaldı. Bu süre içinde ayak bileği tamamıyla iyileşmiş, hâli hareketi de hayli düzelmişti. Hanım da onu, sık sık görmeye gidip güzel elbiselerle, benliğini okşayacak sözlerle onda kendine karşı güven uyandırarak onu yeniden kendine getirme işine girişmişti. Cathy de bunu seve seve kabul etmişti. Öyle ki evden içeri koşarak hepimizin soluğunu kesecek bir telaşla giren başı açık, küçük yabani yerine, pek ağırbaşlı bir hanımefendi geldi. Yağız bir midilliden inerken kestane rengi bukleleri; tüylü, kunduz kürklü şapkasından iki yana sarkıyordu. Üzerindeki binici elbisesinin uzun eteklerini, iki eliyle tutmak zorunda kalmıştı.
Hindley, sevinçle haykırarak onu attan indirdi:
“Aman Cathy, ne kadar güzelleşmişsin! Seni az kalsın tanımayacaktım. Şimdi tam bir hanımefendiye benzemişsin. Isabella Linton onunla mukayese edilemez bile değil mi, Frances?”
Hindley’in karısı cevap verdi: “Isabella’da onun doğal üstünlüğü yok ki!” dedi. “Yalnız, burada gene o eski yırtıcılığına dönmemeye dikkat etmesi gerekir. Catherine’in soyunmasına yardım et, Ellen. Dur şekerim, buklelerin bozulacak, şapkanı ben çıkarıvereyim.”
Kızın uzun etekli binici kıyafetini ben çıkardım, altından pırıl pırıl parlayan kareli ipekli kumaştan bir bluz, beyaz golf pantolon ve cilalı çizmeler göründü. Onu karşılamaya koşuşan köpeklere sevinçten parlayan gözlerle baktığı hâlde o güzelim elbiseleri kirlenir korkusuyla hayvancağızlara dokunmadı bile…
Beni de çekine çekine öptü çünkü Noel pastasını yaparken una bulanmıştım; bana sarılması doğru olmazdı. Sonra etrafına bakınıp Heathcliff’i aradı. Bay ve Bayan Earnshaw, iki arkadaşı ayırma işinin başarıya ulaşıp ulaşmayacağını bir dereceye kadar anlayabilmek için, onların karşılaşmalarını bekliyorlardı.
Heathcliff’i hemen bulmak çok güç oldu. Catherine gitmeden önce ona bakılmamış, ilgi gösterilmemişse kızın yokluğunda bu ilgisizlik, on kat daha artmıştı.
Benden başka hiç kimse ona pis bir çocuk olduğunu söylemek, haftada bir kere yıkanmasını hatırlatmak iyiliğinde bulunmuyordu; onun yaşındaki çocukların da sabunu, suyu kendiliğinden sevdikleri pek nadir görülür. Bu yüzden üç aydan beri giydiği elbiseleri, tarak girmemiş gür saçları bir yana, eli, yüzü de acınacak derecede kirliydi. Kendisine benzeyen kaba saba bir kızın gelmesini beklerken eve kibar, pırıl pırıl bir hanım kızın girdiğini görünce divanın arkasına gizlenmeyi uygun bulmuştu.
Cathy, eldivenlerini çekip iş yapmadan evde oturmak yüzünden bembeyaz olan ellerini gözler önüne sererken: “Heathcliff yok mu?” diye sordu.
Hindley, oğlanı o berbat hâliyle ortaya çıkarmakla nasıl küçük düşüreceğini düşünerek sevinçle bağırdı:
“Heathcliff, ortaya çıkabilirsin. Buraya gel de öteki uşaklar gibi sen de Catherine’e hoş geldin de!”
Cathy, arkadaşının gizlendiği yerden çıktığını görünce koşup onunla kucaklaştı. Yanaklarını bir saniyede yedi-sekiz kere öptü. Sonra durakladı, biraz gerileyip bir kahkaha attı:
“Ayol, sen kapkara olmuşsun böyle! Ne de öfkeli görünüyorsun! Çok tuhafsın… Çok da durgunsun… Ama ben Edgar’la Isabella Linton’a alıştığım için seni böyle görüyorum besbelli. E, Heathcliff, beni unuttun mu yoksa?”
Kız bu soruyu sormakta haklıydı çünkü utanç ve gurur oğlanın yüzündeki kasvetli ifadeyi iki kat arttırmış, kıpırdamasına imkân bırakmamıştı.
Hindley sanki büyük bir alçak gönüllülük gösterisinde bulunuyormuş gibi: “Tokalaşabilirsin, Heathcliff.” dedi. “Arada bir olmak şartıyla, buna izin var.”
Çocuk nihayet konuşma gücünü bularak: “Hayır.” diye söylendi. “Tokalaşmayacağım. Burada durup beni alaya almalarına meydan bırakmayacağım. Hayır, buna gelemem!”
Hemen aralarından sıyrılacaktı ama Cathy onu gene yakaladı.
“Ben seninle alay etmek istemedim ki…” dedi. “Yalnız kendimi tutamadım. Heathcliff, hiç olmazsa elini ver. Niye kızdın sanki? Sadece, gözüme tuhaf göründün… Yüzünü yıkayıp saçlarını fırçalarsan mesele kalmaz. Ama o kadar da kirlisin ki!”
Parmakları arasında tuttuğu o kapkara ele, bu elin değip de kirlenmesinden korktuğu elbiselerine düşünceli düşünceli baktı.
Heathcliff onun bakışlarını görmüştü.
“Bana dokunman şart değil ki…” dedi ve elini kızın elinden hızla çekti. “Ben canımın istediği kadar kirli olacağım, kirli olmaktan hoşlanıyorum, hep de kirli kalacağım!”
Bundan sonra hızla odadan dışarı çıktı. Bey’le hanım, buna pek sevinmişti. Catherine ise sözlerinin niçin böyle bir öfke gösterisine sebep olduğuna akıl erdiremediği için çok üzgündü.
Evine dönen Küçük Hanım’a oda hizmetçiliği yapıp pastaları fırına koyduktan, evin ve mutfağın ocaklarını Noel gününe yakışacak şekilde yaktıktan sonra, oturup Noel ilahileri söyleyerek kendi kendime eğlenmeye başladım. Joseph, bu ilahileri neşeli şarkılardan farksız bulduğunu söylüyordu ama ben buna hiç aldırmadım.
Joseph de dua etmek için odasına çekilmişti. Bay ve Bayan Earnshaw, küçük Lintonlara yaptıkları iyilikleri karşılamak için aldıkları cicili bicili hediyeleri göstererek Küçük Hanım’ı oyalamaya çalışıyorlardı.
Küçük Lintonlar ertesi gün için Uğultulu Tepeler’e davet edilmişler, bu davet de bir şartla kabul edilmişti: Bayan Linton sevgili yavrularının o yaramaz, küfürbaz çocuktan uzak tutulmalarına özellikle dikkat edilmesini istiyordu.
Bu durumda, ben yalnız kalmıştım. Pişmekte olan yemeklerin güzel kokuları burnuma geliyordu; pırıl pırıl parlayan mutfak kaplarını, defne dallarıyla süslü mutfak saatini, akşam yemeğinde köpüklü birayla doldurulmaya hazır tepside dizili duran gümüş bira dublelerini, bunların hepsinden daha önemlisi, hamaratlığımın aynası gibi pırıl pırıl parlayan döşemeyi hayran hayran seyrediyordum.
İçimden her şeyi ayrı ayrı alkışlıyordum. Birdenbire vaktiyle işler bittikten sonra ihtiyar Earnshaw’nun içeri girişini, Noel harçlığı olarak avucuma para sıkıştırışını hatırlayıverdim. Derken onun Heathcliff’e karşı aşırı düşkünlüğü, kendi öldükten sonra onun bakımsız kalacağından yana tasalanması aklıma geldi; bu da zavallı yavrucağın içinde bulunduğu durumu düşünmeme sebep oldu elbette. Şarkı söylerken ağlamaya başladım. Arası çok geçmeden de oğlanın uğradığı haksızlıklar için gözyaşı dökmektense bunları, biraz olsun gidermeye çalışmanın daha doğru olacağını düşündüm. Yerimden kalktım, onu bulmak için taşlığa çıktım.
Oğlan uzakta değildi; onu ahırdaki yeni atı tımar ederken, hayvanlara her zamanki yemlerini verirken buldum.
“Çabuk ol, Heathcliff!” dedim. “Mutfak çok rahat… Joseph de yukarıda, elini çabuk tut da Küçük Hanım aşağıya inmeden seni bir güzel giydireyim. Sonra da ocağın karşısında onunla baş başa oturup yatma vakti gelinceye kadar, uzun zaman çene çalabilirsiniz.”
İşine devam etti, başını bir kere olsun benden yana çevirmedi.
“Hadi geliyor musun?” diye bir daha sordum. “İkinize de birer küçük pasta var, bu da size yeter sanırım. Hazırlanman da yarım saat sürer.”
Beş dakika bekledim, cevap alamayınca ben de bırakıp gittim.
Catherine, akşam yemeğini ağabeyiyle ve yengesiyle yedi. Joseph’le ben de kavgalı, patırtılı, huzursuz bir yemek yedik. Onun pastasıyla peyniri ise periler gelip yesinler diye bütün gece masanın üzerinde durdu. Dokuza kadar işiyle oyalandı; sonra, hiç kimseye bir şey söylemeden asık suratla odasına çekildi.
Cathy, gece geç vakitlere kadar oturdu. Yeni arkadaşlarına vereceği ziyafet için bir sürü hazırlık yapması gerekmişti. Bir kere de eski arkadaşıyla bir-iki kelime konuşmak için mutfağa uğradı ama o gitmişti. Kız da sadece arkadaşının nesi olduğunu sorup geri döndü.
Ertesi sabah, oğlan erken kalktı. Tatil olduğu için, dertli başını alıp kırlara çıktı. Ev halkı, kiliseye gidinceye kadar da ortalıkta görünmedi. Oruç tutmak, düşünmek ona iyi gelmişti. Bir süre çevremde dolaştıktan sonra cesaretini toplayıp birdenbire şöyle dedi:
“Bana çekidüzen ver, Nelly. Artık düzelmek istiyorum.”
“Geç bile kaldın, Heathcliff.” dedim. “Catherine’i de üzdün. Bana sorarsan kız eve döndüğüne de pişman oldu. Galiba, onunla senden daha çok ilgilendikleri için de onu kıskandın.”
Catherine’i kıskanmak onun anlayamadığı bir duyguydu ama onu üzmek meselesine, pekâlâ aklı yatmıştı.
Gayet ciddi bir tavırla: “Üzüldüğünü mü söyledi?” diye sordu.
“Bu sabah senin gene gittiğini söylediğim zaman ağladı.”
“E, dün gece de ben ağladım.” diye karşılık verdi. “Hem benim ağlamam için de onunkinden çok sebep vardı.”
“Evet, gururlu bir kalple, bomboş mideyle yatağa yatmanın sebebi vardı. Gururlu insanlar, kendi başlarına dert açarlar. Ama alınganlığından utandıysan o gelince hemen özür dilemelisin. Yukarı çıkıp onu öpmelisin, demelisin ki… Ne demen gerektiğini sen daha iyi bilirsin. Yalnız, bunları içinden gelerek söylemelisin. Şık elbisenin, onu yabancı bir insan yaptığını gördüğün için böyle yapıyormuş gibi davranmamalısın. Şimdi de yemeği hazırlamam gerektiği hâlde, ne yapıp yapıp seni şıklaştırmaya çalışacağım. Öyle bir hâle geleceksin ki senin yanında Edgar Linton, yapma bir bebek gibi kalacak, zaten de öyle ya… Ondan daha küçüksün ama bence sen ondan daha uzun boylusun, omuzların da iki misli daha geniş; bir çırpıda onu yere serebilirsin. Bunu yapabileceğine senin de aklın yatmıyor mu?”
Heathcliff’in yüzü, bir an için aydınlandı; sonra yeniden bulutlanıverdi, içini çekti:
“İyi ama Nelly, ben onu yirmi kere de yere sersem onun yakışıklılığına halel gelmez, ben de daha çok yakışıklı olamam. Keşke saçlarımın rengi açık, tenim beyaz olsaydı, onun kadar güzel giyinip kibar davranabilseydim, onun gibi benim de günün birinde zengin olma ihtimalim bulunsaydı.”
“Bir de her fırsatta, ‘Anneciğim, anneciğim!’ diye ağlayabilseydin.” dedim. “Bir köylü çocuk, sana yumruğunu gösterir göstermez korkudan tir tir titremeye başlasaydın, birazcık yağmur yağdı diye bütün gün eve kapanmayı âdet edinseydin, değil mi? Aman, Heathcliff pek kötümser görünüyorsun. Aynanın önüne gel de sana neler istemen gerektiğini göstereyim. Gözlerinin arasındaki iki çizginin, yay gibi kıvrık olacak yerde, üstlerinden basılmış gibi dümdüz duran gür kaşlarının, şeytanın casusları gibi derine gömülüp pencerelerini bir kere bile açmadan altına gizlenen bir çift kara cinin farkında mısın? Şu kederli kırışıkları düzeltmeyi, kaşlarını içtenlikle kaldırmayı; cinleri de güven dolu, hiçbir şeyden kuşkulanmayan, tasalanmayan, her yerde dostlar gören birer melek hâline getirmeyi istemeli, öğrenmelisin. Yediği her tekmeyi nimet sayar gibi göründüğü hâlde tekmeyi atandan da bütün dünyadan da nefret edip küfürler yağdıran adi bir köpeğe benzememelisin.”
“Yani Edgar Linton’ın iri mavi gözlerine, geniş alnına sahip olmayı mı istemeliyim?” diye sordu. “Bunu istemesine istiyorum ama istemek, onları elde etmemi sağlamıyor ki…”
“Kapkara bir insan bile olsan temiz kalp, güzel yüzü kazanmanı sağlar, oğulcağızım. Kötü bir kalp ise en güzel yüzü bile çirkinden daha beter yapar. Şimdi yıkanmayı, taranmayı; homurdanmayı bitirdiğimize göre söyle bakalım, kendini daha yakışıklı bulmuyor musun? Bence öylesin. Tanınmamak için kıyafet değiştirmiş bir prense benziyorsun. Hem kim bilir belki de baban, Çin imparatoru, annen de bir Hint prensesiydi, her birinin bir haftalık geliri Uğultulu Tepeler’le Thrushcross Çiftliği’ni satın almalarına yeterdi. Seni de o kötü denizciler kaçırıp İngiltere’ye getirmiş olamazlar mı sanki? Ben, senin yerinde olsam asil bir kimse olarak doğduğuma inanır, bu inançla da küçük bir çiftlik sahibinin heveslerine direnme cesaretini kazanırdım.”
Böylece gevezeliğe devam ettim. Zamanla, Heathcliff’in de yüzündeki keder kayboldu, çok tatlı bir hâl almaya başladı. Derken yokuşu çıkıp avluya giren bir arabanın tangırtısı konuşmamızı yarım bıraktırdı.
Tam zamanında o, pencereye ben de kapıya koştuk. Lintonların; pelerinler, kürkler içinde aile arabalarından, Earnshawların da atlarından inişlerini seyrettik. Earnshawlar kışın kiliseye çoğu vakit atla giderlerdi. Catherine çocukların ikisini de ellerinden tuttu, eve aldı, doğruca ocağın başına götürdü. Çocukların beyaz yüzlerine hemen renk gelmişti.
Ben de yanımdakine, hemen gidip onlara güler yüzlülüğünü göstermesini söyledim, o da hevesle bu emri yerine getirdi ama aksilik bu ya, o bir yandan mutfağın kapısını açmaya çalışırken Hindley öbür yandan kapıyı açıverdi, karşı karşıya geldiler. Bey, onu böyle temiz ve neşeli görünce titizlendi belki de Bayan Linton’a verdiği sözü tutmuş olmak için ani bir hareketle çocuğu geriye itti. Öfkeli öfkeli Joseph’e: “Bu çocuğu odaya yaklaştırma, yemeğin sonuna kadar tavan arasında kalsın. Yoksa bir dakika onlarla yalnız kalırsa pastaları avuçlayıp meyveleri çalmaya kalkışır!” diye söylendi.
Ben de: “Hayır, efendim yanılıyorsunuz.” diye karşılık vermeden edemedim. “O hiçbir şeye dokunmaz… Böyle bir şey yapmaz… Hem bana kalırsa dünya güzelliklerinden payını almak bizler kadar onun da hakkıdır.”
Hindley bağırdı:
“Hava kararmadan önce onu bir kere daha aşağıda yakalarsam, elimin payını alacak! Defol, serseri! Vay, şimdi de sıra züppeliğe mi geldi? Dur bak, ben o fiyakalı bukleleri bir yakalayayım da gör, nasıl çeke çeke uzatacağım!”
Küçük Linton, kapıdan süzülerek: “Zaten bukleler yeteri kadar uzun.” diye söze karıştı. “Acaba başını ağrıtmıyorlar mı? Tay püskülü gibi gözlerinin üstüne düşmüşler.”
Çocuk bu sözleri, ötekine hakaret olsun diye söylememişti ama Heathcliff’in sert tabiatı daha o zaman kendine rakip gördüğü için nefret ettiği bir kimsenin, küstahlığına katlanmasına imkân bırakmıyordu. Elinin altına ilk gelen şeyi, sıcak elma ezmesi dolu bir kâseyi, tuttuğu gibi çocuğun yüzüne fırlattı. O da öyle bir feryat kopardı ki Catherine’le Isabella telaş içinde oraya koştular.
Hindley Earnshaw suçluyu hemen yakalayıp odasına götürdü, orada da öfkesini bastırmak için bir hayli çaba harcamış olmalı ki yüzü kıpkırmızı, soluğu kesilmiş bir hâlde geri döndü. Ben de bulaşık bezini aldım, lafa karıştığı için bu cezayı hak etmiş olduğunu düşündüğüm Edgar’ın yüzünü, gözünü temizlemeye koyuldum. Kız kardeşi evlerine gitmek için ağlamaya başladı, Cathy de hepimiz adına çok utanmış ve üzülmüştü.
Edgar Linton’a: “Onunla konuşmamalıydın!” diye çıkıştı. “Öfkesi üstündeydi, şimdi sen ziyaretin tadını kaçırdın, onu da kırbaçlayacaklar. Ben ise onun kırbaçlanmasını hiç istemem. Yemek de yiyemeyeceğim. Onunla niçin konuştun, Edgar?”
Çocuk, elimden kurtulup yüzünü mendiliyle temizlemeye devam ederek: “Ben konuşmadım.” diye hıçkırdı. “Onunla bir kelime bile konuşmayacağıma anneme söz vermiştim, konuşmadım da.”
Catherine de kızgın kızgın: “Öyleyse ağlama!” dedi. “Ölmedin ya… Hadi, bir daha kötülük etme. Ağabeyim de geliyor. Kes sesini! Sen de sus, Isabella… Sana bir kötülük yapan oldu mu?”
Hindley, telaşla içeri girerek: “Hadi bakayım çocuklar, yerlerinize dönün!” diye bağırdı. “Bu canavar çocuk, beni iyice kızdırdı. Bir dahaki sefere de kendi yumruklarınla işini halledersin, Edgar. Hem iştahın da açılır…”
Küçükler, muhteşem ziyafet karşısında tekrar eski havalarını buldular. Araba yolculuğu onları acıktırmıştı, büyük bir zarara da uğramadıkları için kolayca avundular.
Hindley Earnshaw güzel yemekleri tabaklara tepeleme dolduruyordu, evin hanımı da neşeli konuşmalarıyla masayı şenlendiriyordu. Ben hanımın sandalyesinin arkasında ayakta beklerken Catherine’in kupkuru gözlerle, hiçbir şeye aldırmadan önündeki kazın kanadını kesmeye çalıştığını üzüntüyle seyrettim.