Kitabı oku: «Uğultulu Tepeler», sayfa 3
Yolda pek az konuştuk. Thrushcross’un bahçesine geldiğimiz zaman da kılavuzum durdu, yolun bundan ötesini benim kolayca bulabileceğimi söyledi. Vedalaşmamız birer baş selamından ibaret kaldı, sonra ben tek başıma yürümeye başladım. Kapıcı kulübesi henüz boş olduğu için sadece kendime güvenerek ilerlemek zorundaydım.
Bahçe kapısıyla çiftlik arasındaki uzaklık üç kilometredir ama ağaçlar arasında ikide bir yolumu şaşırarak bazen de çeneme kadar karlara gömülerek bu uzaklığı altı kilometreye çıkardım sanıyorum. Her neyse ben, eve girdiğim zaman saat de on ikiyi vurdu; bu da Uğultulu Tepeler’den eve kadar olan yolun her kilometresine bir saat düştüğünü gösteriyordu.
Bizim kâhya kadınla yardımcıları beni karşılamaya koşuştular. Bir yandan da benden iyice umudu kestiklerini anlatıyorlardı. Herkes o gece donduğumu sandığı için ölümü aramak üzere nasıl yola çıkacaklarını düşünmeye başladıklarını bir ağızdan söylüyorlardı.
Donmadan geldiğimi gördükleri için biraz sakin olmaları gerektiğini anlattım. İliklerime kadar ıslanıp üşümüştüm, yukarı kata zorla çıktım. Kuru elbiseler giydikten sonra da ısınmak için yarım saat kadar aşağı yukarı gezindim, daha sonra da sudan çıkmış bir kedi yavrusu kadar hâlsiz hatta hizmetçinin beni kendime getirebilmek için hazırladığı dumanı üstünde kahveden, güldür güldür yanan ateşten bile zevk alamayacak kadar bitkin bir hâlde çalışma odama çekildim.
4
Bizler ne değersiz, fırıldak gibi dönek insanlarız! Her türlü toplum bağlantılarından uzak kalmayı kararlaştıran ben, istesem de böyle bağlar kurmama imkân olmayan bir yere geldiğim için Tanrı’ya şükreden ben; zavallı sefil yaratık yalnızlıkla, sinir bozukluğuyla ancak akşamın alaca karanlığına kadar mücadele edebildim. Ondan sonra da teslim bayrağını çekerek akşam yemeğini getiren Bayan Dean’i karşıma oturttum, yemeğimi yedim. İçimden de: “İnşallah, iyi bir dedikoducudur da ilgimi çekecek şeyler anlatır, beni oyalar ya da ninni gibi uykumu getirecek şeyler söyler.” diye dua ediyordum.
“Epeyden beri buradasınız değil mi?” diye söze başladım. “On altı yıldır burada olduğunuzu söylememiş miydiniz?”
“On sekiz yıldır buradayım, efendim. Hanımım evlendiği zaman ona yardım etmek için geldim; o öldükten sonra da evin işlerine bakmam için Bey beni alıkoydu.”
“Ya, demek öyle…”
Bir sessizlik oldu. Kendisini ilgilendiren meselelerden söz etmedikçe dedikodu yapmaktan hoşlanmayan bir tip olmasından korkuyordum; onu ilgilendiren meseleler de benim için bir kıymet ifade etmeyecekti.
Fakat elleri dizlerinin üzerinde, pembe yüzünü bir düşünce bulutu kaplamış, bir süre beni süzdükten sonra konuştu:
“O zamandan beri devir çok değişti!”
“Evet.” dedim. “Herhâlde siz de birçok değişikliklere şahit olmuşsunuzdur.”
“Evet… Ayrıca bir sürü de karışıklığa şahit oldum.”
Kendi kendime: “Oh, konuşmayı ev sahibimin ailesine getireceğim!” diye düşündüm. Başlangıç için çok iyi bir konu idi. Şu genç, güzel dulun hikâyesini de öğrenmek isterdim; acaba buraların yerlisi miydi yoksa daha büyük bir ihtimalle, kimin nesi olduğu belirsiz hoppanın biri miydi?
Bunları anlamak niyetiyle Bayan Dean’e, Heathcliff’in Thrushcross Çiftliği’ni neden kiraya verip kendisinin daha kötü şartlar içinde yaşamaya razı olduğunu sordum.
“Malikâneyi gerektiği şekilde çekip çevirmeye yetecek kadar parası mı yok?” dedim.
“Para mı dediniz? Onun ne kadar parası olduğunu hiç kimse bilmiyor, her yıl da parasının miktarı artıyor. Evet, evet o buradan çok daha güzel bir evde rahatça yaşayabilecek kadar zengin. Fakat nasıl diyeyim, biraz eli sıkıdır; Thrushcross Çiftliği’ne iyi bir kiracı buldu mu da birkaç yüz sterlin daha fazla para kazanmak için hiç düşünmeden kiraya verir. İnsanların böyle açgözlü, hele yeryüzünde kimi kimsesi olmayan insanların bu derece açgözlü olmaları pek garip!”
“Bir oğlu varmış galiba?”
“Evet, vardı ama öldü.”
“Bu genç hanım, yani Bayan Heathcliff de onun dul kalan eşi mi?”
“Evet.”
“Onun yeri, yurdu neresi?”
“O mu? Benim ölen efendimin kızıdır. Genç kızlık adı Catherine Linton’dı. Zavallı yavrucağı ben büyüttüm. Bay Heathcliff de buraya taşınsa gene beraber olurduk.”
Hayretle: “Ne! Catherine Linton mı?” diye bağırdım. Fakat bir dakika düşününce onun gördüğüm hayalet Catherine olmadığını anladım. “Demek benden önce burada oturan Bey’in soyadı Linton’dı?” diye devam ettim.
“Öyleydi.”
“Peki, Bay Heathcliff’in evinde oturan şu Earnshaw, Hareton Earnshaw kim? İkisi akraba mı oluyor?”
“Hayır, o ölen Bayan Linton’ın yeğenidir.”
“Öyleyse genç hanımla da kardeş çocuğu oluyorlar, öyle mi?”
“Evet, hanım da kocasıyla kardeş çocuğu olurdu. Biri annesinin tarafından, öbürü de babası tarafından. Heathcliff, Bay Linton’ın kız kardeşiyle evlendi.”
“Uğultulu Tepeler’deki evin kapısının üzerinde Earnshaw yazılı. Eski bir aile mi bunlar?”
“Hem de çok eski, efendim; Hareton da bu ailenin son ferdi. Nasıl ki Cathy’miz de bizim -yani Lintonların- son ferdi. Uğultulu Tepeler’e hiç gittiniz mi? Bunu sorduğum için özür dilerim ama Cathy’nin nasıl olduğunu merak ediyorum da…”
“Bayan Heathcliff mi? Çok iyi görünüyor, çok da güzel fakat bana sorarsan pek de mutlu değil gibi.”
“Vah yavrucak! Buna hiç şaşmam. Bey’i nasıl buldunuz?”
“Biraz kaba bir adam, Bayan Dean. Öyledir, değil mi?”
“Testere ucu gibi kaba, kaya gibi de serttir. Onunla ne kadar az düşüp kalkarsanız o kadar iyi olur.”
“Hayatında pek çok inişlerin çıkışların bulunması onu bu derece kaba bir adam yapmış olmalı. Geçmişi hakkında bir şeyler biliyor musunuz?”
“Onun hayatı guguk kuşunun hayatına benzer, efendim. Nerede doğduğu; anasının, babasının kim olduğu, başlangıçta nasıl para kazandığı bir yana, geri kalan her şeyini bilirim. Zavallı Hareton da tüyü bitmeden yuvadan atılan son leylek yavrusundan farksızdır. Talihsiz çocuğun nasıl insafsızca dolandırıldığını bu dolaylarda kendisinden başka bilmeyen yoktur.”
“Doğrusu Bayan Dean, bana komşularım hakkında biraz bilgi vermekle büyük bir iyilikte bulunmuş olacaksın. Şimdi yatağa girersem dinlenebileceğimi hiç sanmıyorum; onun için şöyle bir saat kadar otur da gevezelik edelim.”
“A, hayhay efendim. Yalnız, gidip dikişimi alayım, ondan sonra istediğiniz kadar otururum. Ama siz üşütmüşsünüz; titrediğinizi gördüm. Biraz lapa yemelisiniz, iyi gelir.”
İyi yürekli kadın telaşla gitti, ben de ocakbaşına biraz daha yaklaştım. Başım yanıyor, vücudumun geri kalan yerleri üşüyordu; üstelik bütün sinirlerim gerilmiş, budalaca denilebilecek kadar heyecanlanmıştım. Bu ise beni rahatsız etmiyordu ama bugünün, dünün olaylarının üzerinde ciddi bir etki yaratmasından korkuyordum.
Kadın, çok geçmeden dumanı tüten bir kâseyle, bir de dikiş sepetiyle geldi. Kâseyi ocağın üzerine koyduktan sonra iskemlesini çekip oturdu, beni bu derece arkadaş canlısı bulmaktan pek memnun olduğu belliydi.
Hikâyesine başlaması için yeni bir davet beklemeden, anlatmaya koyuldu:
***
Ben buraya gelmeden önce her günüm Uğultulu Tepeler’de geçerdi. Çünkü annem, Hareton’ın babası olan Bay Hindley Earnshaw’nun dadılığını yapmıştı, ben de çocuklarla oynamaya alışkındım. Getir götür işlerine de bakar, hasat işlerine yardım ederdim. Her zaman, kim ne isterse yapmaya hazır, çiftlikte dolanır dururdum.
Güzel bir yaz sabahı -hiç unutmam hasat yeni başlamıştı- Bay Earnshaw yani Büyük Bey, aşağıya indi. Yol kıyafeti giymişti. Joseph’e o gün yapılması gereken işleri sıraladıktan sonra bize yani Hindley’e, Cathy’ye, bana döndü -ben de onlarla beraber yulaf lapası yiyordum- oğluna seslendi:
“E, oğul ben bugün Liverpool’a gidiyorum. Sana ne getireyim? Ne istiyorsan söyleyebilirsin; yalnız, küçük bir şey olsun çünkü oraya yürüyerek gidip geleceğim; gidiş de geliş de yüz kilometre, yani bir hayli uzun yol…”
Hindley, bir keman istedi. Bey sonra da Cathy’ye ne istediğini sordu. Kız o zaman daha altı yaşında bile yoktu ama ahırdaki atların hepsine binebilirdi, o da bir kırbaç istedi.
Bey, beni de unutmamıştı çünkü ara sıra çok sert görünmesine rağmen iyi kalpli bir adamdı. Bana da bir cep dolusu elma ile armut getirmeyi vadetti. Çocuklarıyla öpüşüp vedalaştıktan sonra yola çıktı.
Onun yokluğu pek uzun gelmişti. Yolculuk üç gün sürecekti. Cathycik durmadan babasının ne zaman döneceğini soruyordu. Bayan Earnshaw onun, üçüncü günün akşamı yemek vaktinde eve geleceğini hesaplamıştı, onun için de yemek saatini geciktirdikçe geciktiriyordu. Bey, görünürlerde yoktu. Nihayet çocuklar da boyuna bahçe kapısına koşmaktan usanmışlardı.
Derken hava karardı, hanım onları yatağa yatırmak istedi ama onlar, biraz daha oturmak için acıklı acıklı yalvardılar. Saat on bire doğru, kapının kolu yavaşça kalktı ve Bey içeri girdi. Kendini hemen bir koltuğa attı. Hem gülüyor hem de inildiyordu.
Ev halkına da neredeyse ölecek duruma geldiğini, bunun için ondan uzak durmalarını söyledi. Bir daha da kendisine üç ülkeyi birden bağışlayacak olsalar bile böyle bir yürüyüşe katlanmayacağını söylüyor: “Sonunda ölüme gidecek olduktan sonra ne değeri var!” diyordu.
Sonra, kollarına sarılı olarak tuttuğu paltosunu açarak: “Şuraya bak, hanım!” dedi. “Ben ömrümde böyle şey görmemiştim. Gerçi şeytanın ininden çıkmış gibi kapkara bir şey ama sen onu Tanrı’nın bir hediyesi olarak kabul etmelisin.”
Hepimiz çevresine toplandık. Ben, Cathy’nin başının üstünden bakınca yürüyecek, konuşacak kadar büyük; üstü başı lime lime olmuş, kara saçlı, pis bir çocuk gördüm. Yüzü de onun Catherine’den büyük olduğunu gösteriyordu ama ayaküstü bırakılınca etrafına şaşkın şaşkın bakındı, hiçbirimizin anlamadığı bir şeyler mırıldandı durdu. Ben korkmuştum, Bayan Earnshaw da onu kapı dışarı etmeye hazırdı. Parladı da: Kendi çocuklarının bakımı, büyütülmesi yetmiyormuş gibi bir de bu Çingene piçini eve getirmenin âlemi var mıydı? Bey bu çocuğu ne yapacaktı? Yoksa aklını mı oynatmıştı?
Bey, meseleyi anlatmaya çalıştı ama yorgunluktan yarı ölü gibiydi. Hanımın bağırıp çağırmaları arasında, Bey’in anlattıklarından öğrendiğime göre çocuk evsiz barksızmış, açlıktan ölmek üzere Liverpool sokaklarında dolaşıyormuş. Bey onun kime ait olduğunu araştırmış ama kimsenin sahip çıkmadığını görmüş, parası da vakti de kıt olduğu için oralarda boş yere masraf etmektense yanına alıp evine getirmeyi düşünmüş çünkü orada bırakmamaya bir kere karar vermiş.
Eh, sonunda bizim hanım, bir-iki söylendikten sonra yatıştı. Bay Earnshaw da bana çocuğu bir güzel yıkamamı, temiz üst baş verip çocukların yanına yatırmamı söyledi.
Hindley ile Cathy, ortalık yatışıncaya kadar olup bitenleri seyredip söylenilenleri dinlemekle yetinmişlerdi. Sonra ikisi de babalarının vadettiği hediyeleri aramak üzere ceplerini karıştırmaya başladılar. Hindley, on dört yaşında kocaman bir oğlandı ama babasının paltosunun arasından bir kemanın, kırık dökük parçalarını çıkarınca hüngür hüngür ağlamaya başladı. Cathy de babasının bu yabancı çocukla uğraşayım derken kırbacı düşürüp kaybettiğini öğrenince çocuğa sırıttıktan sonra yüzüne tükürdü, katlandığı bu zahmetlere karşılık da kibar davranmasını öğrenmek için, babasından bir güzel tokat yedi.
Çocuklar yeni geleni, değil yataklarına almak, odalarına bile sokmak istemediler. Ben de başka bir çıkar yol bulamadığım için, çocuğu merdiven başına bırakıverdim. Ertesi sabah, çekip gitmiş olduğunu görürüz diye umuyordum. Tesadüfen mi yoksa Bey’in sesini duyduğu için mi, orasını bilemeyeceğim çocuk, Bay Earnshaw’nun kapısına gelmiş, Bey de dışarı çıkarak onu orada bulmuş. Çocuğun oraya nasıl gittiği araştırıldı. Herkes sorguya çekildi. Ben de suçumu itiraf etmek zorunda kaldım. Korkaklığımdan, insaniyetsizliğimden dolayı evden kovuldum.
İşte Heathcliff’in aile içine ilk girişi, böyle oldu. Kovulmamı süresiz sürgün cezası olarak kabul etmediğim için, birkaç gün sonra eve dönmüştüm. Çocuğa “Heathcliff” adını verdiklerini öğrendim. Bu, bebekken ölen oğullarının adıydı. O zamandan beri de çocuğun hem adı hem de soyadı olarak kaldı.
Cathy ile çocuk artık pek sıkı fıkı dost olmuşlardı. Hindley ise ondan nefret ediyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de nefret ediyordum. İkimiz de fırsat buldukça canını yakıyorduk çünkü ben yaptıklarımın haksızlık olduğunu akıl edemiyordum. Hanımım da ona karşı haksız davranıldığını gördüğü zamanlar onu korumak için bir tek söz söylemiyordu.
Somurtkan, sabırlı bir çocuğa benziyordu; belki de kötü muamele görmeye alışmıştı. Hindley’in tokatlarına gözlerini kırpmadan, bir damla gözyaşı akıtmadan dayanırdı. Benim çimdiklerime de sanki kimsenin suçu olmadan kazara kendi canını yakmış gibi gözlerini kapayıp bir kere içini çekerek katlanırdı.
İhtiyar Bay Earnshaw, kendi deyimiyle bu “zavallı babasız çocuğa” oğlunun işkence ettiğini, onun da her şeye dayandığını öğrenince deliye döndü. Heathcliff’e karşı garip bir düşkünlüğü vardı. Onun her söylediğine de inanırdı. Şunu da söyleyeyim ki çocuk az konuşurdu ama çoğunlukla da doğruyu söylerdi. Bey, onu Cathy’den daha çok severdi. Hoş, Cathy de babasının gözdesi olamayacak derecede yaramaz, inatçı bir kızdı ya…
Böylece Heathcliff, daha başlangıçta evin içine bir tatsızlık getirmişti. İki yıl sonra Bayan Earnshaw ölünce evin oğlu, babasını bir arkadaş gibi değil, bir zorba gibi; Heathcliff’i de onu baba sevgisinden yoksun bırakıp onun yerini almaya çalışan biri olarak görmeye başlamış, uğradığı haksızlıkları düşüne düşüne de huysuz bir insan olmuş çıkmıştı. Ben, bir süre ona hak verdim ama çocukların hepsi, kızamığa yakalanıp da onların her şeyiyle benim ilgilenmem gerekince fikrim değişti. Heathcliff’in durumu çok tehlikeliydi, hastalığının en ağır zamanlarında benim başından ayrılmamamı istedi; ona büyük bir iyilikte bulunduğumu sanıyor, bu şekilde davranmamın görevim olduğunu aklına bile getirmiyordu besbelli. Her neyse şunu da söyleyeyim, bakıma muhtaç hasta çocukların en uslusu, en söz dinleyeni oydu. Onunla ötekiler arasındaki fark, beni daha tarafsız davranmaya zorladı. Cathy ile ağabeyi beni müthiş yoruyordu; öbürü ise sert yaratılmış olmaktan çok, uysal yaradılışlı olduğu için kuzu gibi sesini çıkarmadan yatıyordu.
Hastalığı yendi. Doktor, bunun büyük ölçüde benim sayemde olduğunu söylüyor, hasta bakıcılığımı övüyordu. Bu sözler beni çok sevindirdi, sayesinde iltifat kazandığım çocuğa karşı da içimde bir yakınlık duymaya başladım. Böylece Hindley, son müttefikini de kaybetmiş oluyordu. Yalnız ben gene de Heathcliff’e fazla düşkün değildim; çoğu kere efendimin bu, hiçbir zaman minnet duygusu beslemeyen somurtkan çocuğa neden bu derece değer verdiğine de akıl erdiremezdim. Kurtarıcısına karşı saygısız davranmazdı; sadece duygusuzdu. Yalnız, Bey’in kalbindeki yerini de bir sözle, bütün ev halkının onun isteğini yapmak için seferber olacağını da pekâlâ bilirdi.
Bir keresinde Bay Earnshaw’nun kasaba panayırından bir çift tay satın alıp her birini oğlanlara hediye ettiğini hatırlarım. Heathcliff hayvanların en güzelini seçmişti ama çok geçmeden tayı topallamaya başlayınca Hindley’e: “Tayını benimkiyle değiştireceksin!” demişti. “Benimki hoşuma gitmiyor. Dediğimi yapmazsan bu hafta içinde beni üç kere kırbaçladığını babana anlatır, kolumun omuzuma kadar nasıl çürüdüğünü gösteririm.”
Hindley, oğlana dilini çıkardı sonra kulaklarına birer tokat patlattı. Heathcliff verandaya doğru koşarken -bunlar ahırda oluyordu-: “Bu işi hemen yapmalısın.” diyordu. “Yapmak zorundasın da! Bu tokatları da anlatırsam onları da faizleriyle ödersin.”
Hindley onu patates, tahıl gibi şeyler tartarken kullanılan demir ağırlıklarla tehdit ederek: “Defol! Köpek!” diye haykırdı.
Heathcliff yerinden kıpırdamadan: “Atsana!” dedi. “Ben de babana o öldükten sonra beni kapı dışarı edeceğini, nasıl böbürlene böbürlene anlattığını açıklayıvereyim de hemen seni kovuversin.”
Hindley demiri fırlattı, Heathcliff’i tam göğsünden vurup yere yıktı ama oğlan hemen, sendeleye sendeleye gene doğruldu. Soluğu kesilmiş, yüzü bembeyaz olmuştu. Ben önlemeseydim, o hâlde doğruca efendisine gidecek, durumuna kimin sebep olduğunu anlatıp öcünü alacaktı.
Hindley: “Öyleyse al tayımı, Çingene!” dedi. “Dilerim Allah’tan, bu hayvana biner de kafanı kırarsın. Al da hayrını görme, dilenci herif! Babama da yaltaklan, nesi var nesi yoksa al, sonra da şeytanın art bacağı olduğunu göster ona. İşte o zaman senin ne mal olduğunu anlasın da beynini dağıtsın!”
Heathcliff, tayı kendi bölmesine götürmek için çözmeye gitmişti… Hindley sözlerini bitirdiği sırada tayın arkasından geçiyordu. Hindley, onu bir itişte ayaklarının dibine yuvarladı, umduğunun gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmadan olanca gücüyle koşup oradan uzaklaştı.
Ben ise çocuğun, kendini toplayıp soğukkanlılıkla eyerleri değiştirmeye; daha başka işler yapmaya koyulmasına, sonra da eve girmeden önce yediği darbenin yarattığı bulantıyı geçirmek için bir kuru ot yığınının üzerine oturmasına şaşmıştım.
Yara berelerinin suçunu, ata yüklemeye onu kolayca razı ettim. O istediğine kavuşmuştu ya, bundan sonra ne denirse denilsin umurunda değildi. Bu gibi olaylardan o kadar az şikâyet ederdi ki onun gerçekten kinci olmadığına inanmaya başlamıştım. Ama siz de göreceksiniz ya, bu konuda tam manasıyla aldandım.
5
Zamanla Bay Earnshaw çökmeye başladı. Aslında çok hareketli, sağlam bir adamdı ama birdenbire takati kesilivermişti; ocakbaşında oturmaya zorlanınca da pek huysuz bir insan olup çıktı. Bir hiç yüzünden sinirleniyor, sözlerinin dinlenmediğinden biraz kuşkulansa küplere biniyordu. Bu hırçınlığı, gözdesine birisi tesir etmek ya da onu hükmü altına almak istediği zamanlar daha da artıyordu. Onun haberi olmadan bir kelime söylenecek diye ödü kopuyor, kıskançlıktan kıvranıyordu. Heathcliff’i seviyor diye herkesin çocuktan nefret ettiği, ona bir kötülük yapmak istediği fikri de nasılsa zihnine saplanmış kalmıştı.
Yalnız, bu da çocuğun aleyhine olmuştu çünkü aramızdaki yufka yürekliler Bey’i üzmemek için çocuğa yakınlık gösteriyorlardı, bu yakınlık gösterisi de çocuğun şımarmasına, böbürlenmesine yol açıyordu. Fakat gene de başka çare yoktu; iki-üç kere babası yakındayken Hindley’in oğlanı azarlamaya kalkması ihtiyar adamı müthiş öfkelendirmişti. Oğlunu dövmek için bastonunu eline almış, vuramayınca da öfkeden tir tir titremişti.
Nihayet bizim köy papazı -o zamanlar küçük Lintonlarla Earnshawlara öğretmenlik edip kendi toprağını sürerek geçimini sağlayan bir papazımız vardı- delikanlının koleje gönderilmesini tavsiye etti, Bay Earnshaw da istemeye istemeye razı oldu:
“Hindley, işe yaramazın biridir.” demişti. “Nereye giderse gitsin adam olmaz.”
Artık rahata kavuşacağımızı canıgönülden umuyordum. Bey’in iyi niyetleri yüzünden fenalık gördüğünü düşünmek bana azap veriyordu. Onun sırf ev halkı arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden çöktüğünü, hastalandığını düşünüyordum. O da bunu böyle biliyordu. Gerçekte ise hastalık, onun çökmekte olan gövdesindeydi.
İki kişi, Bayan Cathy ile Uşak Joseph olmasaydı, her şey bir yana, biz gene iyi kötü geçinir giderdik. Uşağı orada görmüşsünüzdür sanırım. O günlerde, şimdi de öyledir ya, sadece kendisinin doğru düşündüğüne inanan, İncil’i kendine uydurmak için altını üstüne getiren, kötülüklerin hepsini komşularına bırakmak isteyen çekilmez bir softa idi. Vaaz verme huyu ile sözüm ona dindarca konuşmalarıyla Bay Earnshaw’ya büyük ölçüde tesir etmeyi başarmıştı. Bey kuvvetten düştükçe Joseph’in sözü geçerliği de artıyordu.
Hiç insaf etmeden ona ruhunun selameti konusunda, çocuklarına sert muamele etmesi gerektiği hususunda durmadan konuşuyordu. Onu, Hindley’in bir günahkâr olduğuna da inandırmaya çalışıyor, ihtiyarın bu konudaki düşüncelerini körüklüyordu. Her gece aralık vermeden uzun uzun Heathcliff’le Catherine’i kötüleyici hikâyeler anlatmaktan geri kalmıyordu ama bu arada kabahatin daima Catherine’de olduğunu ima ederek Earnshaw’nun duygularını kollamayı da unutmuyordu.
Doğrusu ya, kızın da öyle hâlleri vardı ki bunları hiçbir çocukta görmemişimdir. Günde belki elli kere hatta daha bile fazla, hepimizin sabrını taşırırdı. Aşağıya indiği saatten yatağına yatmak için yukarı çıktığı saate kadar bir muzırlık yapacak diye, bir saniye olsun içimiz rahat etmezdi. Daima neşeliydi, durmadan konuşur, şarkı söyler, güler, onun neşesine katılmayanlara çatardı. Vahşi, ele avuca sığmaz bir şeytandı. Yalnız, bu dolaylarda görülmedik derecede güzel gözleri, tatlı bir gülümseyişi, kıvrak yürüyüşü vardı. Zaten ben onun kötülük yapmak istemediğine inanıyorum; çünkü ne zaman sizi hüngür hüngür ağlatmış olsa yanınızdan ayrılmaz, kendisini rahata kavuşturmak için susmaya sizi zorlardı.
Heathcliff’e de haddinden fazla düşkündü. Ona verebileceğimiz en büyük ceza, Heathcliff’ten ayrı tutmaktı; öyleyken gene de içimizde bu oğlan yüzünden en fazla azar işiten de oydu.
Oyun oynarken evin küçük hanımı olmaktan pek hoşlanırdı, arkadaşlarına sebepli sebepsiz tokatlar atar, emirler yağdırırdı. Bana da öyle yapıyordu ama dayağa da emre de dayanamayacağımı anlamıştı; bunu kendisine de açıkça söylemiştim.
Bay Earnshaw, çocuklarının şakalarından anlamazdı. Onlara karşı daima çok sert, çok ciddi davranırdı. Catherine ise babasının hastalık zamanında öncekinden çok daha öfkeli, sabırsız olmasına bir türlü akıl erdiremiyordu.
Babanın öfkeli çıkışmaları çocuğun onu, daha fazla kızdırmak istemesine yol açar. Cathy bundan bambaşka bir zevk duyardı. Hepimizin birden ona çatması kadar hoşuna giden bir şey de yoktu diyebilirim. Korkusuz bakışlarıyla hepimize meydan okur, cevap yetiştirirdi; Joseph’in sofuca lanetlemelerini alaya alır, bana tuzaklar kurar, babasının en çok nefret ettiği şeyi yapmaktan çekinmezdi. Bu da onun kendi insafsızlığının, Heathcliff üzerinde babasının yufka yürekliliğinden daha büyük bir tesir yarattığına adamcağızı inandırmaktı. Aslında onun insafsızlığı yapmacıktı ama babası bunun doğruluğuna inanmıştı. Oğlanın her istediğini derhâl yerine getirdiğini, babasınınkileri ancak canı isterse yaptığını ispatlamaya bakardı.
Bütün gün akla gelen her kötülüğü yaptıktan sonra bazı geceler, kendini bağışlatmak için uysal bir tavırla sokulurdu.
İhtiyar adam o zaman: “Yo, Cathy…” derdi. “Seni sevemem; sen, ağabeyinden de betersin. Hadi, yavrum git dua et de Tanrı seni bağışlasın. Galiba ananla ben, seni dünyaya getirdiğimize pişman olacağız.”
İlk zamanlar, bu sözler kızcağızı ağlatırdı ama devamlı olarak horlanınca buna alıştı, umursamaz hâle geldi hatta ondan kabahatleri için üzüldüğünü söylemesini, af dilemesini istediğim zamanlarda bana gülüyordu.
En sonunda, Bay Earnshaw’nun dünya üzerindeki dertlerinin sona ereceği zaman da geldi. Bir ekim akşamı, ocağın başındaki koltuğunda otururken sessizce ölüverdi.
Evin çevresinde korkunç bir fırtına esiyor, rüzgâr bacanın içinde uğulduyordu. Rüzgâr sert, çılgın sesler çıkarıyordu ama hava soğuk değildi. Hepimiz de bir aradaydık. Ben, ocaktan biraz uzakta yünümü örmekle meşguldüm. Joseph de masanın yanı başında İncil’ini okuyordu. O zamanlar çoğunlukla uşaklar, işlerini bitirdikten sonra evde otururlardı. Cathy hastaydı, onun için sesi çıkmıyordu; babasının dizine dayanmıştı. Heathcliff de başı Cathy’nin kucağında, yerde yatıyordu.
Bey’in, uyuklamaya başlamadan önce kızının güzel saçlarını okşadığını hatırlıyorum. Pek seyrek de olsa onu, böyle sakin görmekten hoşlanırdı.
“Niye her zaman böyle uslu bir çocuk olmuyorsun, Cathy?” diye sordu.
Cathy başını yukarı kaldırarak güldü.
“Ya sen, babacığım niye her zaman iyi bir insan olamıyorsun?” dedi.
Onun gene kızdığını görür görmez de elini öptü, uyuması için bir şarkı söyleyeceğini bildirdi. Babasının parmakları, onun parmaklarından sıyrılıp başı göğsüne düşünceye kadar çok alçak bir sesle şarkı söyledi. O zaman ben de babasını uyandırır korkusuyla artık susmasını, yerinden kıpırdamamasını tembih ettim. Tam yarım saat, hepimiz çıt çıkarmadan oturduk. Belki daha da oturacaktık ama Joseph, okuduğu duayı bitirip ayağa kalkmış, dua edip yatağına yatması için efendisini uyandıracağını söylemişti. Bir adım ilerledi; efendisini adıyla çağırdı, elini omuzuna değdirdi. Bey kıpırdamıyordu… Joseph, mumu alıp yüzüne baktı.
O mumu, yerine koyarken kötü bir şeyler olduğunu anlamıştım. Çocukları kollarından tutup fısıldayarak, gürültü etmeden yukarı çıkmalarını, o gecelik dualarını kendi kendilerine okuyabileceklerini, Joseph’in işinin olduğunu söyledim. Bizim engel olmamıza kalmadan Catherine, kollarını babasının boynuna doladı.
“Ben önce babama, iyi geceler dileyeceğim.” dedi.
Zavallı yavrucak uğradığı kaybı, derhâl fark etmişti. Avaz avaz bağırdı:
“Ah! Babam ölmüş, Heathcliff… Babam ölmüş!”
İkisi birden yürek paralayıcı bir ağlama tutturdu.
Benim acı çığlıklarım, onlarınkine karışmaktaydı. Joseph, cennetteki azizlerden biri için bu derece feryat etmemizin faydasız olduğunu söylüyordu.
Bana da hemen mantomu sırtıma geçirip doktorla papazı çağırmak için Gimmerton’a gitmemi söyledi. Ben ikisinin de ne işe yarayabileceğini kestirememiştim ama gene de yağmur, rüzgâr altında gittim; bir tanesini, doktoru getirdim. Öbürü de sabahleyin geleceğini söyledi.
Durumu doktora açıklamayı Joseph’e bırakıp çocukların odasına koştum. Kapıları ardına kadar açıktı, vakit gece yarısını geçtiği hâlde hiçbirinin yatmadığını gördüm. Yalnız, biraz daha sakinleşmişlerdi, benim onları yatıştırmama lüzum yoktu. Yavrucaklar, birbirlerini benim hiçbir zaman aklıma gelmeyecek derecede güzel düşüncelerle avutuyorlardı. Hiçbir papaz, cenneti onların çocuksu konuşmalarında anlattıkları kadar güzel tarif edemezdi. Ben de bir yandan hıçkırıp bir yandan onları dinlerken o anda, hep beraber cennette olmayı istemekten kendimi alamadım.