Kitabı oku: «Bir Adım Geriden», sayfa 4
4
8 Ağustos 1996 gecesi Kurt Wallander’in yaşamının en uzun gecesi olmuştu. Lilla Norre Caddesi’ndeki binadan şaşkınlıkla ayrıldığında içinden çıkılması olanaksız bir karabasan görüyormuş hissinden kendini bir türlü kurtaramıyordu.
Ne var ki o gece gördüğü her şey gerçekti ve bu gerçek de son derece ürkütücüydü. Mesleğinde dehşet verici nice cinayetle karşılaşmış olmasına karşın hiçbir olay onu bu denli derinden etkilememişti.
Svedberg’in kapısını kırıp içeri girdiğinde neyle karşılaşacağını bilmiyordu ama yine de levyeyi kapıya soktuğu an kendini en kötüye hazırlamış ve korkularında da haksız çıkmamıştı.
İki polis düşman topraklarına adım atıyorlarmış gibi eve sessizce girmişlerdi. Martinson, Wallander’in hemen arkasındaydı. Oturma odasının ışığı yanıyordu. Kısa bir an kıpırdamadan holde durdular. Oturma odasının kapısında, Wallander o kadar ani geri çekildi ki sert bir şekilde Martinson’a çarptı. Martinson da Wallander’in gördüklerine bakmak için öne eğildi.
Wallander, Martinson’dan çıkan sesi yaşamı boyunca unutamayacağını hissetti. Martinson yerde yatan şeyin gerçek olduğuna inanmakta zorlanan küçük bir çocuk gibi inlemişti.
Yerde yatan Svedberg’di. Bacaklarından biri, kolu kırık koltuktan aşağı sarkıyordu. Bedeni omurgası yokmuşçasına garip bir şekilde bükülmüştü.
Wallander dehşet içinde oturma odasının kapısında kalakaldı. Gördüklerinin gerçek olduğunu yeni yeni algılıyor gibiydi. Uzun yıllardan beri birlikte çalıştığı iş arkadaşı ölmüştü. Artık Svedberg yaşamıyordu. Bir daha asla toplantı odasında her zamanki yerinde oturup kaleminin ucuyla kelini kaşıyamayacaktı.
Svedberg’in artık keli de yoktu. Kafasının yarısı gitmişti.
Cesedin yanında çifte namlulu bir av tüfeği vardı. Devrilmiş sandalyenin arkasındaki beyaz duvarın birkaç metre yukarısına kan sıçramıştı. Wallander birden Svedberg’in artık arı fobisi yaşamayacağını düşündü.
“Burada neler olmuş?” diye sordu Martinson son derece tedirgin bir sesle. Wallander, Martinson’un ağlamak üzere olduğunu gördü. Oysa kendisinin böylesi bir tepki göstermesi mümkün değildi. Daha tam olarak ne olduğunu anlamadığı bir şey karşısında ağlayamazdı. Önündeki bu acı manzaranın neden kaynaklandığını da henüz anlayamamıştı. Svedberg ölmüş olamazdı. Kırk beş yaşında bir polisti ve yarın sabah her zamanki sabah toplantısında yine her zamanki sandalyesinde oturacaktı. Başındaki keli, arılardan çok korkması ve her cuma akşamı emniyetin saunasına girmesiyle tanınan Svedberg’di bu. Yerde yatan kesinlikle Svedberg olamazdı. Bu, ona çok benzeyen başka biri olmalıydı.
Wallander içgüdüsel olarak saatine baktı. İkiyi dokuz geçiyordu. Eşikte birkaç saniye daha durduktan sonra hole döndüler. Wallander holün ışığını yaktı. Martinson’un tüm bedeninin titrediğini fark etti. Kendisinin nasıl göründüğünü merak etti.
“Tüm birimlere kırmızı alarm verilmesini söyle.”
Holde bir telefon vardı ama yanında telesekreteri yoktu. Martinson tamam dercesine başını sallayarak elini ahizeye uzattı. Wallander onu durdurdu.
“Dur,” dedi. “Düşünmeliyiz.”
Düşünecek ne vardı? Belki de bir mucizenin gerçekleşmesini bekliyordu. Belki de Svedberg içeriden gelecek ve tüm gördükleri korkunç bir karabasan olarak kalacaktı.
“Lisa Holgersson’un numarasını biliyor musun?” diye sordu. Deneyimlerinden Martinson’un adresler ve telefon numaraları konusunda çok başarılı olduğunu biliyordu. Bu Tanrı vergisi yeteneğe sahip iki kişi vardı emniyette, biri Martinson diğeriyse Svedberg’di. Şimdi tek kişi kalmıştı.
Martinson numarayı söyledi. Wallander telefonu çevirdi, ikinci çalışta Lisa Holgersson telefonu açtı. Telefon yatağının hemen yanında olmalı, diye geçirdi içinden Wallander.
“Ben Wallander. Uyandırdığım için özür dilerim.”
Holgersson hemen uyanmış gibiydi.
“Bir an önce buraya gelsen iyi olacak,” dedi Wallander. “Lilla Norre Caddesi’nde Svedberg’in evindeyim. Martinson da yanımda. Svedberg ölmüş.”
Wallander, Holgersson’un iç çektiğini duydu. “Ne oldu?”
“Bilmiyorum. Vurulmuş.”
“Bu çok korkunç. Cinayet mi?”
Wallander bir an için oturma odasında yerde duran av tüfeğini düşündü.
“Bilmiyorum,” dedi. “Cinayet ya da intihar, hangisi olduğunu bilmiyorum.”
“Nyberg’i aradın mı?”
“Hayır, önce seni aramak istedim.”
“Giyinip hemen geliyorum.”
“Biz de bu arada Nyberg’i ararız.”
Wallander telefonu Martinson’a uzattı. “Önce Nyberg’i ara,” dedi.
Oturma odasının iki girişi vardı. Martinson telefonda konuşurken Wallander mutfağa gitti. Mutfak dolaplarından birinin çekmecesi yerdeydi. Dolaplardan birinin kapağı da aralıktı. Evrak ve bazı fişler yere saçılmıştı.
Wallander gördüğü her şeyi birer birer kafasına kazıdı. Ystad’ın adli tıp müdürü Nyberg’e olanları anlatan Martinson’u dinledi bir an için. Sonra odalarda dolaşmaya başladı. Adımlarını dikkatle atıyor, bastığı yere dikkat ediyordu. Svedberg’in yatak odasına gelmişti. Komodinin üç çekmecesi de açıktı. Yatak yapılmamıştı ve battaniye yerdeydi. Wallander acı içinde Svedberg’in çiçekli çarşaflarda yattığını fark etti. Yatağı kır çiçeklerinden oluşan bir demet gibiydi. Wallander dolaşmayı sürdürerek yatak odasıyla oturma odası arasındaki çalışma odasına geçti. Burada birkaç raf ve bir de çalışma masası vardı. Svedberg oldukça titiz ve düzenli biriydi. Emniyetteki odası da her zaman düzenliydi ama çalışma odası öyle değildi. Raflardaki kitaplar düzensiz, masada olması gereken şeyler zeminde ve kâğıtlar da yere saçılmıştı.
Wallander bir kez daha oturma odasına gitti ama bu kez diğer girişi kullanmıştı. Şimdi av tüfeğine daha yakındı. Svedberg’in bükülmüş cansız bedenine bakmamaya çalıştı. Kıpırdamadan durdu, gördüğü her şeyi, her ayrıntıyı belleğine kazıdı. Sorular birbirini izliyordu. Silah sesini ya da seslerini duyan olmuş muydu? Olay bir hırsızlık vakasını andırıyordu. Peki ama ne zaman olmuştu? Burada daha başka neler olmuştu?
Martinson oturma odasının diğer girişinde belirdi.
“Geliyorlar,” dedi.
Wallander evde dolaşmayı sürdürdü. Mutfağa döndüğünde bir Alman çoban köpeğinin havlamasını ve Martinson’un heyecanlı sesini duydu. Hızlı adımlarla hole çıktığında bir polis köpeğiyle burun buruna geldi. Diğer dairelerde oturanlar da sırtlarında sabahlıklarıyla kapılarının önüne çıkmışlardı. Köpekli polisin adı Edmundsson’du ve Ystad’a yeni taşınmıştı.
“Biri bir hırsızlık olduğuna ilişkin ihbarda bulunmuş,” dedi Wallander’i görünce şaşkın bir sesle. “Svedberg adında birinin dairesiymiş.”
Wallander, Edmundsson’un Svedberg’in kim olduğunu bilmediğini anladı.
“Güzel. Burada bir şeyler olmuş. Bu arada burası polis memuru Svedberg’in evi.”
Edmundsson’un yüzü birden kireç gibi oldu. “Bilmiyordum.”
“Nereden bilecektin ki? Ama istersen emniyete dönebilirsin. Destek yolda.”
Edmundsson soru sorarcasına baktı. “Neler oldu?”
“Svedberg ölmüş,” diye karşılık verdi Wallander. “Bildiğimiz tek şey bu.”
Bunları söyler söylemez de gereğinden fazla bilgi verdiği hissine kapıldı. Komşular onları dinliyordu. Birileri basına haber verebilirdi. Gazetecilerin evi istila etmesi Wallander’in isteyebileceği en son şeydi. Esrarengiz bir şekilde ölen bir polis memuru gazetecilerin en gözde haberlerinden olurdu.
Edmundsson aşağı inerken Wallander köpeğin adını bilmediğini fark etti.
“Sen komşularla ilgilenebilir misin?” dedi Martinson’a. “Hiçbir şey duymamış olsalar bile silah seslerini mutlaka duymuşlardır. Böylelikle belki ölüm saatini saptayabiliriz.”
“Birden fazla mı ateş edilmiş?”
“Bilmiyorum ama birileri mutlaka bir şeyler duymuş olmalı.”
Apartmanın kapısı hızla kapandı ve üst kata çıkan ayak seslerini duydular. Martinson uykulu ve endişeli gözlerle kendilerini izleyen komşuları yan daireye topladı. Basamakları hızla çıkan Lisa Holgersson soluk soluğa yanlarına geldi.
“Kendini en kötüye hazırlamanı istiyorum,” dedi Wallander.
“O kadar mı kötü?”
“Svedberg’in başına çok yakından av tüfeğiyle ateş edilmiş.”
Holgersson yüzünü buruşturdu, sonra da kendini toparladı. Wallander onun arkasından giderek oturma odasını gösterdi. Holgersson oturma odasının kapısında şaşkınlık içinde durarak hızla geri döndü. Bayılacakmış gibi sendeledi. Wallander koluna girip onu mutfağa götürdü. Holgersson mavi mutfak sandalyesine çökercesine oturdu ve gözlerini iri iri açarak Wallander’e baktı.
“Bunu kim yaptı?” diye sordu.
“Bilmiyorum.”
Wallander bir bardak aldı, suyla doldurup Holgersson’a uzattı.
“Svedberg dün işe gelmedi,” dedi. “Kimseye de haber vermemişti.”
“Bu garip,” diye karşılık verdi Holgersson.
“Hem de çok garip. İçimde kötü bir hisle gece yarısı birden uyandım, doğruca buraya geldim.”
“Sence bu olanlar dün olmadı mı?”
“Olmadı. Martinson alışılmışın dışında bir şeyler görüp görmediklerini anlamak için komşularıyla konuşuyor. Mutlaka birileri bir şeyler görmüş ya da duymuş olmalı. Av tüfeğinin sesi güçlüdür ama biz yine de otopsi raporunun sonucunu beklemeliyiz.”
Kendi sözleri beyninde yankılandı. Midesinin bulandığını hissetti.
“Evli olmadığını biliyorum,” dedi Holgersson. “Annesi babası hayatta mı?”
Wallander düşündü. Svedberg’in annesinin birkaç yıl önce öldüğünü biliyordu. Babasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Birkaç yıl önce bir cinayet soruşturması sırasında tanıştığı bir akrabasını hatırladı.
“Ylva Brink adında bir kuzeni olduğunu biliyorum. Doğumhane hemşiresi. Başka bir akrabası olup olmadığını bilmiyorum.”
Holden gelen Nyberg’in sesini duydular.
“Ben birkaç dakika daha burada kalacağım,” dedi Holgersson.
Wallander ayakkabılarını çıkaran Nyberg’in yanına gitti.
“Burada neler oldu, Tanrı aşkına?”
Nyberg mesleğinde çok başarılı olmasına karşın sürekli değişken bir ruh hâli olurdu, bu yüzden de onunla birlikte çalışmak kolay değildi. Bu acil durumun bir meslektaşıyla ilgili olduğunu anlamışa pek benzemiyordu. Bir meslektaşı ölmüştü. Belki de Martinson ona bu gerçeği açıklamayı unutmuştu.
“Burası kimin evi, biliyor musun?” diye sordu Wallander dikkatle.
Nyberg ona öfke dolu bir bakış fırlattı.
“Lilla Norre Caddesi’nde bir ev işte,” diye karşılık verdi. “Ama Martinson telefonda pek şaşkındı. Neler oluyor?”
Wallander ona dikkatle baktı. Nyberg onun ciddiyetini fark edince hemen toparlandı.
“Burası Svedberg’in evi,” dedi Wallander. “Svedberg öldü. Galiba öldürüldü.”
“Kalle’nin evi mi demek istiyorsun?” diye sordu Nyberg duyduklarına inanamayarak.
Wallander başını evet dercesine salladı, güçlükle yutkundu. Nyberg, Svedberg’e ilk adıyla hitap eden ender kişilerden biriydi. Adı aslında Karl Evert’di. Nyberg, takma adı olan Kalle’yi kullanmaktan hoşlanırdı.
“İçeride,” dedi Wallander. “Av tüfeğiyle başına ateş edilmiş.”
Nyberg yüzünü acıyla buruşturdu.
“Nasıl göründüğünü sana söylememe gerek yok,” dedi Wallander.
“Evet,” diye karşılık verdi Nyberg. “Söylemene gerek yok.”
Nyberg içeri girdi. Kapının eşiğine geldiğinde o da diğerleri gibi başını çevirdi. Wallander, gördüklerini algılaması için Nyberg’e birkaç dakika süre tanıdı. Sonra yanına yaklaştı.
“Bir sorum var,” dedi. “Hem de çok önemli bir soru. Senin de gördüğün gibi silah cesetten en az iki metre uzakta. Sorum şu, Svedberg eğer intihar etmişse silah bu kadar uzağa gidebilir mi?”
Nyberg bir an düşündü ama hemen sonra da hayır dercesine başını salladı. “Hayır, gidemez,” dedi. “Mümkün değil. Av tüfeğiyle intihar eden birinin bedeni silahtan bu kadar uzakta olamaz.”
Bir an için Wallander üstünden büyük bir yük kalkmış gibi hissetti. Svedberg demek intihar etmemiş, dedi kendi kendine.
İnsanlar holde toplanmaya başlamıştı. Doktorla birlikte Hansson da gelmişti. Teknisyenlerden biri çantasını açıyordu.
“Lütfen herkes beni dinlesin,” dedi Wallander. “Burada yerde yatan kişi meslektaşımız, polis memuru Svedberg. Öldü, büyük olasılıkla da öldürüldü. Az sonra göreceklerinizin oldukça tatsız ve acı verici olduğunu bilmenizi ve kendinizi buna hazırlamanızı istiyorum. Hepimiz onu tanıyorduk ve onun için yas tutacağız. İş arkadaşımız olduğu kadar da dostumuzdu, bu da işimizi daha da zorlaştırıyor.”
Wallander sustu. Daha fazla bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu ama aklına da bir şeyler gelmiyordu. Uygun sözcükleri bulamıyordu. Nyberg’le yardımcıları çalışmaya başlarken Wallander de mutfağa döndü. Holgersson hâlâ mutfak masasının başında oturuyordu.
“Svedberg’in kuzenini aramalıyım,” dedi Holgersson. “Eğer yaşayan en yakın akraba oysa tabii.”
“Ben ararım,” dedi Wallander. “Onu tanıyorum.”
“Bana durumun bir özetini çıkar. Burada neler oldu?”
“Bu konuda Martinson daha çok yardımcı olur. Onu çağırayım.”
Wallander dışarı çıktı. Yan dairenin kapısı aralıktı. Kapıyı hafifçe vurup içeri girdi.
Martinson oturma odasında dört kişiyle birlikteydi. İçlerinden biri giyinmişti ama diğerlerinin üstünde hâlâ sabahlıkları vardı. İki kadın, iki erkektiler. Eliyle işaret ederek Martinson’u yanına çağırdı.
“Lütfen buradan ayrılmayın,” dedi diğerlerine.
Svedberg’in mutfağına geçtiler. Martinson’un yüzü kireç gibiydi.
“En başından başlayalım,” dedi Wallander. “Svedberg’i en son kim gördü?”
“En son ben görmüş olamam sanırım,” dedi Martinson. “Ama çarşamba sabahı saat on bir civarında onu kantinde görmüştüm.”
“Nasıl görünüyordu?”
“Üstünde durmadığıma göre her zamanki gibi olmalı.”
“Beni o gün öğleden sonra aradın ve perşembe sabahı toplantı yapmaya karar verdik.”
“Seninle konuştuktan hemen sonra Svedberg’in odasına gittim ama yoktu. Danışmadaki görevli eve gittiğini söylemişti.”
“Saat kaçta gitmiş?”
“Doğrusu sormadım.”
“Peki sonra sen ne yaptın?”
“Evine telefon ettim, telesekreterine toplantıyla ilgili not bıraktım. Daha sonra da birkaç kez aradım ama yanıt alamadım.”
Wallander yüksek sesle düşünüyordu. “Çarşamba günü öğleden sonra Svedberg emniyetten ayrılır. Her şey olağan gibi görünüyordur. Perşembe günü işe gelmez. Telesekretere bırakılan mesajlara karşın gelmemesi garip bir durum. Svedberg asla haber vermeden bir yere gitmezdi.”
“Bu da olayların çarşamba günü gerçekleştiği anlamına geliyor,” dedi Lisa Holgersson.
Wallander onaylarcasına başını salladı. Acaba hangi noktada normal anormal olmaya başlıyor, diye geçirdi içinden. İşte araştırmamız gereken nokta bu.
Birden aklına Martinson’un kendi telesekreterinin çalışmadığına ilişkin söyledikleri geldi.
“Bir dakika bekleyin,” diyerek mutfaktan çıktı.
Svedberg’in çalışma odasına gitti. Telesekreteri masanın üstünde duruyordu. Wallander oturma odasına döndü. Nyberg’i av tüfeğini incelerken buldu. Onu çalışma odasına götürdü.
“Telesekreterdeki mesajları dinlemek istiyorum ama herhangi bir ipucu olabilecek bir şeyi de berbat etmek istemiyorum.”
“Bunu halledebiliriz,” dedi Nyberg. Elinde lastik eldiven vardı. Wallander başını salladı, Nyberg düğmeye bastı. Telesekreterde Martinson’dan gelen üç mesaj vardı. Her defasında da aradığı saati bırakmıştı. Başka mesaj yoktu.
“Svedberg’in kendi mesajını da dinlemek istiyorum,” dedi Wallander.
Nyberg bir başka düğmeye bastı.
Wallander, Svedberg’in sesini duyunca hafifçe sendeledi. Nyberg de duygulanmıştı.
“Şu anda evde değilim. Lütfen mesajınızı bırakın.” Hepsi bu kadardı.
Wallander mutfağa döndü. “Mesajların hâlâ duruyor,” dedi. “Ama bu mesajları birinin ya da birilerinin dinleyip dinlemediğinden emin değiliz.”
Mutfakta çıt çıkmıyordu. Herkes Wallander’in az önce söylediklerini düşünüyordu.
“Komşular ne diyor?” diye sordu.
“Kimse bir şey duymamış,” diye karşılık verdi Martinson. “Oldukça garip. Kimse silah sesi duymamış ama öte yandan hemen hemen herkes evdeymiş.”
Wallander kaşlarını çattı. “Kimsenin bir şey duymaması olanaksız.”
“Onlarla görüşmeyi sürdüreceğim.”
Martinson yerinden kalktı. Bir polis mutfağa geldi.
“Dışarıda bir gazeteci var,” dedi.
Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. Demek birileri hiç zaman yitirmeden basına haber vermişti. Holgersson’a baktı.
“Öncelikle akrabalarını aramalıyız,” dedi Holgersson.
“Bu işi öğleye kadar bitirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander.
Mutfak kapısında bekleyen polise döndü. “Şu anda hiçbir açıklama yapılmayacak,” dedi. “Ama daha sonra yapacağız.”
“Sabah saat on birde,” diye ekledi Holgersson.
Polis arkasını dönüp uzaklaştı. Nyberg’in, oturma odasında birine bağırdığını duydular. Sonra her şey yeniden eski sessizliğine büründü. Nyberg’in öfkesi saman alevi gibiydi. Wallander çalışma odasına gitti, yere düşmüş telefon defterini alıp mutfağa döndü. Ylva Brink’in numarasını bulup soru sorarcasına Holgersson’a baktı.
“Sen ara,” dedi Holgersson.
Hiçbir şey birine yakın bir akrabasının ölüm haberini vermek kadar zor değildir. Böylesi durumlarda Wallander koşullar elverdiğince bu acı haberi yalnız vermez, yanına bir de polis alırdı. Böylesi durumları sayısız kez yaşamasına karşın yine de hâlâ alışamadığını hissediyordu. Ylva Brink, Svedberg’in tek yakın akrabası olmasa bile işi yine de çok zordu. Telefon çalmaya başlayınca tüm bedeninin gerildiğini hissetti.
Ylva Brink’in telesekreteri devreye girerek gece vardiyasında hastanede çalıştığı mesajını iletti. Wallander ahizeyi yerine koydu. İki yıl önce Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye hastaneye gittikleri birden aklına geldi. Ama ne yazık ki Svedberg artık yaşamıyordu. Wallander gerçeği henüz tam olarak algılayabilmiş değildi.
“Hastanede,” dedi. “Gidip onu görmeliyim.”
“Evet, bunu bir an önce yapmakta yarar var,” dedi Lisa Holgersson. “Svedberg’in bilmediğimiz başka akrabaları da olabilir.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Holgersson haklıydı.
“Benim de gelmemi ister misin?” diye sordu Holgersson.
“Gerek yok,” diye karşılık verdi.
Wallander yanında Ann-Britt Höglund’un olmasını yeğlerdi. Genç kadını düşününce ona haber vermedikleri aklına geldi.
Oysa o da burada diğerleriyle birlikte çalışıyor olmalıydı, diye geçirdi içinden.
Holgersson yerinden kalkıp mutfaktan çıktı. Wallander onun boşalttığı sandalyeye oturup Höglund’un numarasını çevirdi. Uykulu bir erkek sesi telefonu açtı.
“Ann-Britt’le konuşmak istiyorum. Ben Wallander.”
“Kim?”
“Kurt. Emniyetten.”
Adamın sesi hâlâ uykuluydu ama öfkelenmişti de.
“Neler oluyor?”
“Orası Ann-Britt’in evi değil mi?”
“Burada bu isimde bir kaltak oturmuyor,” diye homurdanarak telefonu kapattı adam. Wallander yanlış numara çevirdiğini fark etti. Yeniden ama bu kez ağır ağır numaraları çevirdi. Höglund, Holgersson gibi ikinci çalışta telefona yanıt verdi.
“Ben Kurt.”
Genç kadının sesi uykulu çıkmıyordu. Belki de uyanmıştı. Sorunları onu uyutmamış olabilirdi. Şimdi sorunlarına bir tane daha eklendi, diye geçirdi içinden Wallander.
“Ne oldu?”
“Svedberg öldü, öldürüldü.”
“Olamaz.”
“Ne yazık ki oldu. Lilla Norre Caddesi’ndeki evinde öldürülmüş.”
“Nerede oturduğunu biliyorum.”
“Buraya gelebilir misin?”
“Hemen geliyorum.”
Wallander telefonu kapattı, yerinden kalkmadı. Teknisyenlerden biri başını mutfak kapısından içeri uzattı ama Wallander eliyle ona gitmesini işaret etti. Birkaç dakika bile olsa düşünmek istiyordu. Tüm bu olaylarda garip bir şeyler olduğunu seziyordu. Birbirine uymayan, garip şeyler. Teknisyen yeniden içeri girdi.
“Nyberg sizinle konuşmak istiyor.”
Wallander yerinden kalkıp oturma odasına gitti. Görevliler burada tedirgin bir şekilde acı içinde çalışıyorlardı. Svedberg renkli biri değildi ama herkes onu severdi. Artık ölmüştü.
Doktor cesedin yanına çömelmişti. Odanın içinde zaman zaman flaşlar patlıyordu. Nyberg not tutuyordu. Kapının eşiğinde duran Wallander’in yanına geldi.
“Svedberg’in silahı var mıydı?”
“Av tüfeği mi demek istiyorsun?”
“Evet.”
“Bilmiyorum ama olduğunu sanmıyorum.”
“Katilin silahı burada bırakması garip.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Bu onun da aklına ilk gelen şey olmuştu.
“Burada daha başka garip bir şeylere rastladın mı?”
Nyberg gözlerini kıstı. “Bir meslektaşımızın kafasının havaya uçurulması yeterince garip değil mi?”
“Ne demek istediğimi biliyorsun.”
Wallander, Nyberg’in yanıtını beklemedi. Arkasını dönüp uzaklaştı. Holde Martinson’la karşılaştı.
“Nasıl geçti? Zamanı öğrenebildin mi?”
“Kimse bir şey duymamış ama öğrendiğime göre pazartesiden beri binada sürekli birileri var. Ya bu katta ya da aşağı katta.”
“Ve kimse bir şey duymamış, öyle mi? Bu olanaksız.”
“Ağır işiten emekli bir öğretmen dışında hepsi de sağlıklı ve genç.”
Wallander anlayamıyordu. Biri mutlaka silah sesini ya da seslerini duymuş olmalıydı.
“Araştırmaya devam,” dedi. “Ben hastaneye gidiyorum. Svedberg’in kuzeni Ylva Brink’i hatırlıyorsun, değil mi?”
Martinson evet dercesine başını salladı.
“Ylva Brink büyük olasılıkla Svedberg’in tek akrabası.”
“Västergötland’da oturan bir teyzesi yok muydu?”
“Ylva’ya sorarım.”
Wallander aşağı indi. Temiz havaya gereksinimi vardı. Kapının önünde bir gazeteci bekliyordu. Wallander, onun Ystad’ın günlük gazetelerinden birinde çalıştığını hatırladı.
“Neler oluyor? Tüm birimler gece yarısı Karl Evert Svedberg adındaki bir polis memurunun evine çağrıldı, neden?”
“Şu anda hiçbir şey söyleyemem,” dedi Wallander. “Sabah saat on birde basına bir açıklama yapacağız.”
“Söyleyemez misiniz yoksa söylemeyecek misiniz?”
“Söyleyemem.”
Adı Wickberg olan gazeteci başını tamam dercesine salladı.
“Bu, birinin öldürüldüğü ve yakın akrabasına haber verilinceye dek sizlerin herhangi bir şey söyleyemeyeceği anlamına mı geliyor?”
“Eğer dediğin gibi olsaydı söz konusu yakın akrabaya hemen telefon ederdim, değil mi?”
Wickberg düşmanca bir tavırla gülümsedi.
“Sizde işlerin böyle yürümediğini biliyoruz. Öncelikle polis müdürünü ararsınız. Demek Svedberg öldü, ha?”
Wallander öfkelenemeyecek kadar kendini yorgun hissediyordu.
“Canın ne isterse ona inanmakta özgürsün,” dedi. “Sabah on birde açıklama yapacağız. Ondan önce de ağzımı açıp tek bir şey bile söylemeyeceğim.”
“Nereye gidiyorsunuz?”
“Hava almaya.”
Wallander, Lilla Norre Caddesi’nden çıkıp birkaç blok yürüdü, sonra arkasına baktı. Wickberg onu izlemiyordu. Wallander hemen Sladder Caddesi’ne doğru sağa saptı, sonra sola dönüp Stora Norre Caddesi’ne gitti. Susamıştı ve tuvalete gitmesi gerekiyordu. Etrafta tek bir araba bile yoktu. Bir binanın yanına yaklaşıp çişini yaptı. Sonra da yürümeyi sürdürdü.
Ters bir şeyler var, diye geçirdi içinden. Bu olayda garip bir şey var. Ne olduğunu bilmiyordu ama içini kemiren bu his gittikçe güçleniyordu. Karnında yoğun bir sancı vardı. Svedberg neden vurulmuştu? Başından vurulmuş birinin görüntüsü kadar korkunç bir görüntü olamazdı.
Wallander hastaneye gelmişti, acil servise yaklaşıp zili çaldı. Sonra doğumhaneye gitmek için asansöre bindi. İki yıl öncesini hatırlamıştı. Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye gittikleri dün gibiydi sanki. Ne var ki artık Svedberg yaşamıyordu. Sanki hiç yaşamamış gibiydi.
Camdan çift kapının arasında birden Ylva Brink’i gördü. Bir an için göz göze geldiler. Ylva Brink onun kim olduğunu anımsamaya çalıştı. Sonra yerinden kalkıp kapıya yaklaştı. Wallander tam o sırada Ylva Brink’in bir tatsızlık olduğunu hissettiğini anladı.