Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Bir Adım Geriden», sayfa 2

Yazı tipi:

Baiba o yıl Noel için Ystad’a gelmişti. Linda arkadaşlarıyla İskoçya’ya gitmeden önce Noel akşamını onlarla birlikte geçirmişti. Yılbaşından birkaç gün sonra da Baiba İsveç’e hiçbir zaman taşınmayacağını açıklamıştı. Uzun zamandan beri bu konuyu enine boyuna düşündüğünü söylemişti ama artık kesin kararını vermişti. Üniversitedeki konumunu yitirmek istemiyordu. İsveç’te, özellikle de Ystad’da ne yapacaktı? Çevirmenlikten başka bir şey yapamayacaktı ve bu da hiç hoşuna gitmiyordu. Wallander genç kadının fikir değiştirmesi için elinden geleni yapmıştı. Ne var ki ikisi de bu ilişkinin artık sona erdiğini çok iyi biliyordu. Dört yıl süren bir ilişkide artık geleceğe uzanan tüm yollar kapanmıştı. Wallander o kış akşamının geri kalan bölümünü daha önce kendini hiç bu denli terk edilmiş ve yalnız hissetmediğini düşünerek geçirmişti ama daha sonra tüm benliğine başka bir duygu hâkim olmaya başlamıştı. Rahatlık duygusu. Şimdi artık en azından nerede durduğunu biliyordu.

Bir motor hızla limandan çıktı. Wallander ayağa kalktı. Yine tuvalete gitmesi gerekiyordu.

İlk günlerde zaman zaman birbirlerine telefon edip hatır soruyorlardı ama bu da bir süre sonra sona ermişti. Altı aydan beri konuşmamışlardı. Bir gün Linda’yla birlikte Visby’de yürürlerken genç kız Baiba’yla ilişkilerinin bitip bitmediğini sormuştu.

“Evet,” diye karşılık vermişti Wallander. “Bitti.”

Linda, babasının sözlerini sürdürmesini beklemişti.

“Bana sorarsan aslında ikimiz de bu ilişkinin bitmesini istemedik ama yine de bu kaçınılmazdı.”

Eve döndüğünde gazetesini okumak için kanepeye uzandı ama uzanır uzanmaz da derin bir uykuya daldı. Bir saat sonra bir düşün tam ortasında şaşkınlık ve heyecanla uyandı. Babasıyla birlikte Roma’daydılar. Rydberg de onlarla birlikteydi ve yanlarında bacaklarına sıkı sıkıya sarılmış, yürümelerini engelleyen cüce benzeri garip yaratıklar vardı.

Düşümde ölüleri gördüm, diye geçirdi içinden. Acaba bu ne demekti? Neredeyse her gece babamı düşümde görüyorum ama o öldü. Bildiğim her şeyi bana öğreten eski dostum ve meslektaşım Rydberg’i de görüyorum. O da öleli neredeyse beş yıl oluyor.

Balkona çıktı. Hava hâlâ sıcak ve sakindi. Ufukta bulutlar toplanmaya başlamıştı. Birden ne denli yalnız olduğu gerçeği bir tokat gibi yüzüne çarptı. Stockholm’de yaşayan ve ara sıra gördüğü kızı Linda dışında hemen hemen hiçbir dostu, arkadaşı yoktu. Zaman zaman birlikte olduğu kişilerse iş arkadaşlarıydı. Onlarla iş dışında görüşmüyordu.

Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynaya bakınca güneş yanığı teninin açılmadığını ama yorgunluğun alabildiğine belirgin olduğunu gördü. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Saçları dökülmeye başlamıştı. Yaz başından bu yana birkaç kilo vermesine karşın yine de şişman sayılırdı.

Telefon çaldı. Arayan Gertrud’du.

“Rynge’ye geldiğimi haber vermek istedim. Her şey yolunda.”

“Ben de seni düşünüyordum,” dedi Wallander. “Yanında kalmalıydım.”

“Sanırım anılarımla bir süre yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ama burada her şey yolunda. Kız kardeşimle çok iyi anlaşıyoruz. Zaten aramız her zaman çok iyi olmuştur.”

“Bir iki hafta sonra seni görmeye geleceğim.”

Telefonu kapatır kapatmaz telefon yeniden çaldı. Bu kez arayan iş arkadaşlarından Ann-Britt Höglund’du.

“Nasıl geçtiğini öğrenmek için aradım,” dedi.

“Ne nasıl geçti?”

“Babanın evini satışa çıkarmak için bugün emlakçıyla görüşmeyecek miydin?”

Wallander ona bu konudan geçen gün söz ettiğini hatırladı.

“İyi geçti,” dedi. “Eğer istersen üç yüz bin krona satın alabilirsin.”

“Görmeme bile gerek yok,” diye karşılık verdi genç kadın.

“Tuhaf bir his bu aslında,” diye konuşmasını sürdürdü Wallander. “Ev artık bomboş. Gertrud taşındı ve hiç tanımadığım birileri gelip eve yerleşecek. Büyük olasılıkla yazlık olarak kullanacaklar. Evi satın alanlar babamla ilgili hiçbir şey bilmeyecekler.”

“Tüm evlerin hayaletleri vardır. Tabii yenilerin dışında.”

“Terebentin ve yağlı boya kokusu bir süre daha orada kalacak,” dedi Wallander. “Ama bu koku da geçtikten sonra o evde bir zamanlar yaşayanlara ilişkin hiçbir şey kalmayacak geride.”

“Evet, işin en üzücü yanı da bu değil mi?”

“Evet, yaşam bu belki de. Yarın görüşürüz. Aradığın için teşekkürler.”

Wallander mutfağa gidip su içti. Ann-Britt çok düşünceli biriydi. Kendisine söylenenleri asla unutmuyor, karşısındakilere ilgi gösteriyordu. Eğer kendisi onun yerinde olsaydı asla onun gibi davranmaz, her şeyi unutur giderdi.

Daha sonra da Löderup’tan getirdiği kutuları açtı. Karton kutulardan birinin dibinde kahverengi bir zarf vardı. Zarfı açınca karşısına eski ve renkleri solmuş birkaç fotoğraf çıktı. Bunları daha önce gördüğünü hiç hatırlamıyordu doğrusu. Fotoğraflardan birinde kendisi de vardı. Dört ya da beş yaşlarında olmalıydı. Büyük bir Amerikan arabasının motor kapağının üstünde oturuyordu. Düşmemesi için babası da hemen yanı başında duruyordu.

Wallander fotoğrafı alıp mutfağa gitti, mutfak çekmecelerinden birini açıp büyüteci çıkardı.

İkimiz de gülümsüyoruz, diye geçirdi içinden. Gözlerimi kameraya dikmiş gururla bakıyorum. Babamın tablolarını akıl almaz fiyatlarla satın alanlardan birinin galerisinde bu arabanın üstüne oturmama izin vermişlerdi. Babam da gülümsüyor ama gözlerini benden ayırmadan.

Wallander elinde fotoğrafla uzunca bir süre oturdu. Bu fotoğraf ona asla bir daha ulaşılamayacak geçmişini anımsatmıştı. Bir zamanlar babasıyla çok yakındılar ama ona polis olacağını söylediğinde bu bağ kopuvermişti. Babasının son yıllarında, yitirdikleri yakınlığı yavaş yavaş geri kazanmaya çalışmışlardı.

Asla eskisi gibi olamadık, dedi kendi kendine Wallander. Bu fotoğrafta olduğu gibi o gülümsemelerimize bir daha asla geri dönemedik. Bunu Roma’da yakalar gibiydik ama yine de hiçbir şey eskisi gibi olmadı bir daha.

Wallander fotoğrafı mutfak kapısına yapıştırdı. Sonra yeniden balkona çıktı. Bulutlar alçalmıştı. Televizyon karşısına geçerek eski bir filmin sonunu izledi.

Gece yarısına doğru yattı. Ertesi gün Svedberg ve Martinson’la toplantı yapacak, sonra da doktora gidecekti. Uzun süre gözlerini karanlıkta tavana dikip durdu. İki yıl önce Maria Caddesi’ndeki bu evden taşınmayı düşünmüştü. Köpek almayı ve Baiba’yla birlikte yaşamayı. Ancak hiçbiri gerçekleşmemişti. Ne Baiba ne yeni bir ev ne de bir köpek. Her şey olduğu gibi aynı kalmayı sürdürmüştü.

Bir şeyler olsun artık, diye geçirdi içinden. Yeniden geleceğimi düşünmemi sağlayacak bir şeyler olsun.

Uykuya daldığında saat gecenin üçü olmuştu.

2

Bulutlar sabahın erken saatlerinde dağılmıştı. Wallander sabahın altısında uyandı. Düşünde yine babasını görmüştü. Birbiriyle bağlantısı olmayan bölük pörçük görüntüler bilinçaltından bilinçüstüne çıkıyordu. Düşünde kendini hem çocuk hem de yetişkin olarak görmüştü. Düşünün elle tutulur bir hikâyesi yoktu. Gördüklerini hatırlamaya çalışması bir gemiyi sisler arasından çekip çıkarmaya benziyordu.

Yataktan kalktı, duş yaptı ve kahve içti. Sokağa çıktığında yazın sıcak havasının hâlâ İsveç’ten ayrılmadığını fark etti. Hava alabildiğine sakindi. Arabasına binip emniyete gitti. Saat daha yedi bile değildi ve emniyette hemen hemen kimse yoktu. Koridorlar bomboştu. Bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masasının üstünde birikmiş iş ya da dosyalar yoktu. En son ne zaman böylesine temiz bir masayla baş başa kaldığını anımsamaya çalıştı. Son yıllarda Wallander’in işleri her geçen gün daha da yoğunlaşmıştı. Bir anda birkaç soruşturmayı birlikte götürmek zorunda kalmıştı. Yeterli eleman olmadığından bazı dosyalar açılmadan kapanıyordu. Wallander ellerinde yeterli eleman ve zaman olsaydı böylesi sorunlarla karşılaşmayacaklarını biliyordu.

İşlenen suçun bedeli ödeniyor muydu? Neredeyse İlk Çağlardan beri sorulan bu soruya hâlâ somut bir yanıt bulunamamıştı. Suçun mutlaka cezalandırılmasını savunanlar bile koşullar farklı olduğunda ya da roller değiştiğinde yan çizebiliyorlardı. Wallander suç oranının İsveç’te eskiye nazaran arttığını düşünüyordu. Suçlular artık para ve güç sahipleriyle birlikte olduklarından ya da para ve güç sahipleri suçlu olduklarından yargı sistemi de ipleri onların eline bırakmak zorunda kalmıştı.

Wallander bu sorunları meslektaşlarıyla sıklıkla tartışırdı. Halkın korkularının arttığını o da fark etmişti. Gertrud da bu sorunlardan söz eder olmuştu. Çamaşırhanede karşılaştığı komşuları da bu konulardan konuşuyorlardı. Wallander hemen hemen herkesin korktuğunu ve korkmakta da haklı olduklarını düşünüyordu. Ne var ki bu konularda caydırıcı önlemler de bir türlü alınamıyordu. Tersine polis teşkilatındaki polislerle yargı sisteminde çalışanların sayıları azalmaya devam ediyordu. Ceketini çıkardı, camı açtı ve karşıdaki eski su kulesine baktı.

Son yıllarda İsveç’te Sivil Muhafızlar gibi yasa dışı gruplar yükselişteydi. Bu yeni gelişme Wallander’i korkutuyordu. Adalet sistemi çökmeye başladığında insanların linç güdüleri harekete geçerdi. Adaleti kendi eline alıp önüne geleni kendi kafasına göre yargılamak bir süre sonra insanlara olağan gelmeye başlardı.

Pencerenin önünde ayakta dururken İsveç’te acaba kaç tane yasa dışı silah vardır, diye geçirdi içinden. Birkaç yıl sonra bu rakamın hangi noktaya ulaşacağını da merak ediyordu.

Masasının başına geçip oturdu. Odasının kapısını aralık bıraktığından koridordan gelen sesleri ve bir kadın kahkahası duydu. Wallander gülümsedi. Gülen, polis müdürü Lisa Holgersson’du. Birkaç yıl önce Björk’ün yerine atanmıştı. Wallander’in iş arkadaşlarından çoğu başlarına bir kadının getirilmesine önceleri karşı çıkmışlardı ama Wallander fikirlerini değiştirmelerini sağlamıştı.

Telefon çaldı. Arayan danışma görevlisi Ebba’ydı.

“Nasıl geçti?” diye sordu Ebba.

Wallander onun bir gün önceki olayları sorduğunu anlamıştı. “Evi henüz satamadık,” dedi. “Ama yakında satacağımızı sanıyorum.”

“Bu sabah saat on buçukta acaba birkaç ziyaretçiyle görüşebilir misin diye sormak için aramıştım.”

“Yılın bu zamanında ziyaretçi mi gelirmiş?”

“Bunlar her ağustos ayında Skåne’de buluşan bir grup emekli denizci. Burada bir dernekleri varmış. Kendilerine ‘Deniz Ayıları’ diyorlarmış.”

Wallander doktor randevusunu hatırladı. “Bu kez başka birinden rica etsen iyi olacak,” diye karşılık verdi. “On buçukla on iki arası burada olmayacağım.”

“O zaman ben de Ann-Britt’i arayayım bari. Bu eski kaptanların bir kadın polisle konuşmaktan daha çok hoşlanacaklarına eminim.”

“Haklısın,” dedi Wallander.

Saat sekizde Wallander sandalyesinde oturmuş hâlâ camdan dışarı bakıyordu. Kendini alabildiğine yorgun hissediyor ve doktorun neler söyleyebileceğini düşünürken endişeleri daha da artıyordu. Yorgunluk belirtileri ve kramplar acaba ciddi ve önemli bir hastalığın işaretleri olabilir miydi?

Yerinden kalkıp toplantı salonlarından birine gitti. Martinson gelmişti. Güneş yanığı teniyle oldukça sağlıklı görünüyordu. Wallander’in aklına birden iki yıl önce istifa etmenin eşiğine gelen Martinson’un hâli geldi. Kızı okulun bahçesinde babası polis olduğu için saldırıya uğramıştı. Neyse ki Martinson istifa etmemişti. Aklından çok duygularıyla hareket eden biri olduğundan Wallander onu her zaman teşkilata yeni katılan acemi biri olarak görürdü. Oysa Martinson teşkilattaki polislerin çoğundan daha uzun zamandan beri Ys-tad’da çalışıyordu.

Masa başına geçip oturarak havadan sudan konuşmaya başladılar.

“Svedberg de hangi cehennemde kaldı?” dedi Martinson, beş dakika sonra.

Her zaman randevusuna sadık biri olan Svedberg’in gecikmesi aslında ikisini de şaşırtmıştı.

“Ona haber vermiş miydin?”

“Onu aradığımda çıkmıştı ama telesekreterine not bıraktım.”

Wallander masanın üstündeki telefona bakarak başını salladı.

“Bir kez daha arasan iyi olacak.”

Martinson numarayı çevirdi.

“Neredesin?” diye sordu. “Seni bekliyoruz.”

Ahizeyi yerine koydu. “Yine telesekretere mesaj bıraktım.”

“Gelir birazdan,” dedi Wallander. “Hadi biz başlayalım.”

Martinson önündeki kâğıt yığınını karıştırdı. Sonra kartpostalı bulup Wallander’e uzattı. Viyana’nın merkezinin kuş bakışı çekilmiş bir fotoğrafıydı.

“6 Ağustos Salı günü Hillström ailesinin posta kutularında bulduğu kart bu işte. Senin de gördüğün gibi Astrid Hillström planladıklarından biraz daha fazla kalacaklarını söylüyor ama her şey yolundaymış ve hepsi de sevgilerini göndermiş. Astrid annesinden arkadaşlarını arayıp herkese iyi olduklarını söylemesini de istemiş.”

Wallander kartı okudu. El yazısı ona Linda’nın el yazısını hatırlatmıştı. Bu da kızınınki gibi kuyruklu ve yuvarlaktı. Kartı masanın üstüne koydu.

“Eva Hillström’ün buraya geldiğini söylemiştin.”

“Evet, odamdan içeriye fırtına gibi girdi. Onun aslında sinirli biri olduğunu biliyoruz ama bu kez çok farklıydı. Çok korkmuştu ve haklı olduğundan emindi.”

“Neyden bu kadar emin?”

“Yani çocukların başına bir şeyin geldiğinden. Bu kartı da kesinlikle kızının yazmadığından.”

Wallander bir an için duraksadı. “Kızının el yazısı değil mi? Ya imza?”

“Astrid Hillström’ün el yazısına benziyor ama annesi kızının el yazısını ve imzasını taklit etmenin çok kolay olduğunu söyledi. Bu konuda haklı olduğunu kabul etmeliyiz.”

Wallander not defteri ve kalem aldı. Bir dakikadan daha kısa sürede Astrid Hillström’ün el yazısıyla imzasını taklit etmişti.

“Eva Hillström kızının sağlığından endişelendiğinden polise haber vermiş ama onu endişelendiren el yazısı ya da imza değilse nedir?”

“Bilemiyor.”

“Sen ona bunu sordun, değil mi?”

“Ona her şeyi sordum. Kızının kartta kullandığı sözcükler mi onu tedirgin eden? Yoksa cümle yapıları mı? Bilmiyor ama bu kartı kızının yazmadığından adı gibi emin olduğunu söyledi.”

Wallander yüzünü buruşturarak başını iki yana salladı. “Başka bir şey olmalı.”

Bakıştılar.

“Bana dün ne söylediğini hatırlıyor musun?” diye sordu Wallander. “Bana endişelendiğini söylemiştin.”

Martinson evet dercesine başını salladı. “Yerine oturmayan, eksik bir şeyler var,” dedi. “Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama bir şeyler dönüyor.”

“Soruyu bir de şöyle soralım,” dedi Wallander. “Eğer aniden karar verdikleri bu tatile çıkmadılarsa ne oldu? Neredeler? Bu kartları kim yazıp yolluyor? Arabalarının ve pasaportlarının da ortada olmadığını biliyoruz.”

“Yanılmış olmalıyım,” diye karşılık verdi Martinson. “Büyük olasılıkla Eva Hillström’ün endişeli hâli beni etkilemiş olmalı.”

“Ebeveynler her zaman çocuklarını merak eder dururlar,” dedi Wallander. “Linda’yı kim bilir kaç kez nasıl deli gibi merak ettiğimi bir bilsen. Özellikle dünyanın dört bir yanındaki ülkelerden gelen kartpostallar söz konusu olduğunda.”

“Peki, şimdi ne yapacağız?” diye sordu Martinson.

“Araştırmamızı sürdüreceğiz,” dedi Wallander. “Ama şimdi hiçbir ayrıntıyı atlamamak için işin en başına dönelim.”

Martinson kusursuz belleğinin yardımıyla olayları özetledi. Ann-Britt Höglund bir keresinde Wallander’e Martinson’un kendisini nasıl örnek aldığını, toplantılarda aynen Wallander gibi sunumlar yaptığını fark edip etmediğini sormuştu. Wallander genç kadının sözlerini ciddiye almamıştı ama Höglund son derece ciddiydi. Wallander bunun hâlâ doğru olup olmadığından emin değildi.

Olaylar zinciri aslında çok basitti. 20 ila 23 yaş üç genç Yaz Dönümü Bayramı’nı birlikte kutlamak istemişlerdi. İçlerinden Martin Boge, Simrishamn’da otururken diğer ikisi, Lena Norman ve Astrid Hillström Ystad’ın batısında oturuyordu. Üçü de çok eski arkadaştı ve zamanlarının çoğunu birlikte geçiriyorlardı. Üçünün de ailesi oldukça varlıklıydı. Lena Norman, Lund Üniversitesi’nde öğrenciydi, diğerleri de zaman zaman geçici işlerde çalışıyorlardı. Hiçbirinin başı polisle derde girmemişti, uyuşturucu da kullanmıyorlardı. Astrid Hillström ile Martin Boge aileleriyle birlikte otururken Lena Norman, Lund Üniversitesi’nin kampüsünde kalıyordu. Hiç kimseye Yaz Dönümü partisinden söz etmemişlerdi. Aileleri birbirleriyle bağlantı kurmuştu ama bu partiden haberleri yoktu. Genellikle ne yapacakları konusunda kimseye bilgi vermediklerinden bunda da alışılmışın dışında bir şey yoktu. Kaybolduklarında iki araba kullanıyorlardı: Biri Volvo, diğeriyse Toyota’ydı. Bu arabalar da sahipleri gibi 21 Haziran günü akşama doğru ortadan kaybolmuştu. Daha sonra kimse arabaları görmemişti. İlk kartpostalı 26 Haziran’da Hamburg’dan yollamışlar, Avrupa turuna çıkmaya karar verdiklerini yazmışlardı. Birkaç hafta sonra da Astrid Hillström Paris’ten bir kart yollayarak güneye doğru gideceklerini yazmıştı. Şimdi üçüncü bir kart daha gelmişti.

Martinson sustu.

Wallander arkadaşının söylediklerini bir an düşündü. “Nerede ve nasıl bir terslik çıkmış olabilir?” diye sordu.

“Hiçbir fikrim yok.”

“Ortadan kaybolmalarıyla ilgili olarak alışılmışın dışında herhangi bir şey söz konusu mu?”

“Hayır değil.”

Wallander arkasına yaslandı. “Elimizdeki somut tek şey Eva Hillström’ün yoğun kaygısı,” dedi. “Endişeli bir anne var elimizde.”

“Ve bu endişeli anne de kartları kesinlikle kızının yazmadığını söylüyor.”

Wallander evet dercesine başını salladı. “Kayıp raporu tutmamızı istiyor mu?”

“Hayır. Başka bir şey yapmamızı istedi. ‘Bir şeyler yapmalısınız,’ dedi.”

“Rapor tutmak dışında ne yapabiliriz? Gümrüklere de yazı gönderdik.”

Sustular. Saat dokuza çeyrek vardı. Wallander soru sorarcasına Martinson’a baktı.

Martinson ahizeyi kaldırıp Svedberg’in numarasını çevirdi, sonra telefonu kapattı.

“Yine telesekreter çıktı.”

Wallander kartpostalı Martinson’a uzattı. “Yeni bir şeyler bulacağımızı sanmıyorum,” dedi. “Yine de Eva Hillström’le bir konuşsam iyi olacak diye düşünüyorum. Ondan sonra da bu konuda ne yapacağımıza karar veririz ama onlar için kayıp ilanı çıkarmamızı gerektiren herhangi bir kanıt da yok elimizde, en azından şimdilik.”

Martinson, Eva Hillström’ün telefon numarasını bir kâğıda yazdı. “Muhasebeci.”

“Ya babası?”

“Boşanmışlar. Galiba o da bir kez aradı. Yaz Dönümü Bayramı’ndan hemen sonraydı sanıyorum.”

Martinson notlarını toplarken Wallander ayağa kalktı. Birlikte toplantı odasından çıktılar.

“Belki Svedberg de benim gibi yapıp kimseye haber vermeden bugünü kendine tatil ilan etti.”

“Tatilden daha yeni dönmüştü,” dedi Martinson. “Hiç izni kalmadı ki.”

Wallander ona hayretle baktı. “Sen bunları nereden biliyorsun?”

“Yıllık izninden bir haftayı benimle değiştirmesini istemiştim ama kesintisiz bir tatil yapmak istediğinden bunu kabul etmedi.”

“Daha önce böyle uzun bir tatile çıktığını hiç sanmıyorum,” dedi Wallander.

Martinson’un odasının önünde ayrıldılar. Wallander kendi odasına gitti. Masasının başına geçip Martinson’un verdiği numarayı çevirdi. Telefonu Eva Hillström açtı. O gün öğleden sonra emniyete gelmeyi kabul etti.

“Bir şey mi var?” diye sordu Eva Hillström.

“Hayır,” diye karşılık verdi Wallander. “Sizinle konuşmamda yarar olduğunu sanıyorum yalnızca.”

Telefonu kapatıp tam kahve almak için ayağa kalkarken Höglund başını kapıdan içeri uzattı. Tatilden yeni dönmesine karşın yüzü kireç gibi bembeyazdı. Wallander onun bu solgun hâlinin iç dünyasından kaynaklandığını düşündü. İki yıl önce vurulmasının etkisinden hâlâ kendini tam olarak kurtaramamıştı. Fiziksel olarak iyileşmişti ama Wallander onun duygusal açıdan iyileşip iyileşmediğinden emin değildi. Bazen genç kadının hâlâ çok korktuğunu düşünüyordu. Buna da şaşmamak gerekirdi. Hemen hemen her gün kendisi de bıçaklandığı ânı düşünmüyor muydu? Üstelik bu olay yirmi yıl önce olmuştu.

“Girebilir miyim?”

Wallander masasının hemen yanındaki sandalyeyi eliyle gösterdi. Genç kadın geçip oturdu.

“Svedberg’i gördün mü?” diye sordu Wallander.

Höglund başını hayır dercesine salladı.

“Bu sabah Martinson ve benimle birlikte toplantıya katılacaktı ama gelmedi.”

“Svedberg toplantıları asla kaçırmaz.”

“Haklısın ama bugün kaçırdı işte.”

“Evden aradın mı? Kim bilir, belki de hastadır.”

“Martinson telesekreterine birkaç mesaj bıraktı. Ayrıca Svedberg hiç hastalanmaz.”

Bir süre Svedberg’in yokluğu üstüne tahminde bulunmaya çalıştılar.

“Benimle konuşmak istediğin konu neydi?” diye sordu Wallander.

“Şu Baltık araba kaçakçılarını hatırlıyor musun?”

“Nasıl unutabilirim? Onları yakalamak için tam iki yıl uğraşmıştım.”

“Galiba yeniden işe başladılar.”

“Liderleri hapisteyken mi?”

“Galiba birileri boşluğu doldurmaya karar vermiş ama bu kez Göteborg merkezli değiller. Sürülen izler diğer yerlerin yanı sıra Lycksele’yi gösteriyor.”

Wallander şaşırmıştı. “Laponya mı?”

“Günümüz teknolojisiyle dünyanın dört bir yanından iş yapabilirsin artık.”

Wallander başını iki yana salladı ama Höglund’un haklı olduğunu biliyordu. Organize suçlular her zaman en son teknolojiyi kullanırlardı.

“Her şeye yeniden başlayacak enerjim yok artık benim,” dedi. “Araba kaçakçılarının peşine düşmek benim işim değil artık.”

“Lisa görevi benim üstlenmemi istedi. Çalıntı arabalardan ne denli sıkıldığını sanırım sonunda o da fark etti ama bana konuyla ilgili bilgi vermeni istiyorum.”

Wallander evet dercesine başını salladı. Ertesi gün bu konuyu görüşmek üzere anlaştılar, sonra kantine gidip açık pencerenin önündeki masalardan birine oturarak kahve içtiler.

“Tatilin nasıl geçti?” diye sordu Wallander.

Genç kadının gözleri birden yaşlarla doldu. Wallander onu rahatlatmak için bir şeyler söylemeye hazırlanırken Höglund onu eliyle durdurdu.

“Pek harika sayılmazdı,” dedi kendini toparlamaya çalışırken. “Ama bu konuda konuşmak istemiyorum.”

Kahve fincanını alıp ayağa kalktı. Wallander genç kadının arkasından baktı. Höglund’un verdiği az önceki tepkiyi düşünerek bir süre daha oturdu.

Birbirimiz hakkında fazla bir şey bilmiyoruz, diye geçirdi içinden. Onlar benimle ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlar, ben de onlarla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Birlikte çalışıyoruz, yaşantımızın büyük bölümü burada geçiyor ama birbirimiz hakkında ne biliyoruz? Hiçbir şey.

Saatine baktı. Daha çok zamanı vardı, yine de doktorunun muayenehanesinin bulunduğu Kapell Caddesi’ne doğru yürümeye karar verdi. Endişeliydi.

Doktoru gençti. Adı Göransson’du ve Kuzeyliydi. Wallander ona şikâyetlerini anlattı. Sürekli yorgun hissetmesinden, susamasından ve sık sık tuvalete gitmesinden söz etti. Ayrıca geceleri bacaklarına giren krampları da anlattı.

Doktor hiç zaman yitirmeden tanısını açıkladı.

“Sanırım şekerin yükselmiş,” dedi.

“Şeker mi?” diye sordu Wallander şaşkınlıkla.

“Diyabet. Şeker hastalığı.”

Wallander bir an için tüm kanının donduğunu hissetti. Şeker hastası olabileceği hiç aklına gelmemişti.

“Kilonuza da dikkat etmelisiniz,” dedi doktor. “Şeker hastası olup olmadığınızı bazı testler yaptıktan sonra anlayacağız ama önce kalbinizi dinlemek istiyorum. Tansiyonunuz yüksek mi?”

Wallander hayır dercesine başını salladı. Sonra da gömleğini çıkarıp muayene masasına uzandı.

Nabzı normaldi ama tansiyonu oldukça yüksekti. Basküle çıktı. Tam 92 kiloydu. Doktor onu idrar ve kan tahlillerinin yapılması için laboratuvara gönderdi. Hemşire gülümsedi. Wallander onu kız kardeşi Kristina’ya benzetti. Hemşire kan aldıktan sonra Wallander yeniden doktorun yanına gitti.

“Kan şekeri düzeyinin normal değeri 90 ila 120 arasıdır,” dedi Göransson. “Oysa sizinki 200. Oldukça yüksek yani.”

Wallander midesinin bulandığını hissetti.

“Bu da neden yorgun hissettiğinizi açıklıyor,” diye sürdürdü konuşmasını Göransson. “Ayrıca susamanızı ve bacaklarınıza kramp girmesini de buna bağlıyoruz. Sıklıkla tuvalete gitmenizin nedeni de yüksek şeker.”

“İlaçla tedavi edilebilir bir hastalık mı bu?” diye sordu Wallander.

“Öncelikle beslenme alışkanlıklarınızı değiştirerek şekeri denetim altına almaya çalışacağız,” dedi Göransson. “Tansiyonunuzu da düşürmemiz gerekiyor. Düzenli olarak spor yapar mısınız?”

“Hayır.”

“O zaman hemen spora başlamanız gerekiyor. Diyet ve spor. Bunların bir yararı olmazsa o zaman başka yöntemlere başvuracağız. Bu kan şekeri düzeyinizle tüm sisteminizi yoruyorsunuz.”

Şeker hastasıyım, diye geçirdi içinden Wallander. O anda bunun son derece utanç verici bir şey olduğunu düşünüyordu.

Göransson onun içinde bulunduğu ruh hâlini sezmişti. “Bizim kontrol edebileceğimiz bir durum,” dedi. “Bu yüzden ölmeyeceksiniz. En azından şimdilik.”

Biraz daha kan aldılar, Wallander’e beslenme konusunda uzunca bir liste verildi ve doktor pazartesi günü kendisini yeniden görmek istediğini söyledi.

Wallander saat on bir buçukta klinikten ayrıldı. Mezarlığa gidip ahşap banklardan birine oturdu. Doktorun kendisine az önce söylediklerini düşündü. Aslında söylenilenleri tam olarak algılamamıştı. Cebinden gözlüğünü çıkarıp doktorun verdiği beslenme listesini okumaya başladı.

Saat on iki buçukta emniyete döndü. Kendisini birkaç kişi aramıştı ama hiçbiri de acil değildi. Koridorda Hansson’la karşılaştı.

“Svedberg geldi mi?” diye sordu Wallander.

“Neden sordun, burada değil mi yoksa?”

Wallander karşılık vermedi. Saat bir civarında Eva Hillström gelecekti. Martinson’un odasının aralık kapısını hafifçe vurdu ama içeride kimse yoktu. O sabahki toplantıda görüştükleri konuları içeren ince dosya masasının üstünde duruyordu. Wallander dosyayı alıp kendi odasına gitti. Dosyaya bir göz attı, üç kartpostala yeniden baktı ama kendini işine bir türlü veremiyordu. Doktorun söyledikleri aklından çıkmıyordu.

Danışma görevlisi Ebba arayıp Eva Hillström’ün geldiğini haber verdi. Wallander odasından çıkıp konuğunu karşılamaya gitti.

Bir grup şen şakrak adam emniyetten çıkıyordu. Wallander onların emniyeti görmeye gelen emekli denizciler olduklarını anladı.

Eva Hillström uzun boylu ve zayıf bir kadındı. Yüzünden ne düşündüğü belli olmuyordu. Wallander görür görmez onun her zaman olayların en kötüsünü düşünen biri olduğu izlenimine kapılmıştı. Konuğunun elini sıkıp odasına götürdü. Koridorda, kahve içmek isteyip istemediğini sordu.

“Kahve içemem,” dedi Eva Hillström. “Mideme dokunuyor.”

Gözlerini Wallander’den ayırmadan masanın hemen karşısındaki ziyaretçi koltuklarından birine geçip oturdu.

Ona yeni bir şeyler söyleyeceğimi sanıyor, diye geçirdi içinden Wallander. Söyleyeceklerimin kötü şeyler olduğunu düşünüyor.

Wallander yerine geçip oturdu. “Meslektaşımla dün görüşmüşsünüz,” dedi. “Kızınızın imzasıyla Viyana’dan postalanan ve birkaç gün önce size ulaşan kartpostalı da beraberinizde getirmişsiniz ama bu kartın kızınız tarafından yazılmadığını ileri sürüyorsunuz. Doğru mu?”

“Evet,” dedi kadın güçlükle.

“Martinson neden bu şekilde düşündüğünüzü bir türlü açıklayamadığınızı söyledi.”

“Evet, doğru, açıklayamıyorum.”

Wallander dosyadan kartı çıkarıp masanın üstüne koydu.

“Kızınızın el yazısıyla imzasının kolaylıkla taklit edilebileceğini söylemişsiniz.”

“İsterseniz siz de deneyin, göreceksiniz.”

“Denedim bile. Size katılıyorum, kızınızın el yazısını taklit etmek hiç de zor değil.”

“O zaman neden aynı şeyleri sorup duruyorsunuz?”

Wallander karşısındaki kadına bir an için baktı. Martinson’un da söylediği gibi çok gergindi.

“Verdiğiniz bilgileri onaylamak için bu soruları soruyorum,” dedi. “Bazen buna gerek oluyor.”

Eva Hillström sabırsızlıkla başını salladı.

“Bu kartları Astrid dışında birinin yazdığına inanmamız için elimizde somut bir nedenimiz yok,” dedi Wallander. “Kuşkularınızı haklı çıkartabilecek geçerli bir nedeniniz var mı?”

“Hayır yok ama haklı olduğumu biliyorum.”

“Hangi konuda haklı?”

“Kızımın ne bunu ne de diğer kartları yazdığı konusunda.”

Birden ayağa kalkıp Wallander’e bağırmaya başladı. Wallander böyle saldırgan bir tepkiye doğrusu hiç de hazırlıklı değildi. Kadın masadan Wallander’e uzanmış, kolundan yakalayarak bir yandan haykırıyor, bir yandan da onu sarsıyordu.

“Neden eliniz kolunuz bağlı oturuyorsunuz? Neden hiçbir şey yapmıyorsunuz? Bir şeyler yapmanız gerekiyor. Kızımın ve arkadaşlarının başına korkunç şeyler gelmiş olabilir.”

Wallander kolunu onun elinden güçlükle kurtarıp ayağa kalktı.

“Sakinleşseniz iyi olacak,” dedi.

Ne var ki Eva Hillström bağırmayı sürdürüyordu. Wallander kapısının önünden geçenlerin neler düşünebileceklerini merak etti. Kadının yanına yaklaşarak onu omuzlarından sıkıca tutup koltuğa oturttu, kıpırdamamasını söyledi. Kadının öfkesi başladığı gibi birden sönüvermişti. Wallander masasına döndü. Eva Hillström bakışlarını yere indirdi. Wallander şaşkınlık içinde onun konuşmasını beklemeye koyuldu. Kadının tepkisinde, bu inançlı duruşunda karşısındakine de bulaşan bir şey vardı.

“Sizce neler olmuş olabilir?” diye sordu sonunda daha fazla beklememeye karar vererek.

Eva Hillström başını iki yana salladı. “Bilmiyorum.”

“Bir kaza ya da başka bir şey olduğuna ilişkin herhangi bir ipucu yok.”

Kadın, Wallander’e baktı.

“Astrid’le arkadaşları daha önce de yolculuklara çıkmışlar,” dedi Wallander. “Belki bu seferki kadar uzun değil ama yine de çıkmışlar. Arabaları, paraları ve pasaportları da yanlarında. Meslektaşlarım bu konuyu daha önce de araştırmışlardı. Ayrıca hepsi de on sekiz yaşın üstünde. Benim de Astrid’den birkaç yaş büyük bir kızım var. Gençlerin nasıl davrandığını gayet iyi biliyorum.”

“Burada ters bir şeylerin olduğunu biliyorum,” dedi Eva Hillström. “Kötümser yapıda biri olduğumu da biliyorum ama bu kez hislerimde haklıyım. Bunu yüreğimde hissediyorum.”

“Diğer çocukların aileleri sizin kadar endişeli değil ama. Martin Boge’yle Lena Norman’ın ailesi neden sizin gibi tepki vermiyor?”

“Onları anlayamıyorum.”

“Kaygılarınızı ciddiye alıyoruz,” dedi Wallander. “Bu zaten bizim işimiz. Durumu bir kez daha inceleyeceğime söz veriyorum.”

Wallander’in bu sözleri kadını biraz rahatlatmıştı ama bu rahatlık uzun sürmedi. Yüzünden ne denli endişeli olduğu kolayca görülüyordu. Wallander ona acıdı.

Konuşmaları bitmişti. Eva Hillström ayağa kalktı, Wallander onunla birlikte danışmaya kadar gitti.

“Bir an kendimi yitirdiğim için özür dilerim,” dedi.

“Bir annenin kızı için endişelenmesi kadar doğal bir şey yoktur,” diye karşılık verdi Wallander.

Wallander’in elini sıkıp telaşla cam kapıdan çıkıp gitti.

Wallander odasına dönerken Martinson odasından başını uzatıp ona merak dolu bakışlarla baktı.

“Az önce neler oldu?”

“Çok korkmuş,” dedi Wallander. “Gerçekten kaygılı. Bu konuda bir şey yapmamız gerekiyor ama ne yapalım bilmiyorum doğrusu.” Wallander düşünceli bir tavırla Martinson’a baktı. “Yarın herkesin daha rahat olduğu bir zaman bu olaya bir kez daha bakmak istiyorum. Bu kişilerin kayıp olduklarını kabul edip etmemeye karar vermeliyiz. Bu konu bir şekilde beni de tedirgin ediyor.”

Martinson onaylarcasına başını salladı. “Svedberg’i gördün mü?” diye sordu.

“Hâlâ aramadı mı?”

“Hayır. Sürekli karşıma telesekreter çıkıp duruyor.”

Wallander yüzünü buruşturdu. “Svedberg böyle yapmazdı.”

“Bir daha deneyeyim.”

Wallander odasına gitti. Kapıyı kapatıp Ebba’yı aradı. “Bana yarım saat telefon bağlama,” dedi. “Ha, bu arada Svedberg’den bir haber var mı?”

₺75,91

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
Hacim:
510 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-605-70855-9-7
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 4, 7 oylamaya göre
Competence in the Law
Mary Connell и др.
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 3,7, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre