Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Bir Adım Geriden», sayfa 3

Yazı tipi:

“Olması mı gerek?”

“Onu çok merak ediyorum.”

Wallander ayaklarını masanın üstüne koydu. Yorulmuştu, ağzı da çok kurumuştu. Birden yerinden fırlayıp ceketini kaptığı gibi dışarı çıktı.

“Ben çıkıyorum,” dedi Ebba’ya. “Bir ya da iki saat sonra dönerim.”

Hava hâlâ sıcaktı ve rüzgâr esmiyordu. Wallander, Surbrunnsvägen’deki kent kütüphanesine gitti. Biraz uğraştıktan sonra kütüphanenin sağlık bölümüne bakarak sonunda aradığını, şeker hastalıklarıyla ilgili kitabı buldu. Masanın başına geçip oturdu, gözlüklerini taktı ve kitabı okumaya başladı. Bir buçuk saat sonra şeker hastalığına ilişkin az da olsa bir bilgi edinmişti. Bu hastalığa yakalanmasının tek nedeninin kendisi olduğunu fark etti. Yediği yiyecekler, spordan uzak durması ve ara sıra canı istediğinde yaptığı perhiz hastalanmasına neden olmuştu. Kitabı yerine kaldırdı. Kendini başarısız biri gibi hissediyordu. Şeker hastalığından artık kurtuluşu olmadığını anlamıştı. Yaşam tarzına ilişkin somut bir şeyler yapması gerekiyordu.

Emniyete döndüğünde saat dört buçuk olmuştu. Masanın üstünde, Svedberg’den hâlâ bir haber yok, yazılı Martinson’un bıraktığı notu gördü.

Wallander üç gencin kaybolmasıyla ilgili vakanın özetini bir kez daha okudu. Üç kartı yeniden inceledi. Tam olarak göremediği bir şeyler olduğuna ilişkin o his yine gelmişti işte. Hâlâ bunun ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Göremediği şey neydi?

Kaygılarının arttığını hissetti. Eva Hillström’ü yeniden görüyor gibiydi. Birden olayların önemini kavradı. Aslında her şey son derece basitti. Kadın, kızının o kartı yazmadığını biliyordu. Bunu nasıl bildiğiyse hiç önemli değildi. Emindi ve bu da yeterliydi. Wallander yerinden kalkıp pencerenin önüne gitti. Gençlerin başına bir şey gelmişti. Sorulacak soru bunun ne olduğuydu.

3

Wallander kendisine önerilen perhizi o akşam denemeye karar verdi. Akşam yemeğinde yalnızca et suyuna çorbayla salata yedi. Kendini perhize o denli kaptırmıştı ki çamaşırhaneden sıra aldığını tamamıyla unutmuştu. Hatırladığındaysa çok geç olmuştu.

Olanları olumlu açıdan değerlendirmesi gerektiğini söyleyip duruyordu kendine. Kan şekerinin yüksek düzeyde olması ölüm ilanı anlamına gelmezdi, uyarılmıştı o kadar. Eğer sağlıklı bir yaşam sürdürmek istiyorsa bazı basit önlemler alması gerekiyordu. Öyle ağır ve zor önlemler değildi bunlar ama bu önlemler sayesinde yaşamında çok önemli değişiklikler yapabilecekti.

Yemeğini bitirdikten sonra doymadığını fark edince bir domates yedi. Sonra da mutfak masasından kalkmadan daha sonraki günler için yeni bir beslenme planı yapmaya çalıştı. Ayrıca bundan böyle işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Hafta sonları da kumsala gidecek, orada uzun yürüyüşler yapacaktı. Bir zamanlar Hansson’la badminton oynamayı düşündüklerini hatırladı. Belki bu konuyu yeniden ele alabilirlerdi.

Saat dokuzda masadan kalkıp balkona çıktı. Rüzgâr güneyden esiyordu ama hava hâlâ ılıktı. Bunaltıcı sıcaklar başlamıştı.

Wallander sokakta yürüyen gençlere baktı. Beslenme planı ve doktorun önerdiği kilo tablosu üzerinde yoğunlaşması kolay olmayacaktı. Kendini Eva Hillström’ün tepkisinden bir türlü kurtaramıyordu. Kadının öfkesi onu sarsmıştı. Kızının ortadan kaybolmasına ilişkin duyduğu korkuyu görmemek olası değildi ve kadın duygularında içtendi. Rol yapmıyordu.

Bazen aileler çocuklarını tanımıyor, diye geçirdi içinden, ama bazen de çocukları ebeveynlerden daha iyi kimse tanımıyor ve içimden bir ses de bana Eva Hillström’ün kızını gerçekten çok iyi tanıdığını söylüyor.

İçeri girdi. Balkon kapısını kapatmadı. Bu olayda nasıl ilerlemeleri gerektiğini gösterecek bir şeyi gözden kaçırdığı hissine kapıldı. Eva Hillström’ün kaygılarında haklı olup olmadığını ortaya çıkaracak bir şey vardı ama neydi bu?

Kahve yapmak için mutfağa gitti. Suyun ısınmasını beklerken mutfak masasını sildi. Telefon çaldı. Arayan Linda’ydı. Çalıştığı restorandan arıyordu. Oysa Wallander restoranın yalnızca gündüzleri açık olduğunu sanıyordu. Kızının sesini duyunca şaşırmıştı.

“Restoran sahibi çalışma saatlerini değiştirdi,” dedi Linda. “Akşamları daha çok para kazanıyorum. Bir şekilde benim de yaşamam gerek.”

Wallander telefondan gelen konuşma sesleriyle tabak bıçak seslerini duydu. Linda’nın gelecek için ne tür planları olduğunu bilmiyordu. Linda bir gün iç dekorasyonla ilgileneceğini söylerken başka bir gün de tiyatro dünyasında vazgeçilmez bir yıldız olmayı düşlüyordu. Bir süre önce bu tiyatro sevdası sona ermişti.

Linda sanki babasının aklından geçenleri okumuştu. “Yaşamımın sonuna kadar garsonluk yapacak değilim elbette,” dedi. “Şu an önümüzdeki kış yolculuğa çıkabilmek için para biriktiriyorum.”

“Nereye gideceksin?”

“Daha karar vermedim.”

Bu konuyu ayrıntılarıyla tartışmanın zamanı olmadığından Wallander, Gertrud’un taşındığını ve büyükbabasının evinin satılığa çıkarıldığını haber verdi.

“Keşke satmak zorunda kalmasaydık,” dedi Linda. “Keşke satın alacak param olsaydı.”

Wallander, kızının ne demek istediğini anlıyordu. Linda büyükbabasıyla çok yakındı. Onları zaman zaman çok kıskanmıştı.

“Kapatmak zorundayım,” dedi Linda. “Nasıl olduğunu merak etmiştim.”

“Her şey yolunda,” diye karşılık verdi Wallander. “Bugün doktora gittim. Beni çok iyi buldu.”

“Zayıflamanı söylemedi mi?”

“Onun dışında her şeyin çok iyi olduğunu söyledi.”

“Anlaşılan senin bu doktorun çok kibar. Tatildeki gibi yine yorgun hissediyor musun?”

Aklımdan geçenleri okuyor, diye geçirdi içinden Wallander çaresizlikle. Neden ona doğruyu, diyabet hastası olmak üzere olduğumu ya da düpedüz şekerim olduğunu söyleyemiyorum ki? Neden bunda utanılacak bir şey varmış gibi davranıyorum?

“Yorgun değilim,” dedi. “Gotland’da geçirdiğimiz o hafta başkaydı.”

“Sen öyle diyorsan öyledir,” diye karşılık verdi Linda. “Kapatmam gerek. Eğer akşamları beni aramak istersen numaramız değişti.”

Wallander, kızının verdiği telefon numarasını bir çırpıda ezberledi. Sonra da telefonu kapattı.

Kahvesini aldı, oturma odasına gidip televizyonu açtı. Televizyonun sesini kısıp kızının verdiği numarayı telefon defterine yazdı. Yazdığını kendinden başkasının okuması olanaksızdı. İşte tam o sırada kendisini neyin tedirgin ettiğini anladı. Kahve fincanını bir kenara itip saatine baktı. Dokuzu çeyrek geçiyordu. Bir an Martinson’u aramayı düşünerek duraksadı ama arayacak olursa harekete geçmek için ertesi sabahı beklemek zorunda kalacaktı. Mutfağa gidip telefon rehberini aldı, mutfak masasına geçip oturdu.

Ystad’da Norman soyadı olan dört aile vardı ama Wallander, Martinson’un kâğıtları arasında gördüğü adresi hatırlıyordu. Lena Norman ve annesi hastanenin kuzeyinde, Käring Caddesi’nde oturuyorlardı. Babasının adı Bertil Norman’dı ve adının hemen yanı başında da CEO yazılıydı. Wallander, Bertil Norman’ın prefabrik evlere ısınma tesisatı kuran bir şirketin sahibi olduğunu biliyordu.

Numarayı çevirdi, telefonu bir kadın açtı. Wallander elinden geldiğince dostça bir sesle konuşmaya çalışarak kendisini tanıttı. Kadını endişelendirmek istemiyordu. Özellikle mesai saatinden sonra polisin telefon etmesinin ne denli kaygı verici bir şey olduğunu bilirdi.

“Lena Norman’ın annesiyle mi görüşüyorum?”

“Ben Lillemor Norman.”

Wallander bu adı hatırlamıştı.

“Aslında sizi yarın sabah da arayabilirdim,” dedi. “Ama öğrenmem gereken bir şey var ve polisler ne yazık ki yirmi dört saat çalışıyor.”

Kadın endişelenmemişti. “Size nasıl yardım edebilirim? Ya da kocamla konuşmak ister misiniz? Hemen çağırırım. Oğlumuzun matematik ödevine yardım ediyor.”

Kadının yanıtı Wallander’i şaşırtmıştı. Okullarda hâlâ ev ödevi verildiğini bilmiyordu.

“Buna gerek yok,” dedi. “Ben yalnızca Lena’nın el yazısını merak ediyorum. Ondan gelen herhangi bir mektup var mı yanınızda?”

“Kartpostallar dışında mektup falan gelmedi. Polisin bunu zaten bildiğini sanıyordum.”

“Ben eskiden yazmış olduğu bir mektup demek istemiştim.”

“Bunu neden istiyorsunuz?”

“Rutin çalışmalarımızdan biri yalnızca. Bazı el yazısı örnekleriyle kıyaslamamız gerekiyor. O kadar önemli bir şey değil.”

“Polisler böylesine önemsiz konular için de mi insanları gece yarıları arayıp rahatsız eder?”

Eva Hillström korkuyor, diye geçirdi içinden Wallander. Öte yandan Lillemor Norman her şeyden kuşkulanıyor.

“Acaba bana yardım edecek misiniz?”

“Lena’dan gelen birçok mektup var.”

“Bir tane yeter de artar bile. Yarım sayfa bile olsa yeter.”

“Bulurum. Acaba birini gönderip aldırabilir misiniz?”

“Ben kendim geleceğim. Yirmi dakika sonra oradayım.”

Wallander telefon rehberini yeniden aldı. Simrishamn’da oturan “Boge” adında yalnızca tek bir kişi vardı. Bir muhasebeci. Wallander numarayı çevirip telefonun açılmasını sabırsızlıkla bekledi. Tam kapatmak üzereyken telefon açıldı.

“Klas Boge.”

Telefona yanıt veren ses oldukça gençti. Wallander bunun Martin Boge’nin kardeşi olabileceğini düşündü. Ona kendisini tanıttı.

“Annen baban evde mi?”

“Hayır ben yalnızım. Golf kulübünün yemeğine gittiler.”

Wallander konuşmayı sürdürüp sürdürmemesi gerektiğini kestirememişti ama delikanlı ona yeterince olgun biri gibi gelmişti.

“Ağabeyin Martin sana hiç mektup yazdı mı? Onun yazdığı herhangi bir şeyi saklamış olabilir misin?”

“Bu yaz bir şey yazmadı.”

“Daha önce?”

Delikanlı bir an düşündü. “Geçen yıl Amerika’dan bana yolladığı mektup var.”

“El yazısıyla mı yazılmıştı?”

“Evet.”

Wallander, Simrishamn’a arabayla ne kadar sürede gidebileceğini hesapladı. Belki de ertesi sabahı beklese daha iyi olacaktı.

“Neden ağabeyimin mektuplarını istiyorsunuz?”

“Onun el yazısını görmemiz gerekiyor.”

“İstiyorsanız hemen fakslayabilirim size.”

Delikanlı oldukça pratikti. Wallander emniyetteki fakslardan birinin numarasını verdi.

“Bu konudan ailene söz etsen iyi olur,” dedi.

“Şimdi yatmayı düşünüyordum. Onlar geç gelecek.”

“Peki onlara yarın söyler misin?”

“Martin mektubu bana yollamıştı.”

“Yine de söylersen sevinirim,” dedi Wallander sabırla.

“Martin ve diğerleri yakında dönecekler,” dedi delikanlı. “Bayan Hillström’ün neden bu denli kaygılandığını anlayamıyorum doğrusu. Bizi her gün arıyor.”

“Sizinkiler endişeli değil mi?”

“Bana sorarsanız Martin’in gitmesinden memnunlar. En azından babam çok memnun.”

Wallander delikanlının sözünü sürdürüp sürdürmeyeceğini şaşkınlıkla bekledi ama sürdürmedi.

“Yardımların için teşekkürler,” dedi Wallander sonunda.

“Her şey oyun gibiydi,” dedi delikanlı.

“Ne demek istiyorsun?”

“Farklı bir zaman boyutuna geçtiklerini varsayıyorlardı. Erişkin insanlar olmalarına karşın maskeli baloya gider gibi giyiniyorlardı.”

“Ne demek istediğini anlayamadım,” dedi Wallander.

“Tiyatro oynuyorlarmış gibi rol yapıyorlardı ama onlarınki gerçekti. Aslında var olmayan bir şeyi bulmak için Avrupa’ya gitmiş olabilirler.”

“Yani bu onlar için oldukça doğal bir şey, öyle mi? Bana kalırsa Yaz Dönümü Bayramı kutlaması oyun gibi bir şey değil. Diğer partilerde olduğu gibi yemek yenir, dans edilir.”

“Ve de içki içilir,” dedi delikanlı. “Ama kostüm giyildiğinde başka bir şeylerin de söz konusu olması gerekmez mi?”

“Onlar böyle mi yapmışlardı?”

“Evet ama daha fazlasını bilmiyorum. Bu onların kimseye söylemek istemediği bir sırdı. Martin bu konuda hiç ağzını açmadı.”

Wallander delikanlının anlattıklarını tam olarak anlayamamıştı. Saatine baktı. Lillemor Norman kendisini bekliyordu.

“Yardımların için teşekkürler,” dedi konuşmaya son noktayı koyarak. “Ailene aradığımı ve sana söylediklerimi aktarmayı unutma.”

“Tabii,” diye karşılık verdi delikanlı.

Üç farklı tepki söz konusu, diye geçirdi içinden Wallander. Eva Hillström korkuyor. Lillemor Norman alabildiğine kuşkulu. Martin Boge’nin ailesiyse oğulları gittiği için huzura kavuşmuşlar ve kardeşi de ana babasının evde olmalarını istemiyor. Ceketini giyip dışarı çıktı. Binadan çıkarken çamaşırhaneye uğrayıp cuma günü için kendisine bir makine ayırttı.

Käring Caddesi çok uzak olmamakla birlikte arabasına bindi. Doktorun verdiği spor biraz daha bekleyebilirdi. Bellevuevägen’den Käring Caddesi’ne saptı, iki katlı beyaz bir binanın önünde durdu. Bahçe kapısını açarken Lillemor Norman kapıyı açtı. Eva Hillström’ün tersine Lillemor Norman oldukça sağlıklı görünüyordu. Martinson’un dosyasındaki fotoğrafları gözünün önüne getirince Lena Norman’ın annesine çok benzediğini fark etti.

Kadının elinde beyaz bir zarf vardı.

“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi Wallander.

“Lena döndüğünde kocam onunla bir güzel konuşacak. Bu şekilde, kimseye tek bir kelime bile söylemeden çekip gitmeleri olacak şey değil. Tam bir sorumsuzluk.”

“Onlar erişkin insanlar, canları ne isterse yapabilirler,” dedi Wallander. “Ama bu davranışları yüzünden insan elbette hem tedirgin oluyor hem de merak içinde kalıyor.”

Zarfı alıp geri vereceğine söz verdi. Sonra emniyete gitti ve nöbetçi memurun telefonlara baktığı odaya girdi. Wallander içeri girdiğinde polis telefonda konuşuyordu ama Wallander’i görünce ona faks makinelerinden birini işaret etti. Klas Boge söz verdiği gibi kardeşinin mektuplarından birini fakslamıştı. Wallander odasına gidip masanın üstündeki lambayı yaktı. İki mektupla kartpostalları yan yana masanın üstüne dizdi, sonra lambayı bunların üstüne gelecek şekilde ayarlayıp gözlüklerini taktı.

Arkasına yaslandı. İçgüdülerinde yine haklı çıkmıştı. Martin Boge’yle Lena Norman’ın el yazıları kargacık burgacıktı. Üçünden birinin el yazısı taklit edilmek istense Astrid Hillström’ün el yazısı tercih edilirdi. Bu, Wallander’i tedirgin etmişti ama beyni yine de iyi çalışıyordu. Bu ne anlama geliyordu? Aslında bir anlama falan geldiği yoktu. Birinin bu çocuklar adına neden kartpostal yolladığını kesinlikle açıklamıyordu. Ayrıca neden söz konusu bu kişi içlerinden birinin el yazısını taklit etmişti? Buna neden gerek duymuştu? Tüm bu mantıksızlıklara karşın Wallander yine de içindeki yoğun endişeyi bir kenara atamıyordu.

Bu konuyu yeniden ama enine boyuna bir kez daha ele almalıyız, dedi kendi kendine. Eğer çocukların başına bir şey gelmişse aradan iki ay geçti.

Gidip kendisine bir fincan kahve aldı. Onu çeyrek geçiyordu. Martinson’un hazırladığı dosyayı bir kez daha okudu ama yeni bir şey bulamadı. Bir grup yakın arkadaş kendi arasında Yaz Dönümü Bayramı’nı kutlamış, sonra da yolculuğa çıkmışlardı. Gittikleri yerlerden de kart göndermişlerdi. Hepsi buydu işte.

Wallander mektuplarla kartpostalları dosyanın içine yerleştirdi. O gece yapılacak daha fazla bir şey yoktu. Ertesi sabah Martinson ve diğerleriyle konuşacak, son bir kez daha bu Yaz Dönümü Bayramı dosyasını inceleyecek ve kayıp soruşturmasına başlayıp başlamayacaklarına karar vereceklerdi.

Wallander ışığı söndürüp dışarı çıktı. Koridorda Ann-Britt Höglund’un odasından ışık geldiğini gördü. Odanın kapısı aralıktı, Wallander kapıyı yavaşça açtı. Höglund masada gözlerini boşluğa dikmiş duruyordu. Önünde hiç evrak yoktu. Wallander bir an duraksadı. Höglund’un gece geç saatlere kadar emniyette kalma alışkanlığı yoktu. Çocukları küçüktü, kocası da işi gereği sürekli yolculuklara çıkardı, dolayısıyla mesai saatinin bitiminde Höglund doğruca evine giderdi. Genç kadının kantindeki davranışını hatırladı. Şimdi de boş masaya gözlerini dikmiş kıpırdamadan oturuyordu. Belki yalnız kalmak istemişti. Belki de biriyle konuşmaya ihtiyacı vardı.

Yalnız kalmak istediğini bana rahatça söyleyebilir, diye geçirdi içinden Wallander.

Kapıyı yavaşça vurdu, yanıt gelmesini bekledi, sonra da içeri girdi.

“Işığının yandığını gördüm,” dedi. “Genelde bu saatte burada olmadığın için bir şey mi oldu diye merak ettim.”

Höglund karşılık vermeden baktı.

“Yalnız kalmak istiyorsan söyle, hemen giderim.”

“Hayır,” diye karşılık verdi. “Hiç yalnız kalmak istemiyorum. Sen neden hâlâ buradasın? Bir şey mi var?”

Wallander koltuklardan birine geçip oturdu. Kendini gereksiz bir eşya gibi hissediyordu.

“Yaz Dönümü’nde kaybolan gençlerle ilgili.”

“Yeni bir şey mi var?”

“Hayır yok. Yalnızca bir şeyi bir kez daha kontrol etmek istedim ama buna yeniden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Eva Hillström çok kaygılı.”

“Peki ama başlarına ne gelmiş olabilir?”

“İşte yanıtlanması gereken tek soru da bu.”

“Kayıp ilanı çıkaracak mıyız?”

Wallander ellerini çaresizlikle iki yana açtı. “Bilmiyorum. Buna yarın karar vereceğiz.”

Masa lambasının aydınlattığı oda alabildiğine loştu.

“Ne zamandan beri bu meslektesin?” diye sordu Höglund birden.

“Uzun zamandan beri. Hem de çok uzun zamandan beri. Damarlarımda polis kanı var benim. Bu kan en azından emekli oluncaya kadar da akmayı sürdürecek.”

Bir sonraki sorusunu sormadan önce Wallander’e uzun uzun baktı. “Nasıl idare edebiliyorsun?”

“Bilmiyorum.”

“Hiç bunaldığın, sıkıldığın olmadı mı?”

“Olmaz olur mu, oldu, hem de çok oldu. Neden soruyorsun?”

“Bu sabah sana kantinde söylediklerimi düşünüyorum. Sana kötü bir yaz geçirdiğimi söylemiştim ve söylediklerim doğru. Kocamla bazı sorunlarımız var. Eve neredeyse hiç gelmiyor. Yolculuklarından sonra normal yaşantımıza dönmemiz bir haftamızı alıyor ama hemen sonra yine yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Bu yaz ayrılıktan bahsetmeye başladık. İnsanın çocukları olunca bu hiç de kolay bir şey değil.”

“Biliyorum,” dedi Wallander.

“Bir yandan da işimi sorgulamaya başladım. Gazetede Malmö’deki meslektaşlarımızın haraç toplamaktan tutuklandığını okudum. Televizyonu açıyor, polis teşkilatındaki komiserlerin organize suç dünyasıyla ilişkileri olduğunu öğreniyorum. Bunları hem görüyorum hem de sayılarının her geçen gün arttığını duyuyorum. Ben de ister istemez, burada ne yapıyorum, diyorum. Ya da şöyle diyeyim, bundan sonraki otuz yılı nasıl geçireceğimi kestiremiyorum.”

“Bazen insan kendini bıçak sırtında hissediyor,” dedi Wallander genç kadına hak vererek. “Bu uzun bir süreç. Adalet sistemindeki yozlaşma yeni bir şey değil ve her zaman o sınırı geçmeye gönüllü polisler vardır. İşler şimdilerde daha da kötüleşip yozlaştığından senin gibi duyarlı insanlar için bu elbette çok önemli ve tedirgin edici oluyor.”

“Peki ya sen? Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”

“Bunlar benim için de geçerli.”

“Peki ama nasıl başa çıkıyorsun?”

Sorusu öfke doluydu. Wallander onu kendine benzetti. Kim bilir kaç kez kendisi de Höglund gibi masasının başına çökmüş, bu görevi nasıl sürdürebileceğini düşünmüştü.

“Sürekli, görevi bırakacak olursam işlerin bensiz daha da kötüleşeceğini söyleyip duruyorum kendime,” dedi Wallander. “Bazen işe yarıyor. Çok iyi bir neden değil ama aklıma başka bir şey gelmiyorsa böyle düşünüyorum.”

Höglund başını iki yana salladı. “İsveç’e neler oluyor?”

Wallander, genç kadının konuşmasını sürdürmesini bekledi ama sürdürmedi. Caddeden geçen bir kamyonun sesi duyuldu.

“Geçen bahardaki o çirkin saldırıyı hatırlıyor musun?” diye sordu Wallander.

“Svarte’dekini mi?”

“On dört yaşındaki iki çocuk on iki yaşındaki bir başka çocuğa saldırmıştı. Ortada hiçbir neden olmadığı gibi herhangi bir kışkırtma da yoktu. Zavallı çocuk yerde baygın yatarken diğerleri göğsüne vurmayı sürdürmüştü. Çocuk kısa süre sonra ölmüştü. Hiç bu kadar çok sarsılmamıştım. İnsanlar her zaman kavga ederdi ama kavga ettikleri kişi yere serildiğinde genellikle kavgayı bırakırlardı. Buna ne isim verirsen ver. Adil dövüş de, ne dersen de ama böyleydi. Ancak artık değil çünkü bu çocuklar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sanki tüm çocuklar terk edilmiş gibi. Ya da artık kimse çocuklarıyla ilgilenmiyor. Şartlar değiştiğinden polis olmanın ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmelisin. Yıllar boyunca edindiğin deneyimlerin artık bir anlamı kalmadı.”

Sustu. Koridordan gelen sesler duydular. Gece nöbetçilerinden biri sarhoş bir sürücüyle konuşuyordu. Kısa süre sonra da ortalık eskisi gibi derin bir sessizliğe büründü.

“Son yıllarda nasıl hissediyorsun?”

“Vurulduğumdan beri mi?”

Evet dercesine başını salladı.

“Sürekli aynı şeyleri düşümde görüyorum,” diye karşılık verdi Höglund. “Kendimi ölmüş olarak ya da kurşun beynime saplanmış gibi görüyorum. Bu daha da korkunç olurdu.”

“İnsanın sinirlerini bozması için böylesi düşler yeter de artar bile,” dedi Wallander.

Höglund ayağa kalktı. “Bir gün ciddi ciddi istifa edeceğimden korkuyorum,” dedi. “Ama henüz o noktaya gelmedim. Uğradığın için teşekkür ederim. Genelde sorunlarımla kendim başa çıkarım ama bu gece biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı.”

“Bunu kabul etmek bile güç ister.”

Ann-Britt Höglund ceketini giyip Wallander’e gülümsedi. Wallander uykularının nasıl olduğunu merak ediyordu ama sormadı.

“Şu oto kaçakçıları konusunda yarın biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu.

“Öğleden sonraya ne dersin? Sabah şu gençler konusunu görüşeceğimizi unutma.”

Höglund, Wallander’e dikkatle baktı.

“Endişeleniyor musun?”

“Eva Hillström endişeleniyor ve ben de bunu görmezden gelemiyorum.”

Dışarıya birlikte çıktılar. Genç kadın Wallander’in eve bırakma önerisini geri çevirdi.

“Yürümek istiyorum,” dedi. “Hava da çok güzel. Ağustos harika geçiyor.”

“Bunaltıcı sıcaklar var,” diye karşılık verdi Wallander.

Vedalaştılar. Wallander arabasına binip evine gitti. Bir fincan çay içip Ystad Allehanda gazetesine göz gezdirdikten sonra yattı. Hava oldukça sıcak olduğundan yatak odası camını aralık bırakmıştı. Başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.

Şiddetli bir sancıyla uyandı. Baldır adalesine kramp girmişti. Ayağını yere indirip bükmeye çalıştı. Sancı geçti. Yavaşça yeniden yatağa uzandı. Bacağına yeniden kramp girmesinden korkuyordu. Komodinin üstündeki çalar saat gecenin bir buçuğunu gösteriyordu. Yine düşünde babasını görmüştü. Wallander’in neresi olduğunu çıkaramadığı bir kentin sokaklarında birlikte yürüyorlardı. Birini arıyorlardı. Ancak kimi aradıklarını bilmiyordu.

Pencerenin önündeki perde hafifçe kıpırdadı. Wallander, Linda’nın annesi Mona’yı düşünüyordu. Uzun süre evli kalmışlardı. Oysa Mona şimdi golf oynayan ve büyük bir olasılıkla kan şekeri düzeyi yüksek olmayan başka bir erkekle birlikteydi.

Kafasının içinden binlerce düşünce geçiyordu. Birden Baiba’yla birlikte Skagen’in uçsuz bucaksız kumsallarında el ele yürüdükleri günler geldi aklına. Sonra o da çekip gitmişti.

Uykudan eser kalmamıştı. Yatağında oturdu. Nereden aklına geldiğini bilmiyordu ama bir konu diğer düşüncelerinin arasından sıyrılıp öne çıkıvermişti: Svedberg.

Hastayım diye telefon etmemesi de garipti. Hiç hastalanmadığı gerçeği bir yana bırakılırsa başına bir şey gelmiş olsaydı mutlaka emniyeti arayıp haber verirdi. Bunu daha önce düşünmeliydi. Svedberg onları aramamışsa bunun yalnızca tek bir anlamı vardı: İletişim kurmasını engelleyen bir şey olmuştu.

Wallander endişelenmeye başlıyordu. Elbette bu yalnızca onun hayal ürünüydü. Ayrıca Svedberg’in başına ne gelebilirdi ki? Ancak içini sıkan tedirginlik hissi de alabildiğine güçlüydü. Wallander bir kez daha saate baktıktan sonra mutfağa gitti, Svedberg’in numarasını bulup çevirdi. Birkaç çalıştan sonra devreye telesekreter girdi. Wallander telefonu kapattı. Artık bir şeylerin yolunda gitmediğinden adı gibi emindi. Giyindi, aşağıya inip arabasına bindi. Rüzgâr çıkmıştı ama hava hâlâ sıcaktı. Ana meydana çıkması yalnızca birkaç dakika sürmüştü. Arabasını park ettikten sonra Svedberg’in oturduğu Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Svedberg’in dairesinde ışık yanıyordu. Wallander bir an için rahatlayıp derin bir soluk aldı ama bu rahatlığı fazla uzun sürmeyerek yerini daha yoğun bir endişeye bıraktı. Svedberg evdeyse neden telefonu açmamıştı? Wallander binanın kapısını itti. Kilitliydi. Kilidin üstündeki güvenlik kodunu bilmiyordu ama ön kapıdaki aralık ona yeterliydi. Cebinden çakısını çıkarıp etrafına bakındı. Sonra da çakıyı kapının aralığından içeri sokup çevirdi ve itti. Kapı açıldı.

Svedberg dördüncü katta oturuyordu. Wallander dördüncü kata ulaştığında soluk soluğa kalmıştı. Kulağını kapıya dayadı ama hiç ses duymadı. Sonra da mektup deliğini eliyle itti. Hiçbir şey göremedi. Zili çaldı, zil boş evde yankılandı. Zili üç kez çaldıktan sonra kapıyı yumruklamaya başladı. Yine hiç ses duyulmadı.

Wallander düşüncelerini toplamaya çalıştı. Yalnız olmaması gerektiğini hissediyordu. Elini cep telefonuna attı ama telefonu evde, mutfak masasında bıraktığını hatırladı. Koşar adımlarla basamakları indi, dış kapının arasına küçük taş koydu. Sonra da köşedeki telefon kulübesine giderek Martinson’u aradı.

“Uyandırdığım için çok özür dilerim,” dedi Wallander, Martinson telefonu açtığında. “Ama yardımına ihtiyacım var.”

“Ne oldu?”

“Bugün Svedberg’le konuştun mu?”

“Hayır.”

“O zaman bir şeyler olmuş olmalı.”

Martinson karşılık vermedi ama Wallander onun iyice açıldığını hissediyordu.

“Lilla Norre Caddesi’ndeki evinin önünde seni bekliyorum,” dedi Wallander.

“On dakika sonra oradayım,” diye karşılık verdi Martinson. “Daha da erken olabilir.”

Wallander arabasının yanına gidip bagajı açtı. Kirli bir plastik torbanın içinde bazı aletler vardı. Torbanın içinden levyeyi alıp Svedberg’in oturduğu binaya doğru yürüdü.

On dakikadan daha kısa bir sürede Martinson’un arabası göründü. Wallander onun pijamasının üstüne ceketini geçirdiğini gördü.

“Sence ne olmuş olabilir?”

“Bilmiyorum.”

Birlikte yukarıya çıktılar. Wallander zili çalması için Martinson’a başıyla işaret etti. Kapı yine açılmadı. Bakıştılar.

“Belki de emniyetteki odasında yedek anahtarı vardır.”

Wallander hayır dercesine başını salladı.

“Bu çok uzun sürer,” dedi.

Martinson bir adım geriledi. Bundan sonra neler olacağını çok iyi biliyordu. Wallander levyeyi sokup sıkıştırdı ve kapıyı itti.

₺75,91

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
Hacim:
510 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-605-70855-9-7
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 4, 7 oylamaya göre
Competence in the Law
Mary Connell и др.
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 3,7, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre