Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Güvenlik Duvarı», sayfa 4

Yazı tipi:

6

Wallander’in neler olduğunu anlaması uzun sürmedi. Birisi, temel güvenlik önlemlerini önemsemeyen birisi dikkatsiz davranmıştı. Ancak hepsinden öte o birisi, Sonja Hökberg’in göründüğü gibi masum bir genç kız olmadığını, daha birkaç gün önce feci bir cinayet işlediğini unutmuştu.

Yaşananları en başa sarıp sıralamak kolaydı. Hökberg bir hücreden diğerine alınacaktı. Avukatıyla buluşmuştu ve nezarete geri götürülecekti. Götürülmeyi beklerken tuvalete gitmek için izin istemişti. Tuvaletten çıktığında nöbetçi memurun sırtı dönük, odalardaki birisiyle sohbet ettiğini görmüştü. Böylece doğrudan ters yöne yürümüştü. Kimse onu durdurmaya çalışmamıştı. Ön kapıdan elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gitmişti. Kimse onu görmemişti. Ne Irene ne de başka biri. Yaklaşık beş dakika sonra, nöbetçi polis tuvalete girmiş ve kızın orada olmadığını görmüştü. Kızın avukatıyla konuştuğu odaya bakmıştı, orada da olmadığını fark edince hemen güvenliğe haber vermişti. Bu esnada Hökberg’in sırra kadem basmak için tam on dakikası vardı.

Wallander inledi, baş ağrısının daha da beter bir hâl aldığını hissetti.

“Elimizdeki bütün personeli ayağa kaldırdım,” dedi Martinson. “Kızın babasını da aradım. Sen de oradan yeni çıkmıştın. Bize nereye gidiyor olabileceğini gösteren herhangi bir şey gördün mü?”

“Annesi, Höör’de kız kardeşiyle kalıyor.” Martinson’a numarayı verdi.

“Oraya yayan gitmeyi planlıyor olamaz,” dedi Hansson.

“Ehliyeti var,” dedi Martinson, ahizeyi kulağına bastırıp. “Otostop çekebilir, araba çalabilir.”

“Persson’la konuşmamız lazım,” dedi Wallander. “Derhâl. Çocuk olması hiç önemli değil, bildiği her şeyi bize anlatacak.”

Hansson çıkmak için ayaklandı, ortadan kaybolan kızı yeni öğrenen Holgersson’la neredeyse burun buruna geldi. Martinson, telefonda Hökberg’in annesiyle konuşurken Wallander de Holgersson’a kızın nasıl kaçtığını anlattı.

“Bu kesinlikle kabul edilemez,” dedi Holgersson. Burnundan soluyordu.

Wallander kadının bu yönünü seviyordu. Eski müdürleri Björk böyle zamanlarda hep kendi namına leke sürülmesinden endişelenirdi.

“Böyle olayların yaşanmaması lazım,” dedi Wallander. “Ama oluyor. Esas önemli olan kızın izini sürmemiz. Sonra güvenlik önlemlerimizin üstünden geçip bu olaydaki hata kime ait göreceğiz.”

“Sence daha fazla suç işleme tehlikesi var mı?”

Wallander bir an düşündü. Hökberg’in odası gözünde canlandı, rafta yan yana sıralanmış ayıcıklar vardı.

“Bu noktada onun hakkında fazla bir şey bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ancak bu ihtimali elememeliyiz.”

Martinson telefonu kapattı.

“Annesiyle konuştum,” dedi. “Höör’deki polis arkadaşlarla da görüştüm. Ne yapmaları gerektiğini biliyorlar.”

“Gerçekten biliyor muyuz, emin değilim,” dedi Wallander. “Ama o kızın bir an önce yakalanmasını istiyorum.”

“Kaçış planlı mıymış?” dedi Holgersson.

“Görevli memura göre hayır,” dedi Martinson. “Bence kız durumdan istifade etti.”

“Ah, planlıydı,” dedi Wallander. “Sadece en doğru ânı kolluyordu. Buradan kaçıp kurtulmak istiyordu. Avukatıyla konuşan var mı? Ondan yardım umabilir miyiz?”

“Kimsenin aklına geldiğini sanmam,” dedi Martinson. “Kızla konuşması biter bitmez emniyetten ayrılmış.”

Wallander ayağa kalktı. “Ben onunla konuşurum.”

“Basın toplantısı ne olacak?” diye sordu Holgersson. “O işi ne yapsak?”

Wallander kol saatine baktı. Saat on bir yirmiydi.

“Planladığımız üzere toplantıyı yapacağız, olan biteni anlatacağız, istesek de istemesek de.”

“Sanırım ben de orada olmalıyım,” dedi Holgersson.

Wallander cevap vermedi. Odasına döndü, başı zonkluyordu. Her yutkunduğunda boğazı acıyordu.

Şu anda yatakta olmalıyım, diye geçirdi içinden. Oysa ben bir taksiciyi öldüren ergen kızların peşindeyim.

Masasının çekmecelerinden birinde kâğıt mendil buldu, elinden geldiğince yüzünü gözünü sildi. Ateşi çıkmıştı, deli gibi terliyordu. Hökberg’in avukatına telefon etti.

“Beklenmedik bir olay,” dedi Lötberg, Wallander anlatmayı bitirince.

“Buna olsa olsa problem denir,” dedi Wallander. “İşimize yarayacak bir bilgi verebilir misin?”

“Sanmıyorum. Kızla iletişim kurmak zordu. Dışarıdan bakıldığında çok sakin görünüyordu ama aslında neler olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yok.”

“Erkek arkadaşından bahsetti mi? Görmek istediği birisi?”

“Hayır.”

“Hiç kimse mi?”

“Persson ne yapıyor diye sordu.”

Wallander durdu. “Anne babasını sormadı mı?”

“Aslına bakarsan, hayır.”

Wallander bunu çok garip buldu, odasının verdiği izlenim gibi tıpkı. Şu Sonja Hökberg hakkında hissettiği uyumsuzluk gittikçe derinleşiyordu.

“Elbette benimle temasa geçerse haber veririm,” dedi Lötberg.

Wallander zihninde kızın odasının görüntüsüyle kalakaldı. Bir çocuk odasıydı, diye düşündü. 19 yaşındaki bir kızın odası değildi. Hâlâ 10 yaşındaki bir kızın odasıydı, sanki kız büyürken odası yaş almayı bırakmıştı.

Wallander düşüncelerini daha fazla geliştiremedi ancak önemli bir yolda olduğundan emindi.

Martinson daha yarım saat olmadan Eva Persson’la görüşmeyi ayarlamıştı. Wallander kızı görünce şoka girdi. Kız kısa boyluydu ve taş çatlasın 12 yaşında görünüyordu. Wallander kızın ellerini inceledi, bu ellerin bıçak tuttuğunu, kurbanın göğsüne sapladığını hayal etmeye çalıştı ama başaramadı. Çok geçmeden, bu kızda da Hökberg’i çağrıştıran bir şey dikkatini çekti. Gözlerindeki bakış, o aynı ilgisizlik ve kayıtsızlık.

Martinson onları yalnız bıraktı. Wallander, Höglund da olsun isterdi ancak o, şu anda Hökberg’i arama çalışmalarını organize ediyordu.

Persson’un annesi sanki bir süredir ağlıyor gibiydi. Wallander kadının hâline üzüldü. Kim bilir neler çekiyordu, düşününce içi ürperdi.

Derhâl sadede geldi. “Sonja kaçtı. Nereye gitmiş olabileceğini bana söylemeni istiyorum. Herhangi bir şey söylemeden önce dikkatlice düşün ve bildiğin her şeyi atlamadan anlat. Anladın mı?”

Persson evet anlamında başını salladı.

“Sence nereye gitmiş olabilir?”

“Eve gitmiştir herhâlde. Başka nereye gidebilir?”

Baş ağrısı yüzünden Wallander sabırsızdı. “Eve gitmiş olsaydı onu bulurduk,” dedi biraz sesini yükselterek. Annesi kendi içine kapanır gibi oldu.

“Nerede olduğunu bilmiyorum.”

Wallander not defterini açtı. “Arkadaşları kimler? Normalde kimlerle takılır? Arabası olan bir tanıdığı var mı?”

“Normalde hep o ve ben birlikte takılırız.”

“Ya diğer arkadaşları?”

“Bir de Kalle var sanırım.”

“Soyadı ne?”

“Ryss.”

“Adı Kalle Ryss mi?”

“Evet.”

“Senden bir tane bile yalan istemiyorum, anlıyor musun?”

“Ne bokuna bağırıyorsun lan, yaşlı moruk?”

Wallander neredeyse patlayacaktı, en çok da “yaşlı” diye hitap edilmesine sinirlenmişti.

“Neyin nesiymiş peki?”

“Sörfçü. Sık sık Avustralya’ya gidiyor ama şu anda evde, babasının yanında çalışıyor.”

“Babası ne iş yapıyor?”

“Nalbur dükkânı var.”

“Sonja’yla arkadaşlar yani?”

“Eskiden çıkıyorlardı.”

Persson, Hökberg’in temasa geçmiş olabileceği başka birisini düşünemiyordu. Nereye gitmiş olabileceğini de bilmiyordu. Wallander biraz daha bilgi koparmak için son bir çabayla kızın annesine döndü ama kadın, Sonja hakkında pek bir şey bilmediğini söyledi.

“Kızının en yakın arkadaşı, onun hakkında bir şeyler biliyor olmalısın.”

“Ondan hiç hoşlanmıyordum.”

Persson yana dönüp annesine bir tokat attı. O kadar hızlı olmuştu ki Wallander tepki verip de kızın kolunu tutamadı. Annesi çığlık atmaya başladı, kız annesine vurmaya, küfürler savurmaya devam etti. Wallander’in elini ısırdı ama Wallander onları ayırmayı başardı.

“Defol git yaşlı cadı!” diye bağırdı Persson. “Onu artık görmek istemiyorum!”

Wallander kontrolünü kaybetti. Persson’a bir tokat attı. Hem de çok sert. Kız yere yapıştı. Wallander hemen odadan çıktı, avucu sızlıyordu. Holgersson koridordan koşarak geldi, suratına baktı.

“Ne oldu içeride?”

Wallander cevap vermedi. Eline baktı. Kırmızıya dönmüştü ve acıyordu. İkisi de basın toplantısına erken gelen gazeteciyi görmedi. Son birkaç saniyenin karambolü arasında çaktırmadan kapıya ulaşmıştı. İki, üç, dört fotoğraf çekmişti. Zihninde çoktan manşeti atıyordu.

Basın toplantısı yarım saat geç başladı. Holgersson, devriye polislerinden birinin Hökberg’i göreceği umuduna tutunmuştu. Wallander vaktinde başlamak istemişti çünkü kendini kandırmıyor, böyle bir ihtimalin olmadığını biliyordu, bir yandan da soğuk algınlığı iyice azıyordu.

En sonunda toplantıyı açması için onu ikna etmişti. Muhabirler sinirlenip hayatlarını zorlaştıracaktı yoksa.

“Onlara ne dememi istersin?” dedi Holgersson.

“Hiçbir şey,” dedi Wallander. “Ben halledeceğim. Senin sadece orada olmanı istiyorum, o kadar.”

Wallander müsaade isteyip tuvalete gitti. Suratına soğuk su çarptı, sonra büyük toplantı odasına döndü. Kaç tane muhabirin geldiğini görünce suratını buruşturdu. Holgersson’la birlikte kürsüye çıktı. Gazeteciler oturdu. Wallander önündeki kalabalığa baktı. Bazılarını tanıyordu. Bazılarını da ismen biliyordu, çoğuysa tamamen yabancıydı.

Onlara ne desem, diye geçirdi içinden. İnsan ne söyleyeceğini bildiğini sansa bile asla hayalindeki gibi çıkmıyordu ağızdan.

Holgersson muhabirlere hoş geldiniz deyip Wallander’i tanıttı.

Bundan nefret ediyorum, diye düşündü Wallander içinden. Sadece hoşlanmamak değil. Medyayla yaptığımız bu toplantılar yok mu? Hayatın bir gerçeği, biliyorum ama bundan nefret ediyorum.

İçinden sessizce üçe kadar sayıp başladı.

“Geçen salı akşamı Ystad’da, bir taksi şoförü vahşi bir saldırıya uğradı ve soyuldu. Bildiğiniz üzere adam aldığı yaralar sonucu öldü. O günden beri iki kişi suçu işlemekle itham edildi ve ikisi de suçlarını itiraf etti. Saldırganlardan biri reşit değil, sonuç olarak, bu basın toplantısında isim açıklamayacağız.”

Gazetecilerden biri el kaldırdı.

“İki saldırganın da kadın olduğu doğru mu?”

“O kısma geleceğim, merak etme,” dedi Wallander.

Gazeteci, genç ve ısrarcıydı. “Bu basın toplantısı saat birde başlayacaktı. Saat bir buçuğu geçti. Bizim de yetiştirmemiz gereken işler olduğunu es geçiyorsunuz herhâlde.”

Wallander bu soruyu duymazdan geldi.

“Dolayısıyla bu dava dosyası bir cinayet,” dedi. “Bunun olağan dışı, vahşice işlenmiş bir cinayet olduğunu saklamaya hiç gerek yok. Bu yüzden de soruşturmayı bu kadar hızlı çözüme kavuşturabilmek içimizi rahatlatıyor.”

Arkasından derin bir nefes aldı. Ne kadar derin olduğunu bilmediği bir havuza dalıyor gibi hissetti kendini.

“Üzülerek söylüyorum ki bir sıkıntı oldu. Saldırganlardan biri elimizden kaçtı. Kısa sürede onu yakalamayı umuyoruz tabii.”

Önce odada çıt çıkmadı. Sonra her kafadan bir soru çıktı.

“Adı ne?”

Wallander, Holgersson’a baktı, Holgersson başıyla onay verdi. “Sonja Hökberg.”

“Nerede tutuluyordu?”

“Burada emniyette.”

“Nasıl olabilir bu?”

“Bu meseleyi de derinlemesine araştırıyoruz.”

“Bu ne demek?”

“Tam ne demek olduğunu düşünüyorsan o demek. Hökberg’in gözaltındayken nasıl kaçabildiğini anlamaya çalışıyoruz demek.”

“Onu tehlikeli diye tanımlamak doğru mu olur?”

Wallander duraksadı. “Henüz kamu için bir tehdit mi değil mi bilmiyoruz.”

“Ya tehdittir ya değildir zaten? Hangisi?”

Wallander sinirlerine çok zor hâkim oluyordu, bugün ikinci kez gözü dönebilirdi. Bu süreci nihayete erdirip, eve gidip yatmaktan daha çok istediği bir şey yoktu. “Sıradaki soru.”

Muhabirin pes etmeye niyeti yoktu. “Ben kesin bir cevap istiyorum. Kız tehlikeli mi değil mi?”

“Sana cevabımı verdim. Sıradaki soru.”

“Silahlı mı?”

“Bilmiyoruz.”

“Lundberg yani taksici, nasıl saldırıya uğradı?”

“Bir bıçak ve çekiçle saldırmışlar.”

“Cinayet silahları elinizde mi?”

“Evet.”

“Görebilir miyiz?”

“Hayır.”

“Neden?”

“Soruşturmayla ilintili nedenlerden. Sıradaki soru.”

“Ulusal çapta polis alarma geçirildi mi?”

“Şu anda sadece bölge ekibi alarmda. Şimdilik size söyleyeceklerimiz bu kadar.” Wallander’in kapanış cümlesi bir itiraz fırtınasıyla karşılandı. Birtakım önemli soruların havada kaldığının farkındaydı fakat Wallander ayağa kalktı, Emniyet Müdürü Holgersson’u da yanında götürdü.

“Şimdilik bununla idare etsinler,” dedi.

“Daha uzun kalsa mıydık?”

“O zaman sen devralmak zorundasın. Gerekli bilgiyi edindiler. Geri kalanı bizden daha iyi doldururlar.”

Televizyon ve radyo kanallarından gelen gazeteciler röportaj istiyordu. Wallander bir mikrofon ve kamera silsilesini geride bırakmak zorunda kaldı.

“Kendi başına halletmek zorundasın,” dedi Holgersson’a. “Ya da Martinson halletsin. Benim eve gitmem lazım.”

Koridora ulaşmışlardı. Holgersson ona şaşkınlık içinde baktı.

“Eve mi gidiyorsun?”

“Elinle alnıma bakabilirsin. Hastayım. Ateşim yüksek. Orada Hökberg’i bulup basının o kahrolası sorularını cevaplayabilecek bir sürü polis var.”

Bir cevap beklemeden oradan ayrıldı. Yanlış yaptım, diye düşündü Wallander. Burada kalıp bu kaotik durumu düzeltmeye çalışmalıyım. Ama hiç hâlim yok işte.

Odasına girdi, paltosunu giydi. Çalışma masasına bırakılmış bir not dikkatini çekti. Martinson’un el yazısıydı. Patolog raporuna göre, Tynnes Falk doğal sebeplerden ölmüş. Suç yok. Şimdilik rafa kaldır.

Wallander’in bunun ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili olduğunu hatırlaması birkaç saniyesini aldı. Endişe edecek şeylerden biri azaldı, diye düşündü.

Gazetecilerden kaçmak için garajdan geçerek çıktı. Rüzgâr artık çok sert esiyordu. Wallander fark edilmemek için başını öne eğerek arabasına kadar koşmak zorunda kaldı. Anahtarı çevirince hiçbir şey olmadı. Tekrar denedi, defalarca denedi ama motor tamamen sessizdi.

Wallander kemerini çözüp arabadan çıktı, kilitleme zahmetine bile girmedi. Maria Caddesi’ne dönerken alması gereken kitabı hatırladı. Ama beklemek zorundaydı. Her şey beklemek zorundaydı. Şu anda Wallander’in tek istediği uyumaktı.

Uyandığında sanki bir rüyadan son sürat koşarak çıkmıştı. Bir basın toplantısının ortasındaydı fakat bu toplantı Hökberg’in evinde yapılıyordu. Wallander tek bir soruya bile cevap veremiyordu.

Derken odanın en arkalarında birden babası gözüne çarptı. Televizyon kameraları onu hiç rahatsız etmemiş gibiydi ve sakin sakin en sevdiği sonbahar manzarasının resmini yapıyordu.

Tam o noktada Wallander uyanmıştı. Yatakta uzandı, seslere kulak verdi. Rüzgâr pencereye vuruyordu. Wallander başını yana çevirdi. Baş ucundaki saat dokuz buçuğu gösteriyordu. Neredeyse yedi saattir uyuyordu. Yutkunmaya çalıştı. Boğazı hâlâ şişti ve acıyordu. Ama ateşi düşmüştü. Hökberg’in hâlâ firarda olduğundan emindi. Yoksa onu haberdar ederlerdi. Wallander ayağa kalkıp mutfağa girdi. Sabun alma notu oradaydı. Alması gereken kitabı da yapılacaklar listesine ekledi. Sonra kendine çay yaptı. Boş yere limon aradı. Sebzelikte buruşmuş domatesler ve yarısı çürümüş bir salatalık vardı, attı. Çay demlenince fincanını oturma odasına götürdü.

Telefona uzanıp emniyeti aradı. Tek ulaşabildiği kişi Hansson’du.

“Nasıl gidiyor?”

Hansson’un sesi yorgun geliyordu.

“Sırra kadem bastı.”

“Tek bir iz bile yok ha?”

“Hayır, hiç kimse görmemiş. Emniyet Genel Müdürü arayıp memnuniyetsizliğini dile getirdi.”

“Hiç şüphem yok. Ama şu anda onu duymazdan gelelim.”

“Hastaymışsın.”

“Yarına toparlanırım.”

Hansson ona soruşturmanın gidişatını aktardı. Wallander’in işleyişe bir itirazı yoktu. Hökberg’i bölge çapında arıyorlardı ve ulusal teşkilatı da alarma geçirmişler, her an desteklerini isteyebileceklerini bildirmişlerdi. Hansson kayda değer bir gelişme olursa ona haber vereceğini söyledi.

Wallander, Verdi’nin La Traviata operasının CD’sini koydu. Koltuğa uzanıp gözlerini kapattı. Persson’u ve annesini düşündü, kızın birden patlamasını ve akılları durduracak kayıtsızlıktaki bakışlarını hatırladı. Derken telefon çaldı. Wallander oturup müziği kıstı.

“Kurt?”

Sesi anında tanımıştı. Wallander’in yakın ve muhtemelen de en eski dostlarından biri olan Sten Widén’di.

“Uzun zaman oldu.”

“Biz hep uzun aralıklarla konuşuruz zaten. Nasıl gidiyor, nasılsın? Emniyetten sana ulaşmaya çalıştığımda hasta olduğunu söylediler.”

“Boğazım ağrıyor. Önemli bir şeyim yok.”

“Seni görmek isterim.”

“Şimdi çok uygun bir zaman değil. Haberleri okudun mu?”

“Ben hiç haber izlemem ve gazete okumam. Yarış sayfası hariç.”

“Birisi nezaretten kaçmayı başardı. Onu bulmak zorundayım. Ondan sonra buluşabiliriz.”

“Sana hoşça kal demek istemiştim.”

Wallander midesine bir yumru oturduğunu hissetti. Sten hasta mıydı? Aşırı alkol kullanımı sonunda karaciğerini bitirmiş miydi?

“Neden? Neden veda ediyorsun?”

“Evimi satıp buradan ayrılıyorum.”

Widén son birkaç yıldır şehirden ayrılmaktan bahsediyordu. Babasından miras kalan çiftlik, yıllardır ona kâr getirmiyordu. Wallander sayısız konuşmalarını, yeni bir yaşam kurma hayallerini dinlemiş ancak Widén’in fikirlerini hiçbir zaman ciddiye almamıştı, tıpkı kendi hayallerini ciddiye almadığı gibi. Görünüşe bakılırsa, bu bir hata olmuştu. Sten sarhoşken, ki çoğunlukla sarhoştu, abartırdı. Gelgelelim şimdi ayıktı ve enerji doluydu. Konuşmasındaki olağan yavaşlık ve pelteklik yoktu.

“Ciddi misin?”

“Evet. Gidiyorum.”

“Nereye?”

“Daha karar vermedim.”

Wallander midesindeki yumrunun gittiğini fark etti ama şimdi içinde kıskançlık belirmişti. Sten Widén’in hayali onunkinden daha canlıydı.

“En kısa zamanda gelirim. Birkaç gün içinde.”

“Burada olacağım.”

Wallander uzun süre oturup kara kara düşündü. İçindeki kıskançlıktan kaçamıyordu. Polisliği bırakma hayalleri son derece uzak görünüyordu ona. Widén’in şu anda yaptığı şeyi Wallander asla ama asla yapamazdı.

Çayını içti, fincanını mutfağa geri götürdü. Pencerenin dışındaki termometre bir dereceyi gösteriyordu. Ekim ayının ilk günlerine göre soğuktu.

Wallander tekrar koltuğa yürüdü. Müzik hâlâ usul usul çalıyordu. Wallander televizyon kumandasına uzandı. Elektrikler kesildi.

Önce sigorta attı zannetti fakat el yordamıyla cam kenarına ulaşınca sokak lambalarının bile kapkara olduğunu gördü. Tekrar koltuğa oturup bekledi.

Skåne’nin büyük bir bölümü karanlıkta kalmıştı.

7

Telefon çaldığında Olle Andersson uyuyordu.

Baş ucu lambasını açmaya çalıştı ama yanmadı. Böylece arayan kişinin hangi konuda onu aradığını anlamış oldu. Her zaman yatağının baş ucunda duran güçlü feneri yaktı ve ahizeyi kaldırdı. Tam tahmin ettiği gibi, Sydkraft’ın yirmi dört saat çalışan operasyon merkezinden arıyorlardı. Arayan Rune Ågren’di. Andersson, o gece, 8 Ekim gecesi, Ågren’in nöbetçi olduğunu zaten biliyordu. Malmö’lüydü ve 30 yılı aşkın süredir kamu hizmeti veren çeşitli kurumlarda çalışmıştı. Önümüzdeki yıl emekli olacaktı. Doğruca sadede geldi.

“Skåne’nin yüzde yirmi beşinde elektrik yok.” Andersson şaşırmıştı. Son birkaç gündür çok sert rüzgârlar esiyordu ama fırtınaya yakın bir durum yoktu.

“Ne olduğunu Tanrı bilir,” dedi Ågren. “Ancak Ystad trafosu bu durumdan etkilenmiş. Giyinip oraya bir bakmaya gitsen iyi olur.”

Andersson durumun acil olduğunun farkındaydı. Şehirlere ve kırsal kesimdeki evlere elektrik aktaran karmakarışık ağ içinde Ystad ana trafosu, başlıca bağlantı noktalarından biriydi. Eğer buraya bir şey olursa, Skåne’nin çoğu öyle ya da böyle etkilenirdi. Bunun olmaması için birileri hep görev başındaydı. Bu hafta Ystad bölgesi için nöbetteki isim Andersson’du.

Trafoya varması on dokuz dakika sürdü. Alan tamamen karanlıktı. Ne zaman elektrik kesilse ve Andersson sorunun kaynağını anlamaya gitse aynı soru aklına takılırdı: Daha yüzyıl öncesine değin bu zifiri karanlık normaldi. Elektriğin icadı her şeyi değiştirmişti. Şu anda hayatta olan hiç kimse artık elektriksiz hayatın nasıl olduğunu hatırlamıyordu. Ama aynı zamanda toplumun ne kadar hassas olduğunu da düşünürdü. En kötü durum senaryosunda güç kaynağındaki bir tek kopukluk sonucu ülkenin üçte biri karanlığa gömülebilirdi.

“Geldim,” dedi telsizden Ågren’e.

“Acele et o zaman.”

Trafo bir tarlanın ortasındaydı. Düzenli aralıklarla “İzinsiz Girmek Yasaktır” ve “Tehlike! Yüksek Akım!” tabelaları konmuştu. Andersson rüzgâra karşı kendini siper etti, elinde bir anahtar takımı ve gözünde kendi tasarladığı, çerçevesine iki küçük pilli fener takılmış koruyucu gözlük vardı. Doğru anahtarı bulup demir kapıların dışında durdu. Kapılar açıktı. Andersson etrafına bakındı. Herhangi bir araba görünmüyordu, insandan eser yoktu. Tekrar telsizini alıp Ågren’e seslendi.

“Demir kapılar kırılıp açılmış,” dedi.

Ågren rüzgâr sesinden onu duymakta zorlanıyordu. Andersson söylediklerini tekrar etmek zorunda kaldı.

“Burada birisi olduğunu sanmıyorum. İçeri giriyorum.”

Demir kapılar daha önce de zorlanmış ve açılmıştı, her seferinde de durum polise bildirilirdi. Bazen polis suçluları yakalardı, genelde sağa sola sataşan bir avuç sarhoş yeni yetme çıkardı altından. Ancak sabotaj ihtimalini de göz önüne alırlardı. Hatta Andersson’un daha bu eylülde katıldığı bir toplantıda Sydkraft güvenlik teknisyenlerinden biri yepyeni bir güvenlik sistemi kurmalarını önermişti.

Andersson başını yana çevirdi. Elinde fener de olduğundan trafonun metal çerçevesinin üstüne üç ışık hüzmesi düştü. Çelik kulelerin ortasında kurulmuş, küçücük gri bir yapı trafonun merkeziydi. Trafo buradaydı. İki farklı anahtarla açılan ya da açılması için çok güçlü patlayıcılar kullanılması gereken çelik bir kapısı vardı. Andersson anahtarlığındaki çeşitli anahtarları renkli bantlarla işaretlemişti. Kırmızı bantlı olan demir kapıları açıyordu, sarı ve mavi olanlarsa çelik kapıyı açmak içindi. Andersson etrafına baktı. Kimse yoktu. Tek duyduğu ses rüzgârdı. Yürümeye başladı ama birkaç adım sonra durdu. Bir şey dikkatini çekmişti. Tekrar sağa sola bakındı. Arkasında birisi mi vardı? Ceketinden sarkan telsizden Ågren’in çatlak sesini duydu. Cevap verme zahmetine girmedi. Durmasına sebep olan neydi? Karanlıkta hiçbir şey yoktu, en azından onun seçebileceği hiçbir şey. Ne var ki ortada kötü bir koku vardı ama muhtemelen tarlalardan geliyordur, diye düşündü Andersson. Çiftçi kısa süre önce toprağı gübrelemiş olmalıydı. Andersson trafo binasına doğru yürümeye devam etti. Kötü kokuyu alabiliyordu hâlâ. Derken Andersson ânında durdu. Çelik kapı aralıktı. Birkaç adım geri gidip telsize sarıldı.

“Kapı açık,” dedi. “Duyuyor musun?”

“Duydum. Ne demek kapı açık?”

“Ne dediysem o işte.”

“Kimse var mı?”

“Bilmiyorum. Kapı zorlanmışa benzemiyor.”

“Peki ama nasıl açık olabilir o zaman?”

“Bilmiyorum.”

Telsiz sessiz kaldı. Andersson kendini çok yalnız hissetti.

Ågren söze girdi. “Yani kapı kilitlenmemiş mi diyorsun?”

“Öyle görünüyor. Ayrıca garip bir koku var.”

“İçeri girip ne olduğuna bakmak zorundasın. Şu anda yukarıdan çok büyük bir baskı var, durumun hemen çözülmesi isteniyor. Patronlar arayıp duruyor, ne halt oldu diye hesap soruyorlar.”

Andersson derin bir nefes alıp kapıya doğru yürüdü, kapıyı biraz daha açtı ve fenerini içeri tuttu. Önce neye baktığını anlayamadı. Kötü kokudan burnunun direği kırıldı. Ne olduğu yavaş yavaş kafasına dank etti. Bu ekim akşamı Skåne’de elektrik kesintisi yaşanıyordu çünkü elektrik hatlarının arasında yanmış bir ceset uzanıyordu. Bu kesintiye bir insan sebep olmuştu.

Sendeleyerek dışarı çıktı ve Ågren’le konuşarak oraya çağırdı.

“Trafo binasının içinde bir ceset var.”

Birkaç saniye geçtikten sonra Ågren cevap verdi. “Tekrar edebilir misin?”

“Orada yanmış bir ceset var. Birisi kısa devre yaptırtıp bütün bölgenin elektriğini kesmiş.”

“Ciddi misin?”

“Duydun işte. Güvenlik önlemlerinde bir aksaklık yaşanmış olmalı.”

“Polisi arıyoruz. Sen olduğun yerde kal. Biz buradan elektriği yeniden vermeye çalışacağız.”

Telsizin sesi kesildi. Andersson tir tir titriyordu. Ne olduğuna inanamıyordu. Bir insan hangi akla hizmet bir trafonun içine girip yüksek voltaj elektrik akımıyla kendini öldürmeye kalkardı? Elektrikli sandalyeye oturtulup idam edilmeyi seçmek gibi bir şeydi bu. Andersson’un midesi bulandı ama arabasına yürüyerek kusmasına engel olmaya çalıştı.

Rüzgâr hâlâ esiyordu ve yağmur başlamıştı.

Ystad emniyetine gece yarısı haber verildi. Sydkraft’ın telefonuna cevap veren polis bilgileri not etti ve hızlı bir değerlendirme yaptı. İşin içinde ölü biri olduğu için nöbetçi komiser Hansson’u aradı. Hansson hemen oraya gideceğini söyledi. Telefonun yanında mum vardı. Ezbere bildiği Martinson’un numarasını çevirdi. Martinson’un telefonu açması biraz uzun sürdü. O da Hansson’u dinleyince durumun ciddi olduğuna kanaat getirdi. Konuşma bitince de Wallander’i aradı.

Wallander elektriğin gelmesini beklerken koltukta uyuyakalmıştı. Telefon çalıp onu uyandırdığında hava hâlâ karanlıktı. Wallander ahizeye uzanırken telefonu yere düşürdü.

“Benim, Martinson. Az önce Hansson aradı.”

Wallander ciddi bir durum olduğunu hissetti.

“Ystad’ın dışında, Sydkraft trafolarından birinde bir ceset bulunmuş.”

“O yüzden mi elektrikler kesik?”

“Bilmiyorum. Ama hasta bile olsan, sana da haber verilmesi gerek diye düşündüm.”

Wallander yutkundu. Boğazı hâlâ acıyordu ama ateşi normale dönmüştü.

“Arabam bozuldu,” dedi. “Beni alman lazım.”

“On dakika sonra oradayım.”

“Beş olsun,” dedi Wallander. “Haber doğruysa, bütün bu bölge elektriksiz kalmıştır.”

Karanlıkta giyindi ve beklemek için sokağa indi. Yağmur yağıyordu. Martinson yedi dakikada geldi. Karanlık şehrin sokaklarından geçtiler. Hansson şehrin çıkışındaki bir kavşakta onları bekliyordu.

“Atık merkezinin kuzeyindeki trafolardan birindeymiş,” dedi Martinson.

Wallander neresi olduğunu biliyordu. Bir keresinde o yakınlardaki bir ormanda yürüyüşe çıkmıştı, Baiba’nın onu ziyarete geldiği günlerden biriydi.

“Tam olarak ne olmuş?”

“Ayrıntıları bilmiyorum. Sydkraft’tan gelen telefonda arızayı düzeltmeye gittiklerinde orada bir ceset bulunduğu söylendi.”

“Geniş bir alana mı etki etmiş?”

“Hansson’a göre, Skåne’nin dörtte biri karanlıkta.”

Wallander inanamıyordu. Elektrik kesintisi nadiren bu kadar geniş alanı kapsardı. Çok büyük bir kış fırtınasından sonra kırk yılda bir yaşanırdı. 1996 sonbaharındaki kasırgadan sonra olmuştu mesela. Ama hava böyleyken değil.

Ana yoldan saptılar. Artık yağmur daha hızlı yağıyordu. Martinson sileceklerini en hızlıda çalıştırıyordu. Wallander yağmurluk almadığına pişman oldu, emniyette park ettiği arabasının bagajında tuttuğu çizmelerine de ulaşamayacaktı.

Hansson arabasını durdurdu. Karanlıkta farlar açıktı. Wallander iş tulumu giymiş bir adamın, onu takip etmelerini işaret ettiğini gördü.

“Burası yüksek voltaj merkezi,” dedi Martinson. “Göreceğimiz manzara hiç de hoş olmayacak.”

Yağmura adım attılar. Buradaki açık arazide rüzgâr daha da sertti. Onlara doğru gelen adam resmen sarsılmıştı. Wallander’in olayın ciddiyeti konusunda şüphesi kalmamıştı artık.

“İçeride,” dedi adam arkasını işaret ederek.

Wallander önden gitti. Yağmur yüzüne kamçı gibi vuruyor, görüşünü etkiliyordu. Martinson ve Hansson arkasında bir yerlerdeydi. Sarsılmış rehberleri de yandan yürüyordu.

“İçeride,” diye tekrar etti, hepsi trafonun önünde durunca.

“İçeride sağlam bir şey var mı?” diye sordu Wallander. “Bağlantı kablolarını kastediyorum.”

“Hayır. Artık hiçbiri çalışmıyor.”

Wallander, Martinson’un fenerini alıp içeri girdi. Yanmış insan etinin iğrenç kokusu burnuna çarptı. Hiçbir zaman alışamayacağı bir kokuydu bu, oysaki evler yandığında ve insanlar içeride mahsur kaldığında defalarca bu kokuya maruz kalmıştı. Hansson büyük ihtimalle kusar, diye düşündü Wallander. Yanık ceset kokusuna dayanamazdı.

Ceset tam anlamıyla kararıp kavrulmuştu. Suratı yoktu. Kablolar, düğmeler ve şalterlerin ortasında kalmıştı.

Wallander, Martinson’un da bakabilmesi için yana çekildi.

“Of Tanrım,” diye inledi Martinson.

Wallander, Hansson’a seslenip Nyberg’i aramasını ve destek kuvvetlerin buraya gelmesinin organize edilmesini istedi.

“Bir de jeneratör getirmelerini söyle,” dedi. “Buraya biraz ışık lazım.”

Tekrar Martinson’a döndü.

“Adamın adı ne, cesedi ilk bulan adam yani?”

“Olle Andersson.”

“Burada ne yapıyormuş?”

“Sydkraft sorunu çözmesi için göndermiş. Acil durumlara karşı hep eğitimli adamları oluyor.”

“Onunla bir konuş. Olayların sıralamasına dair bakalım detay alabilecek misin? Burada çok fazla gezinme, yoksa Nyberg alnını karışlar.”

Martinson, Andersson’u arabalardan birine götürdü. Wallander yalnız kalmıştı. Yere eğilip fenerini cesedin üstüne tuttu. Giysilerden geriye bir şey kalmamıştı. Âdeta bir mumyaya ya da bin yıl sonra bir turba bataklığında bulunmuş bir cesede bakıyor gibiydi. Fakat burası modern bir trafoydu. Elektriğin kesildiği ânı düşünmeye çalıştı. Saat on bir civarlarıydı. Şimdiyse saat bire geliyordu. Eğer elektrik kesintisine bu ceset sebep olmuşsa, demek ki olay yaklaşık iki saat önce yaşanmıştı.

Wallander ayağa kalkıp fenerini yere koydu. Burada ne olmuştu? Biri uzaklardaki bir trafoya girmiş ve intihar ederek muazzam bir elektrik kesintisine sebep olmuştu. Wallander suratını buruşturdu. Hiç mantıklı değildi. Sorular yığılmaya başladı. Feneri almak için yere çömeldi. Yapılacak tek şey Nyberg’i beklemekti.

Aynı zamanda bir şey içini kemiriyordu. Fenerden çıkan ışık hüzmesinin, kararmış kalıntıların üstüne düşmesini izledi. Bu duyguya neyin sebep olduğunu bilmiyordu fakat sanki bir şeylerin artık orada olmadığını ama daha önce orada olduğunu hissediyordu.

Wallander binadan çıktı ve güçlendirilmiş çelik kapıyı inceledi. Zorla girildiğine dair bir iz bulamadı. İki tane çok esaslı kilit vardı. Wallander geldiği yerden dönmek üzere yürümeye başladı. Adımlarını izlemeye çalıştı ki orada olabilecek başka ayak izlerini bozmasın. Demir kapıların önünde kilidi inceledi. Bu kilit zorlanarak açılmıştı. Bu ne anlama geliyordu? Demir kapılar zorlanarak açılmıştı ama nasıl oluyor da güçlendirilmiş çelik kapı hiç sorun teşkil etmemişti?

Martinson, Andersson’un arabasındaydı. Hansson kendi arabasından telefonları hallediyordu. Wallander paltosuna düşen yağmuru silkelemeye çalıştı, Martinson’un arabasına bindi. Motor çalışıyordu, silecekler hâlâ en son ayardaydı. Wallander kaloriferi sonuna kadar açtı. Boğazı acıyordu. En son haberleri almak için radyoyu açtı. Ancak radyoyu dinlediğinde olayın muazzamlığı kafasına dank etmeye başladı.

Skåne’nin dörtte birinde elektrik yoktu. Trelleborg’dan Kristianstad’a kadar her yer karanlıktaydı. Hastaneler acil durum jeneratörlerini kullanıyordu ama onun haricinde elektrik kesintisi vardı. Sydkraft yöneticilerinden birine ulaşılmıştı ve adam sorunun tespit edildiğini açıklamıştı. Yarım saat içinde bütün bölgelerdeki kesintinin düzelmesini ümit ediyorlardı.

Yarım saate kadar buradan herhangi bir elektrik gelmeyecek, orası kesin, diye düşündü Wallander. Yönetici, gerçekten ne olduğunu biliyor mu acaba diye merak etti.

Lisa Holgersson’a bunu haber vermeliyim, diye düşündü. Martinson’un cep telefonuna uzanıp kadının numarasını çevirdi. Telefonun açılması biraz uzun sürdü.

₺70,95

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99813-0-7
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Clojure
Silvia Schreier и др.
Metin
Ortalama puan 1, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre