Kitabı oku: «Güvenlik Duvarı», sayfa 3
Linda artık 26 yaşındaydı. İlişkileri iyiydi fakat Wallander onu düzenli aralıklarla görebilmeyi özlüyordu.
Telesekreter çıktı. Ne Linda ne ev arkadaşları evdeydi. Mesaj İngilizce tekrar edildi. Wallander kim olduğunu ve önemli bir şey olmadığını söyledi. Ahizeyi yerine koyup gözlerini kahvesine dikti. Soğumuştu. Bu şekilde yaşamaya devam edemem, diye düşündü sinirlenerek. Daha 50 yaşındayım ama kendimi ihtiyar ve zayıf hissediyorum.
Akşam yürüyüşüne çıkması gerektiğini biliyordu ama çıkmamak için bir bahane bulmaya çalıştı. Sonunda spor ayakkabılarını giyip sokağa çıktı.
Döndüğünde saat sekiz buçuktu. Yürüyüş sayesinde zihni açılmış, morali yükselmişti.
Telefon çaldı. Wallander, Linda arıyor olmalı, diye düşündü. Fakat arayan Martinson’du.
“Lundberg öldü. Az önce hastaneden aradılar.”
Wallander hiçbir şey demedi.
“Yani Hökberg ve Persson cinayet işlemiş oldu.”
“Biliyorum,” dedi Wallander. “Biz de temizlenecek iyi bir pisliğe bulaşmış olduk.”
Ertesi sabah sekizde toplantı yapmaya karar verdiler. Söyleyecek başka bir şey yoktu.
Wallander televizyonun karşısında oturup haberleri izledi, aklı bambaşka bir yerdeydi. İsveç kronu dolar karşısında değer kaybetmişti. İlgisini çeken tek haber, Trustor adlı sigorta şirketi hakkındaydı. Bugünlerde koskoca bir şirketin tüm parasını hortumlamak ve kimsenin iş işten geçene kadar fark etmemesi ne tuhaftır ki tereyağından kıl çekmek kadar kolaydı.
Linda aramadı. Wallander on birde yattı. Uyumasıysa çok uzun sürdü.
5
Wallander 7 Ekim Salı sabahı altıyı biraz geçe boğaz ağrısıyla uyandı. Ter içindeydi, grip olduğunun farkındaydı. Bir süre yatakta uzanıp evde mi kalsam diye kafasında tarttı ama Johan Lundberg’in öldüğü gerçeği onu ayaklandırmıştı. Duşunu aldı, kahve hazırlayıp ateş düşürücü haplardan yuttu. Hap kutusunu da cebine soktu. Evden çıkmadan önce kendini zorlayıp bir kâse yoğurt yedi. Mutfak penceresinin dışındaki sokak lambası serin rüzgârda sallanıyordu. Hava kapalıydı ve sıcaklık iki dereceydi. Wallander çekmecesinde kalın bir kazak aradı. Linda’yı arasam mı diye düşündü ama saat çok erkendi. Sokağa çıktığında yapmak zorunda olduğu işleri düşündü, listeyi mutfak masasında bırakmıştı. Bugün bir şey satın alacaktı ama eve dönüp listeyi almaya mecali yoktu.
Her zamanki güzergâhından emniyete gitti. Bu yoldan her arabayla geçişinde vicdan azabı çekiyordu. İşe yürüyerek gitmeliydi, kan şekerini sağlıklı bir değerde tutmalıydı. Bugün bile yürüyemeyecek kadar hasta değildi.
Arabasını park etti, saat yedide odasına girdi. Wallander masasına oturur oturmaz ne alması gerektiğini hatırladı. Sabun. Bir köşeye not etti. Sonra bütün dikkatini cinayet dosyasına verdi.
Bir önceki günden kalan tatsız duyguların bir kısmı geri geldi. Hökberg’in duygusuzluğunu hatırladı. Kızın insani bir duygu zerresi gösterdiğine, bunu kendisinin algılayamadığına dair kendini ikna etmeye çalıştı. Ama yersizdi. Bu durumlarla ilgili tecrübeleri ona yanılmadığını söylüyordu. Kantine kahve almaya gitti. Martinson’un odasının önünde durdu çünkü o da erkenciydi. Kapı açıktı. Wallander, Martinson’un kapı açıkken nasıl çalışabildiğini hayal edemiyordu. Eğer bir şeye tam odaklanacaksa Wallander için kapalı kapı olmazsa olmazdı.
“Burada olacağını tahmin etmiştim,” dedi Martinson, Wallander’i eşikte görünce.
“Bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum,” dedi Wallander.
“Üşüttün mü?”
“Ekim ayında muhakkak boğazım ağrır.”
Oldum olası hasta olmaktan endişelenen Martinson sandalyesini birkaç santim geri itti.
“Evde kalsaydın,” dedi. “Bu gariban Lundberg davası çözüldü bile.”
“Kısmen,” dedi Wallander. “Henüz cinayet sebebi yok. Yok yere paraya ihtiyaçları olduğu lafını ben yutmadım. Bıçağı buldunuz mu?”
“Nyberg ilgileniyor. Henüz konuşmadım.”
“Arasana.”
Martinson yüzünü ekşitti. “Sabahları onunla konuşmak pek kolay olmuyor.”
“O zaman ben ararım.”
Wallander, Martinson’un telefonuna uzanıp Nyberg’in evini aradı. Birkaç saniye sonra arama cep telefonuna aktarıldı. Nyberg açtı ama bağlantı kötüydü.
“Benim, Kurt. Bıçağı buldun mu diye soracaktım.”
“Hava hâlâ karanlıkken herhangi bir şey bulmamız mümkün mü acaba?” diye terslendi Nyberg.
“Persson’un bıçağı nereye koyduğunu söylediğini sanıyordum?”
“Taramamız gereken yüz metrelerce arazi var. ‘Eski mezarlıkta bir yerlere’ fırlatıp atmış.”
“Yanınıza getirilse ya?”
“Oradaysa buluruz,” dedi Nyberg.
Konuşmayı bitirdiler.
“Ben de dün gece pek rahat uyuyamadım,” dedi Martinson. “Kızım Terese, Eva Persson’u tanıyor. Hemen hemen aynı yaştalar. Persson’un da bir anne babası var. Acaba şu anda neler yaşıyorlardır? Bildiğim kadarıyla kız tek çocukları.”
Bu söylediklerini ikisi de uzun uzun düşündü. Sonra Wallander hapşırmaya başladı. Hemen odadan çıktı. Konuşma yarıda kalmıştı.
Sabah 8’de toplantı odalarından birinde toplandılar. Wallander her zamanki gibi masa başında oturuyordu. Hansson ve Höglund da oradaydı. Martinson pencere kenarında dikilmiş, telefonda konuşuyordu, muhtemelen karısıyla. Wallander hep, bir saat önce birlikte kahvaltı ettikten sonra hâlâ birbirilerine söyleyecek ne buluyorlar böyle, diye merak ederdi. Aslında odaya umutsuzluk ve bunalım hâkimdi. Lisa Holgersson içeri girdi, Martinson konuşmasını sona erdirdi.
Hansson ayağa kalkıp kapıyı kapattı. “Nyberg’in burada olması gerekmiyor mu?” dedi.
“Eski Mezarlık’ta, bıçağı arıyor,” dedi Wallander. “Bulacağını varsayabiliriz bence.”
Holgersson’a baktı. Kadın toplantıyı açması için ona başıyla işaret verdi. Wallander kendi kendine, kaç defa bu durumda kaldığını sorguladı. Sabahın köründe uyanmış, iş arkadaşlarıyla bir masanın başına oturmuş, bir suçu aydınlığa kavuşturmaya çalışıyordu.
Başlaması için onu bekliyorlardı.
“Johan Lundberg dün gece öldü,” dedi. “Duymayan varsa diye söylüyorum.”
Masadaki Ystad Allehanda gazetesini gösterdi. Taksicinin ölümü ön sayfada, manşetten verilmişti.
“Dolayısıyla Hökberg ve Persson isimli iki kız cinayet işlemiş oldu. Buna başka bir isim veremeyiz, ne de olsa Hökberg detaylarıyla itiraf etti. Bunu planlamışlar ve yanlarında da cinayet aletini taşıyorlarmış. Karşılarına çıkan taksiciye saldıracaklarmış. Çekici ele geçirdik, Lundberg’in boş cüzdanını ve cep telefonunu da. Bıçağı da bulmamız lazım. İki kız da suçlamaları reddetmedi, hiçbiri diğerini suçlamadı. Sanıyorum ki meseleyi en geç yarın savcıya gönderebiliriz. Persson’un yaşı küçük olduğu için davası çocuk mahkemesine sevk edilecek. Otopsi sonucu henüz gelmedi ama bence bu talihsiz dosyadaki rolümüzün nihayete erdiğine kanaat getirebiliriz.”
Wallander herhangi birisi bir şey söyleyecek mi diye bekledi.
“Neden yapmışlar?” diye sordu sonunda Holgersson. “Çok anlamsız geliyor.”
Wallander birisinin bu soruyu sormasını umuyordu, böylece kendisi ortaya sürmek zorunda kalmayacaktı. “Hökberg bu noktada Nuh diyor, peygamber demiyor,” dedi. “Her iki sorgusunda da önce Martinson’a, sonra bana aynısını söyledi. Paraya ihtiyaçları varmış. Hepsi bu.”
“Ne için?” diye sordu Hansson.
“Ne için olduğunu bilmiyoruz. Anlatmıyorlar. Hökberg’e inanmamız gerekirse, kendileri bile bilmiyorlardı. Sadece para istiyorlardı.” Wallander devam etmeden önce masadakilere tek tek baktı. “Bence gerçeği söylemiyorlar. Hökberg’in yalan söylediğinden eminim. Persson’la henüz konuşmadım. Paraya belli bir nedenle ihtiyaçları vardı. Bundan eminim. Aynı zamanda Persson, Hökberg ne derse onu yapıyor diye düşünüyorum. Bu onu daha az suçlu kılmaz ama birbirileriyle ilişkilerine dair daha uygun bir resim çizer.”
“Bir önemi var mı ki?” dedi Höglund. “Paraya ister giysi için ister başka bir şey için ihtiyaçları olsun, ne fark eder?”
“Sanırım bu noktada fark etmez. Savcı kesinlikle Hökberg’i mahkûm ettirmeye yetecek kadar delile sahip.”
“Daha önce bizimle hiç başları belaya girmemiş,” dedi Martinson. “Veri tabanımızı hızlıca taradım. İkisi de okulda gayet başarılıymış.”
Wallander bir kez daha davaya yanlış açıdan yaklaştıklarını hissetti. Ya da en azından cinayete dair başka açıklamaların üstünü çizmekte fazla hızlı hareket ediyorlardı. Ancak Wallander içine doğan bu sezgileri kelimelere dökemediği için hiçbir şey demedi. Cinayet sebebi, parayla ilgili olabilirdi. Sadece diğer olasılıklara karşı da temkinli olmalıydılar.
Telefon çaldığında Hansson açtı. Bir süre sonra ahizeyi yerine koydu. “Nyberg’di,” dedi. “Bıçağı bulmuşlar.”
Wallander başıyla onaylayıp önündeki dosyayı kapattı. “Doğal olarak, gene de anne babalarıyla konuşmalı ve soruşturmaya dair detaylı bir analiz yapmalıyız ama bence elimizdeki ön bilgileri savcıya gönül rahatlığıyla aktarabiliriz.”
Holgersson konuşmak için el kaldırdı. “Basın toplantısı düzenlememiz lazım. Telefonlar susmuyor. İki kızın böyle şiddet içerikli bir suç işlemesi hâlâ çok sıra dışı bir olay.”
Wallander, Höglund’a baktı ama Höglund olumsuz anlamda başını çevirdi. Son birkaç yıldır, medyayla uğraşan genelde oydu, Wallander’in nefret ettiği bir işti bu. Fakat bu kez değildi. Wallander anlıyordu.
“Ben yaparım,” dedi. “Saati belli mi?”
“Öğlen biri öneriyorum.”
Wallander not aldı.
Görevleri bölüştüler, Wallander toplantıyı sona erdirdi. Herkes bu olaydan bir an evvel kurtulmak istiyordu. Oldukça tatsız bir davaydı ve hiç kimse buna gereğinden bir dakika bile fazla vakit ayırmak istemiyordu. Wallander, Hökberg ailesini ziyaret edecekti. Martinson ve Höglund da Eva Persson ve anne babasıyla konuşacaktı.
Çok geçmeden oda bomboş kaldı. Wallander grip semptomlarının kötüye gittiğini hissetti. En azından belki bir gazeteciye bulaştırırım, diye düşündü, cebinde kâğıt mendil aradı.
Koridorda Nyberg’e rastladı. Nyberg bot ve kalın kaban giyiyordu, saçları oraya buraya dağılmıştı. Aksiliği üstündeydi, çok belliydi.
“Bıçağı bulduğunu duydum,” dedi Wallander.
“Anlaşılan ülkede temel bakıma yetecek kadar para bile kalmamış,” dedi Nyberg. “Bileğimize kadar yaprağa battık ama sonunda bulduk.”
“Nasıl bir bıçakmış?”
“Mutfak bıçağı. Bayağı büyük bir şey. Ucu kırılmış, muhtemelen kaburgaya falan denk gelmiş, o yüzden kız sağlam bir güç uygulamış olmalı. Ama bir yandan da ucuz bir bıçak.”
Wallander başını iki yana salladı.
“İnanması güç,” dedi Nyberg. “İnsan hayatına saygı denen temel erdeme ne olmuş, bilmiyorum. Ne kadar para almışlar?”
“Henüz bilmiyoruz ama aşağı yukarı 600 kron kadar. Daha fazla olamaz. Lundberg işinin başındaymış ve asla fazla nakitle çıkmazmış işe.”
Nyberg ağzının içinden bir şeyler mırıldanıp yürüyüp gitti. Wallander tekrar odasına döndü. Bir süre ne yapacağını bilemeden masasında oturdu. Boğazı acıyordu. Nihayet derin bir iç çekerek dosyayı açtı. Hökberg’ler, Ystad’ın batısında oturuyordu. Wallander adresi yazdı, ayağa kalktı, paltosunu giydi. Tam çıkarken telefon çaldı. Telefonu açtı. Linda arıyordu. Arka fondan gelen gürültü ve takırtıya bakılırsa kızı restorandaydı.
“Mesajını bu sabah aldım,” dedi.
“Bu sabah mı?
“Dün gece evde yoktum.”
Wallander kızına geceyi nerede geçirdiğini sormaması gerektiğinin farkındaydı. Bu sadece Linda’nın tepkisine sebep olur, Linda telefonu suratına kapatırdı.
“Eh, öyle özel bir şey için aramadım,” dedi. “Nasılsın diye merak ettim.”
“İyiyim. Sen nasılsın?”
“Biraz üşütmüşüm. Yoksa her şey bildiğin gibi. Acaba bu yakınlarda şehre gelip beni görme planın var mı?”
“Hiç vaktim yok.”
“Yol paranı öderim.”
“Dedim ya, vaktim yok. Paradan dolayı değil.”
Wallander, Linda’nın fikrinin değişmeyeceğini anladı. Kızı da aynı onun gibi inatçıydı.
“Sen nasılsın bu arada?” dedi Linda tekrar. “Baiba ile bu aralar görüştün mü, konuştun mu hiç?”
“O defter çok uzun zaman önce kapandı. Biliyorsun.”
“Bu gidişin hiç iyi değil.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Biliyorsun ne demek istediğimi. Mızmızlık yapıyorsun. Daha önce öyle konuşmazdın.”
“Sence mızmızlık mı yapıyorum?”
“Şu anda yapıyorsun işte. Ama bir teklifim var. Bence bir çöpçatanlık ajansını aramalısın.”
“Çöpçatanlık ajansını mı?”
“Randevulaşabileceğin birisini bulmak için. Yoksa benim hangi geceyi nerede geçirdiğimi kara kara düşünen, mızmızın önde gideni, yaşlı bir adama döneceksin.”
İçimi okudu, diye düşündü Wallander. Neysem oyum.
“Yani gazeteye ilan mı vermeliyim sence?”
“Evet, ya da eş bulan o şirketlerden birini kullanabilirsin.”
“Hayatta yapmam.”
“Nedenmiş?”
“Ben öyle şeylere inanmıyorum.”
“Neden inanmıyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Eh, benden sana bir öneriydi işte. Sen bunu bir düşün. İşe dönmem lazım.”
“Neredesin?”
“Restorandayım.”
Vedalaşıp telefonu kapattılar. Wallander, Linda’nın geceyi nerede geçirdiğini merak etti. Birkaç yıl önce Linda, Lund’da tıp okuyan Kenyalı bir gençle takılıyordu. Ancak ilişkileri bitmişti ve Wallander o zamandan beri, Linda’nın kimle çıktığını bilmiyordu, sadece ara sıra yeni birileriyle tanıştığından haberi vardı. Biraz sinirlendi, biraz kıskandı. İlan vermek ya da çöpçatanlık ajanslarına başvurmak onun aklından geçtiyse de hep son dakika caymıştı. Sanki bir kere bu kararı verdi mi kabul edilemez bir çaresizliğin dibine batmış olacaktı.
Dışarı adımını atar atmaz sert rüzgârdan dolayı üşüdü. Wallander arabasına binip motoru çalıştırdı, kötüye giden o garip seslere kulak verdi. Sonra Hökberg’lerin oturduğu eve doğru sürdü. Martinson’un raporundan, sadece Hökberg’in babasının “kendi işini” yaptığı bilgisine ulaşmıştı. Ne işi olduğunu hiç bilmiyordu. Küçük ön bahçeleri temiz ve derli topluydu. Wallander zili çaldı. Bir süre sonra bir adam kapıyı açtı. Wallander daha önce tanıştıklarını hemen anladı. Bir kere gördüğü yüzü kolay kolay unutmazdı. Ancak adamla nerede ve ne zaman tanıştığını bilmiyordu. Adam da Wallander’i hemen tanımıştı.
“Sensin demek,” dedi. “Polisin kapıyı çalacağını tahmin etmiştim ama senin gelmeni beklemiyordum.”
Wallander’in içeri girmesi için kenara çekildi. Bir yerlerden televizyon sesi duydu. Bu adamla daha önce nerede tanıştıklarını hatırlayamadı.
“Beni tanıdığını sanıyorum?” dedi Hökberg.
“Evet, tanıdım,” dedi Wallander. “Ama tam çıkaramadım.”
“Erik Hökberg desem, bir şey çağrıştırır mı?”
Wallander hafızasını taradı.
“Ve Sten Widén?”
Birden hatırladı. Stjärnsund’da at çiftliği olan Sten Widén. Ve Erik. Üçü operaya çok düşkündü. Sten aralarında en çok operayla ilgili olandı, Erik de onun çocukluk arkadaşıydı ve birlikte plakçaların yanına oturup Verdi’nin operalarını dinlerlerdi.
“Evet, şimdi hatırladım,” dedi Wallander. “Ama o zaman adın Hökberg değildi, değil mi?”
“Karımın soyadını aldım. Çocukken adım Erik Eriksson’du.”
Hökberg iri yarı bir adamdı. Wallander’e uzattığı palto askısı elinde küçücük kalmıştı. Wallander onu zayıf hatırlıyordu ama şimdi dalyan gibiydi. Bu yüzden de bağlantıyı kurmakta zorlanmış olmalıydı.
Wallander paltosunu astı, Hökberg’in arkasından oturma odasına girdi. Odanın ortasında bir televizyon vardı ama kapalıydı. Ses başka bir odadan geliyordu. Oturdular. Wallander söze nasıl başlayacağını düşündü.
“Olanlar çok kötü,” dedi Hökberg. “Yani, ne oldu da böyle bir şey yaptı, anlayamıyorum.”
“Daha önce şiddete meyilli miydi?”
“Hiç.”
“Peki ya karın? Evde mi?”
Hökberg koltuğuna çuval gibi yığılmıştı. Yüzündeki yağ tabakalarının altından Wallander şimdi ona fersah fersah uzakta görünen bir geçmişte kalmış başka bir çehrenin ana hatlarını seçebiliyordu.
“Emil’i alıp Höör’deki kız kardeşine gitti. Burada kalmaya dayanamadı. Gazeteciler telefon edip duruyordu. Hiç merhametleri yok. Bazıları gecenin olmadık bir vakti arıyordu.”
“Onunla konuşmak zorundayım maalesef.”
“Biliyorum. Polise ona orada ulaşabileceklerini söyledim.”
Wallander nasıl devam edeceğini kestiremedi. “Sen ve karın olanlar hakkında konuşmuşsunuzdur.”
“O da benim kadar şaşkın, anlayamıyor. İkimiz de şoktayız.”
“Sonja’yla aranız iyi midir?”
“Hiç problem yaşamadık.”
“Peki annesiyle arası nasıldı?”
“Aynı. Ara sıra atışırlardı ama sıradan şeyler. Onu tanıdığımdan beri bir problem çıkmadı.”
Wallander kaşlarını çattı.
“Nasıl yani?”
“Benim üvey kızım olduğunu biliyordun, değil mi?”
Raporda yazmış olsa Wallander mutlaka hatırlardı.
“Sadece Emil ortak çocuğumuz,” dedi Hökberg. “Ben onunla tanıştığımda Sonja iki yaş civarındaydı. 17 yıl önceydi. Ruth ve ben bir Noel partisinde tanıştık.”
“Sonja’nın babası kim?”
“Adı Rolf. Kızla hiç ilgilenmemiş. Ruth’la evlenmemişler bile.”
“Nerede olduğunu biliyor musun?”
“Birkaç sene önce vefat etti. İçe içe öldü gitti.” Wallander paltosunun cebinde tükenmez kalem aradı. Hem gözlüğünü hem defterini unuttuğunu zaten fark etmişti. Cam sehpada bir tomar gazete duruyordu.
“Sakıncası yoksa bir parça koparabilir miyim?”
“Polisin kırtasiye malzemesine yetecek parası yok mu artık?”
“İyi bir soru. Not defterimi unutmuşum da.”
Wallander kâğıdı bir derginin üstüne koyup yazdı. İngilizce yazılmış bir finans dergisi olduğu dikkatini çekti.
“Sakıncası yoksa, ne iş yaptığını sorabilir miyim?”
Cevap çok şaşırtıcıydı.
“Borsada oynuyorum.”
“Anladım. Bu ne anlama geliyor yani?”
“Hisse alıp satıyorum, yabancı döviz alıp satıyorum. Aynı zamanda bahislere giriyorum, daha çok İngiliz kriket maçlarına. Bazen Amerikan beyzbol iddialarına da yatırım yapıyorum.”
“Yani kumar oynuyorsun?”
“Bildiğimiz kumar değil. At yarışlarına asla girmem. Ama hisse senedi alıp satmaya da bir tür kumar denebilir herhâlde.”
“Tüm bunları evden yapıyorsun yani?”
Hökberg ayağa kalkıp Wallander’e onu takip etmesini işaret etti. Bitişikteki odaya girince Wallander eşikte kaldı. Bu odada sadece bir değil, üç televizyon vardı. Ekranların en altından çeşitli rakamlar akıyordu. Duvarda dünyanın çeşitli yerlerindeki zamanı gösteren bir saat asılıydı. Âdeta hava trafiği kontrol kulesine girmek gibiydi.
“İnsanlar hep teknoloji sayesinde dünya küçüldü der,” dedi Hökberg. “Bence orası tartışılır. Ancak şu bir gerçek ki benim dünyamı tartışılmaz biçimde büyüttü. Ystad’ın ucundaki bu alelade evden dünyanın bütün piyasalarına ulaşabiliyorum. Londra ya da Roma’daki bahis merkezleriyle temas kurabiliyorum. Hong Kong piyasasında vadeli işlem yapıp Jakarta’da Amerikan dolarıyla satabiliyorum.”
“Gerçekten o kadar basit mi?”
“Hiç değil. İzinler gerekiyor, iyi kontakların ve bilgin olması lazım. Ama ben bu odaya adım attığımda dünyanın tam merkezindeyim. İstediğim yerdeyim. Güç ve hassasiyet yan yana yürüyor burada.”
Oturma odasına döndüler.
“Sonja’nın odasını da görmek isterim,” dedi Wallander. Hökberg merdivenlerden çıkarken ona eşlik etti. Wallander’in, oğulları Emil’e ait olduğunu düşündüğü odanın önünden geçtiler.
“Ben aşağıda beklerim,” dedi Hökberg. “Bana ihtiyacın yoksa yani.”
“Hayır, gerek yok.”
Wallander, Hökberg’in ağır adımlarla alt kata indiğini duydu. Odanın kapısını açtı. Tavan aşağı eğimliydi ve pencerelerden biri aralıktı. İncecik perde rüzgârda dalgalanıyordu. Wallander uzun tecrübelerinden öğrenmişti ki ilk izlenim her zaman çok önemliydi. Yakından inceleme yapıldığında ilk bakışta göze çarpmayan önemli detaylara ulaşılabilirdi ancak Wallander, her zaman o ilk izlenimine bir dönerdi.
Bu odada bir insan yaşıyordu. Wallander’in aradığı kişi oydu. Yatak toplanmıştı; pembe, çiçekli yastıklar vardı. Duvarlardan birinde bir raf dolusu oyuncak ayıcık duruyordu. Gardırop kapağı aynalıydı ve yerde kalın bir halı vardı. Pencere kenarında bir çalışma masası vardı ama üstünde hiçbir şey yoktu. Wallander çok uzun bir süre kapının eşiğinde durup odaya baktı. Sonja Hökberg burada yaşıyordu. Wallander odaya girdi, yatağın yanına diz çöküp altına baktı. Her taraf ince bir toz tabakasıyla kaplıydı, sadece bir noktada, oradan alınmış bir şeyin izi kalmıştı. Wallander ürperdi. Çekicin bulunduğu yer burası olmalı, diye düşündü. Ayağa kalktı, çalışma masasının çekmecelerini açtı. Hiçbir çekmece kilitli değildi. Hatta kilit bile yoktu. Ne aradığını bilmiyordu aslında. Belki bir günlük ya da birkaç fotoğraf. Ancak çalışma masasında dikkatini çeken hiçbir şey yoktu. Wallander yatağa oturup kızla karşılaşmasını düşündü.
Odayı kapının ardından görür görmez dikkatini çeken bir şey fark etmişti.
Bir uyumsuzluk. Hökberg ve odası birbiriyle uyuşmuyordu. Onu burada, bu pembe yastıkların ve ayıcıkların arasında hayal edemiyordu. Yine de burası onun odasıydı işte. Wallander bunun ne anlama geliyor olabileceğini çözmeye çabaladı. Hangisi gerçeğe daha yakındı: Emniyette tanıştığı o pervasız kız mı, yoksa yaşadığı, yatağının altında çekiç sakladığı bu oda mı?
Yıllar önce Rydberg ona dinlemenin inceliklerini öğretmişti: Her odanın kendi yaşamı ve nefesi vardır. Kulak verip dinlemek zorundasın. Bir oda, içinde yaşayan insan hakkında birçok sır anlatır.
Wallander ilk başta Rydberg’in bu tavsiyesine şüpheyle yaklaşmıştı ancak zaman içinde, Rydberg’in ona hayati öneme sahip bir bilgi verdiğine kanaat getirmişti.
Wallander’in başı ağrımaya başlıyordu, özellikle şakakları zonkluyordu. Kalkıp gardırobun kapısını açtı. Giysiler askıdaydı, yerde ayakkabılar diziliydi. Kapının iç kısmında Şeytanın Avukatı filminin posteri asılıydı. Başrol oyuncusu Al Pacino’ydu. Wallander bu aktörü Baba filminden hatırlıyordu. Gardırobun kapağını kapatıp çalışma masasının yanındaki sandalyeye oturdu. Odaya yeni bir açıdan bakmış oldu.
Bir şey eksik, diye düşündü. Linda’nın odasının ergenlik yıllarındaki hâlini anımsadı. Tabii ki bazı pelüş oyuncaklar vardı. Ama ondan öte, her yer hayranlık duyduğu idollerin resimleriyle doluydu, zaman zaman bu idoller değişirdi ama muhakkak birileri asılıydı.
Hökberg’in odasında bu tarz bir şey yoktu. Kız 19 yaşındaydı ve sadece gardırobun içinde bir film afişi asılıydı. Wallander orada birkaç dakika daha oturdu, sonra odadan çıkıp merdivenlerden indi.
Hökberg ona dikkatlice baktı.
“Bir şey buldun mu?”
“Sadece şöyle bir bakmak istemiştim.”
“Ona ne olacak?”
Wallander başını iki yana salladı. “Bir yetişkin gibi mahkemeye çıkarılacak. Suçu işlediğini itiraf etti. Ona pek insaflı davranmazlar.”
Hökberg bir şey demedi. Wallander adamın ıstırap içinde olduğunu anladı.
Wallander, Hökberg’in Höör’deki baldızının numarasını bir kâğıda not etti. Evden çıkıp emniyete dönerken sağlığı gitgide kötüleşiyordu. Basın toplantısından sonra doğruca eve gidip kendini yatağa atacaktı.
Danışmaya adım atmasıyla Irene el sallayarak onu yanına çağırdı. Kadının beti benzi atmıştı.
“Bir şey mi oldu?” dedi.
“Bilmiyorum,” dedi Irene. “Seni arıyorlar ve her zamanki gibi cep telefonun yanında değil.”
“Kim beni arıyor?”
“Herkes.”
Wallander’in sabrı taştı. “Ne demek herkes? Hangi herkes?”
“Martinson. Ve Lisa.”
Wallander, doğrudan Martinson’un odasına gitti. Hansson da oradaydı.
“Ne oldu?”
Martinson dedi ki: “Hökberg kaçtı.”
Wallander kulaklarına inanamayarak bakakaldı. “Kaçtı mı?”
“Gitmiş. Bir saat önce. Elimizdeki bütün personeli onu aramakla görevlendirdik ama kız puf, kayboldu gitti.”
Wallander arkadaşlarına baktı. Arkasından paltosunu çıkarıp oturdu.